Cumartesi, Şubat 13, 2021

LATİF ÇELEBİ

 

1980 Avrupa Futbol Şampiyonası finalleri oynanıyor, futbol tutkumuzun doruklarındayız yani futbolu çok seviyoruz, artık televizyonlar da yaygın olarak kullanılıyor ve büyük bir keyifle izliyoruz. Aynı dönemde, yani 70’li yılların 2. yarısında Çeşme Gençlik Futbol Takımının da yenilmez armada takdimi ile hiçbir idmanını ve maçını kaçırmıyorum. Tüm futbolcular ve yönetim çok yakın tanıdıklarım, abilerim ve arkadaşlarım, öyle şimdiki gibi ver parayı transfer ile futbolcu ithali yok mutlaka yerli oyuncular bulunacak, yetiştirilecek ve oynatılacak. Evet, finallerde bizim ülkemiz temsil edilemiyor ama keyifle her maçı takip ediyoruz, ilaveten de maç esnasında birlikte maç seyretme ve yorum yapma keyfinin dibine kadar çıkarılması için arkadaşlarla birlikte seyrediyoruz. Gözümüze Yunanistan milli futbol takımından “Ardızoğlu” isimli bir futbolcu takılıyor. Acar, hızlı ve kanattan dripling yapma özellik ve yeteneği yüksek bir futbolcu lakin bir o kadar da sakatlanmaya açık tarzı nedeni ile sık sık sakatlanan bir oyuncu. Fazla oynayamadan o süreci tamamlıyor, hatırladığım ya 2 ya da 3 maç oynayabildiği idi. Ancak bizim dikkatimizi, son derece Türk duran buram buram Anadolu kokan soyadı “Ardızoğlu” ile çekerken, diğer taraftan son derece Yunanistan olan ismi “Xristos” ile çekmişti. Ancak, boyu, posu ve kıvırcık saçları ile bizim Latif’e benzetirdim ben onu. Esasen da taaa çocukluğumuzdan itibaren, Latif bana nedenini bilmediğim şekilde sürekli “Arapoğlu” diye seslenirdi ya, ahada bana da fırsat düştü ve ona “Ardızoğlu” demeye başladım. Her karşılaştığımızda istinasız şekilde o bana “Arapoğlu” ben de ona “Ardızoğlu” diye seslenirdim. Gerçi bizim Latif’in futbolcu sağlamlığı ve sertliği ve de devamlılığı Ardızoğlu’ndan daha istikrarlı ve kararlı idi ama bana da bahane lazım idi ve ona bir karşılık vermeliydim bu seslenişler karşılıksız kalmamalı idi. Futbolculuğuna tekrar dönmek üzere daha öncelerine bakalım sevgili arkadaşımızın…

Mahallemizin fırınlarından birisi de Turan Tütüncüoğlu abimize ait olanıdır ve şimdiki restore edilen Hamamın, Kervansaray tarafındaki köşesinde bulunmakta idi. Biz köylü çocukları için fırın bilgisi ise sadece kendi bahçemizdeki fırın ile sınırlıdır. Evde ekmek hamuru annelerimiz tarafından hazırlanır ve yine kendi ısıttıkları fırınlarda pişirilir idi. Sadece önünden geçerken gördüğümüz Turan Abi’nin fırını ise bize son derece yabancı idi. Gerçi bazen Seyit Ahmet büyüğümüzün bazen de Bekir Abi’nin fırınından “tava ekmeği” ya da “nohut ekmeği” almaya giderdik ama fırın bilgisi ve belki de ilgisi tam da bu kadardır. Ne zaman ki bir gün bir baktık Latif, Turan abinin fırınında çalışmaya başlamış işte artık fırın bizim için daha yakından bilinecek ve öğrenilecek bir mekandır. İlk o zaman anladık ki ekmek hamuru öyle annelerimizin yaptığı gibi el ile karılmıyor, hazırlanmıyor. Artık üretimin evrilmesi, daha hızlı daha çok daha az emekle daha fazla imalat noktasına erişmiş. Hayatımda ilk defa orada bir hamur karma makinesi görmüştüm, kocaman ve dönen bir kazan içinde çift eksende hareket eden bir karıştırıcı, kim bilir kaç ustanın işini tek başına ve kısacık bir sürede yapıyordur. İşte, Latif orada çalışmaya başlamasa bu konuda ne ilgimiz ne de bilgimiz olacaktı. Sabahın çok erken saatlerinde ekmekler hazırlanıyor, fırında pişiriliyor ve satışa sunuluyor. İşte artık o saatlerde Turan Abimizin mesaisi bitiyor ve genellikle halâ devam eden bahçe işlerine bakmak üzere orayı tek başına Latif’e bırakıp gidiyor. Fırın kolay soğumadığından, evlerinde ya da bahçelerinde fırını olmayan hemşerilerimizin tepsilerle getirdikleri yemekler pişiriliyor, bazen gelen fırında patatesli köfte tepsilerinden kâh patates kah köfte araklar hale de geliyordu konu, aman Allah’ım fırında tepsi içinde pişen patatesli köftenin de ne güzel tadı oluyormuş… Fırına artık o saatlerde fazlaca gelen giden de olmazdı… Fırının tam da karşısındaki okulun bahçesi de şimdiki gibi abuk subuk duvarlarla ve koruyucu demirlerle çevrili değil ve de ayrıca bahçe tabanı da duvardan duvara beton kaplanmamış idi. Adeta betonsever olmadığımızın takdimi gibi. Palmiyelerin altında kâh, “kaptan çukuru” denen bilyelerle oynanan ya da “uzun eşek” ya da yeterince de insan var ise tek kale ya da çift kale futbol maçları yapardık. Tabii ki bu futbol oyununun en önemli yıldızı daha “Ardızoğlu” lakabını edinememiş olsa da Latif olurdu, gerçi kardeşleri Ali ve Kelâmi de fena sayılmazlardı şöyle söyleyeyim benden kat kat iyi idiler. Ya Latif çok yetenekli idi ya da biz elek altı idik artık her nasılsa… Gerçi sonraları “Çeşme Gençlik”te top oynamaya başlayınca, hatıralarımızda canlanan o günlere dönüp alkışlardık onu aklımızın köşelerinde sessizce… 

Latif, artık “Çeşme Gençlik”in lisanslı oyuncusu olarak kanatlarda uzun yıllar maharetlerini sergiledi. Gerçi lisanslı olmadan önce de şimdi yerinde yeller esen eski hükümet binasının arkasındaki, “Ali Sami Yen” adı ile maruf sahada da az çalım ve şut atmadı… Dönemin bir başka başarılı kanat oyuncusu Nail Barutçuoğlu ile zaman zaman hücum taraflarını değiştirdiklerini hatırlarım. Latif, Haldun’dan sonra kanat hücumcusu olarak uzun yıllar forma giydi. Dönem itibari ile herkesin kendi formasını yıkadığı, kendi çantasını hazırladığı ve taşıdığı, idmanlara kendi eşyaları ile çıktığı, her tarafı ile buram buram amatörlük kokan ve ne yazık ki futbolun çok da önemli bir spor dalı olarak, en azından ilçemiz düzeyinde kabul edilmediği zamanların “Yıldızlarındandır” Latif 

Babası, Rasim Abimizin, ilk evliliğinden olan 3 çocuğunun, en büyüğüdür Latif, sonra Ali ve Kelâmi vardır ve babalarının 2. evliliğinden ise Mehmet, Mesut adlı iki erkek ve Sunay adlı bir kız kardeşleri daha olmuştur. Bugün artık aramızda olmayan Latif olmak üzere diğer tüm kardeşler de, başta mahallemizin ve Kasabamızın tanınan ve çok sevilen insanlarıdır ve onlara da sağlık dolu uzun ömürler diliyorum. Latif; dönem itibari ile işletmesi Belediye uhdesinde olan “Elektrik işlerine” katılmış bilahare yerine kurulan “TEDAŞ”ta çalışmış ve oradan da emekli olmuştur.

Benim de emekli olarak yeniden Çeşme’ye dönmemle birlikte hemen hemen her gün görüşür hale geldik Latif ile. Kendisi babadan miras ve geliştirdiği “olta balıkçılığı” konusunda oldukça mahir birisi olarak ömrünün sonuna kadar bu uğraşıdan geri durmadı. Latif, olta takımları ve bisikleti ile de Çeşme Sahilinin en fazla görüneni olmuştur sonraları. Çeşme’mizin birkaç önemli olta balıkçısından biri olarak ciddi talihsizlikler de yaşamıştır, bildiğim. Oltadan kopan kurşunun gidip otomobil camı kırmasından, bazılarını gömleğinden yakalamasına kadar. Ama hatırladığım en önemli anı da ki umarım doğru hatırlıyorumdur, dönem itibari ile otomobillerin engelsiz sahile çıktıkları dönemdir ve bir Ankara plakalı otomobil park etmiş içinden de belli ki olta balıkçılığını seven biri çıkmıştır. “Rastgele” deyip şans dileği iletildikten sonra da ne tür yem kullandığını sorar, Latif ise o gün talihsiz bir gün yaşamakta, çok iyi yem kullanmasına rağmen sonuç alamamaktadır, bu yüzden de streslidir ve cevap bu gergin anında, o güne kadar kimsenin kullanmadığı yem “tavuk ciğeri” şeklindedir. Adam hemen kasaptan tavuk ciğeri alır ve oltaya takar atar ve atar atmaz da balık yakalamaz mı… Latif artık gülsün mü, ağlasın mı? Sayısız anılarımız vardır, bu güzel anılar ile Cennet bahçelerine uğurladığımız arkadaşımız muhtemelen bizleri oradan da cennet derelerine olta atarak izlemektedir. Özlemler ve sevgiler ile anıyoruz bu güzel insanı…  



Cumartesi, Şubat 06, 2021

ÇEŞME’NİN KUZEYİ MEHMET KARATAŞ

 

Mehmet Karataş Çeşme’nin Kuzeyidir. Kuzey ise o gün için sadece bir yön belirteci değildir, Kuzey aynı zamanda bir karakterdir, bir simadır, bir fizik idoldür, bir rol modeldir. Hemen hemen herkesin birbirini neredeyse yediği ile, içtiği ile çok yakından bildiği ve tanıdığı küçük kasabamızın dönemin Yeşilçam Jönü Kuzey Vargın görünümlü çelebi, hatırşinas, gözüpek, korkusuz, aslan yürekli, yaman ve acar hülasa bıçkın delikanlısı idi, Mehmet Karataş… Peki, Kuzey Vargın, O, döneminin en önemli okullarından sayılan Ankara Maarif Koleji tedrisatı ile Yeşilçam’a yol düşürür ve yine dönemin ortalığı kasıp kavuran “James Dean” benzerliği ile başrol oyunculuğu üstlenir birkaç filmde. Ancak Yeşilçam başka bir hayat öğütücüsüdür ve duruşunuz bazen yeterince sert olamayabiliyor ve başka bir faza geçiyorsunuz. İşte Kuzey Vargın da bundan nasibini alır, artık “karakter” rol dedikleri ağırlıklı olarak iyi ve uygun olmayan adam şeklinde karşımıza çıkar. Kuzey Vargın bu haliyle kişisel hayatında da bundan çok etkilenir, ciddi talihsizlikler yaşar, yurt dışına gider, oralarda durmak daha da zordur, her türlü işi dener ama yurda döner ve 2017 de dünyaya elveda der.

