tag:blogger.com,1999:blog-383841842024-03-26T23:37:27.062-07:00SOSYAL YAŞAMDA ALTERNATİFRUHİ M. ÇİLEKruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.comBlogger712125tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-42973651409229488212024-03-22T23:03:00.000-07:002024-03-23T00:25:53.168-07:00ADANALI ve KÜFÜR<p style="text-align: left;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt; text-align: justify;"><br /></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Adanalı <b>“allöş” </b>dedirtecek kadar
şaşırtır sizi sıra dışı davranışları ile, o kadar çoktur ki bu sıra dışı olunan
mevzular, yaz yaz bitmez… İnsana biraz da sokak ağzı ile olacak lakin “Hastasıyım”
dedirtecek nevidendir. Hayatımın çok önemli 2 bölümü Adana’da geçtiği için
müthiş hatıralar biriktirdim, bu “dünyanın en büyük köyü” diye bilinen kentinden
ve ahalisinden… <o:p></o:p></span></p><p style="text-align: left;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt; text-align: justify;"></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Adana
delikanlısı, ayakları havalansın ve koku yapmasın diye, kundurasının “forduna”
basar… Adanalı ayağını yorganına göre uzatmaz, uygun yorganı yoksa yorgansız yatar…
Adanalı yangın durumunda, ilk kurtarılacak eşya olarak “mangalını” görür… Adanalı
anlayacağınız biraz acayiptir, her lafı kaldırmaz… Adanalı “godu mu oturtur”,
en azından öyle bilinir… Yetişen çok önemli yazarlar ve sinemacılar dışında kalan
sıradan Adanalılar çok ve boş yere konuşmaz az ve öz konuşur, <b>“eşkere konuşmak”</b> ona münasip düşmez…
İşte sıra dışılığın bazı referansları…<o:p></o:p></span></p><p style="text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">Müthiş keyifle okuduğum yazar Süreyya Köle kitabı <b>“ABİDİNPAŞA CADDESİ”ndeyi</b>, neredeyse tamamı şahitliklerime benzer hikâyeler
anlatınca, hem kitabı referans alarak, hem de şahitliklerimi tekraren
hatırlayarak birkaç yazı yazdım… Adanalı için yaygın bilinen ve tekrarlanan bir
söz vardır… Adanalı küfürbazdır… Evet, doğru maalesef hayatımı çok etkileyen bu
kent ve insanı beni de bu konuda derinden etkilemiştir… Anlayacağınız ben de
biraz küfürbaz oldum çıktım… Adanalı için bir ayrıcalık olmalı diye düşünürüm
bu konuda, Adanalının ne söylediğinden ziyade ve azade nasıl söylediğine dikkat
edersek, yahu bu kötü kelam bu kadar mı güzel söylenir diye düşünmeden geçemem…
Kahvehanede oyun oynarken, muhabbet ederken, stadyumda maç seyrederken, okulda
sınavdayken, öğretmenle ya da komşusu ile konuşurken, yolda yürürken, tarlada
çalışırken hülasa hayatın her alanında, her anında duruma uygun sunturlu,
kalaylı küfür sallamak bir marifetmiş gibi anlatmaya çalıştığımı zinhar düşünmeyin…
Sanki çocukluktan itibaren bir eğitilme durumu yaşanıyor… Dedim ya, ne söylendiğinden
ziyade nasıl söylendiği önemlidir diye, adam “k” harfini nasılda ağdalı,
vurgulu ve burgulu “g” olarak söyler, bazı kelimelerdeki tek “r” nasıl üstüne
bastırılarak 3 “r” olarak söylenir, vallahi nasıl anlatayım o tılsımlı söyleyişi
bilemedim… Lakin mutlaka bir “esas” Adanalıdan herkes minimum 1 defa dinlemeli…</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Adanalı
ezelden beri “Allaha” küfür eder diye bilinir ya, benim anladığım bahse konu “Allah”
ile kast edilen “Allah” aynı değildir, yani mezkûr ifadenin bildiğimiz Allah
ile bir ilişkisi yoktur… Zinhar bizim Allah’ımızla alakası yoktur, yani… Gerçi
1980’li yıllarda büyük yankılar uyandıran bir cinayet bile hatırlıyorum buna
benzer bir küfür yüzünden… Bir zincir mağazanın silahlı güvenlik görevlisi ki
zincir mağazaların sahipleri gibi dini hassasiyetleri yüksek birisidir haliyle,
mağaza önünde kavga eden 2 kişiden birini “Allaha küfür ediyor” gerekçesi ile
silahını çekip öldürüyor… Lakin bu tür vakalar çok çok ender vakalardır benim
bildiğim… Adanalının küfürleşmeleri genel manada hakaret içermeyebilir, bazen
taltif ve takdir amaçlı da olur mezkûr galiz küfürler… Peki; sadece Adanalı
erkekler mi küfür eder, şüphesiz hayır, Adanalı “bacılarımızı” da hiç tefrike
tabi tutmamalıyız bu konuda… Öyle şahitliklerim oldu ki, mahalle aralarında
asla ve kat’a erkekleri aratmazlar… Adana’da bulunduğum 2. dönemde bir önceki
döneme göre küfürlü konuşmaların, küfürlü hayatların azaldığını müşahede
ettiğimi de söylemeliyim… Anladığım kadarı ile en önemli sebep, sosyal,
kültürel ve dini hassasiyetleri çok başka olan kesimin, yoğun göç ve hicretine
hedef olmasıdır, Adana’nın… </span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Duyduğum
akla zarar, dudağa ziyan, kulağa düşman, dimağa hüsran küfürler var, özellikle
futbol maçlarından hatırladığım… Adanalı bu konuda kimseye müsamaha da
gösteremez, tıpkı karşı takımın oyuncusuna ya da taraftarına olduğu gibi hiç
tereddütsüz ve gözünü kırpmadan kendi tuttuğu takım oyuncusuna ve taraftarına
da aynı dileklerini, duygularını ve taleplerini bihakkın sunar… Bila istisna,
her şeyi ve her kesimi küfür mevzuu ve hedefi yapar rahatlıkla… Gelmiş, geçmiş,
ana, avrat, bacı, feriştah, eşik, beşik, karın, kucak, sırt, sıra, ön, arka,
uğraş, meşrep, sahiplik, din, iman, mor mintan demeksizin sadece hakaret ve
tahrik etme amaçlı sövgü öznesi ya da nesnesi oluşturmaz, bazen de övgü ve
tebrik öznesi ve nesnesidir… Burada asıl olan vurguyu ve tonlamayı yakalayarak
övgü mü, sövgü mü kararı vermektir aksi takdirde, maazallah… Yine şahitliğim
çerçevesinde, Adanalının en standart küfrü de sanki bir noktalama işareti
babından olmak misali; “damına konduğum” olup sarf edilen her cümlenin sonunda
rolünü layığı ile oynar, <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>esasen de
konduğum burada “goyim” şeklinde tasarruflu bir hal almaktadır. Lakin bu küfrü
vaziyet zinhar hakaret maksadı ile kullanılmaz, zaten muhatap da hakaret
telakkisinde bulunmaz, tamamen bir heyecan vurgusu, mutluluk ifadesi, kızgınlık
halinin hayıflanması, sevinç halinin şiddetli tebarüzü, üzüntülü durumun
altının çizilmesi, vs gibi ruh hallerinin anlatıma katkısı manasında
dışavurumudur.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Süreyya
Köle, kitabında, ünlü mizah yazarı Muzaffer İzgü’den aktarıyor; </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Her zaman bir sövücü bulunurdu Adana’da; hem
de parayla. Verirsin parayı, şaka olsun diye gider istediğin kişiye söver.
Dayak yiyecekmiş, kovalanacakmış hiç önemli değil. İstersen zort da çektirirsin.
O denli ustaları vardır ki Adana’da, sağ elini düdük yapıp koydu mu ağzına,
başladı mıydı? Nağmeli nağmeli zortunu çekmeye, başlar, bir anda dönüverir,
sanki çok duygusal bir ezgiymiş gibi dinlenirdi zort. Ondan sonra da sorulurdu:
“bu zort kime?”</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Birinedir. Az sonra anlaşılır,
dudakları yayılır, gülümseme başlar. Zort çekilen mi? O da güler, çünkü şakayı
kaldıracak denli kendine güvenlidir.”</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
sonuç itibariyle, Adanalının, ağzını doldura doldura, yuvarlaya yuvarlaya “k”
harfini “g”ye terfi ettiren, “r” harfine de tek harf yerine 3’lü çektiren, bu
uğurda önemli rol üstlenen bu halini, toplumun bir kesiminde oluşan karşıtlığa
saygımızdan, fazlaca onaylamasak bile eksik kalması halinde de içimizin
burulduğunu belirtmeliyim. Bir Adanalının, “orospu çocuğu” dediğinde, öylesine
ta kalbinin derinliklerinden, öylesine içten, öylesine inanarak ve inandırıcı,
öylesine samimi, öylesine sıcacık deyişine, o deyişteki sanatçı edasına, hatta
o yaratıcılığa seyirci ya da şahit olunmadan, bu yazdıklarım kimseye hoş
görünmez… Biz; “hakemin düdüğünün içindeki nohuta” sövebilme hülyasına ve
dünyasına, <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>“hakemin elindeki bayrağın yan
yan yürümesine sebep olmasının” tıbbi teşhisine dalmış iken, lütfen bu rafine
küfrün Adana dili ve edebiyatına yaptığı katkıyı, fonetiğin ve yerel lehçelerin
küfre kattığı lezzet ve zenginliği de kaçırmayalım. Burası önemlidir…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yine
mezkûr kitaptan bir alıntı ile sonlandıralım. </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Çocukluk
ve ilk gençlik yıllarını Adana’da geçiren, sonrasında Beyrut’a göç etmek
durumunda kalan Ermeni lokantacı Bayramyan, yetmişli yılların başında, bir
toplantı nedeniyle Beyrut’ta bulunan Adanalı Gazeteci Selahattin Canka ile
tanışınca aralarında sohbet -Bayramyan’ın Adana özleminden kaynaklanıyor
olmalı- küfür üzerine gelişir.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpFirst" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Siz
saklayanlara bakmayın. Türkçe her Ermeni için ikinci ana dildir aslında. Ve
aynı zamanda emsalsiz bir dildir bizim için Türkçe.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Emsalsiz
bir dil mi?<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Fransızca,
İngilizce ve diğer dillerde sövün bakalım, Türkçeye erişebilir misiniz? Mesela,
benim erkeklik uzvumu ananın kadınlık uzvuna tıkayım, deyin, bu laf kimi
ırgalar ki? Bunu bana değil anama sor, deyip geçerler. Şimdi gel Türkçeye; <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“tahtını darabanı, iki tekerlekli arabanı…
Küncüden ufak zürriyetinin üzerinde takla atayım…</b>” deyince… Var mı böyle
bir lisan?<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Aslında
Bayramyan’ın seçtiği küfür buram buram Adana kokunca, insan içten içe,
Bayramyan sözünü “Var mı böyle bir lisan?” yerine <o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpLast" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">-Adana’ya
gönderme yaparak- <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Var mı böyle bir
memleket?” </b>diye bitirsin istiyor.”</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p></o:p></span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-46463969261664426492024-03-16T00:12:00.000-07:002024-03-16T11:27:18.820-07:00GÜNEŞ KARABUDA - İNDİM ZAMAN BAHÇESİNE<p style="text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">Daha önce bir yazımda bahsetmiş idim; Güneş Karabuda, çok önemli bir
gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film yönetmeni, görüntü yönetmeni ve de
yazardır diye… Onun anılarını yazmış olduğu, <b>“İndim Zaman Bahçesine”</b> adlı kitabını okuyorum… Kitap YKY (Yapı
Kredi yayınları) tarafından 1998 tarihinde yayınlanmış, ben ise 2001 yılında
yayınlanmış 3. baskısına yetişebilmişim. Enteresan, değerli ve ders alınacak
anılar… Annesinin ilk evliliğini İzmirli Uşakizadelerin oğlu Ömer Bey ile
yapması ki Uşakizadeler bilindiği üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife
Hanımın da ebeveynleridir. Daha net olması açısından, Ömer Bey ile Latife
Hanımın kardeş olduklarını söyleyelim… Galatasaray Lisesinin uzatmalı öğrencisi
Güneş Karabuda, bir tarafı ile de annesi İzmir’in ünlü ailesi Kapani’lerdendir.
Demokrat Partinin “yalan rüzgârlarına” kapılmış dayı Osman Kapani mezkûr
hükümette bakanlık yapmış ve 1960 askeri darbesi sonrası yargılanmıştır da… Bu
kitabın, beni ziyadesiyle etkilemiş anılarına birkaç yazı boyunca ara
vermeyeceğim gibi duruyor, şimdilik… </span></p><p style="text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhpkdTTKIRL45Xv3j8k6RmGZbpRONZseIsbGlseqLVBwzGd2cmoZY0OM73nzBtVA3S6-PuOBauo0ObCU9nX7llFKDKR4WC3QUsa2NR7MPlIbqzNlrApwB-ttUD4D5UcezphqiDUsBvRGvRyA6eg42wn2udQ1u4xhJGy1-36W_LT_rHlwper2sgFOg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="960" data-original-width="1280" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhpkdTTKIRL45Xv3j8k6RmGZbpRONZseIsbGlseqLVBwzGd2cmoZY0OM73nzBtVA3S6-PuOBauo0ObCU9nX7llFKDKR4WC3QUsa2NR7MPlIbqzNlrApwB-ttUD4D5UcezphqiDUsBvRGvRyA6eg42wn2udQ1u4xhJGy1-36W_LT_rHlwper2sgFOg=w200-h150" width="200" /></a></div><div style="text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">Kitabın, <b>“Gavur İzmir, Güzel
İzmir” </b>başlıklı yazısını değerli anılar ve İzmir’in nasıl bir kent idi
sorusuna cevap babından olmak üzere aşağıya aynen alıyorum.</span></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Anneannem Mediha Hanım,
Karşıyaka’nın Çamlık mevkiinde, deniz kıyısındaki köşkünde yalnız yaşardı.
Yalnız diyorsam, evde sürekli oturan oydu, yoksa ev, hele yaz ayları, hısım
akraba ile dolup taşardı. Mediha Hanım’ın dördü kız, dördü erkek sekiz çocuğu vardı.
Bu üç katlı köşk, her biri ayrı şehirlerde yaşayan aile fertlerinin buluşma
yeriydi yazları… Çocukluğumun en mutlu günlerini, bu rüya gibi güzel yerde
geçirmiştim desem doğrudur.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Yaşı “müsait” olanlar bilir,
Karşıyaka o zamanlar, deniz kıyısına kurulu bahçeli köşk ve villalardan
oluşurdu. Hemen hemen her evin önünde, deniz üzerinde “banyo” denen bir
bungalov bulunur, masmavi denize buradan girilirdi. Çevre kirlenmesi kavramını
daha kimseler bulmamıştı! Evimizin önünden kenarları açık, atlı tramvay geçerdi.
Ön bahçe nadide çiçeklerle süslüydü. Yer, yürüdükçe tıkır şıkır sesler çıkaran,
beyaz çakıl taşlarıyla kaplıydı. Bahçe kapısında asılı çıngırak, eve giren ve
çıkanların habercisiydi. Arka bahçe oldukça büyüktü. Koca gövdeli, fil bacaklı
palmiyelerin sıra sıra dizili durduğu yolun sonunda bir yel değirmeni, yanında
da camekânlı bir ambar bulunurdu. Çiftlikten gelen buğday bu değirmende
öğütülürdü. Ahçısı, bahçıvanı, arabacısı, evlatlığı dahil, her gün en az yirmi
kişiye yemek çıkardı Mediha Hanım’ın evinde…<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Karşıya’nıın sakinleri hoş
insanlardı, her milletten her dinden insan yaşardı burada. İtalyan, Fransız,
Rum, Yahudi, Hollandalı ve Türkler uyum içindeydiler. 1940’lı yılların
Türkiye’sinde saygı, sevgi, dostluk, yani kısacası insanlık, bol miktarda
mevcuttu! Çok kültürlü bir toplumda yaşamanın insanlara ne büyük bir iç
zenginlik verdiğini, ilerde anlayacaktım.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">En çok gece hayatını severdim.
Gençlerin Aczmendi ayininde olduğu gibi vecde gelip dans ettikleri diskotekler
daha icat edilmemiş, insanların her yerde ve her zaman göbek atma adetleri de
daha başlamamıştı. En popüler eğlence, akşam yemeğinden sonra deniz kıyısında
piyasaya çıkmaktı. Karşıyakalılar ellerinde çekirdek külahı veya dondurma, geç
vakitlere kadar sahil boyunda volta atar, komşular yolda karşılaştıklarında
sohbete dalar, gençlerse tatlı heyecanlar içinde, kaçamak flörtler peşinde
koşarlardı. <o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Dayılarımdan Osman ve Münci,
böyle kaçamaklarda beni “yem” olarak kullanırlardı. İşveli ve cilveli İtalyan,
Fransız kızları bana yaklaşıp kendi dillerinde “que bello bambino” veya “ah!
Qu’il est mignon” (ne tatlı şey ayol!) dediklerinde, çapkın dayılarım mükemmel
bir zamanlamayla devreye girerlerdi! Benim de bu durumdan fazla şikâyetçi
olduğum söylenemezdi…<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Karşıyaka’dan ileriye
baktığınızda, Kadifekale’ye yaslanmış İzmir’i görürsünüz. O yılların bu güzel
ege kenti, kişiliği olan, hoş ve şirin bir yerdi. Hele bembeyaz cumbalı evlerin
sıralandığı Kordonboyu, Annemin ikiz kardeşi Mefharet teyzem ve Mustafa
eniştemin, Göztepe’de bir yalıları vardı. Burası da, en sevdiğim yerlerden
birisiydi; “banyo”dan denize girer, koca koca çipralar tutardık! Yemişçi’ler,
İzmir’in ticaretle uğraşan saygın ailelerindendi. Oğullarından Müjdat, benden
üst sınıflarda olduğundan, Galatasaray’da veliliğimi yapmış sevdiğim bir
ağabeyim, Mehmet’se benimle aynı yaşta olup, iyi anlaştığım oyun arkadaşımdı.
Yemişçi’lerin, İzmir’e yirmi kilometre uzaklıkta Kilizman mevkiinde bir
çiftlikleri vardı. İşte burası benim için cennetten bir köşeydi.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Deniz kıyısından ayrılıp,
insan boyu sazlıkların arasından geçen bir toprak yol, bizi çiftliğin içine
götürürdü. Burası dev ağaçların gölgeleriyle örttüğü, fıskiyesinden şırıl şırıl
suların aktığı koca havuzun bulunduğu, serin bir avluydu. İzmir’in kızgın
sıcağından çıkıp buraya geldiğimizde, iklim değiştirmiş olurduk. Çiftlikte daha
çok meyva ve sebze yetiştirilirdi. Kayısı ve şeftali ağaçları avluyu çevreler,
dağ yönünde tütün üretilirdi. Akşama doğru güneş batımında, önde eşek,
çıngıraklı bir deve kervanı avluya girer, havuzun kenarından geçerek, yolun
sonunda iri çam ağaçlarının bulunduğu ahırlara doğru uzaklaşırdı. Kendimi
Binbir Gece Masalları’nda hissederdim.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Çiftliğin sorumlusu, büyük
amca İsmail Bey’di. Yetmişini aşkın bu sevecen, yaşlı delikanlı, beyaz
bıyıkları, fildişi rengi keten takım elbisesiyle, Kraliçe Viktorya zamanında,
Hindistan’da bulunmuş İngiliz albaylarını andırırdı. Akşamları, herkes
yattıktan sonra, köpekler salınırdı. Köpeklerin havlamaları bana huzur verir,
onları dinlerken uyur kalırdım. Bir sabah kahvaltıdan sonra, elinde bir çuval
tutan genç bir çobanın, bize doğru geldiğini görmüştük. “Hayırlı sabahlar bey”
dedikten sonra büyük amcaya çuvalın içinde bir şeyler gösterdiğini fark ettik. İsmail
amca gülerek bizi yanına çağırdığında, hayretle iki küçük kaplan yavrusunun
oynaştığını görmüştük. Çoban, koyunları otlatırken dağda bir mağarada bulmuştu
bunları. O gece yavrularının kokusunu alır da, ana kaplan çiftliğe iner diye,
köpeklerin yanı sıra bir de silahlı nöbetçi konmuştu avluya. Gece rüyamda,
arkamdan durmadan koşan kaplanlar görmüştüm… Sabah olunca büyük amca çobana,
yavruların daha çok küçük olduğunu, analarına ihtiyaç duyduğunu, onları bulduğu
mağaraya götürüp bırakmasını söylemişti. Adam bırakmaya çoktan razıydı ama, ana
kaplanla karşılaşmaktan korkuyordu. Yanına iki silahlı adam verildi ve çoban
böyle dağın yolunu utabildi!<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">İÖ 6. yüzyılda, önemli bir
kent olan “Clazomenae” kuruluymuş çiftliğin bulunduğu Kilizman ve civarında.
Çocukluğumun en mutlu anlarını geçirdiğim Karşıyaka ve Kilizman bir masal
diyarının unutulmaz isimleriydi. Gezgin yaşamım süresince “yedi düvel” dolaşmış
olsam da, güzel İzmir’im ayrıdır!”</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
Güzel İzmir’in anıt kent olduğu dönemin yaşanmışlığı yanında, gerek Karşıya
gerekse de Kordonboyu’nda maalesef yıkılıp giden cumbalı iki katlı güzel
evlere, kordonundan denize girilebilir Körfez’e, oradan tarihi Kilizman’a…
Akşamların en önemli aktivitesi “kordonboyu’nda piyasa yapmaya”, çok etnik ve
çok dini yapılı toplumun hoşgörü ve birlikte yaşam kültürünü nasıl
desteklediğine ve beşeri zenginliğe nasıl güç verdiğine, çevre kirliliği ile
henüz tanışılmamış olmasına ve dahası da şimdiki Güzelbahçe’de, o zaman ki
Kilizman’da kaplanların yaşamışlığına tanıklık etmiş bir hayattan, dünya
çapında bir meslek erbabına ve dahası bir hümanistin dünyanın farklı yerlerinde
deyim yerinde ise gözünü budaktan esirgemeyen belgeselciliğe uzanan anıların
kitabı… Muhtemelen artık yeni basımı yapılmayan lakin yapılırsa da çok insanın
ulaşmak istediği bir kitap olacağı kesin olan bu kitabı şimdi sahaflarda
bulmanın da mümkün olabildiğini biliyorum. Temin edenlere de “Binbir Gece
Masalları” tadında okumalar diliyorum…<o:p></o:p></span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-13053633489609628182024-03-08T12:14:00.000-08:002024-03-08T23:38:03.198-08:00ADANA, ADANALI ve YÜZME SPORU<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Şimdi
güzel ablam için atlüyrüm”</span></i></b><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">
demesiyle kendini boşluğa bırakması bir oluyor. Asma Köprünün üzerinden, hemen
yanlarından geçen genç kıza çapkınca bir bakış fırlatıyor sesin sahibi çocuk. “</span></i><b><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Atlüyrüm”</span></b><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">
kelimesi tek başına bile muhteşem bir ifade sayılsa bile esasen bu kelimenin
destekçisi yazarın da “çapkın bakış” dediği bakıştır ve Adanalı delikanlıya
özgü ve özeldir, tıpkı <b>“Clark bakışı”</b>
gibi bu da Adanalı bakışıdır… Bu bakışın bazen de sağ elin kalp üstüne gelip
parmaklarla göz işareti yapılarak şiddetli desteklendiği anlar vardır… Evet,
okumaktan inanılmaz keyf aldığım Adana “Abidinpaşa Caddesi” kitabından
aktarıyorum…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Genç kızın “deli mi ne?”
deyişine karışıyor, güvenlik görevlisinin çaldığı düdüğün sesi.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“kaç kere söyleyeceğim ulan
size, hadi evlerinize”<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Güvenlikçi köprünün üzerine,
çocuklar o anda toplu halde hop Seyhan Nehrine.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Kıkırdıyor çocuklar,
içlerinden biri “yakalasana sıkıysa” diyor güvenlikçinin öfkesini hepten
körüklemek adına.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“yakalasana, öyle mi?”<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Nehirde gezinen sandallardan
birine “gel” anlamında el kaldırıyor güvenlikçi. Çocuklar şimdi yandı işte.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Yok, kimsenin ne yandığı ne
yanacağı var. Sandal güvenlikçiden tarafa yönlirken çocuklar nehrin karşı
tarafını çoktan buldu bile.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Biz küçükken polis, kıyafetlerimizi toplardı,” diyor Adanalı şair Levent Uğur. “Bir daha kanalda yüzmeyelim diye
giyeceklerimizi alır, götürürdü.”<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Sonuç?<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Artık elbiselerimizi naylon
torbaya katıyorduk. Polis arabasının geldiğini görünce torbamızı kanalın diğer
yanına fırlatıp, başlıyorduk o tarafa doğru yüzmeye. O günlerde sulama
kanalları üzerinde bu kadar çok köprü de yoktu. Polis, aracıyla karşıya geçecek
de bizi yakalayacak da…”</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjzU0AXk4tN6GTABgevd10-TwAOF5fWuyJ9nFrnxm-hAWWbj_7_NlVIqrzguqa_SFSLWwkwiDXHS7ghuqq6HC-qiuUpAB_szztkxLyaJckCMQebK2slbIOy1hYO7F_eI_VbueUzLPlf4QwEv7HqaFWmgpoGl8c4HKRm5AveP-8dAcHtTNx_7KxJxg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="598" data-original-width="797" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjzU0AXk4tN6GTABgevd10-TwAOF5fWuyJ9nFrnxm-hAWWbj_7_NlVIqrzguqa_SFSLWwkwiDXHS7ghuqq6HC-qiuUpAB_szztkxLyaJckCMQebK2slbIOy1hYO7F_eI_VbueUzLPlf4QwEv7HqaFWmgpoGl8c4HKRm5AveP-8dAcHtTNx_7KxJxg=w200-h150" width="200" /></a></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Sulama
kanalları çok sayıda ölümle sonuçlanan yüzme girişimlerine sahne oluyor lakin
bir türlü önlenemeyen bir cazibe olmaya da devam ediyor. Seyhan Nehri ve bağlı
sulama kanalları ve Seyhan Barajı Regülâtörü (Eski Baraj) yüzme sporu adına
modern havuzlardan farksız birer idman alanıdır adeta… Adana’nın gavur sıcağını
etkisiz kılma adına nehrin ve kanalların buz gibi sularına girmek bir serinleme
ve eğlence aracıdır kimilerine göre, kimilerine göre de su sporları için derya
deniz bulunmaz bir alandır… Biz yaşananların şahitliğine nail olamamışsak dahi
efsane hale gelmiş, Adana Demirspor Su Takımı ile mezkûr kanallardan çıkan
rekortmenlerin hikâyeleri artık dillere destandır…<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Adana’nın
kara yağız ve kavruk delikanlıları, bir adım mesafedeki ulaşım derdi olmayan sulama
kanallarının buz gibi akıntılı suyunda gönüllerince eğleniyor, serinliyor ve
yüzüyorlardı artık. Adana şivesiyle <b>“ganel”</b>
denilen bu yüzme alanlarında kara donlarıyla yüzme işini son derece geliştiren
bu gençlerin, bir disiplin dâhilinde yüzme sporuna kazandırılması halinde
unutulmaz sporcuların çıkabileceğini düşünen Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü,
yapımı Atatürk dönemine uzanan “Adana
Atatürk Yüzme Havuzunu” Bölge ve Türkiye şampiyonlukları, tramplen atlama
yarışları düzenleyerek adeta bir sporcu fabrikasına dönüştürmüştür. Adana’ya
geldiğim ilk dönemde mezkûr havuzun ne şaşaalı bir alan olduğunu fark etmiş ve
hayatımda da yakından gördüğüm ilk trampleni ve oradan yapılan atlamaları da
büyük bir hayranlık ile izlemiş idim. Bu gelişmeler, havuz ve yüzme spor
disiplini ile tanışan Adanalı gençlerin Türkiye çapında arka arkaya büyük
başarıları gerçekleştirmesine vesile olmuştur. Adanalı gençleri büyük başarılara
imza atması, bu başarıların Türkiye genelinde gazete ve radyolarda haber olarak
yer bulması, yeni ve daha çok, yetenekli gencin mezkûr spora yönelmesine,
sporcu olamayanların da iyi birer izleyici ve takipçi olmasına zemin
hazırlamıştır. Yetenekli gençlerin varlığı ve keşfi su sporları konusunda
imkanların geliştirilmesine, daha da yetenekli antrenör ve hocaların Adana’ya
gelmesine bu ise sporun ve sporcuların hem nicelik hem de nitelik olarak
gelişmesine yol açmaktadır. Adana’ya gelmeden önce takip ettiğim “Fotospor
Dergisinden” isimlerini öğrendiğim <b>Faruk
Morkal ve Erdal Acet</b>, bu sporcular arasında bir hayli ünlü olmuş ve hatta
ünleri ülkemiz sınırlarını da aşmış idi… Adana’ya geldikten sonra arkadaşım <b>ünlü kaleci Malik Geçalp’in</b> başarı ile
oynadığı Adanaspor yerine <b>Adana
Demirspor’u</b> tutuyor olmamın en önemli nedeni bir işçi takımı olmasının
yanında pek çok alanda olduğu gibi “yüzme ve sutopunda” tesadüfi olmayan
başarıların yaratılmış olmasındandır. Gerçi Çukurova’da genellikle
Galatasaraylılar Demirspor’u, Fenerbahçeliler de Adanaspor’u tutarlar, ben de
bir Galatasaraylı olarak Adanaspor’u tutamazdım. Ayrıca, Demirspor’un,
Adana’nın iklimini, suyunu ve yetenekli gençlerini bu manada dibine kadar
değerlendirmiş olması da takdire değer bir durumdur…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh3r4M3kKBQ5A2jjbaaNKJjQuDVR6ATB5PDlJqgyKg9NYqExkpFtKlaOvwX5aAeJS5X4UbMvtomqY2ifTfZoQgBVHN36iPOjBXgi8XiDStEEj5VPj1kUj_I75CpqYZB2nSgE0Z2-aCOPDBm4Z177J1MKgNfhpmg2_wy9ufYkWo74px4w29CGzo05g" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="529" data-original-width="703" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh3r4M3kKBQ5A2jjbaaNKJjQuDVR6ATB5PDlJqgyKg9NYqExkpFtKlaOvwX5aAeJS5X4UbMvtomqY2ifTfZoQgBVHN36iPOjBXgi8XiDStEEj5VPj1kUj_I75CpqYZB2nSgE0Z2-aCOPDBm4Z177J1MKgNfhpmg2_wy9ufYkWo74px4w29CGzo05g=w200-h150" width="200" /></a></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
büyük keyif aldığım kitaptan devam edeyim istiyorum; </span><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Bundan altmış sene önce Adana gençleriyle
Seyhan Nehri’ni birbirinden ayırmak mümkün değildi” diye anlatıyor Selahattin
Canka.</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> </span><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Seyhan’ın
serin sularında <b>çimmeyen </b>bir gence
rastlanamazdı. Yüzme sporu Seyhan’da başlardı. Acemiler, ergenlerin nezaretinde
haftalarca ders gördükten sonra “köpekleme” ile karşıya geçerken, büyük alkış
alırdı. Şimdi yerinde yeller esen “İt Adası” tabii bir merkezdi gençler için.
