Cumartesi, Ekim 09, 2021

NURİ ERTAN’I OKUYORUZ

 

Çeşme’nin kaderini tayin ettiği konusunda yerelde ittifak edilen baba Kelami Ertan’dan sonra belediye başkanlığı yapan Nuri Ertan yaşadıklarını, öğrendiklerini, bildiklerini, yaptıklarını, yapamadıklarını, pişmanlıklarını yazmış ama doğal olarak kendi cephesinden… Ben; doğduğum, yaşadığım, anılarımın olduğu kenti 2 farklı dönemde yönetmiş ve “abi” diye bildiğimiz ve saydığımız bir büyüğümüz olduğu için imzalayarak lütfedip takdim ettiği kitabını büyük bir dikkatle okudum… Yüzlerce not aldım, yazdıkları, yazmadıkları, yazamadıkları, dikkat çektikleri, görmezden geldikleri, sevdikleri ve kızdıkları üstüne… Yeri ve zamanı geldikçe üstünde durmak üzere de arşivliyorum. Kitabının yayınlanması öncesi kendisi ile gazetem adına bir söyleşi gerçekleştirme kararı almamıza rağmen bir ve önemli tarafı ile pandemi şartları diğer yanı ile farklı meşguliyetlerimiz nedeni ile bu kararın gereğini gerçekleştiremedik. Belki de böylesi daha iyi oldu, çünkü sorularımın bir kısmının cevabı burada bulunmakta bir kısmının ise biçimi değişecek… Bakalım…


Gelelim kitaba; şekil açısından konunun uzmanı olmamama rağmen gereksiz, anlamsız ve bir hayli fazla tekrar söz konusu… Uzman değilim dedim ya; belki de bunda da bilemediğimiz anlayamadığımız bir muradı ve hikmeti söz konusu olabilir. Mesela; “bir şey ne kadar çok ve sık tekrarlanır ise akılda o kadar fazla kalır” gibi klasik politikacı yaklaşımı olabilir, bilemedim… Sanki biraz da plan harici, “aklıma geldikçe” ya da her güneş doğduğunda hatırladıklarım tarzı olmuş gibi… Lakin her şeye rağmen Çeşme’nin Kent Tarihine büyük katkıları olacağına inandığımdan ötürü çok kıymetli buluyorum bu çalışmayı, kalemine ve aklına sağlık diyorum… 

Nuri Ertan; bir politikacı olarak benim gözümde bir Demirel benzeridir, Süleyman Demirel, hem meslektaşım hem de uzun yıllar canım yurdumu dibine kadar katıksız yönetmiş birisi olarak, kendisini çok dikkatli ve özenli izlemiş idim. Kendisine yönelik bir hayli fazla ve derinlemesine eleştirim ve kararım oldu. Demirel’i her daim son derece akıllı, zeki, nüktedan, hazırcevap ve başarılı lakin son derece angaje ve taraflı buldum. O, ne olursa olsun sadece bir tarafa aitti. Mesela; Süleyman Demirel için denir ki; o, kendisini karşılayanlar ile tokalaşır iken, elini sıktığının yüzüne bakmaz, bir sonraki elini sıkacağının yüzüne bakar, elini sıktığı herkesin adını soyadını ve seceresini bilir… Bizim Nuri Abimiz de öyle, herkesi tanır, başta hemşerileri olmak üzere kendi ilgi ve bilgi alanına giren herkesin seceresini bir hayli detaylı bilir…       Mesela, Nuri Abi ile çok önemli bir konuyu konuşuyorsunuz, o görüşünü anlatır, mutabakatınız var ise muvafık iseniz sorun yok, muhalif iseniz kesinlikle dinlemez hemen yanında bir başkası ile alakasız bir konuyu konuşmaya başlar, artık siz yok hükmündesinizdir. Çünkü her insanda olduğu üzere kendisinde de ziyadesi ile eleştiriye kapalı bir durum söz konusudur.