Sadiye halamın kızı, daha önce de bahsettiğim, o Atatürk görünümlü “Berber Sabit’in kız kardeşi evlenir, Urla’ya yerleşir. Sadiye ve Hayati adında 2 çocuğu olur. Sadiye bilahare devlet memuru olur ve Çeşme Nüfus Memurluğunda göreve başlar. Artık, Çeşme’de Dayısı, Berber Sabit ve Teyzesi ile, Maraş Mahallesinin görkemli ve şimdilerde de restore edilerek “Taş Otel” adı ile maruf evde yaşar. Oldukça büyük olduğunu hatırladığım bir evdir, sokaktan bir ana kapıdan geniş bir “taşlık” denen bölüme girilir, arka kapısından ise bahçesine ulaşılır, hemen sağ taraftan üst kata çıkılan bir hayli geniş bir merdiven bulunurdu. Çok uzun bir süre yatar şekilde rahatsızlık geçiren halam, yere serilmiş büyükçe sayılan bir yatak içinde o kocaman salonun tam ortasında yatardı. Ve Halam, uzun yıllarda öylece yattı, her türlü bakımı ile ilgilenen kızı evlenemedi bile, vefat ettiğinde ise artık kızıda bir hayli yaşlı bir hale gelmişti. Artık mezkûr kişilerin hayatta olmayanlarını saygı ve özlemle anıyorum, nurlar içinde olsunlar. Geleneksel mimarinin her türlü detayını bünyesinde barındıran ev, alt kat taş duvarlarla oluşturulmuş, üst kat ise ahşap kagir idi. Evin “cumbasında” yolun her iki tarafını da görebilecek şekilde her yöne bakan pencereler bulunurdu, pencereler de muhtemelen haremlik oluşturmak maksadı ile bugünlerde artık kullanılmayan “ahşap kafesler” ile kapatılmış idi. 

Çeşme’nin Kuzey’i, Mehmet Karataş bizden büyük bir abimiz olmasına rağmen inanılmaz yakın arkadaşlık yaptık bir dönem, bir dönem diyorum sakın bittiği anlaşılmasın, üniversite tahsili için Çeşme’den ayrılmamız nedeni ile artık zaman zaman görüşüyor hale geldik. Tam da Üniversite için Çeşme’den ayrılacağımız bir zaman aralığında, Amcam Murat Çilek’in torunu Şükrü Algan ile buluşarak Mehmet’in davetine icabet ederek, şimdi sahilde yerinde otel bulunan bir kahvehanede buluştuk, laflıyoruz ve o dönem kahvehanelerde bira içilmesi serbest idi, ilaveten bu nedenle hiçbir bir problem de yaşanmaz idi. Siz bakmayın çok problem çıkıyordu diye laf edenlere, onların tek niyeti karar verici olduklarında kullanmak üzere alt yapı hazırlığı yapmak imiş. Evet, bir taraftan biralarımızı içiyor bir taraftan da sohbet ediyoruz, derken Mehmet bizim Sadiye ile evlenmek üzere girişimde bulunduğunu söyleyince, neden olduğunu şimdi anımsamayacağım ama birden çok sevinmiştim bir baktım ki bizim Şükrü’de de aynı hava var. Ve başladık, “enişte” yukarı “enişte” aşağı… Artık, Çeşme’nin Kuzey’i bizim eniştemiz idi… Çok da yakıştı bizim açımızdan ama kendileri açısından durum nasıl gelişti ve serpildi, detay hatırlamıyorum şimdilerde… Şükrü Algan ile; kendisine “enişte” diyerek seslenişimiz karşısında içindeki derinlikten gelen, ciddiyeti, ironiyi ve şamatayı da barındıran bizlere “kayın” diye seslenişi hala aklımdadır. Hülasa, Mehmet bizim için; stresin defedilmesinin sembolü sayılacak mavi rengin tüm özelliğini ve güzelliğini Çeşme’nin mavi denizinden almış birisi olarak, sürekli bir stres savar olmuş, derdimizi dinlemiş, derdimiz ile dertlenmiş ve bu manada da sürekli bir araya gelip muhabbet tesis ettiğimiz bir abimizdir. Şu anda artık aramızda olmadığı için eksikliğini yüreğimizin ve beynimizin derinliklerinde hissediyoruz.  

İnsanlar vardır, çocukluktan delikanlılığa adım atarken doğduğu kentin, sıcağını, soğuğunu, rüzgarını, dinginliğini, güneşini, yağmurunu yavaş yavaş içine çekerken kişiliğini oluşturur, oluşan kişiliğinin dışavurumundan ise içindeki yaşadığı kent ve çevresi de nasiplenir. İşte Mehmet Karataş tam da öylelerden biridir… Sert bakışlıdır tıpkı Çeşme’nin rüzgârı gibi, mülayimdir tıpkı Çeşme’nin güneşi gibi, davetkardır her zaman Çeşme’nin kumsalları gibi, vs. vs.… Mehmet; dönem itibari ile son derece küçük bir kasaba olan Çeşme’nin meşhur olma yolunda patinaja başladığı süreci tam manası ile yaşamış bir “Tapu Dairesi” çalışanıdır. Tapu dairesi mezkûr dönemin teknolojiyi layığı ile kullanamadığı belki de devlet memurluğu için depo ya da kızak bölümü görüntüsü vermektedir. Mehmet’in beceri ve kabiliyeti de yaşadığı ortamın dayatmalarına ya da ortamın rehavetine mütenasip bir biçimde ilerlemektedir.

Sonra; Canım Yurdumun karabasanı, ABD’nin “our boys” diye pohpohladığı, koruduğu ve kolladığı generaller tarafından askeri faşist darbe gerçekleşmiş… Canım Yurdum tam bir kaos ortamına sürüklenmiş, bu ortamda, öncelikle karşıtları, sonraları kendilerinden olmayanları bilahare de kendilerini ölçüsüz desteklemeyenleri cezalandırma, yıldırma ve yok etme manasında başta da devlet memurlarının yerlerinin değiştirilmesi, sürgünlerin yaşanması tüm hızıyla devam eder. Peki, Mehmet bundan azade kalabilir mi idi, şüphesiz o da nasiplendi bu sürgünlerden ve Çeşme’den Torbalı’ya sürüldü, mecburen o da gidip gelmeye başladı. Ailenin yerleşik düzeninin detayları nedeni ile evini de taşıyamadı… Sabah ilk otobüsle, İzmir’e oradan da Torbalıya gidip mesaiye yetişme, akşam da tam tersi yollardan Çeşme için son otobüse yetişme ve eve ulaşma. Mezkûr dönemde ben de sabah İzmir’e gidip, akşam da son otobüsle Çeşme’ye dönüyorum, yeniden ve yine artık Sabah yaklaşık 1,5 saat İzmir’e akşam da aynı sürelerde İzmir’den Çeşme’ye birlikte gelip gidiyoruz. Artık eskisi gibi yine uzun uzun muhabbetler ediyoruz.

Bu gidiş gelişlerde yaptığımız muhabbetlerden, en akılda kalıcı olan anımı anlatarak yazımı tamamlayayım. Mehmet gerek yorucu yaşamının gerekse de içinde bulunduğu ortam gereği artık alkol alma saatlerini erkene almış ve miktarı da bir hayli arttırmıştır. Bir gün yine yan yana oturup muhabbete başladık ama gelin görün bir önceki gecenin bendeki yorgunluğu gereği göz kapaklarım artık kontrol dışı kalmış, kendisini dinleyemez olmuştum, uyur vaziyette iken, birden sert bir biçimde beni dürterek, “uyansana be, konuşuyorum burada, beni dinleyeceksin, bak istersen al şu 5 Tl’yi de beni dinle” demiş idi ve o tarihteki İzmir Çeşme arası otobüs bileti 5 Tl idi… Hay Allah… Nurlar içinde ol Mehmet Karataş…

Cumartesi, Ocak 30, 2021

BİR BAŞVEKİL SEVDİM

 