Bu adayla kara arası sınav sahasıydı”.<o:p></o:p></span></i></p>
<i><div style="text-align: justify;"><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">Ve devam ediyor Canka; “Yüzmenin yanında, kule atlamalarının başlangıcı
olan yüksekten suya atlamanın ilk tecrübeleri de Demirköprü’de yapılırdı. O
sıralarda stadyum bekçisi Deli Ziya Demirköprü’nün kavisli tepesinden kendine
has bir stil ile atlardı Seyhan’a. O, bu işin <b>dalabı </b>idi. İki ayağını kıçının altında birleştirip bağdaş kurup <b>“kele hopp!”</b> diyerek ırmağa dalardı”</span></i></div></i><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Dedim
ya; kitap müthiş hatırlatmalarla dolu benim için, neredeyse tamamına bihakkın
şahidim tüm bu yazılanların… Bazılarımıza cazip ve heyecanlı gelmeyebilir lakin
benim için “fevkaladenin fevkinde” tadında… İlaveten, biz devrimci öğrenciler
arasında Erdal Acet’in ben şahsen tanımıyor olsam da prestiji çok fazla idi… Faruk
Morkal ise hem Demirspor kökenli hem de sonradan Galatasaray’a geçmiş olması
hasebiyle çok daha yakından takip ettiğimiz birisi olup önceleri Olimpiyatlarda
yarışmış olmasından da ayrı bir gurur duymaktaydık. Bir defasında Türkiye çapında her yıl seçilen
“Yılın Sporcusu” oylamasında muhtemelen Erdal Acet lehine imza bile
topladığımızı hatırlıyorum…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bilahare,
ünlü müzik üstadı Fuat Saka; Erdal Acet üzerine bir de söz ve müziği kendisine
ait bir parça yapıyor, öneririm eski günlerin yüzü suyu hürmetine…<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Hatırlarım
daha dün gibi kanaldaki günü<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">O
eski dostları arıyor şimdi gözlerim birer birer<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yaşama
teşekkürler bize güzel günler bahşetti<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">O
eski dostları arıyor şimdi gözlerim birer birer<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Gözlerim
birer birer</span></p>
<p><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;">Hülasa, Adana, benim
bulunduğum dönemin çok öncesinden başlayan, spor, sanat, edebiyat üstüne müthiş
işlerin yapıldığı yer ya da bu müthiş işleri kotaran ve yapan insanların yetiştiği
bir şehir olup benim açımdan da adeta tüm bunlara yönelik adeta bir </span><b style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">“film setidir”</b><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;">…</span> </p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-69815624195176215152024-03-02T00:55:00.000-08:002024-03-02T00:56:34.162-08:00MEHMET RUHİ SU<p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">“Ruhi
Su” olarak biliyor ve sadece “Ruhi” adı ile ortaklığım var zannediyordum meğerse
ortaklığımız “Mehmet” ile de oluşuyormuş. Ben babamın “O Ruhi, sen Ruhi olmaz,
ben senin adına bir de Mehmet ekleyeyim” demiş olmasını tercih ederdim lakin bu
mümkün olamıyor, olsa idi müthiş bir hikâyem olurdu… Çok güzel bir şey midir bu
benzerlikler bilemem lakin yaşadığım birkaç vakayı anlatayım, siz karar verin
diyeceğim mecburen…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bir
gün Yurtdışından geliyorum, geldiğim ülke de Rusya, geldiğim ülkeden ne
getirebilirim, tabii ki dostlarla birlikte içebilmek ve bir kısım dost için de
hediye kabilinden “Votka”… Tabii ki kısıtlana kısıtlana yolcu beraberinde
getirilebilecek alkollü içki miktarı 1 litreye kadar düşmüş ve en fazla yanına
da alkol derecesi çok düşük olmak kaydı ile bir başka içkiden de 1 litre
alınabiliyor… Maalesef ben o gün valizime yerleştirdiğim, yarım litrelik yanlış
hatırlamıyorsam da yaklaşık 6 şişe votka ile geliyorum. Ben ne yapayım ihtiyaç
o kadar… Bir de Freeshop’tan da 1 litrelik rakı elimdeki poşet içinde, son
derece itina ile paketlenmiş votkalar da valizde… Hemen valizi koyduğum xray
cihazı çıkışında gümrük görevlileri tarafından durduruldum… Çantayı açar
mısınız dediler, açtık… Maalesef 6 şişe çıktı ortaya, bunlar ne sorusuna
hediyelik eşya dedim, başladılar gülmeye… Peki, poşet içindeki ne diye sordular
ilaveten, o da rakı dedim… Gülüşmeler arasında muhabbet süper bir hale geldi…
Mevzuat gereği, getirilen fazladan içkiler için listede belirtilen tutarda
ilave gümrük bedeli ödenmesi gerekiyormuş, telaffuz edilen tutara bakıp
görevlilere dedim ki, yahu ben bu paraya bunlardan 15 koli alırım orada, siz ne
diyorsunuz Allahaşkına… Neyse ofise geçildi, tutanaklar yazıldı… Bir taraftan
da, kardeşim bunlar hediye, ben şimdi Çeşme’de arkadaşlarıma ne getirdin
dediklerinde ne diyeceğim, siz hiç düşünmüyor musunuz? diye topu sağa sola
vuruyorum, ekip sağlam ve tavizsiz… Neyse sonuçta, bir yol bulundu, sağolsunlar
ne bir bedel tediyesi, ne bir müsadere muamelesi görmeden karşılıklı tavizsiz
ayrılmak üzere idim ki; görevlilerden birisi anladığım kadarıyla biraz da
yetkili idi; <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Ruhi abi, adının kıymetini
bil”</b> diyerek lüzumu dairesinde tebarüz ihdası ile beni azat etti… Adımın
bir işe yaradığını görünce de Ruhi Su üstünden içimden olmak kaydı ile ne
sevinmiştim, anlatamam… Oysa Ruhi Su’ya neler yapmamıştı ki mezkûr mevzuat ya
da mezkûr muktedirler ve onların kraldan fazla kralcı aveneleri, sadece türkü
söylediği için… Yurt dışında tedavi olarak ölümden kurtulmasına bile izin
vermemiş idi darbeci generaller ve aveneleri… Kolay değil yani mezkûr benzerlik
gereği herhangi bir yerden müeyyidesiz yırtmak… Yaşananlara bakınca güler misin
ağlar mısın diyeceğim lakin her ikisi de mevzuya tebarüzde eksik kalır vallahi…
Sonuçta adaşımız bu koca çınarın ad benzerliği yüzü suyu hürmetine vaka
zayiatsız defedildi…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Oysaki
Üniversiteye başladığım ilk günlerde güleç ve aydınlık yüzlü sonradan da çok
iyi dost olduğum bir arkadaşımın, tanışma faslında adımın Ruhi olduğunu
öğrenince, şimdilerde hatırlayamadığım bir şekilde “oooo Ruhi Su” demesi
üzerine okulu işgalleri altında tutan gerici-faşist güçler birden dikkat
kesilmişti, açıkçası o bakışlardan korkmuş idim o gün, korkumun sonradan da ne
kadar haklı olduğumu bana mezkûr muhteremler ispatlayacaktılar, taaa işgallerinin
kırılmasına kadar bize çektirdiklerini hiç unutamıyorum… Oysaki “yahu size ne
yaptı bu adam” değil mi? Yahu bir adamın adına bile katlanamayanların olması
nasıl bir şey… İşte, varsa yoksa sadece kendi zevkleri, kendi düşünceleri,
kendi eylemleri kutsal, diğerleri yok edilmesi gereken nüveler diye görüle
görüle Canım Yurdumun geldiği nokta…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh-W3bQ-8ydETBwd5x7E70XJ6Bz9HbBjG6pFEwOemudXASOrrgRo0c_oi3ycwRl-dHutlnP9PuxnVXxiYJuXa6CNbGzgwpwyo2IzFxw9rTX4qD-lDwOl0xgrKctsACmCNd69Y4lhHoqANzIva0NK_bin9opOHEQDpLr6PLvfkibCpu8zIEc8y6hbw" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="960" data-original-width="1280" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh-W3bQ-8ydETBwd5x7E70XJ6Bz9HbBjG6pFEwOemudXASOrrgRo0c_oi3ycwRl-dHutlnP9PuxnVXxiYJuXa6CNbGzgwpwyo2IzFxw9rTX4qD-lDwOl0xgrKctsACmCNd69Y4lhHoqANzIva0NK_bin9opOHEQDpLr6PLvfkibCpu8zIEc8y6hbw=w200-h150" width="200" /></a></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 14.0pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">Evet, bu hoş ve hoş olmayan hatıralardan sonra, son günlerde okuduğum,
“Füsun Akatlı’nın” kaleme aldığı, muhteşem fotoğraflarla da desteklenen ve
güzellenen <b>“Bir de Ruhi Su Geçti”</b>
kitabına getireyim konuyu… Bana göre çok hoş yazılmış, fotoğraflanmış lakin çok
acılı bir hayatın tam da Yaşar Kemal’in “zilli kurt” deyimine münasip çilesi
eksik olmayan hikâyesinin kitabı…</span></div><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“İstanbul Halıcıoğlu Askeri
Lisesi’ne gidecektik. Yeniden müzik öğretmen okuluna nasıl gideceğimi düşünmeye
başlarken, askeri okula gitme hazırlıklarımız başladı. Doktor kontrolünden
geçtik. Göz muayenesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama sağlam olduğuma
karar verdiler. O ara isimlerimizden dolayı, küçümsendiğimizin farkına
varıyorduk. İsimlerimizi değiştirmeyi veya ek bir isim almayı kararlaştırdık.
Ökkeş, Durmuş, Cumali, Ali Merdan gibi isimleri bırakarak “kibar” isimlerimizle
İstanbul’a Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne geldik. Artık ben, Mehmet Ruhi idim” </span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
artık bu kara çocuk Ruhi adını nasıl alıyor, kendisinden öğreniyoruz. Sonraları
bir yolunu bulup Ankara’ya türlü badirelerden geçen bir süreç sonunda Müzik
Öğretmen Okuluna geçer… Müzik Öğretmen Okulu üzerine ise Mehmet Ruhi bakın
neler anlatıyor. </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Ankara’ya
gittim ve sınava girdim. Sınavda “ne çalarsın” diye sordular, ben de “morsolar”
(parçalar) dedim. “Bir konçerto çal” dediklerinde çok şaşırdım. Bu sözü ilk kez
duyuyordum. Müzik imlası ve armoni sözlerini de ilk kez duyuyordum.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Öğretmenlerden biri, sınava
hazırlanmam için Vivaldi Sol Majör Keman Konçertosu’nu verdi. Bir arkadaştan
ödünç keman buldum. Bir otel odasında gece gündüz çalıştım. Sınavı başarı ile
verdim. Ulvi Cemal Erkin’in “Son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağısına
girmeli” teklifine, tüm öğretmenler katıldılar.” </span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">O
sırada soyadı kanunu çıkar, tek hece ve kolay söylendiği için “Su” soyadını
aldığını beyan eder.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bas-bariton
Mehmet Ruhi Su artık; “Radyo Programında yer alıp, “Ruhi Su Türküler söylüyor”
adlı bir programda onbeş günde bir yer alıyor. Füsun Akatlı şöyle aktarıyor; </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Konservatuvarda türküleri dinleyen
hocalarından Markovich, “Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa
farkına varıyorum”</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">demişti”</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">.
Lakin sonra ne mi oluyor, bir avuç “iyi saatte olsunlar” devreye giriyor… O gün
bu gün değişen bir şey de olmuyor gayri… Dönemin ünlü Sansaryan Hanı her
fırsatı değerlendirip Ruhi Su’yu ağırlar… Benim de hala çok sevdiğim “mahsus
mahal” türküsü o dönemin eseri imiş…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Ruhi Su’nun söylediği
türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve alevi nefesleriydi. Ali İzzet’ten; “Bir
Allah’ı tanıyalım ayrı gayrı bu din nedir”, Pir Sultan Abdal’dan; “Gelin canlar
bir olalım”, Muhyi’den; “Zahit bizi tan eyleme” gibi nefesler söyleyen Ruhi
Su’yu, “Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor” diye
susturdular. O dönem, egemen güçler, Alevi nefesleri söylemekle, komünist
olmayı eş anlamda algılıyordu. Oysa olay, nefes ve türkülerin, toplumsal
içeriğinin şimşekleri üzerine çekmeseydi. Nefesler ve deyişler, ezilen Anadolu
nefeslerini, Alevi müziğini geniş halk kitlelerine kararlılıkla duyuran Ruhi
Su’dur. O Alevi müziğinde, halkların yıllar süren başkaldırı mücadelesini
görmüştür.” </span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Artık, adı katli vacibe çıkmıştır. Mademki, bu
türküleri söylüyor demek ki “Komünisttir”. Ne zaman oluyor tüm şebeklikler, 1943-45
yıllarında… Kolaylıkla denilebilir ki; “efendim tek parti dönemi”… Çok şükür ki
yaşımız müsait ve çok partili dönemin heybetli saldırılarını da gördük,
gözlerimiz hala çok iyi olmamakla birlikte görmeye devam ediyor…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
isim benzerliğinden gelip, kitap üstüne yazdım. Evet, Onun hayatı, benzerlikler
içerse de, benimkinin yanında kaya gibi sert ve acımasız bir hayat asıl benimki
Su gibi oldu diyebilirim… Mezkûr Dehayı daha da fazlası ile tanımak adına kitap
güzel bir kaynak… Bir taraftan Mehmet Ruhi Su’dan; “Çanakkale içinde” ya da
“Hayali gönlümde yadigâr kalan” türküsü dinleyin, bir taraftan da mezkûr
kitabın sunduğu fotoğrafları görmenin keyfini sürün derim… <o:p></o:p></span></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-91258859643991083332024-02-23T00:13:00.000-08:002024-02-24T07:01:51.895-08:00FENERBAHÇE CUMHURİYETİ ve BEYNELMİLEL RABITALAR<p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Fenerbahçe
Spor Kulübü gerçek manada erişilmesi nerdeyse imkânsız gibi görünen maharet ve
istidat sahibidir, nerden mi biliyoruz, hakkında yazılanlar ortada… Fenerbahçe
o kadar revaçtadır ki; “Fenerbahçe horoz dövüştürse binlerce seyirci toplar”
sözünün yaratılmasına sebeptir. Zaten beynelmilel kaynaklar da, bu konuda 1.
sıraya Real Madrid’i, 2. sıraya Steau Bükreş’i ve 3. sıraya da Fenerbahçe’yi
koyar diye biliyorum, şimdilerde alınan feyz ile icraat kabiliyetleri artan
diğer kulüpler bu sıralamayı bozmuş olabilirler…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi378z2vxKgNjaVnXcXCLN5q0GWb7CrW40bgCWQJ7BKyrcRcdnSxCoOQ1yCfnjXG0DsPdAoRCoJgkqL0ReJ4FnAWI6fOA6TJtsDFhEYfFMIT9sbiV2rNNZ8vNz62yiHUJkJr4FMvonGmgbVl_yFIYzG8Q14erBoVI10hfmuW8xCnhiGCYpt4N3yzg/s736/fenerbah%C3%A7e%20kupas%C4%B1.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="736" data-original-width="736" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi378z2vxKgNjaVnXcXCLN5q0GWb7CrW40bgCWQJ7BKyrcRcdnSxCoOQ1yCfnjXG0DsPdAoRCoJgkqL0ReJ4FnAWI6fOA6TJtsDFhEYfFMIT9sbiV2rNNZ8vNz62yiHUJkJr4FMvonGmgbVl_yFIYzG8Q14erBoVI10hfmuW8xCnhiGCYpt4N3yzg/w200-h200/fenerbah%C3%A7e%20kupas%C4%B1.jpg" width="200" /></a></div><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">Dedim ya; “Fenerbahçe Cumhuriyetini” okuyorum… Şahit olduğumuz lakin
hatırlamakta zorluk çektiğimiz bir dolu konu kitabın içinde yer almış… Her biri
inci tanesi tadında, maşallah… Birkaç tanesini yazıp, kitabın okunmasının ne
öğrenmelere vesile oluyor olduğunun altını çizmek istiyorum…</span></div></span><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Sahanın kenarından bir
Fenerbahçeli yönetici Cemil’e bağırdı. “At kendini yere” Cemil şaşırdı. “neden”
der gibi baktı. Yönetici Cemil’i yan çizgiye doğru çağırdı ve “ceza sahası
içine girince, top sendeyken, kendini yere at” diye tekrarladı.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Dolmabahçe Stadı’nda UEFA
Kupası’nda Fransa’nın Nice takımıyla bir kez daha karşı karşıya geliyordu
Fenerbahçe…”<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">İlk
maçta, İlk devrenin sonuna kadar gayet iyi dayanan Fenerbahçe arka arkaya
yediği gollerle maçı 4 – 0 kaybeder, sıra rövanşa gelmiştir. Bakın nasıl
anlatıyor yazar bu maç sonrası gelişmeleri…<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“15 gün sonraki rövanş maçı
için takım İstanbul’a dönerken, bir Fenerbahçe yöneticisi Macaristan’a geçti.
İstanbul’daki rövanş maçını Macar hakem yönetecekti.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Dolmabahçe’de Nice karşısına
çıktığında Fenerbahçe gerçekten güçlü bir onbire sahipti. Datcu, Timuçin,
Niyazi, Yılmaz, Serkan, Ersoy, Ziya, Selahattin, (İbrahim), Cemil, Osman,
Mustafa on biri Nice kalesini hallaç pamuğu gibi atıyor., top direklerden
dönüyor, bir türlü gol olmuyordu. Macar hakemle Budapeşte’de görüşen
Fenerbahçeli yönetici Cemil’i çağırarak “ceza sahası içinde kendini yere at”
talimatı verdi. İki üç dakika sonra Cemil on sekiz içinde topla giderken,
kendine yapılan bir müdahaleyle düştü. Hakem anında düdüğü çaldı. Penaltı
Fransızların en iyi oyuncusu, takımın beyni Adams itiraz ettiği anda, kırmızı
kart gördü ve oyun dışı kaldı. İlk devrenin son dakikasıydı. Osman’ın penaltı
vuruşu Fenerbahçe’ye az da olsa bir ümit getirdi. İkinci devreye 1 – 0 önde
başlayan sarı-lacivertliler 60. Dakikada bir penaltı daha kazandılar. Osman
durumu 2 – 0 yaptı.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Ancak, bu skor ilk maçtaki
farkın kapanmasına yetmedi. Macar hakemin yarattığı penaltılara rağmen
Fenerbahçe elendi.”</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
nasıl oluyormuş, beynelmilel boyut… Beynelmilel boyutta penaltılar nasıl
kazanılıyormuş… Öyle bir iki tane abuk subuk basın mensubu, hakem ve yönetici
ağzı ile konuşulmaya benzemez bu işler… Kayıtlar adamın yüzüne böyle yapışır
sonra maazallah… Bakın yine mezkûr kitaptan bir başka beynelmilel etki daha…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">1975-76
sezonu Fenerbahçe Şampiyon Kulüpler Kupasına katılıyor, rakip Portekiz’den
Benfica… İlk maç Lizbon’da oynanıyor, sonuç 7 – 0… Büyük hezimet…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Rövanş maçı İzmir’deydi.
Çünkü bir yıl önceki kupada Polonya takımı Chorzow’la İstanbul’da oynarken,
sahaya seyirciler patlayıcı madde atmış, UEFA sahayı bir yıl kapatmıştı. Maç en
az 200 kilometre uzaklıkta bir kentte oynanacaktı</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Benfica İzmir’e inmiş,
Fenerbahçe İzmir’de kampa çekilmişti. Fenerbahçeli yöneticiler “Tur atlamamız
imkânsız, ama hiç olmazsa şu ünlü Benfica’yı yenmiş olmanın tadını çıkaralım
bari” diye kendi aralarında sohbeti koyulaştırıyorlar ancak bunun son derece
güç olduğunu da görüyorlardı.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Benfica’yı yenmek… Allah, kim
bilir ne ses getirirdi Türkiye’de ve Avrupa’da, ama nasıl? Avrupa’nın bu en
büyük futbol virtüözlerinin toplandığı takımı Fenerbahçe nasıl yenecekti?<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Çok muzipçe bir düşünce geldi
Fenerbahçeli yöneticilerden birinin aklına. Benficalı futbolcuları iyice yormak
gerekirdi. İstanbul’da ünlü Zurnik devreye girdi. Benficalı oyuncuların kaldığı
Efes Oteli’ne Zurnik İstanbul’dan iki üç tane çok güzel kadın getirdi.
Benficalı yöneticiler İzmir’de ve dolaylarındaki tarihi eserleri gezerken,
Benficalı futbolcular otelden dışarı adım atmadı. Zurnik’in getirdiği kadınlar
Benficalı futbolcuların odalarına dağıldı.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Ertesi gün sahada Benficalı
süper yıldızlar ne koşuyor ne de canları topa vurmak istiyordu. Çoğu maçın bir
an önce bitmesini istiyor, yorgunluktan ayakta zor duruyordu.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Doksan dakika bittiğinde
Fenerbahçe rüyasına kavuşuyordu. Engin’in son dakika attığı golle Fenerbahçe,
Benfica karşısında 1 – 0 galip geldi. Tur atlamayı zaten kimse aklından bile
geçirmiyordu ama Fenerbahçe koskoca Avrupa şampiyonunu kendi sahasında
devirmişti. Yorgunluğun dışında zaten 7 – 0’lık avantajı ilk maçta yakalamış
olmanın rahatlığı da Benficalı futbolcuları etkilemiş, kendilerini fazla
sıkmadan doksan dakikanın sonunu beklemişlerdi.”</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bir
ara da yine vakit kalırsa, Türkiye boyutuna yönelik mühim ve fecaat bir
hikâyeye değineceğim… Hani Muhsin Batur Fenerbahçeli ya, Hava Kuvvetlerinin
uçaklarını ve personelini nasıl Fenerbahçe için kullandığını detayları ile
yazacağım… Malumunuzdur, futbolcu sözleşmesi yapılmasının son günüdür hatta
saatleridir, fakat Ankara’daki futbolcunun belgesi Urfa’dan getirilmesi
gerekir… Peki, yetiştirilebilir mi, şüphesiz yetiştiriliyor hatta… Saat
10.30’da öğrenilen bu durum saat 17.00’e kadar nasıl ikmal edilir, işte
Fenerbahçe Cumhuriyeti mensubu iseniz, akan sular duruyor… Tafsilat yakında
diyelim…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Aaaa
tüm bu olan biteni Fenerbahçeliler nereden öğrendiler, elbette batıdan, tüm melanetlerin
müsebbibi batı idi şüphesiz, yoksa bunlar popolarından uydurmadılar ya girişim
şekillerini… Peki, bu anlattıklarımdan bu kabil futbol dışı işleri sadece
Fenerbahçelilerin mi yaptığını söylemek istiyorum, şüphesiz hayır… Tencere
dibin kara seninki benden kara, durumudur bu maalesef… Lakin Fenerbahçe bu
kabil futbol dışı işlerin tekrarcısı ya da mucidi olarak tarihteki yerini alır
iken rakipleri de gözlerini kırpmadan geride kalmamak adına her türlü fedakârlığı
göstermişlerdir. Yani futbol artık maalesef toptan çok kirlenmiş durumda gibi… Ayrıca,
ben mezkûr kitabın yanlış ya da yalanlarını tekrarlıyorum, kimse bana kızmasın
ve darılmasın… Kitabın maddi hataları yok mu, maalesef var… Mesela, eski
Genelkurmay Başkanlarından Işık Koşaner Paşanın Fenerbahçeli olduğunu yazmışlar
lakin paşanın yakınlarından behemehâl düzeltme geldi, Paşanın Galatasaraylı
olduğuna dair… Mesela, Nice maçı için Fenerbahçe kadrosunu verir iken saydığı
isimlerin içinde Fenerbahçe’nin 2 golünü atan Osman Arpacıoğlu’nun adını yazmayı
unutmuşlar, gibi gibi… Birileri çıkar da, tamam sen kitapta yazılanları
tekrarlıyorsun, ben o kitabın yalancısıyım diyorsun, zaten kitap da külliyen
yalan derse de, bilemem ve itiraz da etmem… İşte; “ben mi diyorum, kitap diyor”
tespiti…<o:p></o:p></span></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-6238654498929364512024-02-16T11:00:00.000-08:002024-02-18T23:39:11.583-08:00FENERBAHÇE VE OLMAZSA OLMAZI GÜNCEL SİYASET<p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Fenerbahçelilerin
genel bir davranış modeli vardır, bu kim olduğuna, ne düşündüğüne, dünyayı
nasıl analiz ettiğine asla ve kat’a bağlı değildir, onlar Fenerbahçelidir ve
davranışta tek tip esastır… Çok büyük bir çoğunluğu Nasrettin Hoca müridi gibi;
“dünyanın merkezi neresi sorusuna, ayakların dibini işaret ederek cevap
verirler”… Ve onlar için tüm dünya kendilerine ait olmasa bile sadece siyah ve
beyazdır… Şimdi ben onlara bir Fenerbahçe siyaset ve sosyolojisi yapacağım
kafaları pırıl pırıl olacak lakin eminim ki Huntington tavrını yine de terk
etmeyecekler… Hülasa onlara göre “Fenerbahçe ve diğerleri”… Anlatırlar da
anlatırlar, bitmez tükenmez… Varsa yoksa; diğerleri ve hükümet, diğerleri ve
derin futbol, diğerleri ve şike… Esasen tam da kendileri bu işin merkezindedir,
tıpkı hedefe koydukları gibi… Yahu dünyada ne iyi gidiyor ki futbol iyi gitsin
demezler, Fenerbahçe sütten çıkmış ak kaşık, diğerleri tukaka… Hülasa bu mağduriyet
hikâyesi asla ve kat’a nihayetlenmez… Ve onlar da bundan nemalandıkça da
nihayetleceğini hiç zannetmiyorum.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Şimdi
kurulduğu günden itibaren kendileri ve güncel siyaset ilişkilerine, gerek
Başkanları gerekse de Fenerbahçeli olduklarını ya da taraf olduklarını beyan
etmekten hiç çekinmeyenlerin listesini yayınlarsak belki utanırlar azıcık…
Mesela varsa yoksa onlara göre Haluk Ulusoy, vay Galatasaray’lı imiş, peki
Şenez Erzik nereli imiş, sus pus… Peki, Fürüzan Tekil hangi takımı tutarmış,
ses seda yok… Siz hiç Galatasaray çevrelerinde üstelik de her türlü söz
söylenebilecek iken Şenez Beye söz söylendiğini duydunuz mu? Mesela Şenez Bey
döneminde hakem yapılanlarla Fenerbahçe şampiyonluklarını hiç saydınız mı?
Maksat karşı taraf gönenmesin, tek istek bu… Neyse uzatmadan, başlayalım,
Fenerbahçe ve siyaset ve dahi ilerisi muhabbetlerine…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhbj8Ofla61HdsyfWVprvC5zqivePcHPz5muRagCSllQbdYUcreWVt5Hw1C6-gWyGSzAP_vy5m6qRt04gLPoLw8vi2ZNQ5BZE6W0rJXGYHWdX3dtno_XdakZ8hsQClAbCxQJTDpFd5eJQVqx7k9wiNaQHUin3Ru7YQr3TJfbeO74iPGPjiCCP9w-Q" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="960" data-original-width="1280" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhbj8Ofla61HdsyfWVprvC5zqivePcHPz5muRagCSllQbdYUcreWVt5Hw1C6-gWyGSzAP_vy5m6qRt04gLPoLw8vi2ZNQ5BZE6W0rJXGYHWdX3dtno_XdakZ8hsQClAbCxQJTDpFd5eJQVqx7k9wiNaQHUin3Ru7YQr3TJfbeO74iPGPjiCCP9w-Q=w200-h150" width="200" /></a></div><div style="text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">İttihat ve terakki Fırkasının devr-i iktidarında en önemli kurum olan “Hicaz
Demiryollarının” Genel Müdürünün Fenerbahçe’nin ilk kulüp binasını yaparak
başkanlığı hedeflemesi… Talat Paşa sadrazam olunca da Nafia Nazırı olan Genel
Müdür Hulusi Bey Fenerbahçe Başkanlığında oturuyordu… Gerçi bir evvelki dönem Şehzade
Osman Efendi kulübün başkanlığını üstlenerek devlet gücü ile irtibat tesis
edilmiş olsa dahi asıl siyasi irtibat, iltisak ve ittihat Hulusi Bey ve Talat
Paşa devrinde kopmaz ve ayrılmaz bir bağ haline gelmiş görünmektedir. Gerçi
bilahare Talat Paşa başka ve değişik manevralara savrulsa dahi bu vaka tarihe
kaydedilmiştir. </span><span style="font-size: 14pt; text-align: left;">Bilahare;
Şehzade Ömer Faruk Efendi Fenerbahçe başkanlığı yapar, ne var bunda canım
denir, geçilir…</span></div><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Varsa
yoksa Mesut Yılmaz Galatasaraylı idi köpürtmeleri, yahu Şükrü Saraçoğlu ne idi,
bir adım ötesi, hem Başbakan, hem de Fenerbahçe kulüp Başkanı… Olsun ama o
normal… O tarafsız idi… Neden çünkü Fenerbahçelidir, ne yapsa yeridir… Oysa
tarihte nerede var, hem Başbakan, hem kulüp Başkanı, var mı bir başka misali… Mustafa
Kemal Atatürk Fenerbahçeli ama normal… Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk
Fenerbahçeli, lakin normal… Bazı Fenerbahçeli futbolculara “özel af”
çıkarılacak “vukuatı adiyeden” sayılacak… Ne önemi var canım… Turgut Özal
Fenerbahçeli olacak, Fenerbahçe’nin her şeyi ile ilgilenecek lakin bacanağı Ali
Tanrıyar mesele edilecek… Milliyet Gazetesinin kurucusu, İsmet İnönü ile Lozan
heyetinde yer alan Ali Naci Karacan Fenerbahçe Başkanı olacak, normal… Pes
kelimesi bile durumu kurtaramıyor…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Spordan
sorumlu Devlet Bakanı Şükrü Erdem Fenerbahçeli ama olsun canım o kadar da… Maliye
ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin Fenerbahçeli mesele değil şüphesiz… Ticaret
Bakanı Teoman Köprülüler Fenerbahçeli, ne var bunda… Gençlik ve Spor Bakanı Ali
Şevki Erek Fenerbahçeli… Turgut Sunalp Fenerbahçeli, ne önemi var… Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan, Fenerbahçeli, herkes bir takım tutar denilecek… <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Fenerbahçeli, normal… Adalet Partisi İstanbul
İl Başkanı Faruk Ilgaz aynı zamanda Fenerbahçe Başkanıdır lakin ne gariplik
vardır ki, burası Fenerbahçe Cumhuriyeti… Ama Fenerbahçelilere göre siyaset ile
iç içe değiller… Doğru ne diyelim…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Genelkurmay
başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt; </span><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;"><i>“sarı-lacivert kukuleta da
giyerim, flama da şaklatırım, her türlü uğuru da yaparım.”</i></span><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><i> </i>diyecek
normal… Deniz Kuvvetleri Komutanı Hilmi Fırat Fenerbahçeli, Başbakan Bülent
Ulusu Fenerbahçeli… Komutan Atila Kıyat Fenerbahçeli… Genelkurmay Başkanı
Hüseyin Kıvrıkoğlu Fenerbahçeli ama olsun bu normal bir şey, Kara Kuvvetleri
Komutanı Eşref Akıncı Fenerbahçeli… Genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı
Fenerbahçe kongre üyesidir, ne var bunda. Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral
Ergin Saygun da Fenerbahçeli. Genel Kurmay Başanı Orgeneral İlker Başbuğ Fenerbahçeli, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan Fenerbahçeli lakin tüm
bunlar normal… Orgeneral Necip Torumtay Fenerbahçeli… Hava Kuvvetleri Komutanı
Muhsin Batur Fenerbahçeli, hem de ne kıyakları var akıllara ziyan… Hava Kuvvetleri
Komutanı Halil Sözer Fenerbahçeli ama normal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat
Tümer Fenerbahçeli ama normal… Ne diyor darbeci General Kenan Evren kasım kasım
kasılarak; </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“milli güvenlik
kurulunda Fenerbahçe olarak biz 4-1 galibiz”… </span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Susurluk
davasının en önemli figürü Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ, Fenerbahçe Yönetim
Kurulu üyesidir lakin normal siz yine de Galatasaraylı Mehmet Ağar’a bakın…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Nihat
Özdemir taraflı değil lakin TFF başkanı, bu kadarına da pes vallahi… </span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;">TFF
Başkanı ve Fenerbahçe Yönetim Kurulu Üyesi Fürüzan Tekil olunca her şey normal…
Abdullah Kığılı hem TFF Başkanı hem FB yönetim kurulu üyesi olsun, o kadar su
kaldırır, denilsin…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Sivasspor
Başkanı FB kongre üyesi ama önemli değil, Bursaspor Başkanı Levent Kızıl Fenerbahçe
kongre üyesi lakin normal, vallahi yoruldum saymaktan… Galatasaraylı denilerek
Fenerbahçe medyasının afişe ettiği hakemler Oğuz Sarvan ve Ali Aydın kıdemli ve
acımasız Galatasaray düşmanıdırlar lakin propaganda bitmez… Tüm bunlara rağmen,
bu Fenerbahçe hep mağdur… Bu yazıyı aslında mart ayında yayınlamak gerekirdi
lakin kediler artık Şubatta da faaliyette olunca benzerliklerine binaen Şubat
ayında yayınlıyorum…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Taraftar çilesiyle, futbolun
dramıyla, yönetici çalkantısıyla, siyasal iktidar bağlantısıyla, patron
egemenliğiyle, çekişmesiyle, kavgasıyla, ama bu arada güzel şampiyonluklarıyla
yazılan bir tarihi, çerçevesine oturtmak gerek.”</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> diye anlatıyor
tüm bunları Yalçın Doğan, “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kitabında… Esasen Fenerbahçe
hep “paralel iktidardır”… Mesela, tek parti gitti, siyasi rüzgâr değişti behemehâl
Fenerbahçe Başkanı değişti, şimdi moda Demokrat Parti ve Başkan da milletvekili
Osman Kavrakoğlu, denildi yüz kızartmadan… Demokrat Parti Grup Başkanvekili
Agah Erozan da Fenerbahçe Başkanıdır lakin normal kabul edilmelidir… Sevsinler
sizin empatinizi…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Medyanın
kalemşor ve ünlüleri; mesela Uğur Dündar, Ertuğrul Özkök, Şansal Büyüka, Togay
Bayatlı, Kemal Belgin Fenerbahçeli, ama normal görülmeli… Bunlar ne mi yapmışlar? Merak edenler “Fenerbahçe
cumhuriyeti” kitabını okuyacaklar</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Kenan Evren; </span></i><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“gözlerini uzaklara dikerek “hiç unutmam”
diye söze girdi. “Bir gün yine Fenerbahçe’nin bir antrenmanına kaçak girmiştik
arkadaşlarla, oradaki yöneticiler ve futbolcular da bizi kovalamaya başlamıştı.