Nuri Ertan; dönem itibari ile Turgut Özal döneminin tipik politikacısıdır, hani Turgut Bey misyonu gereği “devletin tüm vidalarının yerinden oynatıldığı” dönemi var ya, hani tüm kurumların, tüm kuralların, tüm kurulların, tüm kararların, tüm prensiplerin, tüm planların, tüm dengelerin kendi hikmeti mucibince “ben yaptım oldu” tarzı ile yepyeni bir boyut kazandığı dönem. Hatırlayalım o dönem, “istim arkadan gelir” tarzı ile birçok uygulama önce yaşandı sonra yasalaştı… Ne diyelim, bu bir tarz ve seçicilerinde hoşuna gidiyor galiba… Plansızlık planı… Bakın o dönem başarılı görünen ya da kabul edilen lakin bana sorarsanız da son derece başarısız olan benzer kişilikler ve uygulamalar söz konusudur. Bedrettin Dalan, Mehmet Altınsoy ve Burhan Özfatura gibi örnekleri incelersek ne demek istediğim daha net anlaşılabilir. Bu kabil uygulamalar çabuk lakin isabetsiz sonuçlar doğurmaktadır zaten doğurdu da. Nuri Abimiz de mesela önce yollar açtı sonra bu yollar imar planına uyduruldu, hatta hala uydurulamayanlar da bulunmaktadır.

Nuri Abimizin, en büyük yanılgısı da, etrafında sadece kendi gibi düşünenleri bulundurmasıdır. Düşünsenize yanınızda yüzlerce insan var ve hepsi de sizin gibi tıpa tıp aynı şeyleri düşünüyor, buradan yeni ve detayları iyi düşünülmüş ve hazırlanmış sonuçta da isabetli gerçekleştirilmiş işler çıkabilir mi, şüphesiz çıkar lakin çıkanlar da tesadüfü olur. Diğer taraftan iyi yönetici olmanın yegâne prensibi “yangına iyi müdahale eden” değil “yangın çıkmasını engelleyen” profil tercihidir, bilmem yeterince sarih oldu mu?

Şimdi mezkûr kitabın; Nuri Abimiz hakkında, tanıklıklarından, ilişkilerinden, birlikteliklerinden, yaşadıklarından yola çıkılarak hatırat yazanların aktardıklarından bakınca ve o günleri hatırlayınca gerçek manada çok şey yapılmış gibi görünmektedir. Lakin benim görüşlerimi okuyan herkese önerim, bir A4 kâğıdı alıp ortasından bir çizgi ile çizmeleri ve deyim yerinde ise tam da günah ve sevap kaydı yapan melekler benzeri bir adalet ile sağ tarafa sevapları sol tarafa da günahlar yazılsın. Sevaplar hanesine yazılacak şeylerin sayısal çokluğu hayret verici derecede olacaktır hiç tartışmasız… Okullar, hastaneler, yurtlar, kurslar, camiler, burslar vb gibi kişisel hamiyetler, lütuflar, iyilikler ve bağışlar teşekkürle yad edilmeli ve bu kabil uygulamaların nadide örneklerinden biri sayılabilecek Nuri Ertan Abimiz de esasen hepimiz tarafından ziyadesiyle şükran ve takdir ile anılmaktadır. Lakin konu; memleket ve kent yönetimi olunca, kamu adına, kâğıda yazdığımız sayısal iyiliklerin çokluğundan ziyade kazandırdığı ya da kaybettirdiği ya da kaybedilenlerin telafisinin olup olmadığı gibi ağırlıklarından bakarak puanlandırılmalıdır. Şimdi sevap tarafına yazacağınız, uluslararası müzik yarışmalarından, Çeşme Tarih Seminerlerine kadar birçok uygulamanın sevaplarını; Osmanlı Rus Savaşı batıklarının bir inat uğruna, asla telafi edilemeyecek bir şekilde dolgu altında kalmasının günahı silecektir. Bu konu ile ilgili benim değil Çeşme’nin ekabirlerinin yazdıkları yazılar, müracaat dilekçelerinin birer kopyası Yeni Çeşme Gazetesi arşivindedir.

Bitirirken; ben şahsen Nuri Ertan’ı çok sever ve takdir ederim. Şahsi olarak ciddi manada yardım ve iyiliklerini de gördüm ki bunları birer sosyal deney babında ileriki günlerde yazmayı planlamaktayım. Ama benim doğduğum, benim yaşadığım kenti yöneten birisi olması hasebiyle de çağdaş kent yönetim anlayışı hilafına uygulamalarını da kıyasıya eleştiriyorum. Bu baptan da kimse böyle oluyor olması hasebiyle alınmasın, gocunmasın, “yahu iyi şeylerini de neden söylemiyorsun” demesin, kent yönetimi adına yapılan iyi şeyler, hukuk, kurul, kurum, kanun, kural, ahlak ve vazife adına zaten yapılması gerekenlerdir, bizim derdimiz yapılmaması gerekenler üstüne kalem oynatmaktır. Mesela yere göğe sığdırılamayan ilk dönem başkanlığı sırasında zabıtaların plajlarda üstsüzlere (topless) müdahalesini şimdilerde kimse hatırlamamaktadır. Evet, kişisel hayatın tanzimi ile ülke ve kent yönetimin karıştırılmadan değerlendirilmesinin de öneminin anlaşılacağı günler temennisi ile…  