Ayhan Aydan 50’li yılların genç, çok güzel ve aynı zamanda ünlü sopranosudur ve dönemin çok sesli müziğin “Türk Beşlileri” diye bilinen ünlülerinden Ferit Alnar ile evli ve bir çocuk annesidir. Güzel ve alımlıdır. 1950’den sonra Başbakan olan Adnan Menderes, aynı yılın sonbaharında Ayhan Aydan ile karşılaşır, çok beğenir ve ona derhal ilgisini gösterir hem de herkesin ortasında ve de sakınmadan... Bu tanışma ve abartılı bu ilgi gösterme anına herkes tanık olur ama aynı zamanda Ayhan Aydan’ın eşi de. Artık Adnan Bey aşıktır, ama gerçek, ama değil… Çok ilgi gösterir, ben bir başvekilim ve karşımda tecrübesiz ama güzel ve bir o kadar da alımlı bir kadın var düşüncesi zinhar oluşmaz. “Ben istiyorum ve ısrar ediyorum” kültürü egemen kültürdür. Adnan Menderes tıpkı siyasi hayatında olduğu üzere, özel hayatında da doludizgin ve kontrolsüz yaşar ama zanneder ki “Ben Başvekilim” ve dokunulmazım oysa bulunduğu makam muvafıkları kadar muarızlarının da göz önünde bir yerdir.  İktidar ve iktidardan mülhem güce müstenit oluyor olmanın yarattığı ve bahşettiği göz karalığı kendisinin zannettiği kadar engin ve sonsuz değildir

“Eşi ile aralarında ciddi bir yaş farkı vardı” gibi yorumlar yapılmasına rağmen konunun bir yaş meselesi olmadığını, merak edenlerin Adnan Menderes’in yaşına bakınca anlayacaklarını zannederim. Gerçi bu yaklaşımı gösterip Adnan Beyin yaşını göz ardı edenlerin Ayhan Hanımın ayrılığına makul gerekçe bulurlarken yeni ilişkinin yaş farkını göz ardı ederek bir meşru zemin yaratmaya çalıştıkları da aşikardır bana göre. Esasen de konunun yaş farkından ziyade bir sevgi meselesi olduğunun tespit ve teyidini yine Ayhan Hanım yapmıştır. Yassıada Mahkemelerinde, genel politik havanın yarattığı mahalle baskısına ve egemen herkesin ve her şeyin “o adama” karşı olmasına, mahkeme heyetinin sert ve nezaketten son derece uzak tavırlarına, “üçüncü kadınlığa” tenzili rütbe edilmişliğine rağmen, korkmadan, bana da bir şey yaparlar mı kaygısına hiç kapılmadan, “o erkeği” ne kadar çok sevdiğini haykırmıştır. Terk edilmişlik ve ihanet psikolojisinin etkisinde kalmadan ki genelde kadınların en zor ve izahı yapılamaz anlarıdır bu kabil yaşananlar, her türlü baskıya direnerek, hatta herkesin gözünün içine bakarak “Ama ben onu çok sevdim!” diyebilmiştir.


Aşağıdaki satırlar; “Bir Başvekil Sevdim” isimli Melike İlgün tarafından kaleme alınan, gerçek olaylara dayalı ve Başbakan Adnan Menderes’i çok seven bir kadının romanlaştırılmış hayatındaki kesitlerden en dramatik bölümüdür. Neler alınmamıştır ki göze bu aşk için, bu kadar fazla şeyi kimse göğüslemeyi başaramaz, o günde bugün de. Mezkûr aşkın her iki tarafı da toplumun onaylamadığı lakin gönüllerin de ferman dinlemediği noktada gönüllerinin dikine yaşarlar aşkı. Gerçi erkek tarafı kadın kadar cesur da değildir, gözü kara da değildir… Seven kadın boşanır ama sevdiği söylenen erkek hiç rahatsız değildir hukuki durumundan.


“Ne oldu, ne bu afra tafra”

“Sormayın hanımım, okul çıkışında çocuklar laf attılar”

“Sana mı laf attılar”

“Yok yok, Aydan’a”

“Allah Allah… Ne dediler”

“Biri ‘bu düşüklerden’ dedi. Diğeri, “yok, bu düşüğe yamananlardan,’ dedi”

Ayhan gayri ihtiyari bir çığlık attı. Demokrat Partililerin yakınlarına “Düşükler” dendiğini duymuştu, hatta çocuklarının okulda, eşlerinin çarşıda pazarda taciz edildiği de çalınmıştı kulağına, ama sıranın kendilerine geleceği aklına bile gelmemişti. Hele de bir çocuğun başka bir çocuğa böyle yapması akıl alır gibi değildi.

Kitap; sadece sevme ve sevilme üstüne ya da yaşanan bu derin aşk üstüne değildir elbet… Kitap, gerçek olaylar üzerine romanlaştırılmış, gerçek yaşanmışlıklara dayalı ilişkiler, beraberlikler, ayrılıklar, siyasi tutum alışlar, siyasi çalımlar, siyasi sonuçlar, insani hoşgörüler, kararsızlıklar, karamsarlıklar, kötümserlikler, ekonomik tedbirler ve sonuçları, toplumsal hayat ve şekillenişleri gibi hükümet etme ya da hükümet edememe arka planında bir dönemin psikolojik, ekonomik, sosyolojik ve politik durumu yer almaktadır.   

Kitap yer yer toplumda Adnan Menderes’in tutumu üstüne eleştirilerin artması ile kendisini çok seven kadından yapılan eleştirilere katılsa dahi çok fazlaca itiraz gelmez çünkü “o seven kadın”dır. Ancak, aşk gözleri kör etmemiştir, Ayhan Hanım toplumda “büyük aşk” diye dillendirilmesine rağmen aslında sadece kendisinin aşkının büyük olduğunun farkındadır, çünkü tüm görüşme zamanlarını ve kurallarını “o” tayin ve tespit etmekte, kendisinin istediğinde değil sadece “o”nun istediği zamanlarda geldiği bir “bağra” sahiptir. Açıkçası tek taraflı fedakârlık, tek taraflı sevgi, tek taraflı bağlılık söz konusudur.

Bu kadar duygulu ve içli ol, aşkın ve sevdan uğruna deyim yerinde ise gözü karartarak “pervasız” davran, çok sevil, duygusallığın en yükseğine tırman, ruhunda bir hicran ateşi yansın, beklenenden fazla romantik ol, sonra da gel diktatör ol… Hay Allah…Esasen iyi olduğuna dair her türlü emareyi taşı ama her türlü melaneti ve kötülüğü yapabilecek ikinci bir kişiliğin olsun, inanılır gibi değil.

Kitabın bir yerinde; Ayhan Aydan’ın duyguları şöyle dışa vurulur, “Bazen o kadar kızıyordu ki Adnan’a. Tehlikeyi görmediği için, sıkıntıları çözmeye çalışmaktansa bastırmaya çalıştığı için, sadece alkışlara kulak verdiği için, her alkışlayana inandığı için, duymak istemediklerine kulaklarını tıkadığı için, iktidarının ilk gününden beri İnönü’ye karşı düşmanca davrandığı için, başına bu işleri açtığı için, onu koruyamadığı için…”

Ama, bence en önemli sonuç, yukarıda kitaptan aktardığım diyalogda çoluk çocuk dahil her DP’liye “düşük” muamelesi yapılmasıdır. Bu çok gayri hukuki ve ayıp bir şeydir, evrensel hukukun suçun kişisel olması ilkesine aykırı olması bir kenara bizim toplumsal öğretimize de son derece aykırıdır. Lakin; kişinin muktedirliğinde kâmil ve kemal olması gerekir iken ayrıştırıcı ve ötekileştirici tutumu özellikle de “Vatan Cephesi” ucubesinde olduğu üzere bizden olmayan herkes “düşmandır” telakkisidir tüm bu sonuçlara sebep. Keşke olmasa ama işte sen bağışlayıcı olmazsan bağışlayıcı olmuyorlar sana da… Ne yazık ki, böylesine bir dünya pratiği var önümüzde… Şimdi kitaptan aktarılan bölümdeki diyaloğun tarafları çocuklardır ve sarf edilen kelamlarda çocuklara öğretilmiştir diye düşünülür ise yandı gülüm keten helva… “Çocuklara öğretilmiş” izahı çok hafif kaçar bana göre evlerinde ailelerinin aile içi muhabbetlerde ne menem bir cendere içinde olduklarının beyanı üzerine çocukların aldığı pozisyondur bu dışa vurum. Yani ve hülasa fizik kuralı hayatın her alanında karşımızda, etki tepki meselesi ve onların şiddeti… “Sırça köşkte oturan komşusuna taş atmamalı” gibi bir söz yaratanların mirası topraklarda yaşanıldığını bir an bile unutmamalıdır, insanlar bana göre…

Pazar, Ocak 24, 2021

ZİLLİ KURT HİKAYESİ


Türkçemizin en önemli kullanıcılarından Yaşar Kemal’in ünlü Fransız yazar Alain Bosquet ile görüşmeleri “Yaşar Kemal kendini anlatıyor” adı ile kitaplaştırılmış, muhteşem bir anılar, efsaneler ve düşler birlikteliği. Çok keyifli, nostaljik bir o kadar da göz yaşartacak ülke gerçekleri ama illaki altı çizilen eğer ki müesses nizamdan yana değilseniz, vay geldi, ki ne vay… 

Koca ustadan müthiş bir kıssa ve hisse kabilinden bir hikâye var.

“Doğu Anadolu’da koyun sürülerine, koyun damlarına kışın acıkan kurtlar girer, koyunlara saldırırlar, bir koyunu alıp götürmezler, bütün bir sürüyü ısırırlar, yaralarlar, parçalarlar kaçarlar. Kurdun dişlerince yaralanmış koyunlar iflah olmaz, ölürlermiş eninde sonunda. İşte böyle köye kurt girdiğinin sabahı köylüler atlanırlar, kurtların ardına düşerlermiş. Kurdu, kurtları yakalayınca fiske bile vurmazlar sağlam bir zincirle, kopmaz kirişle kurtların boğazına birer zil takar onları bırakırlarmış. Kurtlar kurda kuşa, hiçbir canlıya, koyuna keçiye, eşeğe, danaya, hiçbir yaratığa yaklaşamazlar açlarından ölürlermiş.

İşte Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri de bu kurt metodunu köylülerden öğrenmiş her hoşuna gitmeyen insanın boynuna bir zil takıp bırakıyordu bozkıra. Ben sizi bilmem, benim gençliğimde boynumda hep zil oldu. Arkadaşlarımın da.”