Futbolculardan Esat da beni yakaladı ve bana bir tokat attı, ama ben yine de
Fenerbahçe’den vazgeçmedim, zaten Fenerbahçe’den vazgeçmeyi de düşünmedim hiç,
ben Fenerbahçeliyim.”</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Fenerbahçe’nin böylesine
popülerliği ve her kapıyı açan sihri karşısında varlıklı insanlar, ister istemez
toplumda kendilerine bir yer edinmek için Fenerbahçe Kulübü’nü seçiyordu…”</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> diyor
meşhur gazeteci Yalçın Doğan “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kitabında… Bence de, bir
tarafı ile desteklenen ve kollanan Fenerbahçe öne çıkıyor, bir taraftan da
Fenerbahçe öne çıktıkça bundan faydalanacak insanlar da orada birikiyor, öyle
de böyle de büyük bir birikim söz konusu… Fenerbahçe belki kuruluşunda “halkın
takımı” takdimi ile kurulmuş olabilir lakin kısa sürede böyle olmanın ve
anılmanın bir faidesinin olamayacağı gerçeğinin tespit ve teyidi ile behemehâl
çark edip kaptan köşkünü daima Şehzadelere, Nazırlara, Başbakanlara, Bakanlara
tahsis ve teklif etmenin cihad-ı hidayetine nail olmuştur. Bilahare de mezkûr
iltisak ve irtibatın alenen tatbikatının mahsurlarının tespiti veçhile taktik
ve strateji değişikliği ihdası marifetiyle de bol paralı, siyasi mülahazaları
farklı olmasına rağmen devletin tepesi ve derinliği ile sıkı temas ve irtibat
halinde olanlar tercih edilmiştir. Yukarıda bahse konu muhteremlerin tamamı
beyan edilememiştir eksiklerim ve ilave manasında merak gidermek talebinde
olanlar için kütüphaneler ve ansiklopediler hizmete girmiştir… Ve maalesef
Fenerbahçe’nin açtığı bu yoldan, hikmet, himmet ve irade devşirmek arzusunda
bulunan başta da Galatasaray ve Beşiktaş olmak üzere tüm kulüplerimiz
nemalanmışlardır… Nihayetinde meşhur Türk büyüğü Fatih Terim’in ifadesi ile; “biz
ne ara bu hallere geldik”… Bu yola çıkanların bu hedefe varacakları sanki
sürprizmiş de, konuşuyorlar… Peki; Fenerbahçeli yetkililer Fenerbahçe lehine
ilgili yerlerde girişimde bulunmuşlar mıdır? Bilemem… Lakin Fenerbahçeliler
kadar diğer takım yetkilileri de girişimde bulunmuştur, diyebilirim…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet;
“Fenerbahçe Cumhuriyeti” kitabı yazarının </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Son
yıllarda devlet ile Fenerbahçe’nin ilişkileri, eskisi gibi, iç içe olmaktan
çıkmıştı. Tek başına Fenerbahçe’yi kollamak, çok göze batar olmuştu. Zaten
futbolun evrensel ilkeleri yavaş yavaş Türkiye’de de, benimseniyor, kuraldışı
ilişkiler tek tük örneklerle sınırlı kalıyordu.”</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> tespiti
ile bitirelim. Esasen bu konu çok verimli ve örneklenmesi en kolay konudur,
bitmez… Çünkü Fenerbahçe’nin özellikle kamera ve kayıt sistemlerinin olmadığı
dönemde yaptıkları şampiyonluklarına ve kupalarına yansımış durumdadır… Ama
hepsi yerli ve milli sözde başarı, neden mi, işte öyle… Tüm bu ucundan değinip
anlattığım hikâyelere kronolojik bakarsanız, futbolun irtifa kaybetmesine
yönelik her türlü girişimin önce Fenerbahçe tarafından gerçekleştirildiğini
göreceksiniz, sonra mı? Tabii ki diğer takımların elleri armut toplamıyor, kötü
de olsa aynısını yapmaya başlıyorlar… Kendi davranışlarını başka takımlardan
görünce de tam bir keçinin koyun ithamı edası ile “poposu görünüyor” teraneleri…
Yahu bi geçin bunları gayri… Son olarak Fenerbahçe’ye sınırsız ve sorumsuz
destek ve servis veren Fenerbahçeliliğini unuttuğum muhteremler de haklarını
helal etsinler… <o:p></o:p></span></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-78255172443199616342024-02-08T11:32:00.000-08:002024-02-08T11:36:05.603-08:00ÇEŞME KENT BELLEĞİ MÜZESİ ve PANDOFİLYA<p> </p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhszlbqCZMXF-dET_qaiBxwXD4mhJmv01K6I0xoskZk8V3SFIvJxudJaBgvdnblXVeVw8nXPc4l-rIwmroXWXxs6V99ekBIGz4IRW9K-AVPRH7oz4f_9dBNrF26X_fRicdKnsNA_a5GQ1p4HXzCuaUX8kMplnpKyfwCHYzNKrLryoEgJoEQTVVObg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="237" data-original-width="589" height="81" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhszlbqCZMXF-dET_qaiBxwXD4mhJmv01K6I0xoskZk8V3SFIvJxudJaBgvdnblXVeVw8nXPc4l-rIwmroXWXxs6V99ekBIGz4IRW9K-AVPRH7oz4f_9dBNrF26X_fRicdKnsNA_a5GQ1p4HXzCuaUX8kMplnpKyfwCHYzNKrLryoEgJoEQTVVObg=w200-h81" width="200" /></a></span></div><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">Bugün
</span><b style="font-size: 14pt; mso-bidi-font-weight: normal;">“Çeşme Kent Müzesi”</b><span style="font-size: 14pt;"> olarak
düzenlenen binanın oldukça enteresan bir geçmişi bulunmaktadır. Hem dinleyerek
öğrendiğim hem de yaşayarak biriktirdiğim müthiş hatıralarım var. Evvelemirde;
bugün burayı müze olarak düzenleyen Çeşme Belediyesi yetkili kurulları ile
Belediye Başkanı Ekrem Oran’a teşekkür edelim. Buranın seneler sonra yeniden
Çeşme Belediyesi mülkleri listesine eklenmesini temin eden bir önceki dönem
Belediye yetkili kurulları ile mezkûr dönemin Belediye Başkanı Muhittin
Dalgıç’ı unutmak ise hadsizlik ve haksızlıktır bana göre… Bilenler iyi bilirler
mezkûr bina bidayette Çeşme Belediyesi mülküdür dönemin Belediye Başkanı
Belediyenin kendisine olan borçlarına istinaden mezkûr mülkü kendi mülkiyetine
dâhil eder… Esasen bunda hukuki bir sorun da yoktur. Mademki Belediye Meclis
Üyeleri, Encümen Üyeleri, Türkiye Cumhuriyeti meri hukuku muvafık ve
münasiptir, muarızlara bir halt düşmez… Çok sonraları Belediye yönetimine gelen
kadro mülk sahibi ve mülkiyet hukuku ve dahi Çeşme Kalesi ve çevresi koruma
planları muvacehesinde hiç de kolay alınamayacak bir karar alır mezkûr mülk
kamulaştırılır.</span><span style="font-size: 14pt; mso-spacerun: yes;"> </span><span style="font-size: 14pt;">Dönemin Belediye Başkanı
Muhittin Dalgıç’ın ve dönemin çok değerli meclis üyeleri plan ve düşünceleri
çerçevesinde bir kent müzesi oluşturma fikri oluşmuş ve bunu kamuoyu ile
paylaşmış idi lakin iktidarı sona ermiş ve proje inkıtaa uğramış idi. Artık
iktidar yeni belediye yönetimindeydi ve hatırlıyorum öyle mi olsun böyle mi
olsun tartışmaları bir türlü sona ermiyor bir taraftan da restorasyon
çalışmaları hızlı yürütülüyordu. Ve nihayet karar oluştu, Çeşme Kent Belleği Müzesi
beklentisi gerçekleşti… Fikir oluşturulması, fikrin projelendirilmesi, projenin
gerçekleştirilmesi sürecinde makam itibariyle en alttakinden en üsttekine
katkısı olan herkes kocaman bir teşekkürü hak ediyor bana göre…</span></div><o:p></o:p></span><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;">Binanın
geçmişi ve geleceği üzerine çok şey yazıldı çizildi… Mezkûr bina ile ilgili en
eski bilgiler, geçen yüzyılın başlarında bir kesimhane, kasap, manav ve
balıkçılar ile bir meyhaneden oluşan bir yapı olduğu yönünde olup bilahare
restoran, adliye, bakkal ve feribot yazıhanesi gibi çok değişik amaçlarla
kullanıldığı şeklindedir. Kullanım konusunda hemen her Çeşmelinin binanın
konumu, mülkiyeti dairesinde kıymetli anıları vardır. Mesela, restoran olma
konusunda ben hatırlamıyorum lakin eldeki fotoğrafların bize hatırlattığı hali
ile </span><b style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">“Beyaz Martı Gazinosu Cengiz Korkmaz
ve Kardeşleri”</b><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> adı ile bir işletme var lakin sonrası </span><b style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">“Sahil Restoran”</b><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> adı altında Saffet Beyin (Dinçalp) unutulmaz ve
çok iyi bildiğim ve çok hatıramızın olduğu işletmesi… Önceleri Çeşme Adliyesi
olarak hizmet veren sonra </span><b style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">“Fehmi’nin
Kahvesi”</b><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> diye bilinen Fehmi Karababa’nın kahvehanesi… Hiç değişmezmiş gibi
bildiğim lakin değiştiğini de bildiğim </span><b style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">“Raşit
Özçakır’ın”</b><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> bakkaliyesi… Arada Sakız Adası Feribotu olarak bildiğimiz
“Aleko’nun Yazıhanesi”… Fehmi’nin kahvede birkaç gün garsonluk, uzun süre
müdavimlik, Saffet Beyin orada oturup “balık-rakı” yapabilmenin ayrıcalığı,
Saffet Beyin asla unutulmaz servis görevlisi Rıdvan, sonradan ekibe katılan değişik
ve unutulmaz sesi ile “Canavar” lakaplı servis görevlisi, yan taraftaki Adliye
Bölümüne, çocukları arkadaşım ve bir Çeşme fenomeni Rasim Çelebi ile diğer
çocukluk arkadaşlarım Emin ve Mehmet Yüce’nin savcı babaları İbrahim Yüce, Feribot
yazıhanesinde kapalı olduğu akşam saatlerinde, önünde köftecilik yaptığımız
günlerde içilen rakılar ve şen şakrak muhabbetler üzerine binlerce hatıra… Hele
“Fehmi’nin Kahvenin” köşesine sonradan adeta bir şeylerin tebarüzü manasında
iliştirilen, dönemin iktidar partisi “Adalet Partisi” ilçe merkezine istiskal
ile bakışımız, hep hatıramdadır… Bunlar üstüne hatıralarımı ayrı ayrı yazmak
istiyorum ya, bakalım…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">18
Ocak 2014 tarihinde hem kendi bloğumda hem de yazılarımın yayınlandığı <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Yeni Çeşme” </b>gazetesinde neler yazmışım
konu ile ilgili; “</span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="color: #222222; font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;">Bilindiği üzere, kentlinin kent hakkını gözetmeyen, oluşacak kent ve kentli
belleğini hiçe sayan, tepeden bakan, nobran bir anlayışın yansıdığı bir alan
değildir kesinlikle kent müzesi… Çünkü kent müzesi aslında ve esasen diğer
müzelerden farklı olarak kentliyi ve kentli ruhunu birleştiren, farklı
unsurları birbirine bağlayan bir volan kayışı işlevi görür, bize geçmişi
anlatırken, bugünü belgeleyerek arşivler ve gelecek için nasıl bir kent olmalı
hayalini kurmamıza olanak sağlar ve kent insanına ve olma niyetinde olana
kentin geleceğine dair senaryolar kurma şansı tanır.</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="background: white; line-height: normal; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="color: #222222; font-size: 12pt; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;">Kent müzesi her şeyden önce ve esasen ve de öncelikle kentliye ait olmalı
ve bağımsız bir yapısı, bilim insanlarından, bilge ve çelebi insanlardan oluşan
bir yaşatma, danışma ve yönetim yapısına sahip olmalıdır. Aksi takdirde başka
hesapları olan kimselere ve kurumlara, varolan ilişkisi ve alış verişi
nedeniyle göbeğinden bağlı hale gelir ve maazallah bugünkü nobran anlayışın
yarattığı rüzgârla da mezkûr kişi ve kurumların cüzü haline gelebilir. Bu kabil
gerekçe ve çekincesi olmayan kent müzelerinin de kent müzesi olabilme imkân ve
ihtimali yoktur. Bugün artık modern dünyanın geldiği nokta itibariyle kent
müzelerin, genel olarak insanı ve özel olarak da kentliyi ilgilendiren her
konunun ve unsurun yer alabildiği bir çalışma alanı olduğu aşikâr olup, adeta
kentli için birer toplumsal yaşam ve bellek alanı olarak da, “bu alanımıza
girer şu girmez” tefriki yapmaksızın ilgili her temayı içselleştirir ve
forumuna dâhil eder ve etmelidir de… Geçmişin bugüne, bugünün geleceğe
taşınarak geleceğin şekillendirmesine kentlinin tanıklığında, katılımcı,
paylaşımcı ve demokratik, özgür bir yaklaşımdır kent müzesi, en önemli sunusu
bizatihi kentin kendisi ve kendini kente ait hisseden insanlar olmalıdır mutlaka.
Müzeler, sahip oldukları tarih, doğa, kültür içeriklerinin; genel manada
çoluk-çocuk, yaşlı, genç için, en önemli buluşma, öğrenme, paylaşma, hatırlama
ve bilgi mekânları olup, geçmişimizi geleceğimize taşıdığımız ve bu uğurda
geleceğimize bıraktığımız yaşam renk ve ahenklerinin yansıtıldığı yegâne miras
mekânlardır.</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="background: white; line-height: normal; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="color: #222222; font-size: 12pt; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;">Kent müzeleri kentliyle birlikte kurulur, onları kucaklar, katılımcı
olmayan bir mantığa teslim edilemeyecek kadar yaşamımızda etkin ve önemli
mekânlardır, değilse de mutlaka olmalıdır. Kentliyi dinleyen daha da önemlisi
kentin önemli bir parçası kabul eden, kentliyi şekillendirmeye yönelmeyen, tam
tersine kentliyi kabul eden bir yaklaşım göstermelidir kent müzesi… Tabulara
sığdırmaya çalışmayan, kentlinin değişkenliğini kabul eden bir öngörü ile
hareket etmelidir yani… Bilgiyi işlemenin kaçınılmazlığını bilen, antropoloji
ve sosyoloji bilimini göz ardı etmeyen, kentin bellek ve ruhunu yansıtan
değerlerin korumacılığını asla ve kata göz ardı etmeyen bir yaklaşım olmalıdır
bu yaklaşım… Hülasa halk, ama tamamı “şucu ve bucu” terfiki yapılmaksızın bu
projede bulunması, projenin içinde olması, olmazsa olmazdır…</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="background: white; line-height: normal; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="color: #222222; font-size: 12pt; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;">Peki; bu değerlendirme peşrevi neticesinde, <b>“Kent Müzesi” </b>nerede
yani hangi mekânda bulunmalıdır sorusunun cevabına geldi sıra… Kent müzeleri
genellikle bulundukları kentlerde simge olmuş, kentlinin hafızasında yer etmiş,
hikâyesi çok bilinen ve kentliyi yok saymayan, üzmeyen ve bezmeyen, dışlamayan
ve bölmeyen mekânlarda kurulması gerekirden hareketle, Çeşme’nin bu kabil
binasının tayini yapılmalıdır.</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="background: white; line-height: normal; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="color: #222222; font-size: 12pt; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;">Kent müzesi oluşumuna tartışmasız siyasi destek yapılmalı ancak,
yönetimine <b>“biz destek veriyoruz, biz her şeyine karışırız” </b>demeden
olmalı, siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranın canının çektiği biçimde
yönetebileceği değil tam tersine kentsel ve toplumsal bellek oluşturmak adına
bilinen geçmişten bugüne her şeyi ama her şeyi içine alan kollektif bir sonuç
oluşturmalıdır. Çünkü bugüne kadar yaşanılan pratik, ister yerel
ister genel olsun, tüm yönetimlerin bir türlü vazgeçemediği vesayetçi ve
dayatmacı tavrın hiç eksik olmadığını göstermiştir, işte tam da bu nedenle,
bari ve en azından oluşacak kent müzesinde karar alma süreçlerinin şeffaf
tutulması ve katılımcı bir yönetim anlayışının temin edilmesi en büyük
beklentidir ve hedef olmalıdır. Kent müzesinin ilgi alanına giren ve konusunu
oluşturan her detayın, rakiplerle mücadele aracı olmadığı bilinciyle
yapılmalıdır tüm planlar, tüm detay ve düzenlemelerin ideolojik yakınlık ve
uzaklıklarla illiyeti kurulmaksızın özenli bir çalışma yürütülmelidir.</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="background: white; line-height: normal; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="color: #222222; font-size: 12pt; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;">Peki, yönetime aday olanların bahse konu detaylarda kafa yorması yeterli midir
acaba, yanıt şüphesiz ki hayırdır ve kent müzesi kurulması ile yetinilmeden, behemehâl
“Kent Konseyi” adam gibi ve ahlaklı çalıştırılmalıdır. Kent müzesinin
oluşturulmasının bir boyutuyla lokomotifi olacak bu konseyin çalıştırılma
süreci, yönetime seçilmiş insanların kendilerini, seçilme gerekçelerini
kendilerinin her haltı iyi bildiklerinden değil de, kendilerine ayak takımları
tarafından süreli ve görev bölümü mucibince tevdi edilen bir ödev gözü ile
bakmaları biçimi ile mütenasip olmalıdır. Aksi takdirde ve bugüne kadar ki
pratik benzeri olacaksa tüm bu olacaklar, olmaması evla sayılabilir.”</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="background: white; line-height: normal; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="color: #222222; font-size: 14pt; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;">Peki; netice itibari ile Müze kuruldu mu?
Evet, mekân isabetli mi? Evet, peki diğer işaret ettiğim gerekler yerine geldi
mi? Şüphesiz hayır, gelebilir mi idi? Şüphesiz hayır… Peki, bana sürpriz oldu
mu? Şüphesiz hayır… 2014 yılında salt bu yüzden bunlar kaleme alındı işte… Evet,
Türk tipi plan, tesis, işletme, bari “kervan yolda dizilir” diyelim…<o:p></o:p></span></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-54722273667127696612024-02-02T12:13:00.000-08:002024-02-08T11:32:59.040-08:00ALMANYA ve HİTLER TERCİHİ<p align="center" class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: center;"><span style="font-size: 14pt; text-align: justify;">Bir
önceki yazımı, Hitler’i şansölye makamına hazırlayıp oturtan, Thule Cemiyeti
kurucusu Kont </span><b style="font-size: 14pt; text-align: justify;">Rudolf von Sebottendorf’</b><span style="font-size: 14pt; text-align: justify;">un
şu sözü ile bitirmiştim, oradan devam edelim,</span><b style="font-size: 14pt; text-align: justify;"> </b><span style="font-size: 14pt; text-align: justify;">“</span><i style="font-size: 14pt; text-align: justify;">Almanya kaybetmeyecek.
Yenilse bile kaybetmeyecek. Bizim ikinci bir sığınağımız var. Cephede hayal
kırıklığı yaşarsak orada yolumuza devam edeceğiz. Almanya kaybetmeyecek. Her
şeyi hazırladım. Almanya kaybetmeyecek</i><span style="font-size: 14pt; text-align: justify;">.”</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhXuI27yplhjlGDCvWg-F3mlpCNNBwsYv6OYGe6GKTdydunvmQ539JBsBQFPc4HSIUoZg5DJYezwQIVyvRy6eA_HdTtFOqSfUsqZq3tkTGLltTlB6Pul8kYgx1I_kpLd7JB7ikZeEhGF_G0bC032JaEr4R6Do4AY8hrASssq-Da1XbUC7OdkZSWw/s1280/Parteiadler_Nationalsozialistische_Deutsche_Arbeiterpartei_(1933%E2%80%931945).svg.png" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="835" data-original-width="1280" height="131" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhXuI27yplhjlGDCvWg-F3mlpCNNBwsYv6OYGe6GKTdydunvmQ539JBsBQFPc4HSIUoZg5DJYezwQIVyvRy6eA_HdTtFOqSfUsqZq3tkTGLltTlB6Pul8kYgx1I_kpLd7JB7ikZeEhGF_G0bC032JaEr4R6Do4AY8hrASssq-Da1XbUC7OdkZSWw/w200-h131/Parteiadler_Nationalsozialistische_Deutsche_Arbeiterpartei_(1933%E2%80%931945).svg.png" width="200" /></a></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><span style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Peki, “Führer Rejimini” ve o makama Hitler’i hazırladığını iddia eden bu
muhterem kim ki, bu meziyetlere, imkân ve kabiliyete haiz de, tüm bunları adeta
tereyağından kıl çeker gibi hallediyor. Böyle bir adam olabilir mi? Bence
mümkünatı yok, olamaz… Peki, nasıl olabilir, tek bir yolu olabilir, bu muhterem
olsa olsa büyük sermaye tarafından görevlendirilir… İnceleyince görülüyor ki, açıktan
iktidara gelmesi sürecinde de son derece gizli destekçilerini görüyorsunuz. Kim
mi onlar, defalarca yazdım, bir kez daha sadece isimleri bu rejim ve
başındakiler ile anılan halen dünyanın büyük şirketleri, Siemens, Bayer, <span style="background: white; color: #222222; mso-bidi-font-weight: bold;">Krupp<b>, </b></span><span style="background: white; color: #222222;">Thyssen AG, Löewe, Deusche Bank<b>,</b> Dresdener Bank, Hugo Boss, BMW, Coca Cola'nın Almanya
versiyonu Fanta, Renault, Ford vs… say
say bitmez… Sonra kalkıp birileri de bize “Hitler’i” deli, çılgın, meczup diye
anlatmaya çalışıyor… Yahu böylesine organize bir şekilde, sınırsız ve sorumsuz
sermaye destekli siyasal organizasyonların yarattığı ve başa oturttuğu
muhteremin deli olabileceğini kim düşünürse düşünsün, ben düşünemem… Benim
açımdan, ince eleyip, sık dokunarak yapılan bir seçimle tayin edilmiş
birisidir. Çılgın projeleri mi vardır, evet, dünyada dün de bugün de çılgın
projeleri olmayan yöneticiler var mı ki… Dünya da mümbit, noter vazifesi gören
halklar da müsait olunca, samanlık seyran oluyor haliyle… </span></span></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhhaeflD5H_cFZfBdCCrXPZWxhjIVNb_aEiaHaPiTDzz34j1y4ydW_NA0uQI_qsUdB_fZ7yNyd-3zNcPcmw65IaywF7Ej86aOpi4OVGy0cUfOLOMbRRVghlabM4NFqNtpb6Si-Eo0ls-BOQ3D-BmkC5hHm6SuXG6pFSagflHvFld7n_B4BdiygsEQ/s800/Thule-Gesellschaft.svg.png" style="clear: left; display: inline; float: left; font-size: 14pt; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="800" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhhaeflD5H_cFZfBdCCrXPZWxhjIVNb_aEiaHaPiTDzz34j1y4ydW_NA0uQI_qsUdB_fZ7yNyd-3zNcPcmw65IaywF7Ej86aOpi4OVGy0cUfOLOMbRRVghlabM4NFqNtpb6Si-Eo0ls-BOQ3D-BmkC5hHm6SuXG6pFSagflHvFld7n_B4BdiygsEQ/w200-h200/Thule-Gesellschaft.svg.png" width="200" /></a></p><p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Noter görevi üstlenmiş halk, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen
halk, yok görmedim vallahi, bak bunu duymamıştım diyen halk için söylenecek tek
bir şey vardır bence, “haydi yürü taş arabası”… Bunu söyleyenlerin hepsi
yalancıdır, işbirlikçidir… Hem de orada, burada, şurada diye tefrik etmeksizin
bu değişmiyor… Özellikle konuya müteallik Almanlar, diyorlar ya, “biz bu
olanları bilmiyorduk, çünkü gazeteler yazmıyordu”, tam ters köşe… Yahu siz asıl
bilmek istemiyordunuz, asıl siz duymak istemiyordunuz… Şüphesiz dönemin itiraz
bayrağını gerek içerden gerek dışardan kaldıran Alman komünistlerini hariç
tutarak söylüyorum tüm bunları… Onlar az şeyler mi yaptılar, sadece siz
göresiniz diye ama niyet olmayınca görmeye, görmediniz… Bildiriler dağıttılar
okumadınız, mobil radyo istasyonları ile yayın yaptılar izlemediniz, gösteriler
yaptılar görmezden geldiniz, evlere özel bilgilendirme ağları kurdular yine
görmediniz, görmediniz oğlu görmediniz… Şimdi de utanma belasına “yok,
haberimiz yoktu”, haydi oradan yalancılar… Siz esasen her şeyi görüyorsunuz
duyuyorsunuz sadece işinize gelmiyor… Haydi o günler de duymadığınıza inanalım,
şimdilerde hem de iletişimin tavan yaptığı bu noktada, tercihlerinizi nasıl
izah edeceksiniz… Yahu daha çok taze dışişleri bakanınız Kiev’e gidip “çelik
yelek, miğfer” giyerek sokaklarda yürümedi mi? Bunu da mı görmedeniz? Oysa
sizin anlı şanlı “yeşiller partisi” üyesi dışişleri bakanı parti programı
gereği antimilitarsit, savaş karşıtı, doğa koruyucusu olması gerekmez mi? Oysa,
hemen uçağa atlayıp Moskova’ya gidip “Sn. Putin, yahu siz ne yapıyorsunuz,
tamam Merkel hanım sizi kandırdı Minsk anlaşması konusunda, biz şimdi var
gücümüzle çalışıp bunu telafi edeceğiz, şu savaşı azıcık erteleyin” demek
düşmez mi? Peki Merkel’in Minsk anlaşmasını kastederek “biz Putin’i kandırmak
için, Ukrayna’yı silahlandırmak için zaman kazanmak adına Minsk anlaşmasını
imzaladık” demedi mi? Peki, noter olarak siz ne yaptınız bu muhteremlere karşı,
alkış ve destek dışında… Yahu geçin bunları Allahaşkına… Diğer taraftan Putin
kendisine kurulan bu tuzağı görmemiş midir? Hiç zannetmiyorum… Gördü ama
sonuçtan kendisi faydalanacağı için görmezden geldi bence… İnanmayanlar Rusya
ekonomisine baksınlar hem de bu akla ziyan, akıl almaz yaptırımlara karşın…
Mesela savaş öncesi 1 TL kaç Ruble idi, şimdi 1 TL kaç Ruble… Ya da dolar
cinsinden bakın… Hesap ortada…</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;">Yine
dönelim, “Devr-i Führer”e, karşı çıkan ahlaklı küçük bir azınlığı bir kenara
koyarak, siz neden demediniz, “kardeşim biz neden Çekoslovakya’yı işgal ettik”,
“Avusturya neden ilhak edildi”, “Polonya’ya neden işgal hareketi başlatıldı”
“Fransa’ya neden saldırdık”… Demediniz çünkü içinizdeki </span><b style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">“Deutschland, Deutschland uber alles”</b><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> kabarmış hatta fışkırmış idi…</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">İşgal
edilen topraklardan kaçırılan/kaldırılan çocukların kamplarında çalıştınız, hiç
mi görmediniz yaşananları… Hâkimler, sadece Führeri desteklemiyor diye
insanları tutukladı, sürgünlere gönderdi, bir önemli üst düzey hâkimin Hitler’e
yazdığı ve günlük basında kasım kasım kasılarak neşredilen <b>“Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, sizin
nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır”</b>
mektup ile övündünüz… Mühendisleriniz kamplar inşa etti, Versay anlaşmasına
istinaden askeri kısıtlamalar olmasına rağmen başka ülkelerde ordular kuruldu
ve içinde yer aldınız, başka ülkelerde tanklar ürettiniz, uçaklar ürettiniz,
hiç mi sormadınız kendinize biz bunları hangi sebeple ve haddinden fazla imal
ediyoruz, sınırlamalarının ardına dolanarak SA ve SS paramiliter güçler
oluşturuldu bunları da mı görmediniz? Meydanlarda
öbek öbek Hitler ile hemfikir olmayan yazarların kitapları yakılırken de mi
haberiniz olmadı? Peki, o gün olmadı da bugün Dostoyevski, Tolstoy kitaplarının
kütüphanelerden kaldırılmasından da mı haberiniz yok? Bunu uzatmak mümkün
şüphesiz lakin gerek yok… Ben “siz Almanlara bir şey diyeyim mi?”… Sizin çok
büyük çoğunluğunuz bizim muhteşem Sülo’muzun deyimi ile “beyninizi öteki
dünyaya hiç kullanmadan götürüyor olduğunuzu düşünüyorum” ve nihayetinde de
aynı çoğunluk Nazi’siniz hem de neo’sundan… Esasen, Almanlar tıpkı diğer
milletlerin zehirlenmesi gibi “milliyetçilik zehirlenmesine” tutulmuşlardır,
yahu haydi sokaklara dökülüp protesto edemediniz anlıyorum korku bu kolay değil
peki neden her seçimde oy verdiniz ya da neden destek toplantılarına katılıp
avuçlarınız patlayana kadar alkışladınız. Aslında hepsi her şeyi biliyor ama
faşist ruh ve zihinleri böyle davranmayı münasip görüyor</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">
</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Son
söz, “Rüşvetçi politikacıları,
düzenbazları, hırsızları ve hainleri seçen halk kurban değil, suç ortağıdır…”
diyor George Orwell, valla katılmayanlar olabilir lakin ben ziyadesiyle
katılıyorum… <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><br /></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><br /></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><br /></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-38415282350998412772024-01-26T12:43:00.000-08:002024-01-27T22:38:57.212-08:00ADANA ABİDİNPAŞA CADDESİ<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhEXz8Ls9xNOv6rzxw3aCCi5vbydP_Yce1rcLI75ZJRteqifJ64c2tLqFaWmh0H1dRzI5U1WpAOrfQsagWvPP85ql-kJqXQ8iwa1W91Me-aLnnhkdt-WdKQ3yPG4oqPEf-yLTEaTIS90W3K0To07fuI4aGiq-2t04_edjK2OISlB7rc-jQ54HvHPA" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="1576" data-original-width="1995" height="158" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhEXz8Ls9xNOv6rzxw3aCCi5vbydP_Yce1rcLI75ZJRteqifJ64c2tLqFaWmh0H1dRzI5U1WpAOrfQsagWvPP85ql-kJqXQ8iwa1W91Me-aLnnhkdt-WdKQ3yPG4oqPEf-yLTEaTIS90W3K0To07fuI4aGiq-2t04_edjK2OISlB7rc-jQ54HvHPA=w200-h158" width="200" /></a></div><div style="text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">Kent ve kentsel mekânlar ana konu teması muvacehesinde tarih, coğrafya,
topoğrafya, folklor, kültür, sosyal hayat ve alt detayları alt temalı
kitapların dizisinden okumaya devam… Bu sefer de; Adana Kitaplığı <b>“Abidinpaşa Caddesi”</b> adlı Süreyya Köle’nin eserini okudum, bana
göre muhteşem, edebi açıdan mı? Anlattığı olayların öneminden mi? tefrikine
haddimi aşacağından hiç girmeden hemen söyleyeyim, okur iken her satırında
Adana’da farklı dönemlerde farklı pozisyonlarda yaşadığımdan Adana’nın tam
kendisini tıpkı ben de orada imişim gibi hissettim. Sıcağından, Eğlence
hayatından, Sosyal dokusundan aklımın ilgili bölümlerine sinmiş güzelim, samimi
ve içten yaşanmışlıkları bana hissettiren yazara da teşekkürlerimi iletiyorum. Okunmamış
olmasının kesinlikle hele de Adanalıysanız büyük bir eksiklik olacağını garanti
edebilirim. Kitap Canım Yurdumun en önemli yerel gazetelerinden biri kabul
edilen “Yeni Adana Gazetesinin” 100 yılı aşmış arşivini de günümüze yazarın
beğeni, tercih, istek ve hedefleri doğrultusunda seçtiği başlıklar ile taşıyan
bir tarz içinde oluşturulmuş… Ben çok büyük bir keyifle okudum ve şiddetle
öneriyorum…</span></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">“Ooof Lan ooof” </span></b><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">başlıklı
bölümde <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Adanalı olmak demek” </b>diye
başlayan paragrafta; “<i style="mso-bidi-font-style: normal;">10 kişiyle Toros
Dağlarında Fransız Tümeni’ni esir almak demektir. Adanalı olmak demek; sana
posta koyan, senden 20 cm uzun 30 kg ağır birini bir kafada kahvenin ortasına
uzatmak demektir. Adanalı olmak demek; senden cılız ve çelimsiz olan sevgilinin
abisinden, bile bile dayak yemek demektir… Adanalı olmak demek; 9 kişilik Özen,
Topel, İtimat dolmuşuna binip bütün arkadaşlarının dolmuş parasını vermek
demektir. Adanalı olmak demek; her türlü riski göze alıp Valiliğin bahçesinden
sevgiliye vermek üzere gül çalmak demektir. Adanalı olmak demek; cebindeki
bütün parayı Hastay’la Timurhana’a basıp Hipodram’dan mahalleye yayan dönmek
demektir. Adanalı olmak demek; senden haraç isteyen iti kopuğu sandalyeyi kapıp
önün sıra kovalamak demektir. Adanalı olmak demek; ülser olan birinin avuç avuç
süs biberini bir çırpıda yemesi demektir. Adanalı olmak demek; evde pırasa
piştiği zaman cebindeki son parayla karşı kaldırımdaki kebapçıdan dürüm yemek
demektir. Ahhhh ulannn! Adanalı olmak demek; bir yazlık sinemada bir Yılmaz
Güney filminin sonunda sesinin çıktığı kadar “of” çekmek demektir.” </i>biçimi
ile bir tarifi vardır, ziyadesiyle uzatılabilecek tarifi kısa keserek inanılmaz
bir özet geçiyor…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Kitabın
adı, esasen Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş ve Seyhan Nehrinin iki
yakasını birbirine bağlayan tarihi <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Taş
Köprünün”</b> şehre ve merkeze bağlantısını sağladığı bilinen ve kimi
tarihçilere göre de mezkûr dönemde sütunlu bir cadde olarak belirtilen ve
hamam, tiyatro, ibadethane-tapınak gibi kentsel mekânların bulunduğu ve şehir
surları içinde kalan halk arasında önceleri <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Doktorlar Caddesi”</b> bugünlerde ise <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Bankalar Caddesi”</b> olarak bilinen resmi adı da eski bir Adana Valisinden
mülhem <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Abidinpaşa Caddesinden”</b>
esinlenmiştir. Esasen de mezkûr caddenin tarihi, kültürel ve ticari öneminden
ve anlatımından ziyade “Yeni Adana Gazetesinin” bir yazarı olması hasebiyle de
gazete idarehanesinin bulunmasından ötürü kitap adına dönüşmesidir.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Abidinpaşa
Caddesi Seyhan Nehrini dik kesen bir konum oluştururken Taş Köprü üzerinden de
karşıya ulaşır. Tepebağ, Kayalıbağ, Ulucami ve Karasoku Mahallerinin de sınırı
gibi konumlanmış bir cadde durumunda olup bugün yine ticari ve idari merkez
olma konumunu hala sürdürmektedir. Yaptığım okumalardan anladığım kadarı ile
Cumhuriyetin ilk yıllarında caddenin sağlı sollu maksimum iki katlı binalardan
müteşekkil olması ve genellikle merkezi konumu gereği doktorların muayenehane
açması nedeniyle yukarıda da bahsettiğim biçimi ile “Doktorlar” bilahare de
banka şubelerin tercihi ile de “Bankalar” caddesi olarak adlandırılması bile
ticari ve ekonominin merkezi olmasının kısa bir tarifidir adeta… Dahası da <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Küçük Amerika”</b> olma hayallerinin
patladığı ve parladığı 1950’li yılların ardından cadde hızlı bir biçimde ne
yazık ki her kentin nasibini aldığı çok katlı ve birbirine bitişik binaların
oluşturduğu adeta bir tünel görüntüsü vermesi de eldeki fotoğrafların
kıyaslanması neticesinde biz kent korumacılığı hassasiyeti taşıyanları
üzmektedir.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Cadde;
bir ucunda “Taş Köprü”, meşhur “Kale Kapısı”, “Adana Çiftçiler Birliği” ve
“Adana Şehir Surları kalıntısı” bulunur iken diğer ucunda 1980’den sonra
düzenlenen, “Tarihi Küçük Saat Kulesinin”, “Kemeraltı Camii” ve “Tarihi Mestan Hamamının”
bulunduğu “5 Ocak Meydanına”, arada ise kendisini dik kesen Cemal Gürsel
Bulvarı yönünde “Bebekli Kilise Aziz Pavlos Katolik Kilisesi” ile bugün artık
başka amaçlarla kullanılan “Ermeni Gregoryen Kilisesi” ve “Ermeni Terziyan
Mektebi” ile adeta bir tarihi ve kültürel harmoni oluşturmaktadır. Son Adana
ziyaretim sırasında estetik ve mimari değeri ziyadesiyle tartışılabilecek lakin
kentsel anıt ve mekân olması asla tartışılamayacak olan “Tarihi Küçük Saat”
kulesinin bendeki hatıralarına binaen fotoğrafını çekerken, bu konudaki
hassasiyetime rağmen cidden fark etmediğim birkaç polis memuru muhtemelen de
kontrol görevi yapmakta imiş hemen saatin altında, birisi inanılmaz bir hışım
ile koşarak yanıma gelip bağırmaya başlayınca fark ettim. Polis avaz avaz
hakaretamiz biçimde “ne fotoğrafımızı çekiyorsun” deyince anladım muhteremin
kaygısını, “yok kardeşim senin fotoğrafını neden çekeyim, sen kimsin ki” falan
deyince de muhterem vites arttırdı… Başta çektiğim fotoğrafı görmek istemesine
karşın göstermeyeceğim dememe rağmen baktım ki işin “sonu merkez nihayetinde
rezalet” gösterdim fotoğrafları sadece Saat Kulesinin fotoğraflarını görünce
hem rahatladı hem de beni rahatlattı lakin son derece insani olan bir özrü bile
dilemeden geçti tekrar yerine… Bu ne şiddet bu ne celal diyesi geliyor adamın
lakin onlarında insani hisleri var şüphesiz, anlayabiliyorum…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Kitabın
bir yerinde müthiş bir tespit var; <i style="mso-bidi-font-style: normal;">“Adanalı
asla ve asla herhangi bir şeyi herhangi bir şeyin içine koymaz, ancak ve ancak
katar. Pazarcı, sattığı sebze ve meyveyi poşete, hamal, taşıdığı eşyayı evin odalarından
birine, kahveci, çayı bardağa, garson, salata tabağını masaya katar mesela.