 


Pazar, Ekim 03, 2021

BİR AYIP ABİDESİ


Ne diyor muhterem; “sürekli sansasyonel açıklamalar yaparak tuhaf bir popülariteye sahip olduğunuzun farkında mısınız” diye sorulunca “ben sansasyonel açıklamalar yaptığımın farkında değilim, ben doğru bildiğimi söylüyorum” … Allah Allah bu açıklamaları ile ne biliyor da onların doğru olduğunu savunuyor diye şöyle bir hafıza tazeledim. Mesela adam “insan b.kunun” acı olduğunu biliyor… Nerden mi biliyoruz bildiğini, kendi sansasyonel açıklamasında “tadına baktım, kendi b.kumun tadına baktım ve acı idi” diyor. Diğer taraftan, ben kendimi keşke yemeseydin be hoca deme mezuniyetinde hissetmiyorum lakin bunun üstüne de çıkıp “insana b.k yedirmek işkence sayılmaz” demişti ya, işte burası çok b.ktan vallahi…  Şimdi tabii ki, mezkur muhteremi bir yerde görsem kendisine sormak isterim, kendi b.kunu taze mi, yoksa kuru mu yiyerek tadına baktı, sos kullandı mı, elle mi yedi yani avuçlayarak mı yoksa Amerikan kaşığı mı kullandı, kuru ise nasıl kuruttu, gölgede mi kurutuldu yoksa güneşte mi, kendi mi kurutta yoksa taşeronluk hizmeti mi aldı, taşeron hizmeti aldı ise güvenilir bir taşeron mu idi, vs vs… Hani muhterem, kartvizitinde yazan her şey bir kenara, b.k yeme uzmanı ya… Bizim buralarda bu münasipliğin tarifi için bir söz vardır, “necaset ağzına yakışıyor” diye… Neyse…

“Kenan Evren gibi bir demokrasi düşmanına çelenk bırakmanız nasıl bir duygu” sorusuna “bir kere Kenan Evren bir demokrasi düşmanı değil idi” diyebilecek kadar angaje biri idi, bir o kadar da ihanete düşmüştür. Ne buyuruyor; “Kenan Evren ve arkadaşları demokrasiyi kurtarmak için …” diye başlayan bir cümle kuruyor, hay Allah… Bu muhtereme ne desem münasiptir de, hukuk onun içinde hak arayışına cevaz veriyor ne yazık ki… Durup dururken sen kalk darbeyi ve darbecileri savun, onlarla gurur duy, sonra demokrasi de… Haydi oradan be, haydi oradan…Benim gibi değerlendirme yapanları da o günü yaşamamakla, bilmemekle itham ediyor, ahada diyorum, o günleri yaşadım ve biliyorum ancak şimdi ben sana diyeyim… Sen darbenin neden yapıldığını bilemeyecek kadar, ilim, irfan, izan, ahlak ve feyzden ıraksın ya da… Bu kötü bir şey lakin bilerek yaptı isen bu daha kötü ki sözlüklerde bunun için güzel tarifler vardır, merak ediyorsan bakıver bir zahmet… Amerikan Dış İşleri Bakanının “our boys” diye gururla takdim ettiği kişilere methiye olsa olsa senin gibiler dizer. Bilim adamı imiş, şeyimin bilim adamı…

Bilim adamı, Bilim adamı namusu ne demek acaba? Hiç tefekkür ettik mi mevzu üstüne? Dünyada yaşanılan ve yaşanılacak binlerce sorun üzerine kafa yorulması, insanlığın ihtiyaçları üstüne çalışmalar yapılması gerekir iken yaşanılanlara bakınca insanın morali bozluyor vallahi… Bilim Adamı Mevlana’nın “suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verilecek bir cevabım vardır. Lakin, bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye” sözünü mü, yoksa “haddini bilmeyene, haddini bildirmeyen, haddini bilmeyendir” sözünü mü kendisine şiar edinecek, işte tüm mesele de budur…