Bakıyorsunuz yine mezkûr anılara ne kadar iş, mekân, kılık ve kıyafet değiştirmiş, meşhur bir yazar olana kadar, işte o zaman anlaşılıyor durum. Hatta o zil o kadar kalıcı ki, “İnce Mehmet” adlı destansı roman için, Varlık Dergisi tarafından 1956 yılında verilen “en iyi roman ödülü” sırasında bile çalmaya başlar. Üstelikte seçici kurulda, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nurullah Ataç, Reşat Nuri Gültekin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Suut Yetkin varmış, her biri alanında “deve dişi” misali, lakin kimin umrunda karşılarında koca devlet ve onu yöneten hükümet var... Gerçi durum kolay izah edilebilir, memleketin sath-ı mailne bakınca, “yeter artık söz milletin” diyerek iktidar koltuğuna oturanlar, millet de kim oluyor “ya devlet başa ya kuzgun leşe” kültürü icat edilmiş, ve de esasen kerim devlet muradına onlar eriyor ama vatandaşa kerevet yine de düşmüyor.

Irgat kâtipliği, memurluk, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, pamuk tarlalarında pamuk çapalama, pamuk toplama ameleliği, patozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük, karpuz satıcılığı, ekin biçme ameleliği, arzuhalcilik, Fransız şirketinde gaz kontrol memurluğu, pirinç tarlasında su bekçiliği, tabelacılık ve final gazetecilik ve yazarlık… Hem de birinci sınıfından hem de iftiharlık biçiminden bir yazarlık ve gazetecilik… Gerçi hiçbir işi yazarlık ve gazetecilik kadar uzun sürememiştir. Hepsinden, polis takibatı ve hâkim siyasi görüşün kendisini yaşatmama kültüründen mülhem tavır sonucu kovulmuş ya da uzaklaştırılmış… En uzun yaptığı işte, kullandığı başka bir isim sayesinde kalıcı olabilmiştir. Esasen ve açık olarak bu akıllı bir adamın yapacağı bir şey değildir. Mesela devrin siyasileri ve onların kanun adamları sonradan hiç üzülmemişler midir acaba? Yahu biz bu adama izin verseydik de tabelacılık ya da arzuhalcilik ile ekmeğini kazansa idi, belki karşımıza dünya çapında bir yazar olarak çıkamayabilirdi, karşımıza kapı gibi dikilen bir özgürlük savaşçısı ve insan hakları savunucusu olamayabilirdi, diye hiç düşünmüşler midir acaba? Ayrıca devlet gücünü kullananlar bu gücü yönlendirenler neden bu kadar kin ve intikam peşindedir, genelde çok anlaşılmaz ama bizim mahallede ikamet edenlerce son derece sarihtir.

Soğuk savaş, döneminde “komünist” damgası yedin mi artık iflah olmaz bir haldesindir, peki “damga”” vurma yetkisi kimdedir, o yetki sadece ve sadece Amerikan kaşığı ile Amerikan necaseti yiyenlere aittir. Hani komünist dediklerine Amerikan kaşığı ile Rus necaseti yiyorsunuz diyorlardı ya, kendi durumları çok fena beterdi… Aslında her türlü melanet, kötülük, fitne, fesat namına örgütlenmiş, kerim güç de arkalarında, sen de, müesses nizama ve erketelerine velev ki “ya durun bi” de, vallahi yandı gülüm keten helva…Vebalı muamelesine tabisinizdir kaçınılmaz olarak, size kim herhangi duygu ve düşünce ile safiyane dahi olsa merhaba derse, mezkur yaptırımlar behemehâl devrededir. Kırk satır ya da kırk katır, tercihiniz…

Çeşitli ülkelerde değişik biçimleri ile karşımıza çıkar, bu zil takma uygulamaları. Türkmenistan’da görevden alınan bir bakan, tüm kimliklerine el konularak, evinin bahçesinden dışarıya çıkmamak üzere sınırlandırılır iken bir başka ülkede kim kendisine iş ya da aş verecek olursa, göz dağı, olmadı tehdit, o da olmadı tenkil edilir... Türkmenistan’da neden bu duruma düşürülen kişi yurt dışına kaçmaz diye ben bu eski bakana bu soruyu sordum, bazı zevzeklerin memleketseverlik ya da yurtdışındakilere koz vermemek zannetmelerine rağmen, “geride kimi bırakırsam, çoluk, çocuk, anne, baba, kardeş, hala oğlu, teyze kızı demezler, ta yedi sülaleni cezalandırırlar” demişti. Tabii, suçun şahsiliği, suç ile ceza arasındaki makul oran felan hak getire bu kabil uygulamaları vatandaşa layık görenlerce... Gerçi bizim ülkemiz de son derece mümbittir, konu bağlamında… 12 Eylül darbesi sırasında bin bir işkence ve zulüm uyguladıkları, hapislere attıkları insanlara her türlü hukuksuz uygulamayı reva görürler iken, yetmezmiş gibi anne-babalarının, eşlerinin, kardeşlerinin, “sahiplenmelerine” ve “ilgilenmelerine” bile tahammül edemez, bu anarşistlere neden sahip çıkıyorsunuz propagandası, muamelesi ve de nihayetinde de haliyle mezkur zulümleri reva görürlerdi. 

Sıkıyönetim dönemlerinde; sadece komutanın iki dudağı arasında olan “Bölge dışına sürme” uygulaması “zilli kurdun” zil kuşanması ile yırtamadığı bir durumdur ilaveten. Zilli kurdun bir leğene oturtularak okyanusa bırakılması ile eşdeğerdir. Alıyorlar seni, hiç bilmediğin tam tersi görüşlülerin olduğu yere, sabah akşam imza vermek şartı ile sürüyorlar, güvenlik güçleri yeterince milli ve yerli şeytanın aklına bile gelmez uygulamalar ile hayatı zindan ederler iken yaşanan iç savaş koşullarında her türlü paramiliter gruplarının ortasına bırakırlar…

Evet, Türkçemizin büyük üstadı Yaşar Kemal’in, bu durumlara bakarak o şiirsel ifade ile ettiği bir sözü ile sonlandıralım yazımızı… O, bizim mahallenin iyi insanlarına, çekip giden iyi insanlara, has insanlara yeniden kavuşma umuduyla, selam olsun onlara…

 “O iyi insanlar o güzel atlara bindiler gittiler, demirin tuncuna, insanın piçine kaldık”

 

Cumartesi, Ocak 16, 2021

FUTBOLUN YÜZAKI GÜZELLİKLERİ

FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) benim hayatıma hatırladığım kadarı ile Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mücadelesinin yaygın duyulmaya başlaması ile girmiş idi. Zaten bunları da anlayabilecek yaşa henüz ulaşmış idik. İngiltere’nin itici, Osmanlı’nın da Abdülhamit döneminde avene rolü üstlenmesi ile başlayan, Filistin’de “Büyük İsrail” rüyası ile yatıp kalkanların rüyası gerçekleşiyordu artık ve bugün halen de genişleyen sınırları ile bölgede tam bir istikrarsızlık ve huzursuzluk kaynağıdır, İsrail. Bölgenin ABD’den mülhem politikalarının koçbaşıdır, ABD’nin denetimli serbestliğine haiz Arap ülkelerinin de zımni desteği ile “köpeksiz köyde değneksiz gezmektedir” adeta. Diğer taraftan kendilerinden olan ve kardeşlerinden oluşan FKÖ hareketini de bir türlü içselleştiremeyen Arap dünyası mezkûr hareketi oradan oraya sürgün etmektedir. Bir taraftan sürgünlerin etkisi ile niteliğinden kayıplar yaşayan FKÖ, diğer taraftan da yanıp durduğu bağımsız devletine kavuşabilme uğruna taviz vermekten geri durmuyordu. Bugün gelinen noktada maalesef Filistin geleceği üzerinde “Müslüman Kardeşler Örgütü” ipoteği söz konusudur. Artık o, kendi meşreplerince “dünyayı güzel kılma” arayışında bulunan, toplumsal her türlü katman ve rengi kendi özgün örgütlerinde bulan ve bir üst çatı olarak da FKÖ’nün bileşenlerini oluşturan nüvelerden eser yoktur gayri…

Yıl 1982, Ortadoğu (ya da bazılarına göre dünyanın coğrafi merkezi) kaynamaktadır, İran, Türkiye, Pakistan ABD’nin çocukları tarafından direk ya da endirek darbelerle zapturapt altına alınmıştır. İsrail yoğun teknolojik ve siyasi destek ile Filistin davasının direniş destanı FKÖ’ye saldırmış, büyük bir direniş ile karşılanmış, yıllarca süren amansız bir savaş yürütülmekteydi durmaksızın. Ortadoğu’nun mozaik etnik ve dini yapısı kendi dünya görüş ve analizlerine uygun olarak farklı farklı gruplar adı altında bir araya gelmeleri ile ciddi teşkilatlanmalar oluşturdular. FKÖ çatısı altında, sosyalist temsilcilerden ılımlı ve namuslu Müslümanlara kadar bir araya gelen oluşumlar, var olan mücadeleyi bir üst safhaya taşıyarak daha örgütlü mücadele yürütmeye başlayınca, topraklarını ABD güdümlü yerel otoriteler tarafından terk etmeye zorlandılar. Bir taraftan İsrail ile yürütülen var olma savaşı sürerken diğer taraftan ABD destekli hem Ürdün hem Lübnan yerel otoriteleri tarafından ciddi tehdit ve tenkillere uğratılmaktadırlar. Evet, konumuz aslında FKÖ tarihi anlatma değil ama direnişlerini, bağımsızlık mücadelelerini ve topraklarını, vatanlarını koruma derdindeki Filistinlilere dünyanın reva gördüğü muameleyi ve Filistin’in haklı direnişinin desteklenmesinin kutsiyetinin tespiti açısından böylesi bir girizgâh kaçınılmaz idi. Sonuç itibari ile 1982 yılında FKÖ, tüm karşıtları tarafından sıkıştırılınca, başında Cumhurbaşkanı Habib Burgiba’nın bulunduğu esasen de İsrail’e karşı ılımlı politika izlemesi ile bilinen Tunus’u sürgün yeri olarak kabul etmiştir. Evet çok uzun mücadele dönemi ve üyelerinin ve halklarının sık sık katliamlara maruz kalması ile gündeme gelen FKÖ ve meslektaşımız olan son gerilla denebilecek Yaser Arafat için daha fazlasını aktarmayı konunun uzmanlarına bırakıp devam edeyim.