Koymak sözcüğünü öyle uluorta kullanmak, her sözün sonu ekleyip sıradan bir
fiil haline getirmek alışkanlıklar içinde değildir Adana’da. Adanalı bu
sözcüğünü neredeyse tek yerde kullanır, küfürde. O zaman da “koymak” sözcüğü
kullanmakla ilgili tüm hakkını sonuna kadar değerlendirmek istercesine, ağzının
dolusu ve büyük bir keyifle…” </i>İşte bu bile Adana ve Adanalı için detay
bilgi sahibi olmamıza sebep olsa gerek…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
maalesef yazının sonuna geldim, kitaptan kendimce önemsediğim noktaları
aktarmaya diğer yazılarımda devam etmek üzere. Adananın yolları taştan mı,
Adananın arabacıları, Adanalı yazarlardan, ünlü yazarlardan Adana üstüne
görüşler, Adanalının küfür etmesi, Adananın sıcağı, Adana’da yüzme sporu vs vs
gibi çok çeşitli ve özgün hatırat detayı için kitabın kendisi şiddetle
önerilir… <o:p></o:p></span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-4354940500250030362024-01-19T10:53:00.000-08:002024-01-20T06:46:45.968-08:00WEIMAR CUMHURİYETİ ve HİTLER’E DAVETİYE GÜNLERİ<p></p><div class="separator" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgZBI6LaDFwH-ZkhcXwlVvWZASkhSzUDXMBA2UJWBVjkJquf8vcQ54eYG75lVB4XHltTj-CG9caLxQcyf92ray4Dqo9dJtqcw7DGXip4RJQZE6M4H-Te9tXWuTshq_DXY5vYloljW-mxeSL0KlEME1fkA1CJA2SZHombBDvHNLl3nHS6O-BrLUUaw" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="720" data-original-width="1280" height="113" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgZBI6LaDFwH-ZkhcXwlVvWZASkhSzUDXMBA2UJWBVjkJquf8vcQ54eYG75lVB4XHltTj-CG9caLxQcyf92ray4Dqo9dJtqcw7DGXip4RJQZE6M4H-Te9tXWuTshq_DXY5vYloljW-mxeSL0KlEME1fkA1CJA2SZHombBDvHNLl3nHS6O-BrLUUaw" width="200" /></a></div><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt; text-align: justify;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">1918
senesinin Kasım ayında </span><b style="font-size: 14pt;">“dünya
paylaşımında en büyük pastayı ben yiyeceğim”</b><span style="font-size: 14pt;"> iddiası ile girilen Birinci
Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak yeniden toparlanma günlerinde, Almanya’nın
Weimar Kentinde toplanan Almanya Milli Meclisi “Monarşi” yerine “parlamenter
demokrasiye” geçişi temin edecek bir anayasa hazırlar. Yeni anayasa “Deutsches
Reich” diye anılan “Almanya İmparatorluğu” deyimini de aynen muhafaza ederek
liberal demokrasiye geçileceğini ilan eden irade sonuçta duvara çarpar, Hitler
Faşizmine teslim olur… Yenilginin fermanı boyutunda kabul edilen Versay
Antlaşmasının reddi ile birlikte başta da Almanya Thule Cemiyetinin çaktırmadan
hazırladığı rejim çalışmaları da başlar… Thule Cemiyeti NSDPA’yı kurtuluş
olarak görür ve tüm gücü ile çalışmaya koyulur… Bu konu ile daha önce </span><b style="font-size: 14pt;">“Hitler’in destekçisi Thule Cemiyeti ve
büyük sermaye”</b><span style="font-size: 14pt;"> başlıklı yazımda tüm bilebildiğim detayları yazmıştım… Neyse
ilerleyelim, “Deutsches Reich” asla yenilgiyi kabullenmedi, hayretle gördüm ki,
tıpkı şimdilerde Osmanlı hayranlarının ifade ettiği üzere “1. Dünya savaşında
Osmanlı yenilmedi, müttefikleri yenildiği için yenik sayıldı” tezi, “Deutsches
Reich’ın” ordusu tarafından da benzer bir şekilde </span><b style="font-size: 14pt;">“Almanlar 1. Dünya savaşında cephede yenilmediler, vatansız siviller
tarafından hançerle sırtlarından vurulmuştur”</b><span style="font-size: 14pt;"> savunula gelmektedir. Şimdi
ne var bunda, savunsun savunmak isteyenler denebilir, lakin savunanların kim
olduğuna bakınca da, bunun sonu “pusuda bekleyip” uygun zamanda,
kaybedilenlerin telafisine delalet ettiğini görür, tüylerimiz diken diken olur…
Musul’un yeniden ele geçirilme arzularını ve dillendirilmelerini daha çok yakın
geçmişte, “devr-i Özal” bize göstermiş idi, Allahtan uluslararası dengeler, güç
tayini ve içeride direnen askeri ve mülki ekibin deyim yerinde ise canhıraş
mücadelesi mezkûr konuyu rafa kaldırmış, inkıtaa uğratmış idi çok şükür… Evet,
Almanya Burjuvazisi de erketeye yatmış, ehven şartları bekliyordu bir tarafı
ile Hitler ordusunu hazırlar iken… Rekabete hazırlanan Almanya Burjuvazisi
Versay antlaşmasından doğan kısıtlamaları aşabilmek için ülke toprakları
dışında hatta şaşırtıcı bile olabilir Sovyetler Birliği içinde bile “ordu ve
mekanizasyonları” için hazırlık ve yatırımlar yapıyordu… Hemen 1. Paylaşımın
arkasından adeta intikam almaya yönelik 2. Paylaşım savaşına hazırlık babından…</span></div></span><p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Tüm
bunları uzun uzun yazmak kabil şüphesiz çünkü konu ve ardındaki yaşananlar o
kadar sarih ve aleni ve basit ki, sadece “anlamak istemeyenler ve anlamaya
direnenler” göremez… Oysaki öğretimi ilkokul, zekâsı vasat, gözü az gören,
kulağı az işiten, herkesin kolayca bilebileceği üzere durum net… O günün
Almanya’sından kısa bir özet yapalım… Bilindiği üzere <b>“führer rejimine”</b> geçiş için irade ve niyet gerek şart olup, yeter
şart değildir. Tüm diğer objektif şartların da olması şarttır. Yönetenlerin
yönetememesi ve yönetilenlerin hoşnut olmaması temel ilkesi; ekonomik, siyasal
ve sosyal çalkantıların vukuatı adiyeden sayılması gibi göstergelerin tavan
yapması şarttır. Cumhuriyetin ilanını müteakip ilk 2 yıl balım, cicim geçer
lakin bilahare başta savaşın ağır tazminat ödemeleri, inanılmaz işsizlik,
pahalılık, rüşvet, irtikâp, kayırmacılık, adaletsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk
ve inanılmaz bütçe açıkları ve üstüne de keyfi yönetim hepsinin yanında da dış
politika kaynaklı inanılmaz problemler çözülemez safhaya varmıştır. Siyasal ve
sosyal çalkantıların bir iç savaş tehlikesi oluşturması da işin tuzu biberi
olur… Bu atmosfer, yani diğer tabir ile “ezilen sınıfların, egemen sınıfları
istememesi”, ve dahi “egemen sınıfların eski ilişkiler ile yaşayamaması”
durumu, tam tamına Lenin’in devrimci durum tarifine uygundur mülahazası ile
komünist gruplar “emekçilerin devrim yapmaya hazır olması” şartına bakmaksızın
ayaklanmaya hazırlanır iken, diğer kanatta ise NSDPA’yı önüne katarak nazi
gençlik örgütü SA’lar vasıtası ile Thule Cemiyeti üzerinden muktedirler “führer
rejimini” tesis için her şeyi yaparlar… Ve ne yazık ki, her türlü hile, hurda,
entrika ve yalan, dolan propagandalar ve dahi yakıp, yıkma ve saldırılar ile
“Führer rejimi” gerçekleşir.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Nazilerin
fikir babası olarak kabul edilen, bir Yahudi düşmanı, beyaz ırk üstünlüğünün
savunucusu, iş insanı, siyaset adamı, casus ve aynı zamanda Canım Yurdumdaki
muadilleri vasıtasıyla Türkiye vatandaşlığı da olan bir Alman olarak bilinen ve
asıl adı başka bir şey olmakla birlikte <b>Rudolf
von Sebottendorf </b>adını kullanan bir muhterem bu işlerin başrol oyuncusu
olarak muktedirler tarafından tayin olunmuştur… Bu muhteremin 1934 yılında İstanbul’a gelmiş, 1945 yılında ölünceye kadar burada yaşadığını söylersek, belki durum
bazıları açısından daha net anlaşılır. Nazilerin politik olarak rahle-i
tedrisattan geçtikleri, gizli Thule Cemiyeti’nin de kurucusu da olan bu
muhterem bir dönem de Amerika, Finlandiya, İsveç, Norveç, Hollanda, Danimarka, Belçika,
Avusturya ve İngiltere’de ırkçılığın enternasyonal örgütlemesine dair yoğun
çabalar sarf eder. Hitler’in de kılavuzu hatta yaratıcısı sayılacak, Rudolf von
Sebottendorf bakın neler diyor daha 1929 yılında; “</span><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Kadim
çağlar bir sır perdesiyle örtülü fakat bildiğimiz bir şey var ki o da İnsanlık
medeniyetinin Kutsal İmparatorluk ile yeniden doğmuş olmasıdır. Ben de Kutsal
İmparatorluğun bugünkü tecellisi olan Reich’ın bir vatandaşıyım<b>. Kutsal Alman ulusu,</b> Kutsal
İmparatorluğun kutsal baltasıdır ve Kutsal İmparatorluğun kutsal Kartalı Alman
ulusunun bizzat kendisidir. Bu Almanlar ve diğer tüm Cermanikler için bir
onurdur. <b>Soysuz alçaklar bunu idrak
edemezler</b>. Ancak soysuzlar kölelik yapar. Bilakis kutsal Alman halkı ve tüm
soylu Cermenikler, sadakat, çalışkanlık ve ihtişam dolu ruhlarıyla Kutsal
İmparatorluk Reich'ın amansız bağlısıdır. Sonsuza kadar.<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Yaklaşan
bir savaş ve sonrasında yeni bir nizam</span></i></b><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">
artık açıkça görülmekte. Medeniyet yapıcıların medeniyet yıkıcılarla hâlihazırda
verdiği mücadele, çok gayret ve çok çalışma ister, epey ağır bir yüktür. Dün
birbirimizi tanımadığımız ve daha sonra tanımak istemediğimiz ve savaşmaya
mecbur bırakıldığımız bizler, bugün artık birbirimizi tanıyoruz. Düşmanımız
aynı ve bir o kadar kadim. Eğer İngiltere, Fransa, Rusya ve hatta bize
İngilizlerin kapılarını kapatmak istedikleri Birleşik Devletler'in idarecileri
gafil halklarını bizim dünya için tehdit olduğumuza ve yok edilmemiz
gerektiğine ikna ettiyse artık bugünden itibaren savaştan başka tüm kapıların
kapandığını ve tam bir istişare ve ittifak içinde olmamız gerektiğini anlamamız
gerekecektir. Ve inanıyorum ki, İtalya ve Reich, Türkiye'yi ve Japonya'yı da
yanına alarak düşmanlarına karşı muazzam bir Mihver oluşturacaktır</span></i><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">.” (dönemin birkaç dergisinden
wikipedia’da özetlenen hali ile)</span></i></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">1937
yılında bir dergiye verdiği röportajdan bir alıntı ile sona gelelim; “</span><i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Adolf'u ben seçtim. NSDAP’nin her mensubu
artık birer kahraman olmaya hazır. Bana soylu biri değil, Alman ulusunu hedefim
doğrultusunda ilerletecek bir lider lazımdı. Bana korkak ve çekingen aristokrat
oğlanları ve kızları değil, vatansever ve aydın çocuklar lazımdı. Onları ben
seçtim, dostlarıma talimat verdim ve bugün emin adımlarla hedefe ilerliyoruz.
Almanya kaybetmeyecek. Yenilse bile kaybetmeyecek. Bizim ikinci bir sığınağımız
var. Cephede hayal kırıklığı yaşarsak orada yolumuza devam edeceğiz. Almanya
kaybetmeyecek. Her şeyi hazırladım. Almanya kaybetmeyecek</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">.”</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
hayaller, propagandalar ve palavralar sınırsız… Bu kabil insanların peşinden
gidenler, sonradan haberimiz yoktu, bilmiyorduk, duymamıştık vs gibi sadece
durumdan sıyrılmak adına savunmalar yaptılar. Ama gerçekler maalesef hiç de
öyle değil… Peki, bu yaşananlardan ders alındı mı? Nerdeeeee…<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> </span></b></p><p>
<br /></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-10789689431272786122024-01-11T09:15:00.000-08:002024-01-14T11:27:42.147-08:00VELİ USTA ve ÇEŞME MEYDAN SAATİ<p style="text-align: justify;"><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjsmYbNTW43uAkuE78dFt84VrPTRjcaTvbuZZwx6G5Em92ptFULgyqL7eTNk6GRrj6oCeR99Ha5c4PzhBs2f5qC7g_FMHe98F-OJe02WHdqImcY2E0bUTNnxklJUvT-DPeVbt84EzHpM4AHnI5SQmvyWJWD09qx_dpwgAy_xsIPbwXhVxTIDNp-UQ/s960/%C3%87E%C5%9EME%20MEYDAN%20SAAT%C4%B0%20VE%20VEL%C4%B0%20USTA-22780441_1071287086341536_7228755549102019626_n.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="960" data-original-width="720" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjsmYbNTW43uAkuE78dFt84VrPTRjcaTvbuZZwx6G5Em92ptFULgyqL7eTNk6GRrj6oCeR99Ha5c4PzhBs2f5qC7g_FMHe98F-OJe02WHdqImcY2E0bUTNnxklJUvT-DPeVbt84EzHpM4AHnI5SQmvyWJWD09qx_dpwgAy_xsIPbwXhVxTIDNp-UQ/w150-h200/%C3%87E%C5%9EME%20MEYDAN%20SAAT%C4%B0%20VE%20VEL%C4%B0%20USTA-22780441_1071287086341536_7228755549102019626_n.jpg" width="150" /></a></div><span style="font-size: 14pt; text-align: justify;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">Veli
Usta (Karaman) “mübadele” ile yerinden yurdundan koparılmış, doğdukları
toprakları bir daha görememe bahtsızlığı yaşamış kuşağın temsilcilerinden
biridir. Temsilci de derken, zannedilmesin ki bahse konu insan sayısı 3 ya da
5, yaklaşık 500.000 kişinin temsiliyetinden bahsetmekteyim, hem de her biri yekdiğerini
nizamı ile. Çeşme’nin sembol isimlerinden biri olmanın yanında bir münevver, bir
batılı, bir asri çınarı ve dahi tekmilen misalidir de, Veli Usta, Girit’te
ailesinin ekonomik ve sosyal durumu mükemmeldir, tıpkı benzerleri gibi desek
diğerlerini üzmemek adına lakin en iyi durumda olanıdır ailesi… Türkiye’ye
gelince artık eski mükemmel günler geride kalır, maalesef… Veli Usta Türkçe
konuşmakta da her muhacir kadar sıkıntı yaşar lakin ne zaman ki Rumlar ile bir
iletişim söz konusu ise adeta tek tercüman olarak hemen ilk akla gelen kişidir.
Halen oğlu Hüsnü Karaman’ın saat ve gözlük satış ve tamir işleri yaptığı
yerdeki dükkâna yerleşir Veli Usta, uzun yıllar orada, mesleki bilgi ve
disipline haiz vaziyette lakin yüksek esnaf ahlakı ile esnaflığa devam
etmiştir. Dönemine uygun tamir işleri ilaveleri ya da değişiklikleri hep
olmuştur, mesela TV’ler çıktı, o işin de sorumluluğunu uzun seneler
yürütmüştür.</span></div></span><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Veli
Ustanın saat tamirciliği esasen mübadele ile Türkiye’ye intikalden sonra başlar.
Girit’te kendilerine ait dükkânların hemen yakınında “Fanuraki” adlı bir Rum saat
tamircisi vardır. Veli Usta çocukluğunda ziyadesiyle ilgisini çeken bu ustayı
ve çalışmalarını sıklıkla gider dışarıdan camekândan izlermiş… Çocuklukta alaka
ile oluşan bu muhteşem sevgi, mübadele sonrası hem radikal yer değiştirmenin yarattığı
çaresizliğin yerele mütenasip çaresi, hem de medarı maişet arayışının kesiştiği
noktada saatçiliğe dönüşür, esasen tamir bakım işleri sadece saat ile sınırlı
da değildir, her türlü alet edavat tamiri de söz konusudur zaten saat kullanımı
da yaygın olmaması sebebiyle tabiidir böyle olması… Hatta bir ara nedense
Belediye dükkân sahiplerine tabela asma mecburiyeti getirince tabelayı yazacak
muhteremin ne yazayım sorusu üzerine <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“saat
vesaire tamiratı”</b> yazdırmıştır, eee her şeyin tamir edildiği yerin tabelası
da böyle olur kabilinden… İşte bu ahvalde Çeşme Meydan Saatinin bakım, işletme
ve kalibrasyon işi ile de ilk akla gelen kişidir.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><br /></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDYPErJ15Wt1MB52RggmwBWw8AVNG3ZcdBgkDOX78IPVoZy-wG2-fgL1RpRKbQl1wdbnPIBr5gd40yZ2MYf78yjpisfMYjJIA-XugO_g14SilyOQ3hM57B-e0MIgfc1t-Z77bXou9rDd7XCXfLLqx-tuF478pX2kzcG-s271O-c8x-y6IblyHg4Q/s960/%C3%A7e%C5%9Fme%20saat%20kulesi-10463902_437624586374459_4964740075163591255_n.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="700" data-original-width="960" height="146" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDYPErJ15Wt1MB52RggmwBWw8AVNG3ZcdBgkDOX78IPVoZy-wG2-fgL1RpRKbQl1wdbnPIBr5gd40yZ2MYf78yjpisfMYjJIA-XugO_g14SilyOQ3hM57B-e0MIgfc1t-Z77bXou9rDd7XCXfLLqx-tuF478pX2kzcG-s271O-c8x-y6IblyHg4Q/w200-h146/%C3%A7e%C5%9Fme%20saat%20kulesi-10463902_437624586374459_4964740075163591255_n.jpg" width="200" /></a></span></div><div style="text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><span style="font-size: 14pt;">Çeşme
Meydan Saati, İstanbul Çemberlitaş’ta adı soyadı <b>“Mustafa Şemi Pek”</b> olan bir imalathane sahibi
bir saatçinin imalatı olup, Çeşme’ye kesin kuruluş tarihi bilememekle birlikte
1950’lerin başı olması çok muhtemeldir, Veli Usta’nın oğlu Hüsnü Karaman’a anlattıklarından
bunu hatırlıyoruz. İmalatçı Mustafa Şemi Pek imalatı müteakip Çeşme’ye gelip saati monte
ediyor ve bilahare de gerekecek ayar, bakım ve kalibrasyon hizmetlerinin temin
ve tedariki işini Veli Ustaya devrediyor. Kuruluşu ve işletmesi Çeşme Ziraat Bankası
tarafından finanse edilen, Çeşme Meydan Saati elektrikli bir motora sahip olup
elektriklerin uzun süreli kesilmesi halinde saati kuran sarkacın bağlı olduğu
ipin ucundaki ağırlık dibe kadar iniyor ve oraya yerleştirilen zifte yapışıp
kalıyormuş. Esasen zift oraya sadece tecrit malzemesi diye konmuştur lakin
sonuçta maalesef mezkûr neticeye sebebiyet oluşturmaktadır. Hele ki saatin
gövdesi metalden imal edilmiş olmasından mütevellit sıcak altında zift hemen
yumuşar ve adeta tutkal haline dönüşür ki… Nasıl ki “guguklu saatlerdeki”
ağırlığın belli zamanlarda kurulması gerekmekte iken uzun süre kurulmaz ise sarkacı
kuran ağırlık taaa dibe kadar inmektedir ya, tam da öyle bir şey işte… İşletme
sürecinde bir imalat hatası da tespit eder Veli Usta zamanla ve imalatçıya bir
mektup yazarak durumu ve çözüm yollarını ve imalatçının mutabık olması halinde
bu hatanın kısa sürede giderilebileceğini anlatır. İmalatçının iznine mukabil
hata da giderilir. Hata ise “dört adet saat kadranı doğal olarak en üste ve
saati çalıştıracak makine ise en alta yerleştirilmiş ve makine volan görevi
gören bir mil vasıtasıyla da kadranlardaki akrep ve yelkovanı hareket ettirir
vaziyettedir”, milin ağırlığı nedeniyle zamanla dönüşe bağlı oluşan atalet
sebebiyle mil çalışamaz hale geliyor dolayısıyla da saat duruyor… Çözüm ise rulmanla
oluşturulan bir mekanizma ilavesi ile temin edilir. Rulman marifeti, dönüşün
atalet yaratmayacağı şekilde düzenlenince de artık hurdaya çıkana kadar bu
kabil bir arızaya rastlanılmaz. Esasen “meydan saatleri” basit birer düzenekten
ibaret olup meydan saati imal ve işletmesi de ilk başlarda </span><b style="font-size: 14pt; mso-bidi-font-weight: normal;">“İngiliz demirciler”</b><span style="font-size: 14pt;"> tarafından başlatılmıştır. Diğer taraftan
dişlilerin çalışma irtibatı şimdiki bisiklet zincirlerinin bir benzeri lakin
minyatürü şeklinde kurulmuştur oysaki üzerinde başka meslek erbapları çalışmış
olsa çok muhtemel ki dişlilerin birbirlerine direk irtibatları ile teçhiz
edilebilirdi. Peki, bir markası var mı idi sorusunun cevabı ise marka yok
üzerinde sadece Ziraat Bankası yazmakta idi. Burada verilen tüm teknik ve idari
bilgilerin kaynağı Veli Usta’nın küçük oğlu Hüsnü Karaman olup kendisinden
farklı zamanlarda dinlenerek not edilmiştir. Yoksa ben nereden bileceğim
bunları…</span></span></div><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><br /></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgF4YmSsgLSCFJ50AH3w-9vPZW-svUldxCyH5tWOUbQvXYTJEG2o9cdW1MkrdoYk75qQWOzhHu5AJSm-1fwaOdiYgdAS8gOdCfE6j89ObxR-POHihTC48wDFJ9GbTYLjvTG_YhOUmU-k0PMljqQLrWeiTbXlcDyVb1YcVvIjrAy61y_1tOhVAFOmQ/s2048/%C3%A7e%C5%9Fme%20saati-158178711_5169661386409314_1563346035982195047_o.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="2008" data-original-width="2048" height="196" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgF4YmSsgLSCFJ50AH3w-9vPZW-svUldxCyH5tWOUbQvXYTJEG2o9cdW1MkrdoYk75qQWOzhHu5AJSm-1fwaOdiYgdAS8gOdCfE6j89ObxR-POHihTC48wDFJ9GbTYLjvTG_YhOUmU-k0PMljqQLrWeiTbXlcDyVb1YcVvIjrAy61y_1tOhVAFOmQ/w200-h196/%C3%A7e%C5%9Fme%20saati-158178711_5169661386409314_1563346035982195047_o.jpg" width="200" /></a></span></div><div style="text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><span style="font-size: 14pt;">Nuri
Ertan Abimizin Belediye Başkanlığı döneminde realize edilen </span><b style="font-size: 14pt; mso-bidi-font-weight: normal;">“meydan düzenlemesine”</b><span style="font-size: 14pt;"> kurban edilir
Çeşme Meydan Saati, ne yazık ki… Şimdi nerededir onu da Allah bilir… Esasen
biliniyor da… Muhtemelen şehir planlamasından hiç anlamayan, kent mobilyaları,
tesisleri ve teçhizatlarından bir haber kişilerin suflesi ile de estetik
bulunmayan saat derdest edilmiştir. Oysa kim nereden bilecek, nasıl anlayacak
bu önemli bir karakter yapısıdır, Çeşme’nin merkezine yerleştirilmiş… Sana mı
kaldı be adam “estetik mi” olup olmadığı diyeceksin, o da olmuyor işte… İşte
değneksiz gezenlerin marifetleri…</span></span></div><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Veli
Ustanın bir de “top tamir hikâyesi vardır ki” tek kelime ile muhteşem… Ben hikâyeyi
tüm detayları ile biliyorum lakin benden önce “o mükemmel anlatımı ve süslemesi”
ile yine Çeşmeli büyüğümüz yazar Mehmet Culum Abimiz yazdığı için ben sadece
hatırlatma kabilinden geçeceğim. Hikâyenin tamamını okumak isteyenler de Mehmet
Culum Abimizin internetteki <a href="https://www.culum.com/docs/saatci.html">https://www.culum.com/docs/saatci.html</a>
adresine müracaat etmeliler. Problem çözmenin karşılığı, hem de çok dar ve zor
dönemlerde olmasına rağmen abuk subuk bir kanun maddesine istinaden yaşananlar…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Köylü
toplumunda saat özellikle de meydan saati bulunması ihtiyacı da nasıl bir
ihtiyaçtır hiç anlamadım gitti… Tarla da çalışıyorsun, ki tarladaki
çalışmaların dönem itibari ile de “gün doğdu gün battı” düzeninde olması
hasebiyle kimin ne işine yarardı bilemedim. Esasen saat devlet adına, kamu
adına çalışanların mesai saati düzenlemelerine ve “devlet dairelerinde” işi
olanların ilgili daireye girmeden önce meydan saatine bakarak “aaa mesai bitmiş”
ya da “aaaa halen çalışıyor olmalılar” demelerine ciddi manada yardımcı olduğu
konusunda yazılar okumuş idim… Çeşme’de bu saatten önce de bir adet <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Güneş saati”</b> bulunmaktadır. Güneş
saati de, Çeşme’nin ilk <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Hükümet Konağı”
</b>şimdilerde ise Ertürk Feribotlarının merkez yazıhanesinin bulunduğu yer ile,
ki sonradan Belediye Dükkanları diye inşa edilen sıradan bir yapıdır, Çeşme
Emniyet Müdürlüğü arasındaki alandadır. Şimdilerde Güneş saatinin kaidesi
maalesef Kervansaray karşısındaki süs havuzunun içinde fıskiye bazası olarak
yerleştirilmiş vaziyettedir. Hani tarihimize çok önem veren abilerimiz ve
siyasetçilerimiz yönetiyor ya Çeşme’mizi, biz de onları efsane diye anıyoruz ya,
Allah selamet versin…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yine
Hüsnü Karaman’dan dinlediğim enteresan bir hikâye var; genellikle köylüler Cuma
günleri Çeşme merkeze inerler, ihtiyaç olunan her türlü iş görülecek ve her
türlü malzeme temin edilecektir. Bir gün saat tamiri için gelen birkaç köylü,
saati Veli Ustaya gösterirlerken birisi saati bozuk olana seslenir; “o saati
tamir ettireceğine parmağını güneşe şu şekil tut, zamanı daha iyi anlarsın”… İşte
hayatın en basit hali…<o:p></o:p></span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-44243160939456469762024-01-05T13:09:00.000-08:002024-01-07T00:10:15.715-08:00ÇAĞDIŞI İNFAZ; İDAM<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0.0001pt; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Geçtiğimiz
günlerde, 13 Aralık 1980 tarihinde 12 Eylül’cülerin <b>“asmayalım da besleyelim mi”</b> naraları ile idamını gerçekleştirdiği
Erdal Eren’in sene-i devriyesi vardı… Darbecilerin başının bu kabil ettiği
hukuk tanımayan, “şartların oluşmasını bekledik” sözü ile de adeta bugünleri
bekliyormuşçasına sarf ettiği sözleri bir araya getirsek bir kitap olur, emin
olun… “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk” ve <b>“Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de
soldan asıyorduk.”</b> gibi rezil rüsva bir hukuk garabetinden tutun da <b>“İdamları imzalarken ellerim hiç
titremedi.”</b> benzeri bir başka hukuk garabetine… Say say bitmez, peki haydi
bu baylar <b>“derece-i zekâvet”</b> adına <b>“dûn”</b> faslından öteye apolet takamamış
diye kabul edelim, peki nasıl olurda bu ülkenin anlı şanlı profesörlerinin de
yer ve rol aldığı asırlık İstanbul Üniversitesi, hem de yine bu şimdi artık
korkaklıkları sebebiyle adlarını bile açıklamaktan çekinen mezkûr profesörleri,
mezkûr zat’a <b>“haiz olduğu ahlaki
faziletler”</b> ve dahi <b>“ilmi kıymet ve
meziyetleri”</b> için <b>“fahri
profesörlük” </b>ve <b>“hukuk doktoru”</b>
unvanı verdiler. Adlarını açıklamıyor olmalarını, çocukları ve torunları adına bir
utanç mirası bırakmak istemiyor olabilir diye açıklamak mümkün olabilir lakin
emin olun hiç de utanacak çapta ve vasıfta adam değillerdir… Ayrıca, acaba çocukları
ve torunları bu koca koca profesör baba ya da dedelerinin bu abuk kararlarını
nasıl değerlendiriyorlar, onları göğüslerini kabartarak savunabiliyorlar mı?,
bilmek isterim doğrusu… Mezkûr tarihte bu şaklabanlığa karşı çıkıp muhalefet
şerhi düşerek karşı oy kullanan, <b>Prof.
Dr. Nedime Ergenç, Prof. Dr. Sırrı Erinç ve Prof. Dr. Kemal Kurtuluş’u,</b>
hukukun üstünlüğüne, bilimsel değerlendirmelere sadık kalmalarından ve dahası
“mangal gibi yüreğe” sahip olmalarından ötürü bir kez daha saygı ile anıyorum. Hukuk
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yılmaz Altuğ’un “Okulun ihtiyaçları vardı. Kadro
lazımdı, para gerekliydi” gibi bu diplomayı rüşvet olarak verdik mealinden izah
edip kabul oyu verenleri de Kenan Evren’in mirasçılarına havale ediyorum… Artık
onlar “babamız rüşvet almazdı, vermezdi” deyip dursunlar… Aksini iddia edenler
varsa da, haydi onlar çağrı yapsınlar gerek Üniversiteye gerekse de belgeye
sahip olanların mirasçılarına, açıklayın bu elit profesörleri diye, haydi
görelim… “Bizim çocuklar” diye zamanında onlara sahip çıkan ABD bile işleri
bitince adeta kullanılmış mendil gibi kenara attı bunları… Neyse aslında
bahsetmek istediğim konu bu karanlık ilişkiler sahibi ve “ABD’nin çocukları”
olmaktan öteye gidememiş darbeci generaller değil, lakin idam ve katliam
deyince maalesef aklıma başkaları gelmiyor ve oradan da başlamak gerekiyor…<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;">İdam
cezalarının devamı ya da yeniden ihdası gibi abuk subuk tartışmaların
sürdürüldüğünü hayretle izlemekteyim. İdam cezasının korkunçluğu yanında yeni
suçların işlenmesine engel mahiyetinde bir misal da oluşturamadığı ve dahası
oluşturamayacağı da tüm dünyada ittifak ile kabul görmüş durumdadır. Birkaç
misal verip ilerleyeyim; suç diye bilinen davranışların en ağır
cezalandırıldığı ülke bilindiği üzere Suudi Arabistan’dır, bazı ülkelerde suç
bile kabul edilmeyen davranışların cezalandırılması mezkûr ülkede en hafifinden
Cuma günleri cami cemaati önünde ağır kırbaç cezaları ile cezalandırılırken,
yine bazı ülkelerde tedavi ile tecziyesi ifa edilen bazı davranışlar bu ülkede kılıç
marifeti ile baş kesilmek sureti ile cezalandırılmaktadır. Peki, suç kabul
edilen davranışlarda azalma eğilimi var mıdır? Zinhar… Olamaz da… Peki; idam
cezası ile cezalandırılan ve infazları gerçekleşen, sabık başbakan Adnan
Menderes ve arkadaşları bugün aynı muameleye tabi tutulabilirler miydi? Hiç
zannetmiyorum… </span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> </span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;">Cezanın korkunçluğu ve
şiddeti ve dahi misal kabilinden büyük kitleler önünde gerçekleştirilmesi de
caydırıcı olmaktan çok uzaktır.</span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> </span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yasa
yapıcı tarafından suç olarak adlandırılan davranışlara ceza yaptırımları da
tanımlanmaktadır. Kim yapıyor bu tanımlamaları; yasa yapıcı, peki kim bu yasa
yapıcılar, ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, kral, padişah, führer gibi tek
kişiler yanında partiler tarafından tayin edilerek oluşmuş meclisler… Peki; kim
aksini iddia edebilir ki, bu muhteremlerin, tanım ve karar oluşturma
süreçlerinde, eğitim, öğretim, sosyal statü, dini ve etnik yapıları, içinden
geldikleri örf ve adetleri, ananeleri, görenekleri, aile yapıları etkili olmaz
da yegâne şık safiyâne ve medeni hukuk nosyonları etkili olur… Binaenaleyh, suç
tanımı ve karşılık gelen cezaların bile şiddetinden toplumların beşeri durumunu
anlamak mümkündür…<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Burada;
şimdilerde ne zaman izlediğimi hatırlamadığım BBC’den bir haberden bahsederek
bir geçiş yapmak istiyorum… Yer İngiltere, yaşlı lakin hatırlı bir kadının
“kedisinin kayıp olması” ve polisi araması üzerine, polis ve itfaiye olay
yerine intikal eder, tabii ki basın da… Yaşlı kadın kedisinin çalındığı
konusunda çok emindir, hatta çalanlar konusunda bile kesin bir kararı vardır.
Gazetecinin sorduğu; “sizce kedinizi kim çalmış olabilir” sorusuna tereddütsüz <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“tabii ki Almanlar”</b>… Şimdi düşünün bu
kadının, hâkim olduğunu, savcı olduğunu, kanun yapıcı olduğunu, şahit olduğunu,
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“yandı gülüm keten helva”</b> tarzında
bir sonuç…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
esasen ceza, suç işleyene mukabil bir yaptırımdır lakin söz konusu “idam
cezası” ise, cezalandırmanın en ağır biçimi olup sonuçlarının düzeltilme imkânı
olmayan ve asla ve kat’a telafisi de bulunmamaktadır.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Ölüm
cezasının, vicdanen adaleti ve bu adalete olan güveni tesis ve temin ettiğini, dolayısıyla
da en caydırıcı ceza olduğu, bu cezanın misal olması babından oluşturduğu korku
ve dehşete ihtiyaç olduğu esasen de tanrısal bir ceza sayılması gerektiği
maalesef ki dünyanın her yerinde muktedirler tarafından hep savunuldu.