Neyse, biz yine bu sansasyonel kelamı eden muhtereme dönelim, bu açıklamalar olsa olsa, kenarda kalmış, pısırık, kompleksli üstüne üstlük kabiliyetsiz lakin bir o kadar da cüretkâr hamura sahip olmak böyle bir şey demek ki... Bu olaya kadar, ki o da yaşanmış ise eğer, her açıklaması zaten sansasyonel lakin bir o kadar da fiyasko olan, esasen de kendi disiplini haricinde ettiği kelamın sadece bazı magazin sever gazeteciler nezdinde itibar gördüğü, tam da bu nedenle kendini her konuda yeterli kabulü ile ahkam kesebilir, fetva verebilir gören, lakin temelde de hiçbir konuda derin ve detaylı bilgi ve idrak sahibi olmamış ve olmayan ve dahi olamayacak bir kişi olarak Türkiye Üniversite tarihinde yerini alacaktır. Hani kendisine bilim adamı demese ya da denmese, her konuda derinde olmasa fikir sahibi olmasını dahası her konuya ilgi duyuyor olmasını alkışlayacağız da… Biz burada, 2 reşit insan arasındaki ilişki üstüne ahkam kesecek durumda da değiliz, yetkili de değiliz, şüphesiz. İsteyen istediğini yapabilir ve yaşayabilir. Mesela; muhterem birlikte çalıştığı herhangi bir kadın ile karşılıklı istemeleri halinde, meslek, iş, görev, misyon, amir, memur, alt, üst ilişkileri her ne olursa olsun, karşılıklı mutabakat temin edilen herhangi bir ilişki tesis edilebilir. Bunun üstüne bizim kelam etmemiz söz konusu olmadığı gibi edeceklere de sus dememiz gerekir. Ama tesis edilmiş bu ilişkiyi de aptal sepet sarhoş muhabbeti biçimiyle hem de utanmadan, sırtındaki cüppenin de reklam gücü marifeti ile sokağın düşük ağzı ile en alt perdeden anlatılması tuzağını da iyi görmeliyiz. Lakin, asıl olan kendi makam ve mevkiini kullanarak, mevkii sahibi olmanın gücü ile birtakım şeyleri lehine kullanmak konusunda mahir ve madrabaz ise muhatabımız, herkes kadar bize de söz düşer. Elindeki gücü, yetkiyi ahlaksız emellerine alet edeceksin sonra da bununla böbürleneceksin. De haydi git…

Adamın tahsil hayatına bakıyoruz, Amerika ve Amerika üniversiteleri, şüphesiz Amerika’da tahsil eylemiş birisi mutlaka Amerikan ağzı ve bilgisi ile konuşacak değildir, Amerikan ağzı ve bilgisi ile konuşulduğunu biz nereden anlarız, Amerikan istihbarat ve alt ve de yan kuruluşlarının açıklamalarına benzer kelam tekrar ediliyor ise, marka ve yafta bellidir. Aaaaa bu arada, şüphesiz ki bu muhteremin de bir başkası kadar açıklama yapma, taraf tutma, b.k yeme, abuk subuk konuşma, hakkı ve yetkisi vardır. Tercih ve seçim şahsi olup şahsına aittir. Bizim ona değiştir, sus-konuşma deme gibi bir hakkımız ve yetkimiz yoktur ve de olamaz… Lakin bu demek değildir ki, biz de onun mezkûr sığ ahlak ve aklına uyup b.k yiyeceğiz. Biz; bu tür kendi hürriyet sınırlarının bendini aşıp başka alanlarda, nasıl edinildiği konusunda çeşitli şüpheler olan cüppesinin altına sığınarak, insanları küçük düşürecek, ettiği ve edeceği kelamları kendisine iade etmekten de geri durmayız, durmayacağız da… “Tahsil cehaleti alır eşeklik baki kalır” diye bir atasözümüz var ya, tam bu durumları izah etmek için söylenmiş sanki…

Hele bir de “bundan sonra yurt dışında yaşayacağım” buyurmuş ya, haydi buyur muhterem, yalnız orada sorarlarsa memleketini neden terk ettin diye, ne diyeceksin bakalım, çok merak ediyorum… Mesela “poposunu şaplağımın altına mı getirdi” diyeceksin… Ya ayıptır gerçekten… Aslında ayıptan çok öte de, ne diyelim…

Sonuç olarak; tahmin ediyorum ki, bu sapık davranış karşısında o kadın bilim insanı gereken cevabı vermiş olmalı, yok eğer o da bu kabil şerefsiz bir tutum karşısında “en yakın ve münasip şeyi” alıp o adamın kafasında paralamamış ise bu saatten sonra bu fasarya muhabbetlere hem kendisi hem de kamuoyu bu düzeyi ile muhatap olacaktır… Diğer taraftan bakıyorum, bu sapık muhteremin yöntemi ile kendisine cevap vermeyen meslektaşları ısrarla sessiz kalmayı tercih ediyorlar… Acaba bu haliyle bu suskunluk “söz gümüş ise sükut altındır” manasına mı gelir yoksa çaktırmadan meslektaş dayanışmasına mı, bilemedim…   