Evet, geçenlerde futbol dünyasının önemli golcüsü İtalyan Paulo Rossi’nin vefat haberini okuyunca birden aklıma neler geldi neler. Bir kısmının maalesef çok büyük bir kitle tarafından bilinmediğine, hatırlanmadığına üzülerek tanıklık ettim.  Oysa Paulo bir futbolcu olarak hayatın kendisini her renge boyamasına tanıklık ederek yaşar, adı şikeye ve bahis oyunlarına karışır, futboldan men cezası alır, cezası biter bitmez milli takıma çağrılır, gol kralı olur, altın ayak (golden boot), altın top (golden ball) ödülünü alır, ki bu üçlü başarısı halen egale bile edilememiştir. Kamuoyu cinsel tercihleri konusunda fazlaca meşgul olur, lakin kimse onun dünyadaki ezilen uluslara özellikle de Filistinlilere verdiği desteğe değinmez ya da değinmek istemez. Rossi, biliyorsunuz bir dışlanmış ve vebalı muamelesi gören bir grubun gayri resmi taraftarıdır.

Dünya kupası maçlarının bir bölümünü, ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadelesinin bir parçası olarak bulunduğum cezaevinde, oranın şartlarında seyretmiş birisi olarak, tam manası ile olmasa bile an itibari ile Filistin Halkına verdiği desteği bildiğimizden gönlümüz “Forza İtalya”dan yana idi… Panzerlerden yana olmak zaten bize uygun da düşmezdi, panzer hızlı işgalin, sorgusuz sualsiz katliamların sembolü olarak hep karşısında olduğumuz ve olacağımız bir durumdur. İlaveten mezkûr dünya kupası finallerinde Almanya ve Avusturya milli takımlarının birlikte bir üst tura çıkabilmeleri için alenen yaptıkları hatır şikesi futbol tarihinin kara lekelerinden birini de oluşturmuştur. Gerçi Almanya futbolunun da içinde yaşanılan süreçlere mütenasip yeterince duyarlı ve ilgili şahsiyetler bulunmuştur ama kurumsal temsiliyet açısından birer panzer olmanın ötesine geçememişlerdir. Paulo Rossi önderliğinde, milli takımdan arkadaşı başta Graziani olmak üzere, bir grup futbolcu, Filistin’e desteklerini göstermek adına aralarında para toplarlar ve “Beytüllahim” de bir futbol sahası ve spor tesisi yapımı için bağışlarlar. Bu önemli bir şey midir diyenler olabilir… Ne varmış bu anlattıklarında diye itiraz eden birkaç müptezelin olma ihtimaline karşın hemen söyleyeyim, öyle kolay değildir İtalya gibi, öncüllerinin Mussolini, ardıllarının Berlosconi olduğu bir toplumda müesses nizama aykırı davranmak üstüne üstlük dünya Hiristiyan aleminin ve Katolik dünyasının başkenti sayılan coğrafyada…

1982 Dünya kupasını kazanan efsane İtalya Milli Futbol Takımı hala futbolseverlerin hatıralarındadır zannederim. Zoff, Tardelli, Scirea, Cabrini, Gentile, Antognoni, Graziani ve Rossi başta olmak üzere efsane kadro… Ve dünya kupası kazanılır ve hiç de umulmayan bir anda umulmadık bir şekilde, İtalya Futbol Federasyonu Başkanı kazanılan kupayı ve zaferi, katliamlara maruz kalarak sürgüne gönderilen FKÖ’nün temsil ettiği Filistin halkına adarlar. Evet, Kupa dönemin “direnişin kabesi” kabul edilen Filistin Kurtuluş Örgütü nezdinde Filistin halkına ithaf edilmiş olup ayrıca bir sürede tutulması için kendilerine verilmiştir. Düşünebiliyor musunuz nasıl bir prestij paylaşımıdır. Üstelik futbolun, İtalya gibi siyasi koşulların hem de NATO’nun gizli ordusu “Gladio”nun fazlaca etkili olduğu arenada siyasi aktörlerin meşru bir faaliyeti olarak, taaa Mussolini’den, Katolik kuruluşlara kadar toplumun en ücra köşelerine kadar sirayet ettiği bir noktada iken. Bu da mı “ne var bunda” denilecek bir şeydir. Diyen varsa da kendi bileceği bir şey…

1982 Dünya Kupası şampiyonları zaferlerini Filistin Halkına ve onun dönem itibari ile yasal temsilcisi FKÖ’ye adadıklarında, sonsuza dek Filistinlilerin kalbini kazandılar… Sadece Filistinlilerin mi, bizim de hatta bizim gibilerin de, dahası da bizim gibi olmaya özenenlerin de…

 

Cumartesi, Ocak 09, 2021

NAZIM HİKMET, BİR GURUR ABİDESİ

 

Şili faşist askeri darbesinin hemen ardından katledilen ama doğal yollardan öldüğü açıklanan hatta ispata çalışılarak iddia edilen, bir dünya şairi Pablo Neruda şöyle tanımlıyor duygularını Nazım Hikmet’in ardından…

Şimdi ben ne yapayım? Nasıl tanımlanır

Senin her yerden derlediğin çiçekler olmaksızın bu dünya

Nasıl dövüşülür senden örnek almaksızın,

Senin halksal bilgeliğinden ve yüce şair onurundan yoksun?

Teşekkürler, böyle olduğun için!

Teşekkürler o ateş için

Türkülerinle tutuşturduğun, sonsuzca.

Nazım Hikmet; bazı bunakların “karısı da sevmezdi kendisini” dediği üzere bir insan değildir, O, nerdeyse tüm dünyanın, hem de her muhalifi ve muarızı da dahil olmak kaydıyla, bu konuda, ne demiş acaba diye hararetle takip ettiği birisidir ve sadece böyle de kalmaz nerede ezilen, sömürülen, itilen, kakılan, dışlanan vb varsa onların “şiiridir” adeta... Kendisinin örnek aldığı söylenen Mayakovski olmakla birlikte gerçekçi dünyanın tüm şairleri de kendisini örnek almıştır... Örnek alınmaması da mümkün olabilir mi, kesinlikle hayır. Zulmun karşısında başkaldırının adeta koçbaşıdır, o...

Yurdu ve dünya ile öylesine ilgilidir ki, kimse kendisi ile bu konuda yarışamaz sadece takipçisi olurlar. Bir insan hapiste iken hem de şimdiki gibi yaygın gazete, televizyon, internet gibi bilgi akışını hızlandıran araçların hiç birisi icad edilmemiş iken, yurduna ve dünyaya bu kadar bağlı ve memleketi ve dünyaya bu kadar ilgili bir başkası daha olamaz herhalde. Bir bakıyorsun ABD’de bir siyahi, bir bakıyorsun Japonya’da çekik gözlü, bir bakıyorsun Fransa’da bir insan hakları savunucusu, bir bakıyorsun Habeşistan’da bir muhalif, aktivist, bir bakıyorsun Sovyetlerde Alman faşizmine direnen bir yurtsever, bir bakıyorsun Anadolu’da şose boylarında yitip giden bir ırgat ama illaki memleketindeki Kurtuluş Savaşının tarifini bir yapar ki, bu kadar ilgili, bilgili, duygulu ve çoşkulu olunabilir ancak.  

Dönemin ABD muktedirleri ve toplum mühendislerinin örgütlediği cehaletin bindirilmiş kıtalarına verilen “bu adam Amerikayı sevmiyor Sovyetleri seviyor” gazı ile Paul Robson artık hedeftedir. Bir konseri sırasında Amerikan faşistlerinin tetikçi örgütü “Ku Klux Klan” bir linç girişimi başlatır, lakin başarılı olamazlar. Ama edebiyat dünyasından hamisi dimdik ayaktadır, “inci diçli zenci kardeşim” diye tanımladığı Robson’a şöyle seslenir.

bize türkülerimizi söyletmiyorlar robson

inci dişli, zenci kardeşim,

kartal kanatlı kanaryam.

 

türkülerimizi söyletmiyorlar bize,

korkuyorlar robson

şafaktan korkuyorlar,

görmekten,

duymaktan,

dokunmaktan korkuyorlar

1927 tarihinde ABD’de, tüm dünyadan gelen protestolara ve af çağrılarına karşın, hukuk çevrelerince de “yargısız infaz” diye nitelenen ve masum olduklarına inanılan, İtalyan göçmeni, Sacco ve Vanzetti adlarındaki 2 kişi, esasen de suçlulukları hiçbir zaman kanıtlanmadan idam edilirler. ABD’nin kara tarihinden kaldırmak ve hafızasından silmek ve dünya çapında bir unutulma temini için çırpınmasının karşısında, onurlu edebiyatçılar engeldir, “unutulmuşlukların tarihi” yerine “hatırlanılacakların tarihine” not düşerler. Başta Nazım Hikmet olmak üzere Howard Fast, Can Yücel gibi dikilirler hem de tam manası ile kale kapısı gibi, bu kararın karşısına... Görünürde ve gerçekte sadece iyi ingilizce öğrenememiş olmaları idamları için yeterli görünen mezkûr 2 kişinin idamına yönelik yazdığı şiirde, Nazım Hikmet, bilgisi ve ilgisini coşku ile haykırır…

Onların cebinde fırkamızın bileti yoktu

Onlar, kurtuluşun kapısına varmayı,

Ferdin cesur hamlelerinden uman

İki saf ve namuslu çocuktu!

Ne milyonların rehberiydi onlar,

Ne de inzibatlı bir devrim ordusunun askeri!

cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete

kurban gittiler dolarların emrindeki adalete!

hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,

ölümleriyle şaha kaldırdı kitleleri

bu iki ihtilal neferi!