Şimdilerde sevinerek görüyoruz ki; idam cezasının temel yaşam hakkının ihlali
olarak ve artarak kabul gördüğü, insan onuru ile bağdaşan ceza olmadığı ve
dahası da beklenen caydırıcılık etkisini asla ve kat’a yapmadığı, yapamadığı yeterince
örnekle ispat edilmektedir. Bu konuda kanıt mı görmek istiyorsunuz, buyurun,
ABD’deki suç oranlarına karşılaştırmalı bir bakın, artış var mı yok mu görün,
idam cezasının olmadığı ülkelerdeki suç artış oranları ile kıyaslayın, meramım
ve muradım daha da netleşecektir.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Aslında
bu giriş ile “izleme listemde” olan lakin uzunca bir süredir izleyememiş
olduğum bir filmden bahsedecektim, ama giriş maalesef uzun kaçtı, film konusu
ve üzerine düşündüklerimi bir sonraki yazıma bırakıyorum. Film; dünya
sinemasının önemli yönetmen ve yapımcılarından olan Alan Parker’a ait, “The
life of David Gale”… David Gale ölüm cezası karşıtlarının en önemli
isimlerinden birisidir ve idam cezasının kaldırılması için büyük çaba sarf
etmektedir. Kendisi gibi idama karşı çıkan Constance Harraway adında bir kadın
tecavüze uğrar ve vahşice öldürülür. Lakin filmin ilerleyen bölümünde ortaya
çıkacağı üzere yaşanan bu trajik olayın sorumluluğu, esasen fail olmamakla
birlikte kurgu gereği suçlu imiş gibi gösterilen David Gale’nin üzerinde kalmış
olmasıdır. İdam cezasına çarptırılır, film daha da ilginç bir hal alır. İdam
karşıtı bir organizasyon ve gösterilerin kahramanları olan ikiliden birinin
ölmesi ve diğerinin onun cinayetiyle suçlanması ve idam cezası alması oldukça
enteresan ve gerilim yaratan bir hikâye. Hikâyenin diğer bir enteresan tarafı ise
David’in idamına üç gün kala kendi seçtiği Bitsey Bloom adlı bir gazeteciyle
röportaj yapmak istemesi ve de yapması… Esasen, tüm tanıkların, delillerin ve
kararın nasıl uydurma ve önyargılarla ve dahi talimatlarla, olayın nasıl
gerçekleştiğine bakılmaksızın alındığının ve bu zırvalıkların bir idama sebep
olduğunun hikâyesidir… Gerçek bir olayı mı? Hayali birini mi? sorgulaması
ötesinde izlenince, vay halimize hem de vay vay ki vay…<o:p></o:p></span></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-33308102580232627672023-12-30T09:50:00.000-08:002023-12-30T21:50:00.271-08:00PANATHINAIOKOS, REAL MADRID, ANKARAGÜCÜ<p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Düne
kadar “bir gece ansızın gelebiliriz” terennümleri ile karşılıklı zaman zaman
gard alarak, zaman zaman ise de aport vaziyetiyle mesafeli durduğumuz
Yunanistan ile Cumhurbaşkanının ziyareti sonrası birden görüntüde her şey
değişti. Umarım ki bu görüntüde kalmaz, hayatın her alanında karşılıklı dostane
ve samimi ilişkilere evrilir çünkü artık dünyamızda gelinen nokta itibariyle acilen
yumuşamaya ve barışa ihtiyaç vardır. Şimdilik sözde de olsa vize konusunda
kolaylıklar konuşulur iken birden futbol dünyasını da meşgul eden bir gelişme
oldu, Fatih Terim Yunanistan’ın Panathinaiokos takımının teknik direktörü
oluverdi. Gerçi sportif alanda oyuncu ve antrenör transferleri ilk defa olmuyor
lakin bu defa “ağır top” Fatih Terim olunca, kamuoyunda fazlaca meşguliyet
yarattı… Gerçi basketbol koçu olarak Engin Ataman halen Panathinaiokos takımının
“başantrenörüdür” lakin sadece ilgililer bilir bunu… Bu yaratılan kamuoyu köpürmesine
mütenasip bir şeyler de ben yazayım dedim, bakın neler hatırladım neler… Bu
takımların ve benzerlerinin siyaset ile yakın ilişkileri, futbolun siyaseti,
siyasetin futbolu derin kullanmasına yönelik inanılmaz bilgiler bulunmaktadır.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Kolayca
bilinebileceği üzere, demokrasi katilleri, siyaset heveslisi darbeci generaller
ya da politikacılar bir tarafı ile toplumda adlarına ve namlarına köpürtülecek
bir sempatiye, diğer tarafı ile de beşeri mühendislik adına toplumsal desteğe ve
dahası da oyuncak sahibi olmadan büyümüş çocuk kompleksi içinde büyük kitleleri
sürükleyen futbol faaliyetleri içinde olmaya itina göstermişler ve dahası da hep
içinde olmuşlardır… Futbol, tüm darbecilerin ve politikacıların, her daim
sarıldıkları, yaslandıkları ve dahası da ihtiyaç duydukları dış destek temini ve
sempatisi üzerinden toplum nezdinde aleniyet ve meşruiyet aparatı olmuştur…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
bu girişten sonra, gelelim kamuoyunu yakından meşgul eden Panathinaiokos
takımının geçmişine kısa bir göz atmaya… Kulüp geçen yüzyılın başında “bir
atlet” tarafından kurulur, mezkûr muhterem aynı zamanda takımın ilk kalecisidir
de… Takım yerel de bir takım başarılar sağlar lakin hiçbir başarı 1967’de
darbecilerin takıma sahip çıkarak desteklemeye başladıkları dönem kadar olamaz…
Kollar sıvanır takımın başına döneminin hem çok meşhur futbolcusu akabinde de
çok önemli teknik direktörü olan Macaristan futbolunun yıldızı <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Ferenc Puskás</b> getirilir… Behemehâl ülkenin
en etkili futbolcuları takımda toplanma talimatına uyar hiza alırlar dahası
politik destek sınırsız ve sorumsuz alenen verilir rakiplere ise de çelme,
tekme yeterince ve layığınca atılır… Bu konsantre ilişki ve çalışma neticesinde
1969, 1970, 1972 yıllarında takım yerel ligde şampiyon olur, en büyük yurt dışı
başarısı ise 1970 yılında o zamanki adı Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında
final oynamak oluyor… Teknik direktör <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Ferenc
Puskás</b>, bir başka darbecilerin takımı olarak her daim ilk sıralarda yer
alan Real Madrid’in efsanevi futbolcusu lakin aynı zamanda Macaristan Ordusunun
emekli bir “albayıdır”… Yani takımın başında gölge “albaylar cuntası”, fiilen
de emekli bir albay, tam manası ile bir albaylar dayanışması… Bu teknik ve
siyasi kadro destekleri neticesinde Panathinaikos Avrupa Şampiyon Kulüpler
kupasına katılıyor. Finale gelene kadar, hangi albayın ne kadar etkisi oldu
bilinmemekle birlikte dedikodunun haddi hududu yoktur… O kadar ki, Avrupa
şampiyon Kulüpler Kupası finali oynadıkları Hollanda’nın Ajax takımı lehine
albaylar cuntası temsilcilerince yapılan hiçbir fedakârlığa rakip takım yüz
vermez, dolayısıyla maç kaybedilir… Avrupa'da hemen hemen hiçbir deneyimi
olmayan bir takım, Avrupa devlerini birer birer deviriyor, finale geliyor, hem
de Avrupa’daki ilk yılında… Lakin dedikodunun sonu gelmiyor…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">1974
Kıbrıs savaşı sonrası Yunanistan’daki “albaylar cuntası” derhal çekilir,
Panathiaikos yeniden öksüz kalır, taaa 1979 yılına kadar o dönem dünyaca ünlü
armatörler konsorsiyumu kulübü satın alır, yeniden yükselme şansı doğar. Diğer
Yunanistan takımları tıpkı komşu ülkelerde de benzeri olduğu şekilde yönetim ve
mali krizler içinde kıvranırken onlar yeniden sağlanan bu sınırsız mali destek
ile atılım yaparlar. Aynı dönemde, sporun çeşitli branşlarında çalışmaların
yürütüldüğü bir akademi açılır, kürekten tenise, basketten, atletizme kadar,
her dalda yetiştirilmek üzere, çocuklar bu akademinin öğrencileri olurlar… Para
ve görece istikrar dünya çapındaki futbolcularında takıma katılımını beraberinde
getirir. O futbolcular da şampiyonlukları… Hem Yunanistan’da yerel ligde, hem
Avrupa’da çok iddialı bir takımdır artık…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Peki;
Yunanistan’da durum budur da diğer ülkelerde durum nasıldır? Farklı mıdır? Zinhar…
İspanya’da Diktatör General Franko’nun sınırsız ve sorumsuz desteği ezelden
beri Kral’ın takımı diye bilinen Real Madrid’ten yanadır. Hitler’in
desteklediği Schalke 04 ise 1933-1942 yıllarında üst üste 7 defa şampiyon
olmuştur. Portekiz’de ise diktatör Salazar tarafından benzer durum Benfica
kulübü lehine yaratılmış ve yürütülmüştür. İtalya’da faşist Mussolini’nin
takımı ise Lazio’dur. Romanya’da ise Çavuşesku’nun takımı Steaua Bükreş’tir. Mısır’da
ise Kral Faruk’un takımı Zamalek’tir. Say say bitmez, duralım artık, bilmediğimden
değil lakin artık listeyi uzatmanın manasızlığıdır sebep. Bu gözler neler gördü
neler, kulaklar neler duydu neler, yaz yaz bitmez… Lakin dünyanın en sevilen
sportif faaliyetinin bu kabil kullanılması insanın içini acıtıyor açıkçası…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bizim
yerli ve milli diktatörümüz Ahmet Kenan Evren’in sınırsız ve sorumsuz
desteklediği takım ise Ankaragücü’dür ve bu yüzden diktatörümüz buyuruyor “başkentten
de bir takım 1. ligde olmalıdır”. Nokta, hatta üç nokta… Görev tarifi, bakanlık,
beden terbiyesi genel müdürlüğü, futbol federasyonu, hakemler, kulüpler ve
seyirciler nezdinde layığı ile yapılmıştır. İlk maç Ankara’da oynanır ve maçı
Ankaragücü 2-1 kazanır, 2. maç Bolu’da oynanır, her şey Ahmet Kenan Beyin
istediği gibi gitmekte, maç 0-0 devam etmektedir, o zamanki avantaj kurallarına
göre eğer Boluspor maçı en az 1-0 kazanırsa kupa Boluspor’un olacaktır, derken
maçın sonlarına doğru hiç beklenmeyen olur, ligin ender Ermeni futbolcularından
Minas kaleciden uzun degaj ile gelen topu bekletmeden yaklaşık 35 mt. den bir füze
gibi ağlara gönderir… Hakem Sadık Deda golü verir… Kupa artık Boluspor tarafına
yönelir… Çizgi hakemi donmuş kalmıştır, orta çizgiye hareketlenmez ve dahi
ısrarla Sadık Deda’yı çağırır ve kendisine tribündeki adeta “süphaneke boncuğu”
gibi sıralanmış rütbeli askerleri göstererek kendisine iletilen “golü iptal” ricasını
iletir… Haydi, iptal etme de görelim defaactosudur bu ve başüstüne edası ile
gol iptal… Maç berabere… Kupa Ankaragücü’ne… Çıkarılan yasa gereği de
Ankaragücü o zaman ki adı 1. Lig olan Türkiye Süper Ligine… Onlar ermiş
muradına biz çıkalım kerevetine…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Nedir
bu anlatılanlar, ezelden beri, hem de tekmili birden tecelliyatımız… </span><o:p></o:p></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-32436297802220426662023-12-22T23:24:00.000-08:002023-12-22T23:25:53.084-08:00İSRAİL ERKETELİĞİ<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFWjBgNaNzY9ETNUYrBe0DOYEJLQIiM7YajM-ULdxeLmlu64736Kr1XDFPZtF7T30X_SP_Fb-omQnIsNibag105SUd4gpFghYCx9t4YIrDh_9CwkDaUp5ldej4RrTpRGdE8ktohIMlrGDGHsuv6Spic4Zi-nmG9ap3Zp1FGTjO_SLpyneEe5aQaw/s1000/israil%20arap%20bahar%C4%B1%20karde%C5%9Fli%C4%9Fi.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="667" data-original-width="1000" height="133" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFWjBgNaNzY9ETNUYrBe0DOYEJLQIiM7YajM-ULdxeLmlu64736Kr1XDFPZtF7T30X_SP_Fb-omQnIsNibag105SUd4gpFghYCx9t4YIrDh_9CwkDaUp5ldej4RrTpRGdE8ktohIMlrGDGHsuv6Spic4Zi-nmG9ap3Zp1FGTjO_SLpyneEe5aQaw/w200-h133/israil%20arap%20bahar%C4%B1%20karde%C5%9Fli%C4%9Fi.jpg" width="200" /></a></div><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 14.0pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">Dünyada neden yaygın bir biçimde “Yahudi” yardakçılığı, erketeliği, çanakçılığı
yapılmaktadır, bunu anlamak kolay olup, “aç gözünü, uyandır canını” atasözü
mucibince yeterince can uyandırılır, göz açılır ise en ince detaylar bile
kavranabilir. Şüphesiz sadece farklı bir din tercihleri nedeni ile Rusya’dan
tutun, İspanya’ya kadar farklı tarihlerde, sözde farklı gerekçeler ile pogrom
yaşamış bir mensubiyete sahipler, bunları hep biliyoruz. Asurlularca başlayan, Babil
sürgünü ile devam eden, Mısır’dan sürgün edilmeleri ile ayyuka çıkan, Moğolların
Kiev’i işgali ile Rus Hinterlandında başlayan pogrom ve devamı sürgün, İspanya’dan
Osmanlı’ya büyük sürgün, Türkiye Cumhuriyetinde 1934 yılında yaşanan ve tarihe
“Tekirdağ olayları” diye geçen diğer bir sürgün, nihayetinde Nazi Almanya’sının
“soykırıma” dönüştürmesi haklı olarak tüm dünyada “masumdan yana durma” tavrı
gereği hoşgörüde bir zirve oluşturdu… Bu duygusal “masumdan yana olma” tavrı
bir türlü masumun yanında bulunup, birlikte direnme haline evrilemiyor, dün
Yahudiler lehine yapılamayan bugün Filistinliler lehine maalesef hiç
yapılamıyor… Bakıyorum dünyanın her yerinde büyük kitlelerin desteklediği ve katıldığı
birçok dayanışma ve telin gösterileri yapılıyor, lakin onların seçtiklerinin umurunda
bile değil, İsrail insanları çoluk, çocuk, yaşlı, genç demeden katlediyor, şehirleri
bombalar ile adeta yok ediyor, bu sahte gözyaşı dökenlerin kılı kıpırdamıyor…
Resmi kınama demeçleri dışında, o da göstermelik olmak kaydıyla, hiçbir şey
yapılmıyor… Kaskat ve kümülatif yaptırımlar, blokajlar, hatta gizli de olsa
savaş ilanları sadece “ilahi ve nihai düşman Rusya’ya”… Sıra İsrail’e gelince “seni
kınıyorum” gibi sulandırılmış, mesajlardan öteye geçilemiyor… Sıra Irak’a gelince
hop atlayan, hop zıplayan “Birleşmiş Milletler Örgütü” sıra İsrail’e gelince
zannedersiniz ki saklambaç oynuyor… Irak’a karşı Birleşmiş Ordu toplayan “Birleşmiş
Milletler Örgütü” sıra İsrail’e gelince ilaç bile toplamaktan aciz… Birleşmiş
Milletler değil de sanki Birleşmiş Haçlı Milletleri gibi… Peki; bu haçlı
kuvvetleri karşısında Müslüman ülkelerin İsrail’e karşı geliştirdikleri
tavırlar samimi mi? Zinhar… Uzun yıllardır izlediğim tek gerçek var o da bir
avuç devrimci dışında kimsenin samimi davranış içinde olmadığıdır, merak
edenler en azından Türkiyeli devrimcilerin hangi dönemde ve kimlerin
önderliğinde ve dahi kimlerin fiilen mezkûr direniş ve intifadaya katıldığını
açık kaynaklardan kolayca öğrenir… Öyle direnişleri ve savaşları TV
dizilerinden seyreder iken kılıç kalkan adına tencere tava kuşanmakla bu işlerin
olamayacağını da belki öğrenirler… Diğer taraftan bu samimi dayanışmayı
gösterenleri samimi bir karşılama ile selamlayabildi mi Filistin halkı, benim
görebildiğim kadarı ile samimiyetsizleri daha çok tercih ettiler…
Samimiyetsizleri halen de tercihe devam ediyorlar… Yahu hiç mi, Hamas ile
ilgili çıkan haberleri, söylentileri ve iddiaları görmezler, görmüyorlar,
maalesef… Yarın bu samimiyetsizler olacaklar mı? Zannetmiyorum… Lakin
kendilerinin de samimiyet göstermeleri şartı ile her şey çok güzel olacak… Samimiyetsiz
diyorum ya, konu şu özetle; “Önce FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) içindeki
gerçek bağımsızlıktan yana olanlar başta da George Habaş’ın lideri olduğu
FHKC’si yok Marksistir,</span><span style="font-size: 14pt;"> </span><span style="font-size: 14pt;">yok
devrimcidir,</span><span style="font-size: 14pt;"> </span><span style="font-size: 14pt;">yok Hıristiyandır
numaraları ile önce Suriye karşıdır numarası ve propagandası ile
etkisizleştirildi, dışlandı, tasfiye edildi vs. vs… Peki; buna kim izin verdi
ya da daha doğru ifade ile kim yol verdi, maalesef Yaser Arafat… Hem de
usulsüzlüğe ve haksızlığa elimizde bulunan güç marifeti ile yol verirsek gün
gelince bize de bu tatbik edilebilirin zımnen yolunu yapıyoruz demektir diye
büyük itiraz koparanlara rağmen bir türlü durmadılar… Tasfiye edilenin tasfiye
edileceği gerçeğine kulak tıkayanlar başta da Yaser Arafat olmak üzere herkes
zamanla tasfiye edildi… Bu tasfiyenin mimarı, yok Oslo görüşmelerinde çok taviz
verdi hatta gereksiz yere Filistin menfaatlerine sırt döndü diyerek FKÖ merkez
yürütme kurullarını suçlayarak ortalıkta dolaşan Mahmut Abbas’tır… Şimdi sıra
kendisine geldi, maalesef… Mahmut Abbas’ın ortalıkta görünmüyor olmasının başka
nasıl bir izahı vardır… Artık, “Exeter Üniversitesi” mezunlarının yönetmesine
yeter denilmesi en tutarlı ve kaçınılmaz yol olacaktır. Peki; olur mu, yakın
gelecekte maalesef…</span></div></span><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><span style="font-size: 14pt; text-align: left;">Evet, İsrailoğullarının maruz kaldığı baskılar, sürgünler, </span><span style="font-size: 14pt; text-align: left;"> </span><span style="font-size: 14pt; text-align: left;">kendi halkları ve taraftarları üzerinde de
ciddi ve kalıcı tesirler yarattığı da aşikârdır. Bu tesirler ile çelikleşen
İsrailoğulları dünya finans çevrelerinin de sınırsız ve sorumsuz destekleri ve
dahi misyon tayin ve tevdileri ile Ortadoğu’ya avdetlerinin “günah-sürgün-dönüş”
ilahi üçlemesi itikat ve imanı ile teolojik bir izahını yaparlarsa da, çok da
itimat edilir bir tarafı yoktur bu izahın… Dönem, destekçilerin tanım ve konumu
ve enerji kaynaklarının coğrafi konumu göz önüne alınınca ne menem bir
jandarmalık ya da başka bir deyişle “karadaki uçak gemisi” rolü alındığı daha
net anlaşılacaktır. Bunu hemen herkes böyle biliyor mu? Kocaman bir evet… Peki,
biliyor olmalarına rağmen neden konunun etrafında dans edip duruluyor… O da çok
sarihtir de anlamak isteyene… Yoksa her daim dini değerler ve söylemler
üzerinden açıklamalara devam edilecektir…</span> </span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Dünya,
artık “vaad edilmiş topraklara” dönüşün en hızlı, en fanatik hatırlatmalarını,
savunmalarını ve hücumlarını 19. Yüzyılın 2. yarısında ziyadesiyle yaşamaya
başlamasına şahitlik etti. Asıl trend ise 2. Emperyalist paylaşım savaşı
ertesinde yaşandı… Yüzyılın başından itibaren başta emperyal güçlerin motoru
İngiltere ve bilahare de ABD öncülüğünde bir sempati, koruma ve kollama ve bu
uğurda her türlü fırıldağı bile meşru ve makul gören politikalar parlatıldı… Ve
parlatılmaya da devam ediliyor…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Ahmet
Arif ustanın; “nerede bir can ölse oralı olur yüreğim. Olmalı zaten olmasa
insan olmaz yüreğim” dizesi ile duygularımızı beyan ederken, Filistin konusunda
en samimilerden biri kabul edilen Hıdır Aslan’ın bir şiiri ile nokta...</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">ZAFERİ
KOVALAYAN FİLİSTİN<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Çığlıkların<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Ve
haykırışın<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Gürlüyor
kulağında<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; margin-left: 106.2pt; margin-right: 0cm; margin-top: 0cm; margin: 0cm 0cm 0cm 106.2pt; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Dünyanın<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; margin-left: 106.2pt; margin-right: 0cm; margin-top: 0cm; margin: 0cm 0cm 0cm 106.2pt; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bu
kara bir gökyüzünün<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">İlk
ölüm yağdırışı değil<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Senin
durduğun semalara<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; margin-left: 106.2pt; margin-right: 0cm; margin-top: 0cm; margin: 0cm 0cm 0cm 106.2pt; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Filistin’lim<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; margin-left: 106.2pt; margin-right: 0cm; margin-top: 0cm; margin: 0cm 0cm 0cm 106.2pt; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Düşenlerin<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Gül
oldu ekildi toprağa<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">İşlendi
mavzere<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Acıların<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Rüzgâra
girmiş<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Savrulup
dağılıyor<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">“Zafere
Kadar Devrim” nağralarında<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yeşerip
yitenleri<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yitip
yeşerenleriyle<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bir
halksın sen<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Zaferi
kovalayan Filistin’lim. <o:p></o:p></span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-72744766512783772772023-12-15T11:18:00.000-08:002023-12-15T22:04:32.102-08:00MİLLET HASTANESİNDEN DEVLET HASTANESİNE<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiOSnVvjkrqatoV0uElYj1XpuKdPaAFQsF07accz6qabRSme1jP5dIor2Hylh5O7QLi-zatfNJmckBxyc5JWWt4roaJTxmyjmbQIvz3kYWXp6IL61XpMW6o_aqUdQuKOz0JjDOzTtZC6uMUbuOAiXgIzaPhZ0XAZPPvFQOj9GAC7swVCGFxPtm84w/s866/t%C4%B1p%20fak%C3%BCltesi.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="650" data-original-width="866" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiOSnVvjkrqatoV0uElYj1XpuKdPaAFQsF07accz6qabRSme1jP5dIor2Hylh5O7QLi-zatfNJmckBxyc5JWWt4roaJTxmyjmbQIvz3kYWXp6IL61XpMW6o_aqUdQuKOz0JjDOzTtZC6uMUbuOAiXgIzaPhZ0XAZPPvFQOj9GAC7swVCGFxPtm84w/w200-h150/t%C4%B1p%20fak%C3%BCltesi.jpg" width="200" /></a></div><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">Sağlık; bir tarafı ile beynelmilel diğer tarafı ile de yerel düzlemde
kişisel ve toplumsal açıdan en önemli alan olup, bünyesinde hemen hemen her
sektörün bir şekilde rol aldığı bir alandır. Günün değişen ve gelişen şartlarına
bağlı sürekli bir değişim ve dönüşüm ihtiyacının varlığından söz etmek mümkün
ve gereklidir. Gerek kişi ve toplumsal beklentilerin yükselmesi gerekse de
değişen teknoloji ile bilimsel gelişmelere bağlı değişimler kaçınılmaz olup her
daim müspet ve vatandaş lehine bir değişim söz konusu olmalıdır. Bu manada
yönetim, teşkilat, hizmet sunumu ve organizasyonu, finansman ve ekonomik
zorlukların aşılması, insan ve mekân kaynaklarının ve teknolojik imkânların kalite
ve kantite açısından yeterliliğinin temin ve tedariki, sürekliliğinin tedariki ve
bu uğurda vatandaş lehine mevzuat ve politika üretme ve oluşturma konusunun ne
kadar mühim olduğunu yazmaya gerek yoktur sanırım. Yani özetle müspet
gelişim ve değişime evet lakin hak gaspı içeren her türlü değişime hayır
demenin gerekliliği aşikâr ve kaçınılmazdır. </span></div></span><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Sağlık
sektörünün en önemli mekânı hastanelerin <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Millet
Hastanesi”</b> diye adlandırılıyor olmasını ilk kez çocukluğumda Çeşme’de şimdilerde
mahalle olan Alaçatı Nahiyesindeki hastanenin kapısındaki yazan tabeladan
hatırlıyorum. Şimdilerde Aile Hekimliği olarak kullanılan o zaman ki hastane Çeşmedeki Hastanenin tahsis nedeniyle başka
kuruma geçmesi üzerine faal duruma geçmiş idi hatırladığım kadarı ile… Gerçi
okumalarımdan anladığım mezkûr hastanelerin tanımlamalarında ciddi manada bir çeşitlilik
söz konusu olmuş her daim… Memleket Hastanesi, Millet Hastanesi, Devlet
Hastanesi vb. gibi ana adlandırmalar dışında her gelen kendi mizaç ve meşrebine
münasip tayin ile bazen de Avrupa Birliği sözde müktesebatına uyumluluk adına
yapılan organizasyon değişikliklerine bağlı adlandırmalar söz konusudur ve
genelde de bu değişiklikleri anlamak adına yetişmek kolay olmuyor…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Hani
söylenildiği gibi bu diyarlar “milleti ecnebiye” tarafından hep parselasyona
uğradığından adeta Anadolu’nun ve dahi Ortadoğu’nun kuş uçmaz kervan geçmez
köylerinde bile pıtrak gibi okullar ve hastaneler açıp adlarına “Milleti
Fransiye”, “Milleti Ermeniye” ya da “Milleti Museviye” benzeri adlarla
donatılan hastanelere mukabil Osmanlıda <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Gureba
Hastaneleri”</b> adı ile hastaneler açmıştır… Hastanelere Cumhuriyet ile
birlikte <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Memleket Hastanesi”</b> adı
verilmek suretiyle birlik ve dahi kapsayıcılık hedeflenmiş gibi görülür iken,
bilahare de “hâkimiyet milletindir” umdesi mucibince bir hayat tutturulunca da <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Millet Hastanesi”</b> öne çıkmış
görünmekte, “kadir ve kerim devlet” ihtiyacının öne çıkmasına binaen ise <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Devlet Hastanesine”</b> evrilmiştir
tanımlamalar… Benim şahsi değerlendirmem bu işlerin basit tercihler olmanın
ötesinde olduğuna yönelik olup gerçekler ise <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“siretin surete aksidir”</b>, esas mevzu da budur… Evet, ziyadesiyle
basit gibi görünen bu adlandırmalar bile devletin ve direksiyondaki
muktedirlerin alttan aldıkları onay ile alttakilere bakış mucibince tanzim
edilecek münasebetlerin rengini, tonunu ve şiddetini tayin etmektedir bence…
Yoksa nasıl gelinebilirdi tanımlamalarda “malulden” “müşteriye”… Müşteri
tarifine “trene bakar gibi bakanların” tren karşısındaki canlı olma muamelesi
göreceği kaçınılmazdır, demiş feylesof…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bir
de “sosyal güvenceniz var mı” diye sorulmaz mı, insanın aklını kaçırası geliyor…
Ne demek sosyal güvencen var mı? Yoksa ne yapacaksınız varsa ne yapacaksınız,
değil mi? Ya da sosyal güvencesinin olmaması o bireyin kusuru imiş gibi
görülmesi de ayrıca bir insanlık dramı ve ayıbıdır… Çalıştığı yerde sigortasız
çalışıyor ise, sigortasız çalışmanın adeta teşvik edildiği günlerden
geçiliyorsa, çalışanın sigorta istemez o bedelin yarısını bana verin teklifinde
bulunması dahi bireyin kusuru ya da suçu olmamalı, olamaz da… Yahu bu neden
konuşulur ki bir toplumda… Aaaaa işte şimdi geliyoruz zurnanın zırt dediği
yere,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>yine yavaş yavaş “ilaç katkı payı”
ile başlayan “tedavi katkısı” ile süren sürecin asli unsuru olmamızın
mucizesine ve daha da önemlisi önce küçükten başlayan muafiyetler giderek artar
nihayetinde de bazı ilaçlar, bazı tedavi gereçleri toptan karşılanmaz hale
gelir ve biz de bunun her seçim döneminde her önüne geleni onaylayan noteri
olursak, topyekûn keteni de helvayı da hak ederiz. Özel sağlık ve emeklilik
sigortaları özendirilir ve desteklenir hale gelirse ve biz de buna alkış
tutarsak, daha nasıl bir ilave bela gelir diye beklemenin bir manası da olmaz… Bunların
hepsi toplanan ya da toplanması gereken vergilerden karşılanır iken alkış
çalınırsa kış aylarındaki ağustos böceği durumuna düşmenin kaçınılmaz olduğu aşikârdır.
Bir bakın bakalım özellikle Kuzey Avrupalı ülkelerine, devr-i komünizm’de
işsizlik sigortası, sağlık sigortası, çalışan hakları ne idi komünizmin terk
edilmesi akabinde durumlar ne, adeta sosyal devletten koşarak kaçıldı… Bütçeden sağlığa ayrılan pay her geçen yıl azaltıldı... Peki,
cahil olmadığını ileri süren bu toplumların kılı kıpırdadı mı? Zinhar… <span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bu
memleketin sağlık ve sıhhat işlerine verilen öneme ithafen Ankara’da <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Sıhhiye Meydanı”</b> bile vardır, dönem
itibariyle yeni inşa edilen Sağlık Bakanlığı Binası önünde ihdas edilen meydan
halen aynı adla anılır. Şimdi artık mezkûr binanın Sağlık Bakanlığı tarafından
terk edilip Ankara Valiliğine tahsis edildiğini üzülerek öğrendim, bilindiği
üzere ben binalarda, sokaklarda, meydanlarda isim, fonksiyon değişimlerine hele
hele de günümüz şartlarına uymuyor gibi eften püften gerekçeler öne sürerek
yapılacak değişikliklere karşıyım. Bilindiği üzere görece uzun yıllar hizmet
vermiş bir binanın hele hele de etrafı da kendisine uygun hizmetlere tahsis ve
ihdas binalar ile donatılmış ise şehrin karakter yapıları ya da binaları
olduğunu iddia ederim ve korunması hem de ne pahasına olursa olsun korunması
gerektiğine inanırım.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bana
göre hastanelerin özel sektöre devri de tam bir rezalettir sağlık
politikalarının sekteye uğratılması açısından… Doktorların özel muayenehane
açmaları ciddi ve fahiş bir saçmalıktır, öğretim üyelerine muayene için ilave
bedel ödenmesi de önüne geçilememiş bir çürümedir. Doktorlar ve doktorluk da bu
manada ciddi erozyona uğramış durumdadır… TV’lerde boy devirir iken maşallah
“bıçak parası da neymiş” hayretliği içinde konuşulur, vatandaşa hizmet
önemlidir para değil fikri öne çıkarılır da lafzi olarak, peki biz neremizden
uyduruyoruz bu yaşadıklarımızı hiç değinilmeden geçilir… Evet, maalesef önce “ekmekler
bozuldu” sonra hem doktorlar hem de hastaneler… Öyle 3 ya da 4 doktorun namusu
ile çalışıyor olması ile sistem ayakta da duramıyor maalesef… Rezalet o
boyuttadır ki, ameliyat yapacağım diye eşek yükü ile para alan hocalar ameliyat
sonrası hastayı görmek bile istemiyor, utanmasalar kapıdaki güvenlik görevlisi
marifeti ile ameliyat sonrası takip ve tedaviyi yürütecekler… Sağlık ve
sıhhatin objektif ve ahlaki ölçüsü bozulur ise maalesef sübjektif ve gayri
ahlaki ölçüler öne çıkar ve ne yazık ki mazruf yerine zarf öne geçer, sonrasını
da söylemeye hacet yoktur sanırım… Burada doktoru ve yasa koyucuyu tek başına
suçlamak yeterli değil bence topyekün sistem ve düzen meselesi daha da önemlisi
ahlakı yüksek toplum yaratabilmek meselesidir… Tıp bilindiği üzere dünyada 2
başlı yılan ile sembolize edilen bir meslektir artık biz de kötülüğün,
sinsiliğin sembolü diyerek “yılan gibi” mi diyeceğiz yoksa “su içene yılan bile
dokunmaz” diyerek tıbbın sembolü üzerinden yılana güzelleme mi yapacağız
bilemem… Lakin durum da ziyadesi ile karışık…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bu
vesile ile de bir başka kabul görmüş fikrin takipçisi olarak bir kez de ben
tekrarlamak istiyorum. <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“önleyici tıp”…</b>
Paradan, bütçeden arındırılmış tıp, ihtiyaçları karşılanmış personel, yeterli
teknik donanım ile tesis ve teçhiz hastaneler… Genel politik tercihler gibi ya
da mütenasiben sosyal, kültürel ve idari değişikliklerin dayatması neticesinde sağlık
politikaları da her geçen gün tüm dünyada olduğu üzere bizde de muktedirlerin
lehine tekemmül etmiş ve dahi etmektedir. Esasen tüm dünyada da, bizde de önce
biz <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“millet hastanelerine”</b> sahip
olabilmenin tüm gereklerini yerine getireceğiz ki muktedirler hak gaspına yönelemesinler…
Katkı paysız, sınırsız, eşit, adil, etik, kapsayıcı ve kapsamlı, önleyici,
koruyucu, tedavi edici, rehabilite edici sağlık politika ve uygulamaları bekler
iken bu servisleri düzenleyecek, gerçekleştirecek ve izleyecek tüm aktörlerinde
haklarının ve ödevlerinin mütekâmilen düzenleneceği ve yerine getirileceği bir
sistem gerekmektedir, diyerek bitirelim. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><o:p></o:p></span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-17688993575694928632023-12-07T23:17:00.000-08:002023-12-08T12:15:30.027-08:00YA TALÊEL AL-JABAL<p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjXQs6o-4SoHtqga7Zt2Lq-GVn5lenru0ckVFFguoPC383j4l8gvS0vq31TA5ALLjOft3cioz-4JmoVUobg11oQS936WTALjXsXjJO48UN57w19c8q3G7qgiTzTeB1SnoHUEayXTxtGi9nL_fFmnaPcVls7U_EYgN9sNLuDepJj1x3W8LDwPjOiOg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="300" data-original-width="450" height="133" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjXQs6o-4SoHtqga7Zt2Lq-GVn5lenru0ckVFFguoPC383j4l8gvS0vq31TA5ALLjOft3cioz-4JmoVUobg11oQS936WTALjXsXjJO48UN57w19c8q3G7qgiTzTeB1SnoHUEayXTxtGi9nL_fFmnaPcVls7U_EYgN9sNLuDepJj1x3W8LDwPjOiOg=w200-h133" width="200" /></a></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Türkçeye
<b>“Ey dağa çıkanlar”</b> olarak tercüme
edilen bir şarkı dinliyoruz sıkça ve tekrardan bugünlerde İsrail’in Filistin’de
yarattığı terör ortamına bakarak… Şarkı esasen bir direniş, bir başkaldırı
hikâyesidir Filistin topraklarında can bulan, yeşeren… Esasen Filistin’in
bizatihi kendisi bir direniştir, bir isyandır, bir başkaldırıdır… Filistin’in
kendisi bir <b>“intifadadır”… </b>Filistin ne
yazık ki taa Osmanlının son dönemlerinden bu yana huzur bulmamış ya da
bulamamış topraklar olmuş… Osmanlının “iyi günlerinde” Müslümanız rahatlığı
içinde bir şekilde geçinilmiş de, ne zaman ki Osmanlının savruk ve dağınık
ekonomisinin kapısını bankerler, kreditörler ve emperyal devletlerin
temsilcileri çalmış, ahada o günden beri bir huzursuzluk hali artan bir biçimde
bugünlere artık katliamlar biçimine dönüşmüştür… Hani denir ya Osmanlı hep
karşı çıktı Yahudilerin yerleşmesine, bunun doğru olduğunu düşünenlerin bir kez
daha bu konuyu araştırmaları gerekmektedir bence. Prof. Vahdettin Engin’in
Osmanlı arşivlerinden bulduğu yeni belgeler ile Yahudilerin yerleşimi, yerleşim
yerlerinin Kuzey Irak mı? Filistin mi? Duyun-u umumiye borçlarının yaklaşık
%80’inin Yahudiler tarafından karşılanıp karşılanmadığı gibi detayların yeniden
gün ışığına çıkarılması gereği aşikârdır gibi… Neyse buralar bir okuyucu
olmaktan öteye gidemeyen beni çok aşar, tarihçiler ve araştırmacılar ne diyorsa
odur diyelim…<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Almanya
Nazizminin Hitler marifetiyle Yahudilere uyguladığı Jenositten bu kadar
etkilenmelerine rağmen bugün kendilerinin Hitler’in ardılı gibi davranıyor
olmalarını anlamak mümkün değil… Efendim deniliyor ki, aşırı milliyetçiler,
aşırı dindarlar İsrail’in Filistin’deki katliamı planladıkları ve
gerçekleştirdikleri dillerimize de pelesenk durumdadır. Ya nasıl olur bir ülke
böylesine bir felaket senaryosu yazar ve gerçekleştirir… Nerede insansever
Yahudiler, nerede dindar olmayan İsrail vatandaşları, nerede milliyetçi olmayan
İsrail vatandaşları diye insanın sorası geliyor da, manasız… Demek ki yok ya da eser
miktarda… Demek ki dünyayı savaşseverler, insan yok etmekten keyif alanlar
yönetiyor mu diyeceğiz şimdi… İşte bu muhteremlerin, milliyetçilerin,
dincilerin, insansevmezlerin yönettiği ülkelerin durumu… Ne diyeyim ki, Allah
selamet versin gayri…<span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
Filistin direniştir, Filistin İntifadadır, diyorum ya… Osmanlıdan sonra
Filistin topraklarını işgal eden ve bilahare de güvenli bir şekilde tıpkı
selefi gibi, sanki istemezmiş dubarasıyla, hilesiyle de Yahudilere teslim eden
üzerinde güneş batmayan imparatorluğun merkezi İngiltere’dir. İngiltere’nin
yancıları, erketeleri kimlerdir, vallahi onların da tamamı bihakkın yüzde yüz
yerli ve millidirler…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bugün
Hamas yönetiyor değil mi? Bakın iddia ediyorum yarın olmayacaklar… Yerine daha
ehven ve mülayim ve dahi söz dinlerler bulunacaktır… Süreç nasıl çalıştı ve ben
bu süreci nasıl okuyorum, evet, önce FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) içindeki
gerçek bağımsızlıktan yana olanlar başta da George Habaş’ın lideri olduğu
FHKC’si yok Marksistir,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>yok devrimcidir,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>yok Hıristiyandır numaraları ile önce Suriye
karşıdır numarası ve propagandası ile etkisizleştirildi, dışlandı, tasfiye
edildi vs. vs… Peki; buna kim izin verdi ya da daha doğru ifade ile kim yol
verdi, maalesef Yaser Arafat… Hem de usulsüzlüğe ve haksızlığa elimizde bulunan
güç marifeti ile yol verirsek gün gelince bize de bu tatbik edilebilirin zımnen
yolunu yapıyoruz demektir diye büyük itiraz koparanlara rağmen bir türlü
durmadılar… Tasfiye edilenin tasfiye edileceği gerçeğine kulak tıkayanlar başta
da Yaser Arafat olmak üzere herkes zamanla tasfiye edildi… Bu tasfiyenin mimarı,
yok Oslo görüşmelerinde çok taviz verdi hatta gereksiz yere Filistin
menfaatlerine sırt döndü diyerek FKÖ merkez yürütme kurullarını suçlayarak ortalıkta
dolaşan Mahmut Abbas’tır… Şimdi sıra kendisine geldi, maalesef… Filistin devlet
başkanı olarak haberlerin bir yerlerine iliştirilmiş olmaktan öte ne rolü
görünüyor şimdilerde, kocaman bir hiç… Kimse gak guk etmesin, Filistin yerleşim
yerleri yok oldu, yok oldu hem de çok acıdır ki inşaları ile beraber… Nereden
mi tahmin ediyorum bu tasfiyelerin olacağını, merak edenler İngiltere’deki
Exeter Üniversitesi kuruluş belgesine lütfedip bakarlarsa ve ilaveten bugün
İslam dünyasında kimlerin Exeter Üniversitesi lisans, yüksek lisans ya da
doktora diplomasına sahip olduklarını tespit ederlerse, analiz kendiliğinden
ayna gibi parlamaya başlar… Evet, emperyalizm kötü de insanlar biraz da dönüp
kendilerine bakacaklar… Filistin için timsah gözyaşları dökenlerin dönüp dün
gözlerini kırpmadan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarına parmak kaldıran
seleflerinin miraslarını ret etmeleri kaçınılmazdır. Yoksa tam da burada adama<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"> “iştir kişinin ayinesi lafa bakılmaz” </b>sözünü
hatırlatırlar…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
gelelim başlıktaki konunun içeriğine, çünkü Filistin’de bu acılar çok uzun yıllardır
vardı ve korkarım ki daha çok uzun yıllar yaşanacak… Evet, İngilizler
Filistin’in koruyucu meleği rolünü alınca bir taraftan şımarık Yahudileri sırt
sıvazlayarak sahaya sürüyorlar bir taraftan da sanki önlerine geçip
engelliyormuş numarasına devam ediyorlar. Lakin sözde korudukları Filistin
halkı da mahpushanelerde çürütülüyor, kim ki Yahudi yerleşimlerine karşı
çıkıyor, direniyor, haydi kodese… Bir tarafı ile dağlardaki Filistinli
direnişçilere cesaret ve moral vermek diğer taraftan da mahpushanelere tıkılan
direnişçilerin şevk ve morallerini yükseltmek için <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“ya taleel al-jabal</b>” adında bir şarkı söylerler… Hem de yaygın
olarak kadınların söylediği bu şarkı mahpushane duvarları dibine kadar yaklaşıp
içeridekilerin duymasını sağlayana kadar söylenirmiş… <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“direniş kazanacak, gelip sizi kurtaracak”</b> sözleriyle bıkmadan
usanmadan… Önceleri İngiltere kuvvetlerini hedef alan bu şarkı işgalin
ruhsatını ele geçiren İsraillilere karşı o günden bu güne büyük acılar
yaşanarak devamlı söylenmektedir bildiğimiz kadarıyla. İddia edilen o ki,
sözlerinin işgal kuvvetleri tarafından tam anlaşılmasını engellemek için yer
yer kelime değişiklikleri de yaparak ya da hecelerde oynayarak süregelmiş bu
güzel şarkı… Filistin direnişinin şarkılarından biri olan ve bugün artık yepyeni
bir form alan bu şarkının sözlerinin bir kısmı ile bitirelim…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Ey
gecenin köründe dağa çıkanlar, ey o ateşi yakanlar<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Gecenin
arasında “Yaman yaman” gecenin köründe ey can</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Sizden
takı ya da kıyafet istemiyorum<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Gecenin
arasında "Yaman yaman" gecenin köründe ey can</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Sadece
içeride mahpus gazel hariç<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Gecenin
arasında “Yaman yaman” gecenin köründe ey can<o:p></o:p></span></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-84013269284872171432023-12-01T01:25:00.000-08:002023-12-02T01:13:57.761-08:00DIE WELLE<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi8adAV-PxB8P727c1AZEnw9mvwpm-FhJqbS2BwUxOyQHSLTjeeCc2tYLzDbk3scPn6D87PW9smyjKUGzkN2EHgy6titaerIyVJXaKsl-1l-YG8XfW6C5cH-Zc6QVQpf9jczrMz3Jh20SHGZI25oEI4DBsUwNGbJvom0eKywt1srig4AToANpPkYw/s1280/die%20welle-ucuncu-dalga-deneyi_ltnq.webp" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="620" data-original-width="1280" height="97" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi8adAV-PxB8P727c1AZEnw9mvwpm-FhJqbS2BwUxOyQHSLTjeeCc2tYLzDbk3scPn6D87PW9smyjKUGzkN2EHgy6titaerIyVJXaKsl-1l-YG8XfW6C5cH-Zc6QVQpf9jczrMz3Jh20SHGZI25oEI4DBsUwNGbJvom0eKywt1srig4AToANpPkYw/w200-h97/die%20welle-ucuncu-dalga-deneyi_ltnq.webp" width="200" /></a></div><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">Demokratik toplumların dahi otokratik, despotik ve diktatörlüklere karşı</span><b style="font-size: 14pt;"> </b><span style="font-size: 14pt;">otomatik refleksler oluşturamadığını
ve otokrasiye kısa sürede ve kolayca teslim olduğunun ispatına dayalı gerçek hayatta
gerçekleştirilmiş bir testten hareketle yapılmış</span><b style="font-size: 14pt;"> “Die Welle”</b><span style="font-size: 14pt;"> isimli bir film izledim. Hani var ya şimdilerde her
ülkede eser miktarda bulunup “yok canım bizde olmaz” deyiciler, vallahi tam da
onlara… Bunun üstüne yazarlar da yazarlar, konuşurlar da konuşurlar… Bu sosyal
testin ilk izlerini daha önce bir yazımda bahsettiğim ve insanların otorite
karşısında, kendileri fikri ve ahlaki olarak katılmasalar, ret etseler dahi itaate
yatkınlıklarının ortaya çıkarılmasını konu alan </span><b style="font-size: 14pt;">“Milgram testi”</b><span style="font-size: 14pt;"> detaylarını okurken keşfetmiştim. Milgram testi de,
çok ıstırap verici, yaralayıcı bir test olmakla birlikte vicdani değerler ile
harici etki ve motivasyonların kökleri ve şekillenişleri üstüne önemli bir
teori oluşturmuştur. Mezkûr filme de konu olan sosyal etki ve itaat etme testi
çerçevesinde alınan sonuçlara bakılınca insanın tüyleri diken diken oluyor,
emin olun…</span></div></span><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Die
Welle filminin konusunu oluşturan “sosyal test” aslında ABD’de 1967 yılında
gerçekleştirilmiş ve sonuçları bakımından tartışmalı ve korkunç diye nitelenen testler
arasında bulunmaktadır. Testin karşısında olanların en önemli eleştirisi, daha
lise ikinci sınıfa giden öğrenciler üstünde ve ne yazık ki onların bilgisi
dışında gerçekleştirilmiş olmasıdır. 1967 yılında ABD’nin Kaliforniya
eyaletindeki bir lisede <b>“Karşılaştırmalı
Çağdaş Dünya Tarihi”</b> dersine giren bir öğretmen tarafından gerçekleştirilen
test, bir haftalık planlanmış olmasına rağmen yalnızca dört gün sürmüştür. Öğretmen
ise bu teste karar verdiğinde henüz öğretmenlik kariyerinin başındaydı ve
idealist birisiydi. Testin amacı ise şu soruya cevap bulmak üzerine idi, <b>“Alman halkı II. Dünya Savaşı’nda Hitler’in
liderliğinde gerçekleştirilen Yahudi soykırımına nasıl izin verebildi ve göz
yumabildi?”</b> Öğretmen, en eğitimli ve en demokratik toplumların bireylerinin
bile faşizan eğilimler ya da davranışlar gösterebileceğini öne sürer, bunu da insanlara
anlatmak yerine göstermek yolunu tercih eder ve bu nedenle bu testi yapmaya
karar verir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Film ise; Almanya’da bir lisede geçer. Öğretmenin, bir hafta sürmesini
planladığını açıkladığı proje çalışmasında ise <b>“anarşi”</b> dersini vermek arzusunun hilafına, kendisine <b>“otokrasi”</b> dersi verilmesi üzerine mezkûr
testi yapmaya karar vermesini konu alır. Öğrencileri tarafından ziyadesiyle
sevilen öğretmen, farklı etnik, kültür ve sosyal katmanlardan gelen
öğrencilerden oluşan bir sınıfta, <b>“yönetim
şekilleri veya ideolojileri”</b> başlığı altında otokrasi konusunu işlemektedir.
Başlangıçta, esasen ne öğretmen ne de öğrenciler ders konusuna karşı yeterince
istekli değillerdir. Öğretmen “otokrasi”
kavramı denilince öğrencilerin ne anladığını sorar, öğrenciler son
derece gayri ciddi yaklaşımlar göstererek soruyu cevaplandırırlar. Öğretmen,
otokrasi üzerine öğrencilerinden aldığı bu olumsuz görüşlerin, karşı çıkışların
olumlu hale nasıl dönüştürülebileceği ve örgütlü destek haline nasıl
getirileceği konusunda bir test yapmak ister. Kafasındaki bu testin
uygulanmasını adım adım tatbikata koyar. Nihayetinde, Hitler tecrübesinden
sonra toplumda baskıcı bir yönetim altında yaşamanın kolay kabullenilmeyeceği,
toplum için genel manada otokrasinin, diktatörlüğün kabul görmesinin mümkün
olamayacağı gibi öğrenci karşı çıkışları karşısında öğrenciler arasında kısa
sürede karşılıklı gruplaşmalar, fikir ve davranış ayrılıkları oluşur. Öğretmen
bu karşı duruşun yıkılabilmesi için her yola başvurur, kimilerini güzellikle,
kimilerini seçtikleri bu projeden geçer not alamayacakları yönünde korkutarak,
tehdit ederek, kimilerini de bir haftalık bir periyotta telkin ve yönlendirme
yolu ile ikna ederek projede aktif hale getirir. Bir taraftan bu karşı duruşun isabetli
bir analizi ile insanlara tespit edilen ortak amaç ve hedeflere yönelik nasıl
liderlik yapılabileceği diğer taraftan da bu tespit edilen umdelerin insanlar
tarafından kabullenilmesi için onların üzerinde nasıl güç kullanılması
gerektiğinin tespiti yapılmaktadır. Maksat sübuta erer, öğretmen Nazizm ve
benzeri despot yönetimlerin toplumların içinde neden ve nasıl serpildiği ve
geliştiği konusundaki iddialarını bu test vasıtasıyla ispatlar.</span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> </span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> </span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> </span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;"> </span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Grup
içinde dayanışma ve işbirliğini sağlayabilmek adına, evvelemirde bir grup
kurmak iradesini oluşturmak,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>lider
belirlemek, ortak hareket etmek gibi mezkûr yönetimlerin ilk emarelerinin tesis
edilmesi kaçınılmazdır. Behemehâl bir grup adı gerekir, gruba <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Dalga” </b>adı verilir, giyimde tek tipe
dönülmesi şarttır, herkes beyaz gömlek giyecektir, grubun bir amblemi olmalı, o
da bulunur, grubun selamlaşma için de bir ortak davranış belirlemesi kararı
çıkar, sağ ellerin göğüs hizasında ve yatay olarak zikzak çizerek dalga hareketi
yapması temin edilir. Grup olmanın temel dinamiği olacak, grup içindekilerin
birbirlerinden farklı olunmasının önüne geçilir, temin edilen bu fizik
benzerliklerin yanına acilen farklı düşünme ve davranışların yok edilmesi temin
edilir, giderek farklı ve muhalif olanlara hoşgörü göstermeye son verilir,
kendilerinden olmayanlara baştaki acımasız dışlayıcı bilahare de acımasız
cezalandırıcı olma fazına geçilir. Artık baştaki lakayt öğrenci tavırları yerine
disiplinli ve örgütlü davranış ikame edilmiştir, grubun içinde kendilerine
katılmayan 2 öğrencinin sürekli eleştiri ve telkinleri ise grup üyelerinin bir
kulağından girer diğer kulağından çıkar hale gelmiştir. Grup lideri rolündeki
öğretmen testin geldiği noktanın artık rahatsızlık verici olmasına şahit olmuştur
ve tam bu sırada öğretmenin karısı da bu sebeple kendisini terk eder ve işte öğretmende
ilk farkındalık tam da o noktada oluşur. Yapılan değerlendirmeler neticesinde gelen
yorumlardan ve grup dışı eleştirilerden öğrencilerin “Dalgaya” kendilerini ne
kadar kaptırdıklarının farkına da varan öğretmen testi nihayetlendirmeye karar
verir. Bu maksatla düzenlenen kapalı toplantıda öğretmen son bir test daha
gerçekleştirmek ister, grup üyelerinden birini kurgulanmış bir çıkış ile hain ilan
eder ve grubun bu haini cezalandırmasını ister. Öğretmen cezalandırılma
konusundaki arzu ve acımasızlığı gördüğü için artık projenin sonuna gelindiğini
ilan eder lakin insanların tıpkı Hitler dönemindeki gibi nasıl birer canavara dönüştüklerine
şahitlik ederken geç kaldığının da farkına varır. Artık gerçekten çok geçtir,
projenin sonlandığı ilan edildiği anda öğrencilerden birisi grubun dağılması
kararını kabullenemez ve tanımaz, silahını çeker hain diye nitelenen öğrenciyi
öldürür ve kendisi de intihar eder. Öğretmen tutuklanır, öğrencilerin büyük
bölümü şok içindedir, diğer öğretmenler adeta donmuşlardır yaşananlar
karşısında…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
gerçek bir vakanın filmleştirildiği mezkûr filmi izlerken, hani bir tarafta bir
grup organize olurken diğer tarafta da yaşananları görmezden gelenlerin halini,
haydi biraz insaflı davranıp korkularından ses çıkarmayanların halini de ünlü tiyatro
ustası, yazar Ferhan Şensoy’un Orta Oyuncularının Beyoğlu’nda bir oyun sonrası Nazi
asker elbiseleri ile caddeye çıkıp, <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“kimlik
bitte”</b> testi ile kayıt altına almasını da hatırlayınca dünyanın nereye
gittiği konusunda ciddi kaygılar duymaya başladım…<o:p></o:p></span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-14393890766214050882023-11-25T05:07:00.000-08:002023-11-25T05:55:21.337-08:00GRİVAS<p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Günümüzde
artan bir şekilde farklı farklı ülkelerde “sağcı hükümetler” işbaşına gelmekte
bunda özenilecek hikmet ve himmet bulan “sosyal demokrat” hükümetler de
sağcılaşmaktadırlar, ne yazık ki… Başlıkta adı geçen kişi gibi güvenlik
kuvvetleri içinden seçilen ve özel görevlendirilen yeri gelince darbe, yeri
gelince katliam yapmaya hazır ve amade adeta çete liderleri de itinayla yaratılır.
Bilenlere değil lakin bilmeyenlere bu muhteremin hayatını birkaç cümle ile
özetleyip, ne menem insandır tespitiyle benzerlerini tekraren yâd edelim.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxdNHcaJk08iBbolIrS_chPMVmPrnbcFTJximFT2z2EmMw6KFLOa0m4ZKY38PyP0BCMr1_g54qtyQGRACcirz-KWGqHmlbZAVgae258CtNffjDPmYO5yR1gPsMvvKESx8PoaHmoN8Pt9jtzrdksbrCslvqInmSp8vQN85yXCgO2KaFneLiBEMIgg/s1488/Georgios_Grivas_1967.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1488" data-original-width="1113" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxdNHcaJk08iBbolIrS_chPMVmPrnbcFTJximFT2z2EmMw6KFLOa0m4ZKY38PyP0BCMr1_g54qtyQGRACcirz-KWGqHmlbZAVgae258CtNffjDPmYO5yR1gPsMvvKESx8PoaHmoN8Pt9jtzrdksbrCslvqInmSp8vQN85yXCgO2KaFneLiBEMIgg/w149-h200/Georgios_Grivas_1967.jpg" width="149" /></a></div><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 14.0pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">Grivas, Kıbrıs doğumlu olup Yunanistan’a giderek asker olmuş, sonra
Yunanistan dışındaki çeşitli ülkelerde çok çeşitli disiplinlerde mezkûr amaca
matuf adeta şimdilerde de ziyadesiyle moda olan deyimle </span><b style="font-size: 14pt;">“eğit – donat”</b><span style="font-size: 14pt;"> kurslarında “potini ve kepi arasına sıkıştırılmış
karnı da bulgur ile doldurulmuş” olarak adeta yeniden tanzim ve tahkim edilmiş
ve ortalığa salıverilmiştir. Biz nerelerde görürüz bu çete liderini, Yunanistan’ın
Canım Yurdumu işgalinde genç bir subay olarak, Nazi Almanya’sının Yunanistan’ı
işgali sırasında Nazi İşbirlikçisi olarak bilinen X örgütünün kurucusu, Yunanistan’daki
faşist askeri cunta görevlendirmesiyle de Kıbrıs’ın bir askeri darbe marifeti
ile adanın külliyen Yunanistan’a bağlanması faaliyetleri içinde… Okuyanlar için
bu yazdıklarımın ne kadar belgelendirilmiş iddialar olduğunu söylemeye gerek
yoktur.</span></div></span><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>X örgütü bilahare resmi ordunun bir parçası
haline getirilmiştir, peki kurulan paramiliter örgütlerin resmi ordunun bir
parçası haline getirildiğine en son nerede tanık oluruz, Ukrayna’da şüphesiz.
Ukrayna’da nazi işbirlikçisi Banderas’ın adına ithafen kurulan paramiliter “sektör
prava” Zelenski döneminde alınan bir karar ile “azak taburları” adı ile resmi
ordunun bir parçası haline getirilip ülkenin doğusundaki Rus kökenli
vatandaşların katline ve sürgüne gönderilmesine memur edilmiştir. Grivas’ın X
örgütü de Nazi işbirlikçisi olarak Yunanistan’da “kurtuluş savaşı” veren ELAS
örgütünün güçlerine erketelik ve tetikçilik yaptığı sır değildir. Ve şüphesiz
ki tüm bu örgütlerin arkasında, politik ve askeri lojistik desteği veren
önceleri İngiltere ve sonraları kapitalist dünya liderliğini ele geçirmiş ABD
bulunmaktadır. Bu konuda sayısız tanık ve kanıt bulunmaktadır…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">“KAPETANIOS Yunan iç savaşı”
adlı kitapta</span></b><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">; “<i style="mso-bidi-font-style: normal;">Yeni
Zelandalı bir kaç gün sonra İsveç Elçiliği’nde düzenlenen gizli bir randevuya
katıldı. Bunu Atina Belediye Başkanı Angelos Georgatos’un Klisthenous
Caddesi’ndeki evinde yapılan bir başka toplantı izledi. Diğer bir İngiliz
subayı, her iki toplantıda da, güvenlik müfrezelerinin temsilcileriyle,
Bourdaras'a bağlı Özel Polis Şubesi görevlileriyle, General Grivas’ın örgütünün
temsilcileriyle ve EDES’in, Zervas’ın asla reddetmediği İşbirlikçi ve ayrılıkçı
Atina kanadının üyeleriyle birlikte hazır bulundu. Üniformaları içinde bir
gestapo subayı Almanları temsil ediyordu</i>.” Neymiş, Yeni Zelandalı, İngiliz
Subayları, Grivas’ın X örgütü temsilcileri, Nazi Almanya’sının faşist subayları
Yunanistan’ın geleceği üstüne toplantı yapabiliyorlarmış… İngiltere’nin ve ABD’nin
savaşa dâhil olmakta neden geciktiklerinin sebeplerini anlatmaya gerek yoktur
sanırım… Vs. vs.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Diğer
taraftan; Nazi Partisinin ilk üyelerinden olup Hitler’in de bir dönem Balkan
Ülkeleri özel elçiliği ve temsilciliği görevinde bulunan Hermann Neubacher orijinal
adı “Sonderauftrag Südost, 1940-45” Türkçesi “Güneydoğu Özel Misyonu, 1940-45”
adlı anılarını anlattığı kitabında, İngiltere Subaylarının getirdiği önerileri
şöyle anlatmaktadır; “<i style="mso-bidi-font-style: normal;">Bu savaş,
Müttefiklerin ve Alman güçlerinin Bolşevizm’e karşı ortak bir mücadelesiyle son
bulmalıdır. Bu, henüz Majestelerinin Hükümeti’nin ve Ortadoğu Karargâhının
resmi görüşleri değildir, bununla birlikte, Ortadoğu Karargâhında görevli pek
çok önemli subay tarafından benimsenen bir görüştür. Bu subaylar, komünist
sızmanın bütün Akdeniz Bölgesi için ciddi bir tehdit oluşturduğunu açık biçimde
görmekte ve kendi bakış açılarının yakında Resmi İngiliz tavrı haline
geleceğini düşünmektedirler. Yunanistan’daki komünist partizanların, hala,
silah ve para biçiminde İngiliz desteği almakta oldukları (gerçekte ELAS Ekim
sonundan itibaren İngiliz yardımı almadı) esefle kaydedilmektedir; antikomünist
gruplara denizaltıyla silah göndermek suretiyle bu durumu düzeltmek mümkün
olabilir. Almanlar bu mesele üzerinde daha fazla düşünmelidirler! Almanlar bu
konuda resmi görüşmeler yapmaya hazırlar mı?</i>”</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">X
adı ile mezkûr Grivas tarafından organize edilen paramiliter grup Yunanistan’ın
Nazi Almanya’sı tarafından askeri olarak teçhiz edilmiş malum amaçlarına matuf yeterince
kullanılmış sonra da şeklen dağıtılmıştır. Lakin aynı örgüt bilahare yine aynı
kişi tarafından gizliden kullanılarak uzun seneler boyunca “komünist avı” yaptırılmıştır.
Dahası da 1967 tarihinde Yunanistan “Albaylar Cuntası” tarafından yapılan askeri
faşist darbenin de sokaklardaki gölge örgütü olmaya devam etmiştir. Yine
bilindiği üzere Yunanistan Cuntacılarının hazırladığı yeni anayasanın halk
oylamasında elde edilen %92’lik evet oyu için ciddi yeraltı faaliyeti
yürütmüştür. Şimdi denilebilir ki, “aaa biz %92’i bir yerlerden biliyoruz”… Evet,
aynen Canım Yurduma giydirilen adeta bir deli gömleği olan 12 Eylül anayasası
da %92 evet oyu almış idi…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Aynı
muhterem, Kıbrıs’ta da paramiliter bir örgüt organize ediyor, meşhur ENOSSİS
maksadına matuf… Esasen kuruyor demek de doğru olamaz, kurdurtuluyor demek daha
doğru… Kıbrıs’ta <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>“anavatan ile birleşme”
çabaları sonucu binlerce insan bu paramiliter güçler tarafından kahpece
katledildi, sözde İngiltere ve ABD tüm bu olanlara karşı idi, vs vs… <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“KAPETANIOS Yunan iç savaşı” </b>adlı kitapta
yer alan bir söz ile sonuca gelelim; “Yunanistan ve Birleşik Devletler arasında
yapılan bir askeri anlaşmayla Yunanistan topraklarındaki Amerikan güçlerinin
varlığı kurumsallaştırıldı.” Nokta… Bir nokta da Canım Yurdum için…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Grivas,
kullanışlı ve bu uğurda teçhiz edilmiş bir çete reisidir. Doğduğu yer ve askeri
faaliyetleri itibari ile benzer akranlarına tur bindirmiş birisidir lakin devamı
manasında benzerlerinin de bir sonu gelmiyor da gelmiyor… Galiba toprak mümbit…
Ne diyelim.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Görüldüğü
üzere, daha başka yüzlerce konu üstünde benzerlikleri ayyuka çıkmış darbe,
politik kaos, cinayetlerin hepsi tesadüf olamaz, zaten tesadüf de değil… Çünkü
senarist ve yönetmen aynı olunca, memleket ve etnik yapı farkı gözetmeden aynı
film yeniden yeniden çevriliyor. <o:p></o:p></span></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-44748237628299887662023-11-16T10:58:00.000-08:002023-11-16T10:59:42.851-08:00NAZİ İŞGALİ, İNGİLİZ, AMERİKA EMPERYALİZMİ ve YUNANİSTAN<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjcm4-6_YWsCqLdUgG8Ob4TKaiSbRavDonpvZ1bXjIQ2Ma7K5ORyHuKxY0B_mOcWRW5DqQF8LWQmNOYq-lylYuekwDlKWUJeFWrP3S62BQiTq4Gxw8Gw27VqFoMihYf40lhA5cLCTqPBUIxImn8HMjccSmV-UtF6WSgGGP0RU0sD3VQRt7Cp4C8fA" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="960" data-original-width="1280" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjcm4-6_YWsCqLdUgG8Ob4TKaiSbRavDonpvZ1bXjIQ2Ma7K5ORyHuKxY0B_mOcWRW5DqQF8LWQmNOYq-lylYuekwDlKWUJeFWrP3S62BQiTq4Gxw8Gw27VqFoMihYf40lhA5cLCTqPBUIxImn8HMjccSmV-UtF6WSgGGP0RU0sD3VQRt7Cp4C8fA=w200-h150" width="200" /></a></div><span style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><br /><div style="text-align: justify;"><b style="font-weight: bold; mso-bidi-font-weight: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">“KAPETANIOS Yunan iç savaşı”</span></b><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> adlı
kitabı okudum… Kitap, gerçek adı Thanasis Klaras olan ve ELAS komutanı
(kapetanios) Aris’in mücadelesini ve hayatının hazin nihayetlenmesini, ihanet,
satılmışlık, birliktelik, kahramanlık ve bağımsızlık uğruna ölümün göze
alınmasını arka planında tutarak aktarmaktadır. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Kapetan’ın takma adı doğduğu yer olan Velouchi
dağlarından ve savaş tanrısı Aris ya da Ares’ten gelmektedir, Aris Velouchiotis.
Aris, 1942 yılında Yunanistan’ın, Almanya, İtalya ve Bulgaristan kuvvetlerince
işgal edilmesi üzerine; </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Yurtseverler!
Ben, Topçu Albayı Aris Velouchiotis. Bugünden itibaren aziz ülkemizi işgal eden
güçlere karşı isyan bayrağını yükseltiyorum. Burada bulunan bir avuç adamın
binlerce kişilik bir ordu olduğunu göreceğiniz günler yakındır. Biz şimdilik
sadece bir çekirdeğiz” </span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">diyerek duyurduğu ve başlattığı kurtuluş
savaşının öncü unsuru “ELAS’ın” Yunan kelimesinin Yunanca söylenme biçimi “HELLAS’ı”
andırır biçimde kuruluşunu ilan eder… <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></div></span></span><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">ELAS;
işgalcilere karşı müthiş bir mücadele örgütlemiştir, sayıları bir elin
parmaklarını geçmeyen bir örgütten sayıları onbinleri bulan bir direniş
ordusuna dönüşmüştür. Mücadelenin son derece çetin geçen yıllarında ELAS başta
işgalci Almanya kuvvetlerine karşı olmak üzere Bulgaristan ve İtalya
kuvvetlerine de özellikle Kuzey Yunanistan’ı deyim yerinde ise dar etmişlerdir.