Habeşistan (Etopya) o dönem İtalya’nın sömürgesi ve sömürgeden “kara derili” bir genç gelir Roma’ya, dönem itibari ile İtalya kara gömlekli faşistlerin yönetimi altında inim inim inler… Resim tahsili yapmaya gelmiş bu genç muhaliftir ve de hedeftir sonuçta… Roma’da gereği yapılır ve usulüne uygun şekilde terk i  dünya ettirilir, genelde muhaliflere yapıldığı üzere… İşte bu gencin karısı Taranta Babu’ya yazdığı mektuplar da dünya şairi Nazım Hikmet tarafından, bir gözlem, bir analiz olarak fon ama bir yaşam öyküsü olarak öne çıkarılır. Buraya da ilgi ile bilgi ile bezenmiş coşkulu uzanır şiiri…

Ne tuhaf şey Taranta - Babu;

bizi kendi topraklarımızda öldürmek için

kendi topraklarımızın

                      baharını bekliyorlar.

Ne tuhaf şey Taranta - Babu;

belki bu yıl Afrika'da

yağmurların dinişi,

renklerin, kokuların

gökten yere bir şarkı gibi inişi

ve güneşin altında ıslak toprağımızın

derisi tunç yaldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi,

bize senin

                memelerin

                              gibi tatlı yemişlerle beraber

                              ölümü getirecek.

Ne tuhaf şey Taranta - Babu!

Kapımızdan içeri ölüm

kolonyal şapkasına

               bir bahar çiçeği takıp girecek...

Hindistan bağımsızlık mücadelesinin önemli bileşenlerinden Hindistan Komünist Partisi önde gelenlerinden “Benerci’nin” intiharını da bilir ve takibindedir. Onu da şiirleştirir, ilgi ve bilgi ile…

delikanlım!.

senin kafanın içi

yıldızlı karanlıklar

kadar

güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.

yıldızlar ve senin kafan

kâinatın en mükemmel şeyidir.

Herhangi birisi ya da birşey ile gurur duyulacak ise böylesine bir şairimizin varlığı ile gurur duyalım, kapatıldığı zindanda bile kendi derdini, kendi zorluklarını bir kenara itmiş, Memleket ve Dünya üstüne kafa yormuş, önüne uluslararası ardına da yerliliği dibine kadar almış, insanlar ölmesin, insanlar aç kalmasın, savaşlar olmasın, çocuklar da şeker yiyebilsinler, insanlar mutlu olsun diye…

Pazar, Ocak 03, 2021

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK 12– YARIŞMA, KAZANMA

 

Devlet kurumları yarışmacı bir ruha mütenasip organize edilir mi? Edilirse ne olur? Yarışmacı olarak organize olan bir devlet sosyal devlet olabilmeyi başarabilir mi? Yarışmacı olmak bir manada kar gütmeyi önceleyen bir tutum mudur? Kâr’ın öncellendiği yerde adalet körelir mi? Kâr’ın öncellendiği durumlarda etik irtifa kaybetmeye başlar mı? Hülasa, yarışma demek kazanmak demek ise kazanmak uğruna her yolun mubah olarak kutsandığı hallerde, yarışta hile, hurda ve desise yapılmaya başlanır mı? Doping ihtimali artar mı?  vs vs… Yani sen mi ben mi yerine biz ikame edilemez mi?

Çağdaş yaklaşım ve teamüller takip edilirse yetkilerin demokratik dağıtılmış olduğu rejimler daha iyi sonuçlar üretmektedir. Siz bakmayın öyle, “hız illada hız” önceleyen fikriyata genellikle kuralsız hız gözü yaşlı topluluklar bırakmaktadır ardında… Çok şükür ki bizim ülkemiz de “sürat felakettir” sözü uyarınca hız beklentisi Türkmenistan’daki kadar değildi(r). İlaveten canım Yurdumda “bir elin nesi var, çok elin sesi var” gibi de bir söz ihdas edilerek birlikteliği, çok sesliliği, delagasyonu ve takım oyununu gönendirmiş durumdayız.  Ne o öyle, “top man and others” ya da “one man Show” modeli, hoşgörüsüz, anlayışsız sonuçların oluştuğu organizasyonlar… Evet, maalesef, makul bir süre yaşayıp ta yakından gözlemlediğim Türkmenistan, bu manada tam mümbit bir ova, yaz yaz bitmez tadında...

Türkmenistan’a 90’lı yılların hemen başında, rejim değişikliğinin hemen ertesinde, gitmiş ve enteresan görüntüler ile karşılaşmış idim. Hayatın son derece mütevazi ve dengeli olduğu gözlemini yapmış, ister zenginliğin daha adil dağıtımı ve paylaşımı deyin, ister fakirliğin ama şurası muhakkak ki son derece sıradan ve son derece tevazu içinde idi her şey… Ne zaman toplumsal zenginlik yerine kişisel zenginlik kutsanır hale geldi, gösteriş ve caka prim yapar hale geçti ve gemisini kurtaran kaptan, alta kalanın canı çıksın ruh hali ve davranış modeli toplumun kılcal damarlarına kadar işledi… Tüm bu gelişmelere yaklaşık 30 yıllık süreç içerisinde yakından tanıklık ettim.

Bilindiği üzere, Türkmenistan’da 5 adet eyalet bulunmakta ve ülkeyi babadan oğula intikal etme zihniyeti ile yöneten monark, ülkenin her eyalet yönetimini, her konuda farklı farklı başlıklar oluşturarak yaptığı üzere, tarımda da yarıştırmayı bir itikat hatta kişisel eğlence haline getirmiştir… Burada değineceğim bir olay var ki, tam anlamı ile güler misin ağlar mısın? Ama bir gerçek, tek adamın ülkeyi bir anonim şirket gibi yönetmeye kalkarsa ne oluyor, işte “al gözüm seyreyle muhterem” … En çok pamuk üreten Eyalete birincilik verilecektir. Bunu bizim gibi demokratik ülkelerdeki muhteremler anlayamaz valla… Oraları görmek hatta oralarda yaşamak gerek, tıpkı benim gibi. Özbekistan sınırındaki Lebap Welayet’inde (Eyalet) yarışılan yıldaki Eyalet Başkanı bakıyor ki mezkûr yılın pamuk hasadı birinci olmak için yetmiyor… “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” sözünü öğrenmişler ya bizim Barajlar Kralı ve Baba Başbakanımızdan, hiç dururlar mı? Şeytana pabucunu ters giydirecek bir yöntem ihdası ile ve de çaktırmadan ve de el altından Özbekistan’dan pamuk ithal ediyor. Sonuç ne mi oluyor? Peynir gemisi bu sefer laf ile yürütülüyor ve gelsin birincilik, peki birinci olunca ne olacak, kocaman bir hiç, bakanlar kurulu toplantısının canlı yayınlanan oturumunda adı geçecek, monarkın bir aferimine mazhar olunacak, ahada o kadar… Ama tek adamın aferinine mazhar olmak var ya, ah ki ah… Alkış illaki alkış yalandan dolandan olsa bile çok önemlidir, bu zevat için. Bizde bu kabil davranışların tarifi için halkımız “aferin budalası” diye bir söz söyler… Burada alınan alkış ile kısa süreli de olsa koltuk korunabiliyor ama makus kader asla ve kat’a değişmiyor, görevde uzun süreli kalmaları mümkün olmuyor… “Ben atadım, ben atarım” kültürü tek ve hakim durumda, nasıl olsa liyakat ta gerekli değil, hatta sadakat ta... Hepsi hikaye, varsa yoksa, ben... Ben herşeyi çok iyi bilirim ama bu atadığım herifler var ya, işte onların becerenini bir türlü bulamıyorum, kimin umrunda daha sen adam seçmeyi bile beceremiyorsun diyen de yok ki... Ben uzun süreli makamını koruyan kimseyi tanıyamadım bu ülkede… Varsa da eğer atladığım bir bilgi, önce Allah ve sonra da onlar beni affetsinler… Ne yaparsan yap, istersen ağzınla kuş tut, hülasa Çeşmeli feylesofun deyimi ile “nereye dönersen dön arkan, arkadadır” ve de muhafaza ve müdafaya muktedir ve muzaffer olunamıyor.

Esasen, lider ve liderlik tanım, tarif ve faaliyet tercihi böyle olunca, yandı gülüm keten helva sonucu çok fazlaca değişmiyor, el hak... Bu gözler nice ülkelerde nice nice örnekler gördü, sonuca asla ve kat’a katkı sunmayan, say say bitmez... Mesela hatırlıyorum, Türkiye’de bir dönem futbolda “Tek Seçici” diye bir makam vardı, dönem itibari ile çok önemsenen ve çok önemsetilen, hatta kutsanılan bir makam olmakla birlikte canım Yurdumun futboluna hiç bir ciddi katkısı olmamıştır. Bunun istisnası yok mudur varsa da bir elin parmaklarını geçemez, mesela Maradona’nın Napoli’yi şampiyon yapması, Hagi’nin Galatasaray’ı Avrupa’da bir numaraya çıkarması gibi, birkaç istisnası sayılabilir, tıpkı milli piyango isabet etme ihtimali kadar… Aaaa sizin tercihiniz, istisnayı abad ve payidar eylemek ise, kifayet i müzakere... Tercihinize mukim, arizi olur size baki, lakin mesele de her daim... Gerçi ülkemiz başta futbol olmak üzere hayatın her alanında “tek seçicilik” müessesi de ihdas etmiştir ama çok şükür ki artık ekip olmayı becermiştir. Bu konuda en çarpıcı ve can alıcı örnek ise önemi kendinden menkul sanatçı İbrahim Tatlıses tarafından verilmiş ve tarihe altın harflerle geçmiştir. Ne diyordu meşhur sanatçı; “herkes bana tek sesli müzik yapıyorsun diye eleştiri yapıyor oysa baksanıza ben sahnede arkasında onlarca bağlama ile çıkıp çok sesli müzik yapıyorum” … Çok seslilik, tek seslilik, takım oyunu tanım ve tarifi bilginiz ile sınırlıdır… Bilinmez ki mezkur zevat tarafından, korolarla bile tek sesli müzik yapılabilir... Eee ne yapacaksın muhteremin bilgisi de bu kadar, koro ise çok kişi vardır dolayısı ile çok seslidir…  