Dönem itibari ile yerli ve tüm yabancı Almanseverler durumu gizleyebilmek adına
kırk bin takla atıp duruyorlardı. Esasen ilk direniş nüvelerini KKE (Yunanistan
Komünist Partisi) örgütlüyor olsa da önderliğini yaptığı cephenin (EAM)
içindeki en önemli bileşeni de eski subayların, köylü önderlerin, Andarte
denilen çetecilerin kahraman komutan ve önder Aris Velouchiotis’in başını
çekmiş olduğu ELAS’tır. İç savaş şartlarına taa 1770 Mora ayaklanmasından beri
bir türlü son veremeyen Yunanistan istikrar arayışına son kez girdiği bu
savaştan, ELAS direnişçilerinin davul ve borazan çalarak girdikleri köylerde, <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">“Tüfeğim
omzumda<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Şehirlerde,
ovalarda ve köylerde<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Özgürlüğün
yolunu açıyorum” diye başlayan bir özgürlük marşı eşliğinde bir direniş ve özgürlük
geleneği oluşturdular ve halkın katıldığı seçimlerle özyönetim yapılarını oluşturdular,
askere almaları gerçekleştirdiler, vergi topladılar, yerel halk iktidarlarını
oluşturdular (laokratia), bir manada da sonradan asri ve güçlü Yunanistan demokrasisinin
temellerini attılar.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bu
gelişmeler, Yunanistan’ın, her daim kâh kendi eğitip gönderdikleri muhteremleri
yönetimin başına koyarak kâh sinsice planlarla destekledikleri ekipleri başa
getirerek, kaderini tayin eden İngiltere ve yerli İngilizlerin hiç hoşuna
gitmemektedir. Mısır Kahire’de organize olmuş komutanlık karargâhı marifet ve
delaleti ile fırıldakları çevirmeye başlamışlardır. Daha önceleri birkaç yazımda
da bahsettiğim üzere Ege Adaları üzerinden Canım Yurduma sığınan Yunanlılar içinden
münasip görülen kişiler, Ege Sahil Kasabalarının kodamanlarına güya
armatörlermiş görüntüsü altında gemiler satın aldırtılarak Mısır’a gemiler
dolusu bilahare de her biri birer ajan, birer asker ve gerilla olacak bu insanları
kaçırmışlardır. Diğer taraftan ellerindeki silah ve para gücünü kullanarak
Yunanistan Kurtuluş Cephesi (EAM) bileşenleri içinden ittifaklar buldular,
silahlandırdılar, salt diğer bileşenlere üstünlük temin edip liderliği bozmak
ve bilahare de ittifakları marifetiyle “Cepheyi “ele geçirmek üzere ellerinden
gelen her türlü hinliği ve cinliği yaptılar. “Yeterince paranız ve gücünüz
varsa yeterince hain yaratabilirsiniz” düsturu bir kez daha devreye giriyor
maalesef. Aynı dönemde SSCB’de yürütülen “Barbarossa Harekâtında da” işler
tersine dönmüştür, SSCB Almanya’yı geriye sürmeye başlamıştır. İngiltere ve
Amerika Birleşik Devletleri bir taraftan kendilerince “nihai düşman” sosyalist
rejim tesis etmiş SSCB’nin yeterince güçsüzleşmesini bekleyerek ve dahi bu
maksatla da ayak sürüyerek eften püften bahaneler ile savaşa katılmayı
geciktiriyor lakin SSCB ile de çaktırmadan da paylaşım planları üstünde
çalışıyorlardı. Maalesef Stalin liderliğindeki SSCB Yunanistan’da kurtuluş
mücadelesi veren gruplara sözünü verdiği yardımların çok azını yaparak tıpkı
İspanya’daki gibi onları yalnız bırakmış ve İngiltere de Yunanistan’daki yerli
ve milli ortakları marifetiyle dengeleri değiştirip, deyim yerinde ise ipleri
eline geçirmiştir. Bu arada olan Yunanistan’a oluyor, yaklaşık 7.000.000 nüfusu
olan Yunanistan nüfusunun yaklaşık %10’unu yani yaklaşık 700.000 insanını
kaybediyor. Büyük devletlerin “aslansın, kaplansın” numarası ile insanlar
birbirlerini boğazladılar, maalesef…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">İngiltere
ve lideri Churchill, Yunanistan’da Yorgo Papandreu’yu binbir hile ve desise ile
kurulan ilk meşru hükümette önemli konuma getirdi. Aynı zamanda İngiltere
işbirlikçisi “ölüm mangaları” komutanı Grivas’ı bu çetelerin elebaşısı tayin
ettirdi. Evet, bu katil sürülerinin başındaki Grivas X taburları ile
sahnededir, netekim. Peki, biz nereden tanırız bu katil sürülerinin başı Grivas’ı,
Canım Yurdumun Kurtuluş Savaşında işgalci Yunanistan kuvvetlerinin bir subayı
olarak İzmir’de, işgal ilerleyince de taaa Sakarya önlerinde… Peki, başka
nerede görürüz biz bu çete elebaşısını, Yavru Vatan Kıbrıs’ta görürüz,
şüphesiz. Bu faşist katil Anadolu’da, Kıbrıs’ta hep İngiltere çıkarlarını
koruma ordusu komutanıdır. Peki, bu sadece Türkiye düşmanı mıdır? Zinhar, bu
kendi ülkesinde de yürütülen iç savaşta yine baş katil rolündedir. Diğer
taraftan, </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Yunanistan ve Birleşik
Devletler arasında yapılan bir askeri anlaşmayla Yunanistan topraklarındaki
Amerikan güçlerinin varlığı kurumsallaştırıldı.”</span></i><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">
</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">diye
not düşen ve durum özeti yapan kitaba fazlaca giremedik.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Kapetanios’lardan
biri de, tıpkı Türkiye Kurtuluş Savaşında Trakya cephesinde direnişçi olan babası
gibi direnişçi bir ruha sahip Mihri Belli’dir. Yunanistan iç savaşında güncel
manada tabur komutanlığı gibi bir makama tekabül eden bir rütbeyle
enternasyonal bir dayanışma ruhu mucibince <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Kapetan
Kemal”</b> kod adı ile birkaç kez yaralanmasına rağmen tedavisini müteakip
direnişe aralıksız katkı sunmaya devam etmiştir. Tıpkı çok sonraları İsrail’in
Filistin üstüne terör estirmesine direnen Filistin halkına destek veren Deniz
Gezmiş ve arkadaşları gibi… Sevelim, sevmeyelim lakin haklarını teslim edelim o
dönemde de bu dönemde de moda olduğu üzere ve deyim yerinde ise “çene suyuna
pilav” yapmak yerine canlarını ortaya koyarak direnişe katılmışlardır.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Dünyanın
her tarafına aynı anda aynı duyarlılıkla bakabilme kabiliyetinin zirvesi olan
usta şair Nazım Hikmet ile bitirelim. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yarısı
burdaysa kalbimin<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yarısı
Çin'dedir, doktor.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Sarınehre
doğru akan<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Ordunun
içindedir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Sonra,
her şafak vakti, doktor,<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Her
şafak vakti kalbim<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yunanistan'da
kurşuna diziliyor.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Sonra,
bizim burda mahkûmlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Kalbim
Çamlıca'da bir harap konaktadır<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Her
gece, doktor.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Sonra,
şu on yıldan bu yana<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Benim
fakir milletime ikrâm edebildiğim<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bir
tek elmam var elimde, doktor,<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bir
kırmızı elma:<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Kalbim...<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Ne
arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">İşte
bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bende
bu angina pektoris..<o:p></o:p></span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-32025484812479729542023-11-12T09:32:00.000-08:002023-11-12T21:24:18.919-08:00ÇEŞME GÜMRÜK ve EŞYA TAŞIYICILARI<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Çeşme’nin
<b>“karakter mesleklerinden”</b> biri de <b>“Gümrük Taşımacılığı”</b> idi, bilenler
gayet iyi bilirler. Bu meslek ne yazık ki bu mesleği icra edenlerin ebediyete
intikalleri ile nihayetlenmiş ve artık unutulmuş durumdadır. Bilmeyenler için
de kısa bir özet yapayım. Şüphesiz benim yazacaklarımdan fazlası ya da eksisi
vardır lakin ben daha fazlasını bilmiyorum ve bildiklerimle iktifa edeceğim. Şüphesiz diyorum
çünkü yine Çeşme’nin karakter binalarından sayılan ve benim en son “balık mezat
yeri” olarak kullanıldığını duyduğum en eski Gümrük Binası ki şimdi yerinde
sahilde <b>“İsmet ve Mevhibe İnönü
Heykelinin”</b> bulunduğu alanda idi ve bilahare de yine karakter bina
sayılacak ve maalesef yine yıkılarak yok edilen Çeşme Kalesinin önündeki 4 adet
taş binadan birisi gümrük binası olarak kullanılmakta idi. Zaman zaman iki ülke
arasındaki gereksiz ve maalesef ki karşılıklı iç politik mülahazalar gereği
köpürtülen Türk – Yunan gerginliği dönemlerinde yavaşlasa ya da dursa dahi her
daim az ya da çok yolcu taşımacılığı geçici dönemler harici hiç inkıtaya
uğramamıştır. Az ya da çok bu devamlılığın bir de yasal prosedürlerinin
tekâmülü açısından organizasyon gereklidir. Şimdiki mükemmele yakın organize
olmuş alan ve ekiplerin eskiden olmadığını şimdi anlatacağım hikaye ile görüp
ya nostalji yapıp hayıflanacak ya da bugünkü duruma şükredip alkışlayacaksınız…
Şimdilerde bilet teminini müteakip, check-in işlemleri, güvenlik kontrolleri,
gümrük kontrolleri, pasaport kontrollerinin ardışık ve aynı alanda yapılıyor olması
bugünlere has işlerdir… Çeşme’nin eski hali ise, Gümrük Binası en son şimdiki
Emniyet Müdürlüğünün deniz kenarına bakan yarısında yürütülür, Feribotlar ise
şimdiki Askerlik Şubesinin ana giriş kapısının tam karşısında bizim “Küçük
İskele” dediğimiz taş dolgu beton kaplama iskeleye bağlanırdı… Gümrük
işlemlerinin yapıldığı yer ile Feribotlara yükleneceği yer arası yaklaşık 500
mt.lik bir mesafe demekti. Oysa Gümrük Binası diye tahsis edilen yer hemen
bizlerin <b>“NATO İskelesi”</b> diye
bildiğimiz "Büyük İskele" yanında bulunmakta olsa da bu iskele neden kullanılmaz idi,
bilemiyorum. Çok muhtemel ki NATO İskelesinin denizdeki dalga ve soluganlardan
ziyadesiyle etkilenmesi sebebi ile bu iş için münasip görülmemesi tercihte
etkilidir. Gerçi bilahare hemen Gümrük Binasının arkasına bir iskele daha
yapılmış ve bir sürede orası kullanılmış ve daha düzenli bir gümrükleme ve
pasaport işlemleri hizmeti verilebilmiş idi… Esasen da kural olarak da bu
işlemlerin dışarı ile irtibatsız ve temassız bir biçimde ve hızlı halledilmesi
gerekmektedir. Lakin mezkûr devir hem zamanın hem de insanın bol olduğu
devirdir. Ve nedense net hatırladığım bir şey söz konusudur, özellikle gümrük
işlemlerinde, insanların tüm bavul ve çantaları itina ile ve tek tek açılarak
ve zaman zaman gömlek, don ve fanila tefrikinden azade tek tek kontrol
edilirdi… Şimdiki gibi, eğitilmiş köpekler, gelişmiş xray cihazları ve dahi
termal aletler bilinmiyor idi… Tek usul de “vatandaşa da güvenilmez” saikı ile
elden geçirme suretiyle itina edilerek, dikkat kesilerek kontroller tamamlanır
idi. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhvfXouzQL68sVtE7EXvuFgvVf7xr35CxZYOMN_TZHiXglhSdhYTPciMxQOfl2wq8F8DDEfgvcXSLm234M7eoRrxRT9gqji-veRX3LL06GatfAPG-Fe8gMkqF_LFCKw583RtxoQTxyPd4Ve3dqenSbCFNbPOcJ_df9MXpBUZb6FLSP_ajM3wAXl8A" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="894" data-original-width="435" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhvfXouzQL68sVtE7EXvuFgvVf7xr35CxZYOMN_TZHiXglhSdhYTPciMxQOfl2wq8F8DDEfgvcXSLm234M7eoRrxRT9gqji-veRX3LL06GatfAPG-Fe8gMkqF_LFCKw583RtxoQTxyPd4Ve3dqenSbCFNbPOcJ_df9MXpBUZb6FLSP_ajM3wAXl8A=w98-h200" width="98" /></a></div><p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Şüphesiz
başkaları da vardı lakin benim yegâne hatırladığım Gümrük Memurlarımız, halen
adları zikredildikçe insanların hayır ile hatırladıkları ve Fikrîye Halamın
kızları olan Saadet Uzgur Ve Şükran Uzgur ablalarımızdı. Ailenin yaş dağılımını
ve büyüklüğünü ve kapsama alan genişliğini anlatması bakımından benim sülale
önemli bir örnektir. Mesela Halamın Kızları dediğim ve abla diye de hitap edip
ellerini öptüğüm Saadet ve Şükran Ablalar babamdan daha büyük idiler… Dedem
merhum Hacı Mehmet Ağa birkaç kez evlenmiş olmasına rağmen mütemadiyen tek eşli
kalmayı becermiş birisi imiş. Diğer taraftan babamdan büyük bir dolu da amcaoğullarım
var idi… </span><span style="font-size: 14pt;"> </span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt;">Neyse
konumuza ricat; şimdiki Emniyet Müdürlüğünün deniz kenarındaki yarısında
gümrüklenen çantalar sahiplerine verilemez tabii ki, yükleme yapılacak
feribotta yaklaşık 500 mt mesafede, devlet bu işi üslenmiş ücreti ve dahi
gerekli masraflarını karşıladığı benim bildiğim 4 kişilik bir taşıma müfrezesi
kurmuş, Gümrük bu eşyalar mutemet 4 kişilik ekip tarafından bir şekilde
feribota kadar yaz kış demeden soğuk sıcak demeden yağmur çamur demeden
taşınmış. Yahu haydi anladık NATO İskelesinin kullanmayışınızı bir araç tahsis
etsenize, değil mi? Yok böyle de olmaz, motorlu taşıt tahsis edilmez lakin bir
at arabası ya da birkaç el arabası da tahsis edilmez. Peki, tüm bunların
yanında temininde hiç zorluk çekilmeyen tek kaynak “işçi”… Tahsis edersin 4
kişi bunlar sırtına, koltuk altına, eline kuvvet tarzı taşıma yöntemi ile mezkûr
işleri deruhte ederler…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bu
büyüklerimizin bir kısmının ki isimleri ve lakapları bende saklı olmak kaydı ile
yaptıkları işi fazlaca anlatmaktan ve aktarmaktan hoşlanmadıklarını biliyor
olmam nedeniyle yaz(a)mıyorum. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Bunlar
devlete nasıl bir iş rejimi ile bağlı idiler bilmiyorum lakin gümrükteki bu
taşıma işleri dışında da işleri olduğu hatırlıyorum. Mesela bir abimiz harika
“tava ciğer” yapar ve sabah kahvaltısında çeyrek ya da yarım ekmek arası yemeye
doyum olmazdı. Karışık yapılmaz sadece ciğer güzel soyulmuş ve temizlenmiş ve
de mükemmel incecik kesilmiş vaziyette kısa sürede iyice kızmış yağda çevrilir
ekmek arasına konularak servis edilirdi. Çay ve üstüne de su mükemmel
yakışırdı. Şimdilerde artık kendini yakınlarda emekli etmiş Tatayi (Tatai)
Mehmet bu işin efsanelerinden olup, halen devam başkaları da vardır. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bu
büyüklerimiz gerek devlet nezdinde gerekse de Çeşmeliler ve diğer tanıdıkları nezdinde
her biri adeta birer “mutemet” kişi olup, enteresan hikâyeler vardır kendileri
ile ilgili… Bunlardan birisi; Sakız Adasından Feribot Afrodit’in sahiplerinden Stamatis’ten,
dostumuz <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Çeşmesever Hüsnü Karaman”</b>
tarafından aktarılır ki bana göre muhteşemdir. Bir gün Stamatis karaya çıkarken
Yakup Abi ile hal hatır sorarken, Stamatis işlerinin çok kötü olduğunu söyler,
karşılıklı bu minvaldeki muhabbetten sonra ayrılır ikili, akşamüzeri Stamatis
Sakız’a dönüş için feribota girerken, Yakup Abi yanına yaklaşır ve gazete kâğıdı
içine güzelce sarılmış o gün bankadan çekilen bir miktar para getirmiştir. Bunu
gören Stamatis çok duygulanır, gerçekte böyle bir ihtiyaç yok iken bir şaka
denemesi neticesi imrenilir bu hareket karşısında, gözleri dolar… Stamatis
Yakup Abiyi “her gümrüğün bir Yakup’u olmalı” diye her daim anmıştır sonraki
her konu açıldığında…</span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-3439035514513966942023-11-01T06:16:00.017-07:002024-02-20T00:28:30.489-08:00GÜNEŞ KARABUDA; ÇEŞME’DE BEYNELMİLEL BİR BELGESELCİ<p style="text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">Güneş Karabuda’yı ilk gördüğüm yer Çeşme Ertan Oteli önüdür. Sene
muhtemelen 1974 ya da 1975 idi. Çeşme’nin İsveçliler tarafından deyim yerinde
ise gerçek manada “yabancı turizm” ile tanıştırıldığı zamanlar. Yıldız bir
turizm acentesi var idi. Benim açımdan olmamakla birlikte kabul görmüş turizm
acente kuralları ve uygulamaları açısından, <b>“Vingresor”</b>, genellikle İsveç, Norveç ve Danimarka gibi kuzey
ülkelerinden tur düzenliyor ve dönem itibari ile anlaşmalı olduğu “Altın Yunus
Otelini” ve “Ertan Otelini” son derece hareketli ve canlı tutuyordu. İşte bu
gerçek manada turizm anlayışı diye kabul edilen bu anlayış sonuç itibari bir hayli
Çeşmeli gencin İsveç ve Norveç’e yaşamak ve çalışmak için gitmesine vesile
olmuştur. Ben kendi adıma “sosyal demokrasinin altın ülkesi” diye tanıtılan
lakin çok da öyle olamadığını sonradan anladığım bu ülkenin insanları vasıtası
ile önce sosyal demokrasi ve bilahare de demokrasi kavramları ile hızlıca ve
uygulamalı olarak tanışmış oldum. Evet, yazımın konusunu oluşturacak Güneş
Karabuda mezkûr yıllarda artık İsveç’e yerleşmiş, Canım Yurdumun sinema ve edebiyatına
katkıları da artar bir biçimde oradan devam etmiştir. Bu fasıldan olduğunu
zannettiğim yoğun çalışma programları arasında Çeşme’yi ziyaret edip dinleniyor
ve tatil yapıyor idi. Tüm tanımışlığım ve görmüşlüğüm de ancak bu düzeydedir,
dönem itibari ile… Özellikle de dönemin komik ve komedi sanatçısı Öztürk
Serengil ile sıkı temas ve muhabbet içinde oluyor olmasının bizim tarafa
yansıması ise bu öteki mahallenin sıkı taraftarı ve destekçisi sanatçı ile irtibatı
çok olanın bizim için sıradanlaştığı manasındadır. Lakin azıcık sonra bunun
böyle olmadığını, kendisinin çok önemli bir gazeteci, fotoğraf sanatçısı,
belgesel film yönetmeni, görüntü yönetmeni ve de yazar olduğunu öğrenince hemen
gözümüzdeki değeri ve manası o genç yaşımızın kıvraklığı içinde değişiverdi. Özellikle
de dönemin önemli filmlerinden Tunç Okan’ın yönetmen olarak ilk filmi <b>“Otobüs”</b> afişinde kendisinin adını
görünce, görüntü yönetmeni Güneş Karabuda ve filmin müzikleri de Zülfü Livaneli’den
olunca merak ve ilgimiz artmış oldu. Hele hele de filmin uzun yıllar yasaklı filmler
listesinde olması daha da bizi araştırmaya yöneltmiştir. Filmi sonradan da
izlemiş birisi olarak hala neden yasaklanmış olduğunu bir türlü anlayamamış
idim. Film, İsveç’e bir otobüs kaçak işçi götürülmesi ve İsveç’te hepsinin
meydana terk edilmesi, kendi köyü dışında bir yerler görmemiş insanların bu ziyadesiyle
modern şehirde yaşadıkları şok, şaşkınlık, çaresizlik hikâyelerini anlatıyor.
Bunun nesinden rahatsız oldular zamanın muktedirleri bilemedim. Oysa aynı
tarihlerde Şener Şen ve İlyas Salman’ın da “Banker Bilo” adında bir filmi var,
hiç sıkıntısız gösterildi, üstelik o filmde insanlar vaatlerin hilafına Türkiye
dışına bile çıkarılmamışlardı. Otobüs filminde hiç olmazsa götürülecek yere
götürülmüşlerdi. Neden kızıldı, insan kaçakçılığına mı, gariban insanların
şaşkınlığına mı, yaşadıkları şoka mı, neden, belli değil, sansürcüler öyle
buyurdu, işte… Yoksa kaçakları yolda bırakmak bize daha uygun bir tavır olarak
mı görülüp filmler karşısında ikili tavır sergilendi, nedendir bu kabil
tavırlar anlayana aşk olsun… Neyse biz konumuza dönelim… </span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgECaht1W9sJQNCmUN7yl7WpdKCDGAYTcwIpHTH7CaK6StuBEdnEP2EY9HvyVqYN0k4JgQ5RfUL6aMlnQHni5hI7m6cXnxgm9t2W2svi7NVY-ncpB82Xt5z43rrE4RFAK-koQ1f_y55rXw-YXIP9FCydRf7pDk0qoHdPodFdug0aMPe79Cdw3jhqw/s1600/WhatsApp%20Image%202023-11-01%20at%2016.13.57%20(1).jpeg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="691" data-original-width="1600" height="86" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgECaht1W9sJQNCmUN7yl7WpdKCDGAYTcwIpHTH7CaK6StuBEdnEP2EY9HvyVqYN0k4JgQ5RfUL6aMlnQHni5hI7m6cXnxgm9t2W2svi7NVY-ncpB82Xt5z43rrE4RFAK-koQ1f_y55rXw-YXIP9FCydRf7pDk0qoHdPodFdug0aMPe79Cdw3jhqw/w200-h86/WhatsApp%20Image%202023-11-01%20at%2016.13.57%20(1).jpeg" width="200" /></a></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Güneş
Karabuda ve eşi Barbro Karabuda tüm hayatları boyunca hayatı anlamlı kılmanın
bu uğurda tarafsız durabilmenin yolunu her daim bulmuş insanlar olarak
tarihteki yerlerini almışlar. Öğrendiğim ve anladığım kadarı ile, 60’lı, 79’li
ve 80’li yıllarda; dünyadaki neredeyse tüm kurtuluş, özgürlük ve demokrasi
mücadelelerine tanıklık edip, tanıklıklarını da tarihe not düşürecek muhteşem
röportajlarla belgelendirmişler. Sonradan yerleşilen İsveç’te hatırı sayılır
gazeteciler ve seyyahlar olarak İsveç Televizyonu adına Şili’yi 2 yıl boyunca
yerleşerek izlemişler, Castro’lu Küba’ya, Allende’li Şili’ye, ABD Emperyalizmi
markalı Endonezya katliamına, 68’in Paris’ine kadar siyasal ve sosyal olayların
takibi ile Afrika Kalahari Çölü ve Amazon Ormanları başta olmak üzere yüzlerce
yer gezilmiş, fotoğraflanmış, belgesel filmi haline getirilmiş, vs. vs…
Kocaman, verimli, anlamlı ve ahlaklı bir hayat, ne mutlu onlara ve
takipçilerine ve dahi yakınlarına…<o:p></o:p></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiraEaF6lFMocml8ePEJl-_smczr_O-81PbO3v3u5YRdyVfbxXQPj8y1H6UsA76xYvvAbylfw50s0A-gDAMjVfi48y6O77l6QrlJJy8AAXA1ANKG6v4Ed0pZ5ajINaFQoMUEbuX2lEYvPdjE1fWCEk5cwrU7WFJUIhv6P86RRqeAI8GXwE3FcTGow/s1600/WhatsApp%20Image%202023-11-01%20at%2016.13.57.jpeg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="777" data-original-width="1600" height="97" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiraEaF6lFMocml8ePEJl-_smczr_O-81PbO3v3u5YRdyVfbxXQPj8y1H6UsA76xYvvAbylfw50s0A-gDAMjVfi48y6O77l6QrlJJy8AAXA1ANKG6v4Ed0pZ5ajINaFQoMUEbuX2lEYvPdjE1fWCEk5cwrU7WFJUIhv6P86RRqeAI8GXwE3FcTGow/w200-h97/WhatsApp%20Image%202023-11-01%20at%2016.13.57.jpeg" width="200" /></a></div><div><br /></div><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Kanlı Pazar provokatörü ve organizatörü diye bilinen ünlü yazar Mehmet
Şevket Eygi’nin 31.10.1967 tarihli Bugün Gazetesindeki köşesinde komünistlere
hıncını kusarken; </span><i><span style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“artık Müslümanlara düşen
vazife uyanık ve hazırlıklı olmaktır. Önümüzde taze ve ümit verici bir örnek
vardır; Endonezya’daki komünist kıyımı;</span><span style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> </span><span style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Yüzbinlerce komünist öldürüldü. Karada vahşi
hayvanlar, denizde balıklar insan etine doydu. Korkunç bir komünist kıyımı
oldu, fakat Endonezya kurtuldu.”</span><span style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> d</span></i><span style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">iyerek ellerini ovuşturup, sıranın kendilerine
gelmesi duaları etmektedir. </span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><br /></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Onun umurunda mı, 1.000.000 insan katledilmiş, ölenler
insanmış, adamın derdi değil ki, onlar küffar muamelesine tabi tutulmalıdır,
katli vaciptir, vahşi hayvanlar ile balıkların insan etine doymuş olmasına öylesine
memnun bir görüntüde ki, Allah selamet versin… Allahtan ki dünyada sadece bu
kabil herifler yok, insanlar da var, insanın insan tarafından katledilmesine
alkış tutmayanlar da var, bunlardan ikisi Barbro ve Güneş Karabuda’dır… Onlar
ki insandırlar ve insanın katli karşısında titrer ve itiraz ederler, tüm
gördüklerini kameraları ve kayıtları ile tanıklıklar ansiklopedisine not
düşerler… Tüm bu insanlık dışı uygulamaları ve gözlemlerini gözlerini budaktan
esirgemeden 10 Haziran 1969 tarihli ANT Dergisine aktarırlar. Uzakların
ötesinde kitabında da yer alır tüm bu tanıklıklar…</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><br /></span></div></span><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGOtFkSpomnwQ0Pw5xlPxFdJggOgMU8f6utCOLXQNm41OJ2KCUu81dW8vwEqnVPcxo7hAqUOz6yCrQZKbQbMd3Qv-arE4hNl9RgnbxO-OK9L7wfoZ_QD8ASWgjvhwl9FJVbS8rIgB4vYFzkPq4rhblBL8RZjmm4JoSw6NYZfo9n6oxpSfCuOxQ1A/s640/ant-128.jpeg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="640" data-original-width="470" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGOtFkSpomnwQ0Pw5xlPxFdJggOgMU8f6utCOLXQNm41OJ2KCUu81dW8vwEqnVPcxo7hAqUOz6yCrQZKbQbMd3Qv-arE4hNl9RgnbxO-OK9L7wfoZ_QD8ASWgjvhwl9FJVbS8rIgB4vYFzkPq4rhblBL8RZjmm4JoSw6NYZfo9n6oxpSfCuOxQ1A/w147-h200/ant-128.jpeg" width="147" /></a></div><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;"><div style="text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">Dünyaca ünlü yazarımız Yaşar Kemal; Güneş Karabuda için bakın ne diyor; “</span><i style="font-size: 14pt;">Güneş’i elli yıldır tanırım. Onu önce
fotoğrafçı olarak tanıdım, sonra da kameraman... Bu elli yılda Güneş şaşırtıcı
bir hızla dünyayı dolaştı, filmler yaptı. Endonezya’da bir milyon kışı
öldürülürken Güneş oradaydı. Şili’de Allende öldürülürken o oradaydı. Dhofar
gerillaları Arabistan’da çarpışırken Güneş gene oradaydı Güneşin maceraları
saymakla bitmez. Güneş elli yıldır dünyanın her yerindeydi. Güneş, Türkiye’de
doğmuştu. Ülkesini seviyordu. Dünyanın neresine giderse gitsin onun çantasında
bir parça Türkiye mutlaka vardı. O dünyayı, savaşları yıkımları yaşarken
ülkesinden de ayrılmıyordu. Her yıl birkaç kez yurduna uğruyor, Türkiye üstüne
bir film yapıyor ya da Türkiye üstüne bir kitap yazıyordu. Eşi yazar Barbro ile
kendilerini ne kadar sanatlarına, işlerine adamışlarsa o kadar da Türkiye’ye
adamışlardı. Kalıbımı basarım ki, Türkiye’nin dünyada tanıtımına onlar kadar
çok az kişi yardım etmiştir. Onlar Türkiye için canlarını dişlerine takmış çalışırlarken,
bizimkiler onları yargıyla, hapishanelerle, karakolların gözaltılarıyla
ödüllendiriyordu...”</i></div></span><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bu
vesile ile artık aramızda olmayan ve çok büyük işlere imza atmış bu iki kişiyi saygı
ve minnetle yâd ederken, giderek azalan bu kabil koca yürekli insanlara ne
kadar ihtiyaç duyduğumuzu bir kez daha söyleyelim. <o:p></o:p></span></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-4522904686539756412023-10-25T03:42:00.013-07:002023-10-25T10:33:16.464-07:00RÜSTEM ŞENKUL, İZ BIRAKAN BİR MUHTAR<p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Uzunca
bir dönem Çeşme’nin 2 nahiyesinden birisi olarak ve Cumhuriyet döneminde ise
1980’lere kadar geçmişteki görkemli günlerinin mirasına layık olarak
korunabilmiş bir yer iken başta siyasal ve toplumsal olmak üzere her alanda
bir altüst oluşun her türlü kötü ve olumsuz yansımasından nasibini almıştır,
Çiftlik Köy, maalesef… Osmanlı’nın farklı dönemlerinde<span style="background: white; color: #222222;"> <b>“Aşağı Çiftlik”,</b> <b>“Yeni Nahiye”,</b> <b>“Çiftlik-i
Kebir”</b> ve <b>“Katopanagia”</b> adlarıyla maruf
Köyümüz, sahip olduğu sosyal ve kültürel zenginliğe mütenasip evleri, sokakları
ve sokak kaplamaları, çeşmeleri ve su şebekesinin bakiyeleri, İskelesi, Kilisesi,
Maşatlığı ile Anneannem Hacer Karagöz’ün ifadesiyle <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Ege’nin Paris’i </b>olarak hatırlanmaktadır. Kendi belediye
teşkilatının da varlığını Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatnamesinden bildiğimiz
Çiftlik Köy, önce abuk subuk bir değişim dalgası ile zedelenmiş ve bilahare de siyasal
statüsünün bile diğer birçok yer benzeri gibi siyasi planlara ve beklentilere
kurban edilerek mahalle düzeyine indirilmiştir. Bu değerlendirme benim şahsi
görüşüm olup aykırı düşünenlere katılmasam da saygı duyarım.</span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="background: white; color: #222222; font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEir39XuQI5ChVpDzYAyCzUkybPq_hF4zy7hI8b10-C8pmKf70190wqNnKXWEwtBe0U15aqFTrSx7PAqRGjhgu1SIB4ibSgQyh6CCJ62peR_9kPx3F8yfPtDAHu4z5CRs-v_sNdROk1dgxtZVNoTbsayERciPscHmz2s32LVWKKd7--uKWg_BjXGRQ" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="1606" data-original-width="878" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEir39XuQI5ChVpDzYAyCzUkybPq_hF4zy7hI8b10-C8pmKf70190wqNnKXWEwtBe0U15aqFTrSx7PAqRGjhgu1SIB4ibSgQyh6CCJ62peR_9kPx3F8yfPtDAHu4z5CRs-v_sNdROk1dgxtZVNoTbsayERciPscHmz2s32LVWKKd7--uKWg_BjXGRQ=w109-h200" width="109" /></a></div><div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="background: white; color: #222222; font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet, böylesine kısa lakin muhteşem bir tarihe
sahip köyümüzün <b>“Efsane Muhtarı Rüstem
Şenkul”</b> benim çocukluğumun çok önemli kişilerindendir. Rüstem Şenkul büyüğümüz
tıpkı Çeşme Musalla Mahallesi eski muhtarlarından <b>Ali Tunar</b> benzeri sanki “ezelden ebede” muhtar olunur görüşünün
bendeki fikri tezahürüdür. Rüstem Abimiz, son derece medeni ve asri beşeri
ilişkileri içinde Ayhan Işık ve Clark Gable ortalaması bir yakışıklılıkta
izlenim veren, Mark Spitz sportmenliğinde faaliyette bulunan, bir muhtar olarak
da dönemine mütenasip olgun, doygun, bilgin ve vakur bir kişi olarak benim
hatıralarımda saygın bir yer tutar. Köyümüzün bir diğer efsane ismi Bekçi Recep
Bozkurt (devlet) ile birlikte yegâne kravatlı kişileri olarak hatırlanmakta
olup sahip olduğumuz fotoğraflar da birer tevsik belgesidir adeta… Dönemin en
fazla taklit edilen Ayhan Işık bıyığı, her daim temiz ve titiz ütülü giysileri
ile "bu köydenim ve köylüyüm lakin temsiliyetim benim böylesine bir görünümde
olmamı gerektirmektedir" çağdaşlığı içinde oldu her daim, Rüstem Abimiz. </span><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p></o:p></span></p></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Baba,
Mustafa Şenkul, nam-ı diğer <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">TAFO</b> ise
Balkan göçmenidir, çoğu köylümüz gibi… Çiftlik Köyümüzün her ailesi gibi tarım
toplumuna mütenasip şekilde çok çocuklu bir aile, geldikleri yerlerdeki
faaliyetlerin devamı niteliğinde büyük çaplı hayvancılık ve buna uygun
çiftçilik faaliyetleri hep en öndedir. Dönemin Çiftlik Köyünde her ailenin
birbirlerini çok iyi tanımışlıkları yanında özellikle derenin kuzey doğusundaki
ya da Güney batısında kalanlar sanki birbirleriyle biraz daha yakın gibi
gelirlerdi bana ya da ben öyle hatırlıyorum. Biz de Yukarı Mahalle diye
hatırladığım Kuzey Doğu bölümünde TAFO ve ailesi ve dahi kardeşi Kasım Hoca ve
ailesi ile biraz daha yakın ilişkiler yürütüyorduk ya da yine bana öyle
geliyordur. Tam hatırlamıyorum şimdilerde… Lakin TAFO’nun küçük oğullarında
İlhan Abi ile dönemin de ruhuna mütenasip olarak tabanvay seyahatlerin
yaygınlığı içinde Çeşme ve Çiftlik Köy arasında ve normal yoldan ziyade
Karadağ’ın ters istikametinden yani Çolak Ali tarlaları tarafından çokça
seyahat etmişliğimiz vardır. TAFO’nun tüm çocukları köyün diğer yaşıtlarıma
benzer bana da her birisi abi olmuşlardır. Rüstem Abi ile bir İlhan Abi
muhabbeti tutturamamış olsak bile gayet içten ve samimi küçük küçük
hasbıhallarımız olurdu.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bilindiği
üzere, bugün bir torunun da adını taşıdığı baba Mustafa Şenkul’un lakabı <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">TAFO</b> idi. TAFO’nun ne anlama geldiği
konusunda birkaç rivayet olmakla birlikte benim okumalarımda ve araştırmalarımda
şahit olduğum üzere özellikle Balkan Göçmenlerinin ziyadesiyle yaygın
kullandığı sahip olunan gerçek adın orta ya da son hecelerini hoş bir biçimde
kırparak sevimli bir hale getirdikleri yönündedir. Mesela; Azize bir anda Ziza,
Abdullah Dula, Emine Mino, Hafize Fiza, Hasan Sani olduğu üzere Mus<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">tafa</b> da <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Tafo </b>oluveriyor. Burada sürekli olarak aile içindeki bebek ya da
çocukların seslenişlerinin sevimli ve keyifli halinin büyükler tarafından
taklidi esası ve birkaç hecenin bazen ön tarafındaki bazen de son tarafındaki
sesli harflerin değiştirilmesi halinde tezahürü söz konusudur. Ve kanımca da bu
uygulama son derece güzel ve keyifli olup adları da bir o kadar sevimli ve sevilir
hale getirmektedir. Ve yine okumalarımdan anladığım kadarı ile bu uygulamanın
en yaygın olduğu coğrafya Kosova ve Arnavutluk olup göçmenlerinin de hala
yaygın olarak gittikleri yerlerde bile bunu takip ettikleridir. Zaten Mustafa
Şenkul büyüğümüz de bir Arnavuttur. Diğer taraftan benzer bir durum torun
Mustafa Şenkul’da da devam etmiş olup gelenek korunmuştur. Sevgili arkadaşım
Mustafa, ki halen Afa olarak bilinir ve anılır Köyümüzde. Evet, açıkçası son
derece sevimli ve akılda kalıcı bir hale dönüşmüştür,<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"> Mustafa </b>iken<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"> Afa </b>oluşu<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">…</b></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Rüstem
Abimiz için Mark Spitz benzetmesi de yapmış idim ya, onunla ilgili bir
hatırladığım var, müthiş bir örnek alınası girişim… Çiftlik Köy’den
Yunanistan’ın Sakız Adasına çıplak ve korumasız yüzmesi… Şimdi net hatırlayamadığım
bir kabotaj bayramı mı yoksa bir Ulusal Bayram gününde mi muhtemelen de kabotaj
bayramında oldu bu geçiş… Hatırımda kalan maalesef sadece bu yüzme eylemi ve <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“barış ve dostluk”</b> temalı olması… Hangi
gün idi, korumalı mı idi, Sakız’a ulaşılabilmiş mi idi, hafıza kayıtlarımda
bunlar yok…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Dayım
Yaşar Karagöz’ün 2. evliliğindeki nikâhını da Rüstem Abi kıymış idi… Çok küçük
olduğumdan hayal meyal hatırladığım bu tören neticesi Rüstem Şenkul yetkili ve
etkili bir insan olarak koltuğunun altındaki <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“defter-i kebir”</b> ile eve gelişinin, görevini yapmasının, bilinçaltıma
çakılmış olması… Dönem itibari ile muhtarlık ve muhtar gerçek manada önemli
makamlar idi, şimdiki gibi değil ne yazık ki… O devir etkin olup, şimdiki dönem
edilgin olması devletin başkaca ali menfaatlerine mütenasip bir yapılanmanın
tezahürü olsa gerektir.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhx_FwxOBE2b5ZRwqmqFOJCQmoebaEQ1zyiRQP1QUStemRitH5C3Q2UOkeZxAubzkVDS46zP4K6i994h-nKFk0gbAdHAZzyeGsGO0_M7wv5ywC8QGZJe1wcvOL1OZ6nkttU7aQPu8qSqe1BBzavzz2ESvxU3_FFROqr0UNylny0XATTs4hGtOKFhw" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="540" data-original-width="960" height="113" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhx_FwxOBE2b5ZRwqmqFOJCQmoebaEQ1zyiRQP1QUStemRitH5C3Q2UOkeZxAubzkVDS46zP4K6i994h-nKFk0gbAdHAZzyeGsGO0_M7wv5ywC8QGZJe1wcvOL1OZ6nkttU7aQPu8qSqe1BBzavzz2ESvxU3_FFROqr0UNylny0XATTs4hGtOKFhw=w200-h113" width="200" /></a></div><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0.0001pt; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Neyse;
bu yazı vesilesi ile artık aramızda olmayan başta TAFO (Mustafa Şenkul) ve
Rüstem Şenkul olmak üzere tüm diğer büyüklerimizi derin bir saygı ile yad
ediyor, Rüstem Abinin oğulları dostlarım Muhittin ve Mustafa Şenkul’lara da uzun
ve mutlu bir hayat diliyorum… <o:p></o:p></span></p></span><p></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-54945657022832091692023-10-20T22:27:00.006-07:002023-10-21T01:20:15.153-07:00KİRAZ AĞACI<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjxn6pQVjmFpo4XcLioLXwmMds3mUpOfc742i5k7DGJKkUNUJLmEl-jY3PxzgEZTp4e6rlcRtedbYINdiC_LkxxHJjLquaCVkuvFjZkzEGUq3yhW8dKg_Tw100cib9AHPf0lDe6iIORtmqCdQIgGj57lW46e84n26ZOwCv3Ut40JN8VM_PA9SFWHQ" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" data-original-height="720" data-original-width="960" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjxn6pQVjmFpo4XcLioLXwmMds3mUpOfc742i5k7DGJKkUNUJLmEl-jY3PxzgEZTp4e6rlcRtedbYINdiC_LkxxHJjLquaCVkuvFjZkzEGUq3yhW8dKg_Tw100cib9AHPf0lDe6iIORtmqCdQIgGj57lW46e84n26ZOwCv3Ut40JN8VM_PA9SFWHQ=w200-h150" width="200" /></a></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR;">Gökçer Tahincioğlu’nun “Kiraz Ağacı” adlı kitabını
okuduğumu gören bir dostum, genellikle kitaplar üstüne yaptığımız sohbetimiz
arasında mezkûr kitap hakkındaki yorumumu sormuş idi, yazacağımı söyleyerek
geçmiştik, işte şimdi yazıyorum, gecikmeli de olsa… Kitap; dayatılan her şeyin <b>“bila kayd ü şart”</b> kabul edilmesi ile muhataplarının
reddi dilemması içinde tarihe “hayata dönüş” diye insanların boğazlanmaya
çalışıldığı bir dönemin tekmili birden hikâyesidir. İlaveten de sanıklar/tanıklar;
Hivda ve Deniz’in yaşanan bu “devletin kerim hali” dayatması sürecinde
yakalandıkları amansız <b>“Korsakoff”</b>
rahatsızlıklarının üstünden hatırlamanın kutsiyeti dün ile bugün arasındaki
haliyle kaçınılmaz yaşanacak geliş gidişlerle yaşananlara büyüteç tutulması hikâyesidir
bana göre…<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR;">Hatırlamanın, hatırlatmanın ve bunların üstüne düşünmenin
ve konuşmanın zinhar bir yerlere de sığınmadan tüm bunların yapılması gereğinin
tebarüzü gibi görünmektedir Gökçer Tahincioğlu’nun bu romanı… Kendine has üslup
ve tarz ile okunası bir kitap… Kahramanların ve anlatıcının anılarının öncesi
ve sonraları arasındaki münasebetin ayrışma ya da kesişmelerinin, esasen de bir
“yok oluşun” neden ve nasıl bir “var oluşa” dönüşeceğinin metaforu kiraz ağacı
tespiti ile gönendirilmesinin çok anlamlı bir anlatımıdır. Kiraz metaforu bir
anlamda da hayatın devamının zımnen kiraz ağacı ile hayatın nihayetlenmesinin
ise sakura Ağacı ile ifadesi gibi gelmektedir bana… Nihayetinde her ikisi de
kiraz lakin fahiş fark devamlılık ve nihayetlenme… <span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR;">Kitaptaki kahramanlardan ikisinin, Hivda ve Füsun’un
babaları Sadık’ın kızları için gecekondunun bahçesine diktiği kiraz ağacı için
söyledikleri de ziyadesiyle manalı ve hayatı, sevmeyi hele de aşk üstüne
yarattığı mecazı itibariyle… </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR;">“Kiraz da güllerdendir. Biliyor musunuz kızlar? Gül
ailesindendir kiraz. Açtı mı bahar geldi demektir. Kuşlar bunların çekirdeğini
taşıya taşıya bütün dünyaya sevdirmişler kirazı. Gülün meyve halidir kiraz.
Meyvelerin hası. Nazlıdır, ne çok soğuğu sever, ne çok sıcağı. Çok suyu bile
sevmez. Öyle kırılgan. Kışın bunun üzerini kapatacağız, çok soğuk almasın.
Yazın suyuna dikkat edeceğiz, çok kurumasın. Sonra baharda bırakacağız kirazı.
Çiçeğe durduğunda bileceksiniz ki aşık oldu kiraz ağacı. O sırada yağmur yağmasın
diye dua edeceksiniz. Aşk gibi işte, onu yaşarken kimse ilişmeyecek size.
Ölenlerin ruhu geçermiş kiraz çiçeğine. Erken yaşta ölenleri… Beş-altı yıl
sonra meyveye duracak bu fidan kızlar. Kirazlarını toplarken konuşacağız
hayatı. Bakalım nasıl akmış hayat…”</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR;">Kitap, büyük kentlere göç, gecekondu iş ve işsizlik,
devletin kanatları altına sığınarak hayatı idame ettirme itirazın ise nelere
mal olacağının da bir tebarüzü gibidir. Esasen göç ve gecekondu ve sosyolojisi
üstüne </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR;">“Ancak
taşra kentlerini gördüğünde anlamıştı bunun mümkün olabileceğini. Orada da
birkaç ailenin ilk yerleştiği yer, kapanın elinde kalıyor, o aileler
kendilerini güvende hissedebilmek için benzerlerini yanlarına getiriyorlardı.
Başta birbirinden habersiz büyüyen sokaklar, mahalleler, diğer mahalleden
haberdar olduğunda görülmez çitlerle ayrılıyorlardı. Herkes yerini biliyordu
artık. Daha hızlı büyüyen, daha çok güçlenen ya diğerini yıkardı ya da olası
bir saldırıya karşı koyabilirdi. Bu bitmez düşmanlık, zamanla birbirine bir
kıvılcım çakana kadar ilişmemeye dönüşmüştü. Sonradan yapılan uzak mahalleler
ise o iki mahallenin zenginlerini birleştirmiş, artık aynı apartmanın
kapısından girip çıkmaya başlayan insanlar da birbirleriyle iyi geçinir hale
gelmişlerdi. Hoşgörü dedikleri yalancı bir örtüydü.” </span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR;">diyerek benzerlerin polarizasyonu tespitini
geliştirmektedir. Tüm bu gelişim ve sonuçlarının toplumu ve de bireyi adeta
kuşatarak bazılarını alabildiğine duyarlı bazılarını ise her yol mübahçı
noktaya sürüklemesi de kaçınılmazdır. Göç ve gecekondu gerçeğinin her çevrede
farklı değerlendirmeye tabi tutulduğu toplumumuzda ise, tarif ve tespitlerinin
sade birer aritmetik figür ötesine geçememesi gerçeği bir yana sonuçlarının günümüzde
doğurduğu kentsel dönüşümler ise bahçeli ve tek katlı gecekondulardan çok katlı
gecekondulara sıçrama platformudur. Eee bu da az bir şey değil tabii ki…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 14.0pt; line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">Esasen de; hala aydınlatılamayan ya da aydınlatılmak istenmeyen tarihin
en karanlık sayfalarından biri olarak kayda geçirilen “hayata dönüş operasyonu”
kitabın, göç, gecekondu, iş ve işsizlik, yoksulluk, devrimci mücadele, hak
arama, düzen ya da düzensizlik sorgulaması, tutuklamalar, işkenceler,
sürgünler, ağır hapishane şartları, direnişler, bastırmalar, sindirmeler,
korkunç sonuçları ve görüntüleri olan direnişler, yeni cezaevi tipleri,
devletin en önemli yatırımı yeni cezaevleri, bu yatırımlara sevinen canım
yurdumun insanları, istihbarat çalışmaları ve çalışanları, tüm bunların
üstünden yüksek politika oluşturulması gibi detaylar arasından öne çıkan ya da
çıkarılan bölüm. Operasyonun siyasi karar vericilerinin bile, başta Adalet
Bakanı Hikmet Sami Türk olmak üzere, yıllar sonra nedamet göstererek “ölçünün
kaçtığını” itiraf edenlerin bile olduğu bir kara düzen ve kapkara sonuçları,
gözlerimiz dolarak izlediğimiz ve bugün hatırladığımızda bile yüreğimizi burkan
görüntüler yaşandı… Ölenler, sakat kalanlar, psikolojisi bozulanlar, kalıcı rahatsızlıklara
neden olan bu acımasızlığın, hoşgörüsüzlüğün dibine kadar yaşandığı sürecin bu
abuk subuk “kerim devlet” dayatmasının mirasıdır ve bugün hala bu olumsuz izler
silinmemiştir. Tüm bu yaşananları savunanların içeridekilerin silahlandıkları, başkaldırdıkları
iddialarının bini bir para yalan dolanın haddi hesabı görülmedi görülemedi ve
görülemeyecekte. Buna inananların bolca, gülen karakargaların da azca olduğu bu
kocaman süreçte, yahu bu içeride silahlar vardı iddiasının bir türlü nasıl
oraya girdiler, girmişler, kim aracı olmuşa evrilememiş hali gözümüzün önünde ve
halen de kimseleri rahatsız etmemektedir. Oysa operasyona gelinceye kadar
kocaman bir süreç yaşanıyor, içerideki insanlar o günkü siyasal inanış ve
kavrayışın temsilcileri tarafından günahkâr tayini ile hiçbir insani haktan
yararlandırılmama konusunda kararlı bir şekilde tehdit ve tenkil edilmektedir.
Tüm bunlara da ilaveten böyle mi davranırsınız alın size daha da beteri denilip
yarattıkları insanın yok edilmesinin aracı sayılacak F tipi cezaevlerine
nakiller başlatılmıştır. O günün muktedirleri ve akıl daneleri başta da sosyal
demokratların ya da demokratik solcuların piri muhterem olmak üzere
mahkemelerin size verdiği cezalar azdır ilaveten biz de kafamıza göre cezalar
vereceğiz dayatması ile yaktılar, yıktılar. Demokrat Solcuların piri muhterem “o
operasyonları yap(a)masaydık IMF ile ikili anlaşmaları yapamazdık” diyerek adeta
cezaevlerinin dışındaki muhaliflere de aba altından sopa gösteriyordu. Biz
seyredenlerin çoğu da yahu devlet böyle intikam tarzı cezalandırmalar yapar mı
diye sormadık zinhar… Ölen tutuklular, kolları, bacakları kopan tutuklular, bir
daha asla iyileşemeyecek kadar sakat kalan tutuklular ve dahi ölen askerler
olmuş kimin umurunda, varsa yoksa yağma hasanın böreği düzeni korunsun… Ve dahi
dışarıdan tutuklu aileleri ve yakınları düşman hukukuna tabi, ya böyle bir şey
var mı diyen bir avuç sanatçı ve bilim adamı dışında kimse yok ortalıkta…</span></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-size: 14pt;">Aslında kitabın ele aldığı dönemin olaylarını kronolojik
olarak sıralamak mümkündür lakin gerek var mı diye baktığımda da; “hepimiz
oradaydık” her şeyi tüm çıplaklığı ile gördük, ayıp olur şimdi bunları
sıralasam hatırlayanlar için hatırlamayanlara da zaten yapacak bir şey yok, onlara
iğne, ilaç ve doktor kâr etmez, övendire bile hatta Roma mızrağı bile az gelir…</span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-70462962166448113932023-10-13T01:08:00.004-07:002023-10-13T01:10:27.680-07:00ARDIMDAKİ YILLAR ve İYİ SAATTE OLSUNLAR<p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yazar
Yıldız Sertel’in “Ardımdaki Yıllar” adlı anı kitabını okuyorum, neredeyse
tamamını okuyarak öğrendiğimiz ve bildiğimiz sosyal ve siyasal çalkantıların
yazar tarafından görüldüğü biçimi ile anlatımı… Değerli bir kitap… Hele hele
SSCB’nin her dönem en önemli isimlerinden olmuş Molotof’un anıları ardından taze
taze okununca… Türkiye, İngiltere, Amerika, Çekoslovakya, Avusturya ve Almanya
üzerine bölümlerinde enteresan gözlemler ve anılar olmakla birlikte ben kitabın
Sovyetler Birliği bölümü üstüne yazılanlarını bu yazıda ele almak istiyorum…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bilindiği
üzere yazar Canım Yurdumun basın tarihi ve sosyal mücadeleler açısından yaşanmışlıkları
çok önemli bir aileden gelmekte olup esasen de kitabın tanıtımında da yapıldığı
üzere; “</span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">uzayan bir sürgünlüğün,
sıkıntıların, anne ve baba acısının her anlamda tarihe düşülmüş notları… Entelektüelin
gönüllü sürgünlüğünün yanına, siyasi baskıların, ayrılığın, yarım kalmış yaşamların
acısını da katan bu kitap”</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"> ile, 1950’lerin başından 1990’lara kadar
olan yaklaşık 40 yıllık sürgünlüğün bunun da yaklaşık 20 yılının geçtiği “sosyalist
ülkelerdeki” şahit, muzdarip ve muhatap olduğu hayat ile muazzeb ve müteellim
ademoğullarının tekmili birden hikayesi babından… Sovyetler Birliği anıları da
çok uzun kendi içinde, Moskova, Bakü ve tatil yerleri olarak bölümlenmiş
olmakla birlikte benim uzun yıllar sonra çalışmaya ve gezmeye başladığım
bölümlerine kadar sarkmış boyutunu siz isterseniz tsunamisi deyin isterseniz
tortusu deyin ben de mirası dediğim bölümü çok önemli benim için…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjygPWU2aQouvNijnAL2qLjN29T10UPWT8TjT6so7HnEZoS08BAxdZZUNqB8d0CQ7ia-FC-UI03muH33YGxaNM8NkzQZ7fX7DPNytcy3svAzxAOLpK3gpAnZ-hbbQ783_lGtZypSQhOXtdXmnZPgGo3hVWTLAWVslLQON2pKlf2QBndJuf5FhRYA/s1280/ARDIMDAK%C4%B0%20YILLAR%20-%20YILDIZ%20SERTEL.JPG" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="960" data-original-width="1280" height="150" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjygPWU2aQouvNijnAL2qLjN29T10UPWT8TjT6so7HnEZoS08BAxdZZUNqB8d0CQ7ia-FC-UI03muH33YGxaNM8NkzQZ7fX7DPNytcy3svAzxAOLpK3gpAnZ-hbbQ783_lGtZypSQhOXtdXmnZPgGo3hVWTLAWVslLQON2pKlf2QBndJuf5FhRYA/w200-h150/ARDIMDAK%C4%B0%20YILLAR%20-%20YILDIZ%20SERTEL.JPG" width="200" /></a></div><div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 14.0pt; line-height: 107%;">“Ardımdaki
Yıllar”, bir bakıma sosyalizm, Sovyet Sosyalizmi ve TKP (Türkiye Komünist
Partisi) ile uygulamaya yönelik sonuçların üstünden bir kavga ve hesaplaşma
görüntüsü vermektedir, adeta. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin fahiş bir
bürokratizme dönüşmesinin şahitlikleri üstünden kendisinde oluşan hayal
kırıklığı ve bu nedenle de bazı isimleri hedefe alarak buradan ciddi kızgınlıklar
aktardığı bir süreç. Sadece Sovyetler Birliği değil, Demokratik Almanya,
Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan, Romanya ve Çin’e dair gözlemleri de vardır.
Lakin özellikle de TKP ve TKP SSCB temsilcisi Marat (İsmail Bilen) üzerinden ülkeye
yönelik yaratılmış cennet görüntüsü nedeniyle SSCB’ye gelmiş Türkiyeli
komünistlerin yine Marat’ın sekter, kayırmacı ve gayri hümanist yaklaşımları
sebebiyle yaşadıkları, özellikle de Sibirya sürgünlükleri konusu görünen o ki
karşı mahallede ciddi tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur. Buradaki iddia o
ki; Marat ile ters düşen herkesin yolu Sibirya’dan geçmiş… Artık doğrusu nedir,
eğrisi nedir, tüm bunlar tarihçilerin, araştırmacıların vazifesi… İsteyen de “Gulag
Takımadaları” kitabı yazarı Soljenitsin’e küfür etmeye istemeyen de alkışlamaya
devam edebilir… Lakin sosyalizm ile çok erken yaşlarda tanışmış ve TKP
saflarına katıldığı bilinen yazarın bu noktaya gelmesinin de hiç de öyle hafife
alınacak bir yanı olmadığı aşikârdır. Öyle karşılıklı mevzilenip pasa “ver mermiyi”
ile de bir noktaya gelinemediği yeterince sarihtir…<o:p></o:p></span></p></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Kitabın
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Erivan Radyosu’nun hikâyeleri”</b>
başlıklı bölümü benim açımdan enteresan çünkü çok çok sonra da olsa
benzerlerinin kişilerde yarattığı alışkanlıkların halen devam ettiğine şahitlik
ettim. “Türkmenistan’a Benzemek – 13 Altyn Asyr” başlıklı 28 Kasım 2021
tarihinde yayınlanan yazımda olduğu üzere </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Türkmenistan’ın
ne yazık ki; kamuyu ilgilendiren, kamunun ilgi gösterdiği hiçbir şeyin özgürce
konuşulamadığı bir ülke olduğunu, vatandaşların “kulaktan kulağa” fısıldama
konusundaki maharetinden kolayca anlayabilirsiniz. İlaveten yine bu mazlum
vatandaşların “işaret dili” konusundaki mahareti hiçbir şekilde gözden kaçmaz.
Mübarekler bir parmak ya da el işareti ile bir sayfalık meram ve murat ihzar
eylerler ki evlere şenlik.</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">” şeklindeki benzer tespitlerime istinaden
derhal hafıza tazelemesini gerçekleştirdim. Ne diyor, Yazar kendisine anlatılan
ve gayet hoş bir hikâye ile başladığı bölümde, evvelemirde hikâyeyi bir yazalım
ki, konuyu anlamakta müşkülata düşmeyelim. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Yaşlı adam bir birahaneye gitmiş.
Tezgâhtaki adama sormuş:<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpFirst" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Kaç
fıçı biran var?<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">100<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Kaç
para eder?<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">500 Ruble<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Al 500
Rubleyi. Kapıya bir ilan as: “bira bedavadır”<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: .0001pt; margin: 0cm; mso-add-space: auto; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Adam
ihtiyarın dediğini yapmış. Biranın bedava olduğunu duyan halk üşüşmüş. Kuyruklar
büyümüş. Kavgalar olmuş, masalar devrilmiş, camlar kırılmış. Sonunda bira
bitmiş, birahanede ne sağlam bir eşya ne bir bardak kalmış. Herkes çekilmiş.
Birahane sahibiyle, ihtiyar karşı karşıya kalmışlar. Adam, ihtiyara sormuş;<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Ben
sana ne kötülük ettim ki, birahanemi bu hale getirdin?<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpLast" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Görüyorsun
ki ben yaşlı bir adamım. Bu işin sonunu göremeyeceğim. Bilmek istedim,
sosyalizm aşamasını geçip, komünizme (parasız topluma) ulaştığımız vakit, nasıl
olacak.”<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bu
hikâyenin anlatıldığı zaman orada bulunan bazıları “komünizm düşmanlığı
yapıldığını” iddia etse de hikâyeyi aktaran adamın da “ben de komünistim”
demesi ile görece yumuşamıştır ortam.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Yine
kitabın aynı bölümünden devam edelim, “</span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Bu
kabil hikâyeler kulaktan kulağa dolaşıyordu. Buna <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“Erivan Radyosu”</b> diyorlardı.” </span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;"><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>“Erivan Radyosu’nun Kafkaslar’da dolaşan bir hikâyesi
de şuydu: Türkiye’li bir Ermeni, Erivan’a gelmiş. Trenden inince cimadanini
(bavulunu) yere bırakmış. Eğilip, toprağı öpmüş, “vatan” demş, başını
kaldırmış, bavulu yok, Kahrolsun böyle vatan!” demiş.”</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bu
bavulun kaybolması hikâyesi aklıma sözleşme imzaladığımız ilk iş için kurulan
şantiye düzeneğinde, işçilerin sabah şantiye girişleri akşam çıkışları
esnasında üst baş araması yapılmasını da görünce “insan haklarına aykırı” hatta
“insana hakaret” ediliyor derhal bu uygulamayı terk edin demiş idim. Sonuçta
uygulamayı başlatan arkadaşlarımın ne kadar haklı olduklarına şahitlik etmiş
idim.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Neyse
kitaptan “Erivan Radyosu” hikâyeleri aktarmaya devam ediyorum. </span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">“Moskova’da otobüste biletçi yoktur.
Herkes, parasını atıp, biletini alır. Bir otobüste şöför yolculara seslenmiş:<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpFirst" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Yurttaşlar,
biletleriniz alın!<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="margin-bottom: .0001pt; margin: 0cm; mso-add-space: auto; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Bir
yolcu sormuş:<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraphCxSpLast" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Neden
yurttaşlar diyorsun da, yoldaşlar demiyorsun?<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Sovyetler Birliği’nde
devrimden sonra, “bey”, “hanım” sözcüklerinin yerini “yoldaş” almıştı. Hemen de
herkes birbirine “yoldaş” der. Bu bir nevi komünizm yolunda beraberlik,
komünistlik anlamına gelir. Komünist partisine girmek bir imtiyazdır. Şöför
cevap vermiş:<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoListParagraph" style="margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-align: justify; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%; mso-fareast-font-family: Arial;"><span style="mso-list: Ignore;">-<span style="font: 7pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">Yoldaşlar
otobüse binmez de ondan</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">.”</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Bir
başka hikâye</span><i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 107%;">; “Paris’te
bir grup ermeni gidip Ermenistan’a yerleşmeye karar veriyorlar. İçlerinden bir
tanesi evvel davranıyor. Ona tembih ediyorlar: “gidince, oradaki durumu bize
bildir.” Sansürü, istediğini yapamayacağını düşünerek de, şöyle bir parola
tertip ediyorlar. Mektup yazmayacak, fotoğraf gönderecek,. Eğer fotoğrafta,
oturuyorsa durum fena, ayakta duruyorsa, durum iyi. Fotoğraf gelmiş, adam
yatıyor.</span></i><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">”<br /></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Aaaaa,
bunlar korkudan oluşan iletişim şekli değildir diye iddia edenler varsa da,
onlara da bu muhteremler “kelimeleri lüzumsuz tüketmeden ekonomik”
kullanıyorlarmış diye bir izah hakkı tanıyalım. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Bu manada artık bir yanı göçmüş dünyada, tek
yanı ile yol bulmaya çalışan mazlumları zapt-ı raptı altında hizaya ve sigaya
çekme uzmanı dünya liderlerine muhteşem bir örnek teşkil etmekte olanlara da
bin selam. Nihayetinde oralarda her türlü abukluk âsâr-ı kudsiye artık” <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p> </o:p></span></p><br /><p></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-38384184.post-25370250531569317782023-10-07T01:47:00.005-07:002023-10-08T00:03:44.477-07:00İLK ŞİKEDEN BİR ÖNCEKİ ŞİKE YİNE MALUM TAKIMLAR<p style="text-align: justify;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt; text-align: justify;">Futbolda
ilk şikeciler diye bloğumda bir yazı yazmış idim oysa o günde bildiğim üzere
bunun bir öncesi vardı lakin öyle yazmamış idim çünkü o gün yazdığım Fenerbahçe
Beşiktaş şikesi 23 Mayıs 1943 yılının bir diyeti idi ve diyetinden başlayalım
istemiştim. Bugün de ilk şikeye değinelim, Fenerbahçe o gün Beşiktaş’ı yen(e)meseydi Galatasaray şampiyon olacaktı ama </span><b style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt; text-align: justify;">“Galatasaray
düşmanlığı” </b><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt; text-align: justify;">behemehâl devreye alınır </span><b style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt; text-align: justify;">“şike
kardeşliği”</b><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt; text-align: justify;"> tertip ve tesis edilir, sezon içinde 3 kez karşılaşıp 3 kez
galip gelen Beşiktaş o gün sahaya yenilmek üzere tertip edilmiş bir takım ile
çıkar ve 4-1 yenilir… Murad tesis edilmiş Fenerbahçe şampiyon olmuştur… Nasıl
bir şampiyonluk… Nasıl bir şike… Şikeden sözde kim şikâyetçi bugün yıldız
yarışında geride kaldıkları için şüphesiz Beşiktaş ve Fenerbahçe… Yalan dolan
işler işte… Kendilerininki hep normal… Mesela Fenerbahçe’de, Beşiktaş’ta daha
lig organizasyonu yapılmamış iken oynadıkları maçlardan bile “yıldız”
devşirmeye daha doğrusu aşırtmaya çalışıyorlar, kaldı ki Beşiktaş bunu becerdi
de… Buna alet olmaması gerekenler de dilsiz sağır rolüne abanmışlar maşallah…
Tam bir kara propaganda misali… </span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 14pt; text-align: justify;"> </span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXc8-jZbR-jqm55HjzFhcz4948sXJ2yzldo5mhI7f8XxLluxCrVsgsFtqIc627B1hK13qp2SIjatEWftQdcwecOuPWD9JJANWUYO6WRQccV-wCk04AEz9LzSIIzCkUdUnM4crO3npjQ3h-Qn5FDnSDQoUF2uWLkoEJ_cQuzLSRxefv071PpJQC4A/s1024/19430520_Cumhuriyet.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="910" data-original-width="1024" height="178" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXc8-jZbR-jqm55HjzFhcz4948sXJ2yzldo5mhI7f8XxLluxCrVsgsFtqIc627B1hK13qp2SIjatEWftQdcwecOuPWD9JJANWUYO6WRQccV-wCk04AEz9LzSIIzCkUdUnM4crO3npjQ3h-Qn5FDnSDQoUF2uWLkoEJ_cQuzLSRxefv071PpJQC4A/w200-h178/19430520_Cumhuriyet.jpg" width="200" /></a></div><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Döneminin
playof’u niteliğindeki <b>“Milli Kümenin”</b>
İstanbul Futbol Ligi’ni ilk 4, Ankara Futbol Ligi’ni ilk 2, İzmir Futbol Ligi’ni
ilk 2 sırada tamamlayan takımların katılımıyla, toplam 8 takımın 10 haftada 14
müsabaka yaparak mücadele ettiği 1942-1943 sezonunda, Fenerbahçe şampiyon olur…
Görünüşe göre zaten 14 müsabakanın 11’ini kazanma becerisi göstermiş, toplam 30
gol atmış, 6 gol yemiş, hali ile tabelanın birinci sırasına oturmuş… Evet,
tabela böyle iken tek tek maçlara ve maçların hakem ve kadrolarına bakınca
durum bambaşka bir hal alıyor. Mesela Beşiktaş İstanbul Bölgesel Liginde 14 maç
69 gol, Milli Küme maçlarında ise 14 maç 47 gol atma becerisi gösterdiği mezkûr
sezon Fenerbahçe’yi 3 maçta da yenme becerisi göstermiştir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Hani,
Türkiye Futbol tarihine <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“şerefli
ikincilik”</b> deyimini sokanlar var ya, mezkûr müsabakada salt Galatasaray
şampiyon olmasın diye “has” kadrosunu sahaya çıkarmayan esasen de dönemin Canım
Yurdunun en önemli golcüsü Şeref Görkey’siz sahaya çıkıp ertesi günkü gazete
manşetlerini de “Beşiktaş sahaya Şeref’siz çıktı” ibarelerinin eziciliğinin
utancına bir baksınlar lütfen…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Şimdi
denilebilir ki, bu kadar geriye gitmenin ne manası ve faydası var, bugüne
bakalım… Bugün tabii ki bu adil ve ahlaki olmayan davranışlar kümülatif artış
ile Türkiye Futbolunu yok edecek hale gelmiş gibi durmakta esasen de tüm Dünya
Futbolunun temellerine dinamit koymaktadır. Diğer taraftan da dün ne olduğu,
nasıl olduğu, kimler başrol aldı gibi soruları sormaz isek bugünü anlamakta
zorlanır iken bize anlatılan masallara inanmaya devam ederiz, maazallah… Bugün
bu konuda kim ne diyorsa, ben dâhil, her söylenen tetkike muhtaç durumdadır…
Nihayetinde istedim ki; bilinen bu gerçeği herkes yeniden bir hatırlasın ve <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“şikeci”</b> diye başparmağı ve işaret
parmağı dışındaki üç parmağını kısıp işaret parmağı ileriye uzatmak suretiyle karşısındakini
itham edenlerin <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“cemaziyelevvelleri” </b>bir
kez daha tespit ve tescil edilsin… Nihayetinde de kısılan o dört parmak da
kendinizi göstermektedir derler adama maazallah…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Şimdi
bugünlerden de, bahsedelim derken hemen akla <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“bir yıldız ilavesi”</b> geliyor… Kayden ve hukuken Beşiktaş’ın
şampiyonluk sayısı 14’tür. Bu manada formasının göğsünde ancak 2 yıldız olması
gerekir, değil mi? Peki neden Beşiktaş formasında 3 yıldız var… Bana
inanmayanlar açarlar 1959 kurulan “Milli Ligin” şampiyonlarını tek tek sayarlar…
İsterseniz ben sayayım bilgi eksiği olanlar da tamamlasın. <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">1.</b>(1959-60), <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">2.</b>(1965-66),
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">3.</b>(1966-67), <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">4.(</b>1981-82), <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">5.(</b>1985-86),
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">6.(</b>1989-90), <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">7.(</b>1990-91), <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">8.(</b>1991-92),
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">9.(</b>1994-95), <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">10.(</b>2002-03), <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">11.(</b>2008-09),
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">12.(</b>2015-16), <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">13.(</b>2016-17), <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">14.(</b>2020-21)…
“Milli Lig” de 1959 kurulmuş ve ilk şampiyon Fenerbahçe olmuş… Oradan itibaren
parmak hesabı ile sayalım ki sağlam olsun dedik, ahada bulduğumuz, sonra da
sağlaması için sondan başa bir kez daha parmak hesabı, hayret sonuç değişmiyor.
Peki, her 5 yıl şampiyonluk 1 yıldıza denk geliyorsa Beşiktaş’ın yıldız sayısı
nedir, basit aritmetik <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">2 </b>diyor. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Acaba dönemin güçlü ismi MİT Bölge Başkanı,
meşhur ajan Mahir Kaynak irtibat subayı Süleyman Seba’nın, dönemin ünlü TV
programcısı Cenk Koray, ünlü polis şefi (adını vermeyeyim isteyen beni arayarak
öğrenebilir) destekli propagandalar ile “hoooppppp bir yıldız ilave” mi oldu? Hani
bir de istihbaratçılıktan emeklilik de olmaz düsturu kulaktan kulağa
söyleniyorsa… Şimdilerde de alavere işleri kardeşliğinin öteki cephesi Fenerbahçe
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“elli bin dereden su getirerek”</b> şu
yıl şampiyonluğumuz sayılmadı, yok bu yıl da vardı, çocuksu mızıldanmaları ile
yıldız sayısı arttırmaya çalışıyor… Beşiktaş’ın bu cingözlüğünü <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“yahu kardeşim ne oluyorsunuz, aritmetik
var”</b> demeden, aritmetik hata yapmış çocukların ruh haliyle itiraz etmeden
karşılayan TFF yöneticileri hiç vicdan azabı çekmiyorlar mı? Dahası <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">“haydi oradan kayıtlar sizi yalanlıyor”</b>
demeden gelen iddialara onay vererek basit aritmetik kurallarını dahi
bilmediklerini zımnen kabul etmişlerdir, bana göre…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;">Evet,
sonuç olarak Türkiye futboluna şikeyi soktukları konusunda fahiş karineler
bulunan 2 takım ne yazık ki Beşiktaş ve Fenerbahçe’dir. Aaaa bu dediklerimi
inandırıcı bulmuyor musunuz? Buyurun o tarihteki gazetelere bakın, futbol
arşivlerini gözden geçirin her iki takımın da namus erbabı takipçilerinin
anılarına bakın, ne dediğimi anlayacaksınız. Zinhar bu dediklerimden sadece bu
iki takımı hedef aldığım anlaşılmasın bu kadar kontrolsüz ve ederinden çok fahiş
paraların döndüğü, bahis olaylarının bu kadar prim yaptığı, hele hele de muktedirlere
sosyolojik bakımdan katkıları bu kadar mühim iken diğer takımların bu bataktan
azade tutulması düşünülebilir mi? Zinhar, meşhur deyim ile “hepiniz oradaydınız”
ve dahi oradasınız derler adama… Lakin hız radarına yakalanmış sürücünün “abi
herkes hız limitini aşıyor ama bizi yakalıyorsunuz” serzenişi benzeri, araba
bagajlarında bavullarla para yakalanır, soyunma odalarında maç öncesi paralar
dağıtılır iken de “ama diğerleri de şike yapıyor” haykırışları yükselir, işte
meşhur “Mart mahlûku” davranışı… Netice itibari ile Türkiye Futbol Tarihi
arşivleri bize şikenin Canım Yurduma duhul oluşunun müsebbipleri olarak bu iki
takımı daima hatırlanacaklar listesinin başına koymamıza sebep olacak
karinelerle doludur. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 14pt; line-height: 107%;"><o:p> </o:p></span></p>ruhi mehmet çilekhttp://www.blogger.com/profile/09118393637961350261noreply@blogger.com1