İçinde bulunduğun ahval ve şeriati sen domine edemiyrsan o seni ediyor ve yönlendiriyor hatta şekillendiriyor postulatı uyarınca Türkmenistan’daki yönetime benzeyerek, gelişen ve ebediyete intikal eden son çalıştığım firmanın patronu, bu baptan tüm uyarılara rağmen uyarılara kulak tıkayarak, esasen de takım oyununa sarılmaması nedeni ve yeterince ve layığı ile bilgi ve tecrübe devşiremediği için firmanın başına neler geldiğini bilenler bilmektedir. Kendisine yapılan, “ya bak deve dişi gibi tecrübeli bir sürü elemanı var bu şirketin” uyarılarına hiç kulak asmadı, var olan son derece tecrübeli bir kadroyu salt organizasyon şemasında gösterebilmek adına istihdam ettiler, son derece tecrübesiz bir çocuğa direksiyon teslim edildi, bilenler biliyor gelinen noktayı… 

Ama güzel olan ne idi biliyor musunuz, tek adam ceberrutluğunun hakim olduğu bu ülkede süreli kalışınız, nasıl olsa bir gün gidecektiniz, hayatın yeni hayhuyları içinde burayı belki de hiç hatırlamayacaktınız. Hayatın her alanında birlikte ve korperatif olmayı ve durmayı becerebilenlerin imbiklediği harika bir söz daha vardır, canım Yurdumda; “bir taşla duvar yapılmaz”...

 

 

Cumartesi, Aralık 26, 2020

ROMAN KIYIMI, ÇİNGENE SOYKIRIMI YA DA PORAJMOS

Son günlerde yine; PSG Başakşehir maçı ile gündemi bir kez daha “No to racism” deyimi ile oturmuştur, ırkçılık… Meğerse ne kadar da kötü imiş bu ırkçılık, bize karşı yapıldı ya, feryat figan… Oysaki “ırkçılık” hep vardı ve hep başımızı ağrıttı hatta daha da artarak ağrıtmaya devam ediyor… Ben çok merak ediyorum acaba hemen dibinde yapılan ırkçılığı görmeyen ama kanaat önderlerinin tukaka demesi ile feryat figan ve isyan eden ademoğlunun yakını görme problemi mi var? Nedir, sorun nasıl tarifleniyor kafasında? Bu baptan çok kelam edilebilir, sosyolojik, felsefik, ahlaki çok izahı yapılabilir, ki sakın “şahsımın bunları bilmediği sanılmasın”, ama emin olun ki türbanlanarak milliyetçilik haline getirilmiş ırkçılık daima damarlarımızda dolaşmaktadır. Efendim makro milliyetçilik, efendim mikro milliyetçilik, şöyleymiş te böyleymiş te, çene suyu pilav bunlar, geç efendim geç… O duraktan binilen otobüsün varacağı yer yeterince aşikardır. Varılacak yerde de inilecektir, biz bunları çok iyi biliyoruz… Ancak ırkçılık denince, “kafatası ölçümlerini” aklına getiren ve ırkçılık tarifini bu baptan yapanlara kolay hatim ettirilecek bir şey değildir, tüm bu olanlar… Irkçılık ve soykırım denilince sadece Nazi faşistlerini düşünen, öfkelenen, lanetleyen, feryat figan eden zevata ve zevzekliğine iğne, ilaç kâr etmez… Esasen canım Yurdumda son yarım yüzyılda çok kelimenin çılkını çıkarmış durmdayız, çıkarmaya da devam ediyoruz… Ne hoş, alıyoruz bir kelimeyi, kendisini sabit tutarak içeriğini, öncelikle tarif üstüne şüpheler oluşturarak, kafa bulanıklığı yaratıyoruz bilahare de boşaltıyoruz, hatta o kadar ki zaman zaman faşizmi bile türbanlayarak sevimli hale getiriyoruz… Neyse tekrar başlıktaki konumuza dönelim.

 

Uluslararası sermayenin sınırsız ve sorumsuz desteği ile devlet gücünü ele geçiren “nazi partisinin” Almanya ayağı muktedirlerinin tabancası konumundaki Adolf Hitler ve tüm ekibi, öncelikle dış düşman olarak nitelediği sosyalist Sovyetler Birliğini yok etme planı ile kolları sıvamışlar, işler içeride kendilerini desteklemeyenleri dahi tenkil etmeye kadar varmıştır. Konunun ekonomi politiğine ve siyasal devinim ve sonuçlarına bu yazıda değinecek durumda değilim hatta bilgi seviyesinde de hissetmiyorum kendimi ve bu nedenle olayların akışını öğrendiğim ve anlayabildiğim boyutu ile sadece not etmeye çalışacağım kendimce… Çıkın sokağa, sorun, nazi katliamı ile ilgili yurdum insanının ne bildiğini ve ne hatırladığını, çok muhtemel ki, herkes konsantrasyon kamplarını ve katledilen Yahudileri söyleyecektir. Oysa sinsi sinsi son tahlildeki sosyalist kampın kabesi Sovyetler Birliği hedef olsa bile, evvel emirde dahili düşman tespit ve tayini ile öncelikle ve sonrada sırasıyla, psikolojik sorunu olanlar, engelliler, sakat ve müzmin hastalıklı olanlar, komünistler, sosyalistler, sendikacılar, sosyal demokratlar, Yahudiler, Sintiler ve Çingeneler ve nihayetinde de önce kendilerinden olmayan ve kendilerini destelemeyenlere kadar varan bir cephenin, “uzun bıçaklar gecesi”, “kristal gece”, “reichtag yangını” aldatmacası ve kara propagandası vs vs gibi her türlü yalan, dolan, hile, hurda ve desise ile, yok edilmesi planının icrasıdır. İşte bu ahval ve şeriatta ABD Holokost Anma Müzesinin yaptığı bir araştırmaya göre, yaklaşık 15–20 milyon arasında insan katledildi.

 

Oysaki her şey ne kadar da güzel başlamıştı, önce teşhir ve tecrit manasında kapılarının üstüne yağlı boyalarla Yahudi yıldızı işaretleri çizmeler, sonra Yahudilerin kollarına Yahudi yıldızlı pazubantlar bağlamak, daha da sonra iş vermemeler, çalışanları işten çıkarmalar, iş sahiplerinin işine el koymalar, sonra sermayeye bedava iş gücü tayinleri, sonra da çalışma kampları adından katliam kamplarına sürgün bilahare de yok etme operasyonları… Her şey adım adım, önceleri çaktırmadan bilahare de çaktırarak ve propaganda tahtında güzel ölüm… Ve ne yazık ki bunu hala sadece Almanya’da yaşanmış gibi bilen ve düşünen andevüller var bu dünya da… Vah ki vah, güzel dünyam… Hani çaktırmadan’ı, çaktırarak takip eden süreç var ya, malumdur kendisini vücuda getiren ve bilim dünyasına “kurbağa sendromu” diye takdim edilen bir test ile kaindir. Mezkûr test biyolojik bir test olarak kurbağalar üstünde yapılırken, ademoğluna sosyolojik sonuçlar verir, tabii ki testte zorlama yoktur, ilim, irfan ve feyz arzu edene verir bu sonuçları… Hani yahu bu nasıl iştir kurbağa üstünde canlı canlı test mi yapılırmış, kurbağayı öldürüyorlar, bu bilim insanları diyene de at gözlüğü takmasından ötürü edilecek kelam da yoktur. Söylenir ya, eğer bir kurbağayı sıcak suyun içine atarsanız kurbağa hemen kendini dışarıya atar oysa kurbağayı soğuk su dolu bir kazana koyar ve altını yakarsanız, yavaş yavaş ısınan suda kurbağa gevşer ve nihayetinde kıpırdayamaz hale gelir ya… Durum aynen böyledir mezkûr konuda da, önce kapısına işaret çizerseniz, en sonunda da öldürürsünüz ve bu süreçte tepki vermesi beklenen kesim hazırlanır ve alıştırılır bu ölümlere yavaş yavaş…

 

Hatırlanmasında ve anılmasında bugün bile farklı dengeler gözetilir dünyada ve ne yazık ki kimse demez ki yahu bu Yahudiler dışında, Sintiler,  Laller, Romanlar ve Çingeneler de vardı,  hem de hepsi Çingene kökenden gelmesine rağmen kayıtlar farklı farklı etnik kökende tutulur ki göze fazlaca batmasın diye, eyyy gidi insanlık eyyyy… Eeee, tabii ki bu garip gurebanın Yahudiler gibi hamileri yoktur bu cihanda, sonrası ise zaten bilmediğimiz hesap…

 

Nazi Almanya’sının işgali altında bulunan ülkelerdeki yaklaşık 950.000 Romandan, ne yazık ki bu katiller sürüsü yaklaşık 500.000’ini katletmiştir. Tarihe, “Porajmos” diye geçen “Roman Kırımı, Çingene Soykırımı” çok bilinmez, az konuşulur haksız bir saldırıdır, ne yazık ki… Sonuç itibariyle Nazi faşistlerinin Holokost’una ne kadar karşı duruluyor ise aynı şekilde ve yine nazi faşistlerinin Çingenelerin “porajmos’una” karşı durulabiliyorsa, anılabiliryorsa insanlığımızı yüceltebiliriz, bence… Efendim denilebilir ki, evet ama sayısal olarak Yahudiler kadar yok edilmediler, el cevap ne yapalım namussuzlar ancak bu kadar Çingene yakalayabilmişler ya da etraflarında bu kadar Çingene bulabilmişler… Ama bilinmelidir, mevcut nüfusa oranla yapılan kırımın aritmetik sonucu, yani Çingenelerin öldürülme oranı Yahudilerden daha fazladır. Buradan ne anlaşılır bilemiyorum, Nazi faşistlerinin hedefi öncelikle Yahudiler değildi mi yoksa öldürebilme kapasiteleri ve tesis verimliliği mi böyle sonuçlar doğurdu vs vs…

 

Ancak yine de en tuhafı esasen de en ahlaksızı tüm bu katliamlar yaşanırken, öğrenme çabası göstermeden, neler oluyor demeden, gününü gün eden, vur patlasın çal oynasın hayatını idame ettiren namertlerin sonradan çıkıp, ne yapalım gazeteler bunu yazmıyordu, biz nereden bilelim, demiş olmalarıdır… İlgisizliğin, dağlarca bilgisizlik ürettiği doğru olmakla birlikte eh bre namert sende azıcık çaba göstersen hatta azıcık kulak kabartsan ilaveten azıcık kafatasının içindeki sana bahşedilen organı çalıştırsan ne olurdu be…

 


Cumartesi, Aralık 19, 2020

TAPIŞTI HASAN

 

Yollarımız ayrılana kadar her fırsatta bir araya geldiğimiz çocukluk arkadaşımdı, çok güzel bir insandı, Hasan… Gençliğimizin en popüler sanatçılarından biri olan İlhan İrem ile nerdeyse tıpa tıp görüntü benzerliği ile el üstünde ziyadesiyle tutulduğumuz mekanlar ve zamanlar olmuştur. İzmir’e gidişlerimizde kendisini “Hasan” olarak bilmeyenlere mutlaka onu İlhan İrem diye sık sık takdim ederek, ufak tefek avantajlar peşinde koşarken, tercihlerimizin, zevk, kalite ve kandite açısından mezkûr şahsa uygun olmamaları da sırıtır durur idi açıkçası, bizde bunun hiç farkında olmazdık… Ne gam ne keder, biz kendi çapımızda kendi oyunumuzun hülyası içinde kendimizce tatmin oluyorduk. Ama sonuç itibari ile Hasan; dışarıya İlhan İrem diye pazarladığımız bizim gençlik arkadaşımız ve dostumuz ve hatta hala anıları ile sık sık hatırladığımız birisidir. Hasan her hali ile “nevi şahsına münhasır” denilenlerden birisi idi ve hep öyle kalacak…

 

Çiftlik yolunun, bugün artık geride kalmamış eski hali ile hemen Kaymakam Evini geçince, tam virajda, Ali Subay’ın güzel evine gelmeden, son derece mütevazi bir evde yaşıyordu, tüm ailesi ile. Dışarıdan bakılınca son derece dengeli ve mutlu, ama eğer değilse bile dışarıya bir şey sızdırılmamış hali ile bir ev hali idi, aklımda kaldığı kadarı ile… 2 katlı bir ev, alt katı yüksekliği bugünkü yüksekliklerle kıyaslayınca oldukça düşük belki de başka amaçlarla kullanılırken, büyüyen ailenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere genişleme sonucu ailece hizmete alınmış olabilir. Bugünkü Akpınar Otel’in bulunduğu alan ise o zamanlar hatırladığım kadarı ile genellikle “marul” tarımı yapılan bir tarla idi… Mezkûr ev, önünde yer alan deniz ile hemen hemen aynı kotlarda(seviye) idi… Akarca Deresini geçer geçmez tam “Kaymakam Evi” önünde denizden ötürü yol sık sık bozulur idi, Belediye sürekli tahkimat yapardı, burada… Bugün doldurularak artık geriye kalmamış deniz, bizler için balık avcılığı yemi olarak kullanılan “tekesakal” deposuydu… Bu deniz ve bu yol için başlı başına bir yazı yazmayı planlamaktayım, açıkçası… 

“Tapıştı Hasan” babadan intikal etmiş lakabı ile anılır hale gelmiş, babadan diğer intikal işler ile iştigal etmiş biri olarak, ilaveten kahvede ocakçılık ve garsonluk, gazete kioskunda satıcılık, seyyar köftecilik, yabancı seyahat acenteliği başta olmak üzere her işi yaparak medarı maişet eylemiştir. Üniversite sınavlarında ilk yıl başarılı olamadığımdan 1 yıl boyunca Hasan ile birlikte seyyar köftecilikte yaptık. Ne güzel günlerdi… Düşünün satmak üzere köfte hazırlanıyor, hem de beleşe bahçeden soğan, maydanoz, domates, biber, limon getiriyorum, Hasan satın aldığımız kıyma ile köfteyi güzelce hazırlıyor, dinlendiriyor, sonra mis gibi ızgara köfte satıyoruz. Yatırım maliyeti ve hedeflenen o günlük kar elde edildiğine kani olduğumuz an, hemen rakı satın alınıyor, su zaten belediyeden beleş, yavaştan başlanıyor demlenmeye… Sonraları bunu daha uygun hatta mükemmel sofralara dönüştürüyoruz. Hasan; Sakız Adası ile Çeşme arasında feribot hizmeti veren Yunanlı şirketinin bürosunda çalışıyor, seyyar köfte arabası hemen önüne çekiliyor, ofs meyhane düzenine dönüştürülüyor ve sonradan aramıza katılan o zamanki Tekel İdaresinin Çeşme sorumlusu Hayati ve şu anda ismini anamadığım bir arkadaşımın daha katılımı ile şüphesiz köfteler, salatalar ve ekmekler bizden rakılar Hayati’den olmak üzere harika akşam yemeği masaları oluşturuyorduk. Rakının belli bir evresinde gelinen duygusallık, hatırat-ı bergüzar hali Hayati’yi değme Türk Sanat Müsikisi sanatçısı haline dönüştürmekte idi… Yahu, her gece aynı menü ile rakı masası mı donatılır, evet, vallahi şimdiki o anları hatırlamak bile cihane değer bir durumdur… Ama kadro ve menü aynı olsa bile muhabbet konusu hep değişiktir ki mezkûr masaların en önemli mezesi de muhabbettir…

 

Dönem itibari ile neredeyse bir günün uyku dışında tamamını birlikte geçirmekteyiz bu arkadaş grubu ile, Urla’dan Birol kardeşimizin Eniştesinin kahvehanesini, ki o zamanlar “memurlar kulübü” diye bilinirdi, şimdiki Çeşme Belediyesinin Emlak ve Gelirler Müdürlüğü bölümü, eniştenin eve gitmesinden sonra işletmesini genellikle akşam üzerleri devir alır ve gece geç saatlere hatta kapandıktan sonra içeride oturmak kaydı ile birlikte olunur idi. O kahvehanede bazen sabahlara kadar bekler ve dönem itibari ile toplumumuzun çok yakından ilgisine mazhar olmuş Muhammet Ali Clay boks maçlarını izlerdik ki o zaman bu maçlar kesinlikle canlı yayınlanır idi. Neyse…

 


“Tapıştı” lakabı üzerine sevgili arkadaşım Hasan’ın; dedesi ya da babası için olduğunu ve “Anne sabah ekmek için hamur hazırlar iken, hamurun yapışması üzerine, “yapıştı, anne yapıştı” diyecek iken çocukluğun doğallığı içinde “anne, tapıştı, tapıştı” demesi üzerine kendilerine bu lakabın yapıştığını” anlatmış idi. Çocukluk tabii ki, belki de başka bir nedenle yapışmıştır bu tapıştı lakabı ama bendeki bilgi bu… Ama aslan yelesini andıran saçlarını sallayarak yürüyen dostum Hasan kendisinin bu lakabı ile ne övünür ne de yüksünür idi, onun için sanki doğuştan gelmiş ve asla terk edilemeyen bir şeymiş gibi bir tutum sergilemiştir, her daim…

Sayısız güzel anılarımız vardır, Sevgili Arkadaşım “Tapıştı Hasan” ile… Ama bugün hala anımsar iken, katıla katıla güldüğümüz bir tanesini yazmak istiyorum. Dönemin önemli duraklarından biri, “Kolovo’nun Kahvehanesi”, bugün bir ayakkabı dükkânı olarak çalıştırılan mezkûr mekân, biz yeni gençlerin bir araya geldiği hatta tavla ve bazı kâğıt oyunları oynamaya başladığımız …. Biz 3 arkadaş, Tapıştı Hasan, şimdi adını anmayacağım biri ve ben, akşamın ilk saatlerinde mezkûr mekânda oturur iken, kontrol için Polis geldi. Tapıştı Hasan sakalı az, yüzü nurlu ve 18 yaş altı görünümlü iken aslında da son muayenesini yaptırmış askere sevkini beklemekte, diğer tarafta bizler ise tam manası ile kara kuru, sakalı yeni yeni terlemeye başlamış ama güneş altında kalma nedeni ile de olduğundan yaşlı görünen bir haldeyiz. Polis bizim masaya geldi, belki de yeni tayin olmuş biri idi çünkü polisler genelde bizleri tanırlar idi, tam hatırlamıyorum, “çat bir tokat” Hasan’a “yaşın tutmuyor ne işin var kahvehanede, kalk git” diyor, buna bağırıp çağırıp şiddetle itiraz edip kimliğini çıkarıp gösterince polis yanlış yaptığını anlayıp bizim masadan mahcup mahcup ayrıldı. Biz, diğer 2 kişi gerçek manada yaşı küçükler de yırtmış olduk. O zamanda buna çok gülerdik, şimdi de…



Sonradan askerliğini de yaptığı Kıbrıs’a gider, evlenir ve çalışır orada… Sonradan vefat haberini aldık, çok üzüldük… Evet bugün hasret ve özlemle anımsadığımız “Tapıştı Hasan’ı” çok büyük benzerliği olan İlhan İrem’in bir şarkısının sözleri ile ve saygı ile yad edelim…

Hatırlar mısın bilmem...

Yıllar geçti üstünden...

Yağmurlu bir akşamdı...

Sevgimi söyledim ben...

Yağmur muydu bilmem...

Süzüldü gözlerinden...

Utanmış kızarmıştın