Pazartesi, Eylül 27, 2021

MUSİLAJ

 

Sen suyu kirlet sonra da dön; “Akan su kir tutmaz” de, sevsinler senin aklını. Kelamı bu haliyle söyleyince de durumun vebalinden yırtacağına inan, haydi oradan, derler adama, haydi oradan… Oysaki gördük; nasıl da kir tutuyormuş, tutuluyormuş, kir nasıl biriktiriliyormuş, biriktireceklerinden maada… Ama “plan değil pilava ihtiyaç vardır” diye uyduruk umdeler yaratıp milleti yanlış yönlendirenler, ki onlar aklı kendilerine yetmeyecek kadar kısa olanlardır ve ne yazık ki yüce rabbim onların  yönetim bahtını da çok açık tutuyor, demek ki… Demek ki Allah bunlara yürü ya kulum diyor… Kulakları bilime, gözleri bilim insanlarına kapatırsanız, geleceğiniz yer hiç şüphesiz ki burasıdır. Ve akan suyun bir yerde duracağını göremeyip, hesaplayamayıp, ettikleri kelamlara bakınca bize de bu tespitleri yapma hakkı doğuyor…

Güncel meselemiz, Marmara Denizindeki müsilaj ya, ahaaa da buraya yazıyorum, başta deniz deşarjı yapan kıyı belediyelerimiz ve akarsular marifeti ile denize atık su göndermekten asla ve kat’a geri durmayan şu partili ya da bu partili belediyelerin hepsi bu sonuçla bir gün karşılaşacaklardır. Ya kardeşim sen denize kocamannnnn bir “foseptik muamelesi yapacaksın” sonra bunların bir sonucu olmayacak diye umacaksın. Şüphesiz bu zevata da haksızlık etmeyelim, fizik dersinin ilkokul bilgisi olan basit havuz problemini dahi bilmeyen, kötüsü öğrenmek istemeyen, dahası biliyorsa da önemsemeyen ve de öteki dünyada fizik sorusu mu sorulacak diye “hakara kakara” şamatası yapan muhteremlere iğne ilaç kâr etmez… Aaaa sadece kendileri bu yarattıkları sonuçlardan etkileniyor olsa, bana ne deyip kenara çekileceğiz lakin en fazla biz olumsuz etkileniyoruz… Sürekli aynı şeyi tekrarlayıp farklı sonuçlar beklemenin ancak aptallara mahsus bir şey olduğunu umarım bir gün anlayacağız, işte bu noktada DY’u bulacağız, aksinin ise aynı filmin sürekli tekrarını izlemeye devam edeceğimizin teminatı olacağı aşikardır.

“Derin deniz deşarjı işlemi, yeterli arıtma kapasitesine sahip olduğu mühendislik çalışmaları ile tespit edilen alıcı ortamlarda denizin seyreltme ve doğal arıtma süreçlerinden faydalanmak amacıyla atıksuların sahillerden belirli uzaklıklarda deniz dibine boru ve difüzörlerle deşarj edilmesi” olarak tanımlanıyor ya, janjana bakar mısınız Allahaşkına, kim tespit etmiş “denizin” yeterli arıtma kapasitesi olduğunu, ama en güzel tanım da “alıcı ortam” dil deniz demeye varmıyor, Allah ıslah etmiyor bu zevatı, ne edek. Memlekete “derin deşarj” denilen bu abukluğu ne yazık ki Turgut Özal ve avenesi mühendisler kazandırmışlardır. Gerçi ondan önce de direk akarsulara ya da denizlere deşarj ediliyordu ya neyse… Her şeyin bir faturası olacağı akıllarına dahi gelmeyen bu zevatın ve benzerlerin ve de ardıllarının kaptanlığında gemi karaya vurmuş ama ne gam ne keder… 80’li yıllarla başlayan temelinde müteahhit kalkındırma programları sayılacak yöntemlerle deşarj tesisleri yapıldı ve hatta sonra sonuçlarının hafifletilmesi içinde tekrar para kazanırız vaat ve umudu ile eller ovuşturularak bu abuk oyuna devam edildi. Önceleri kapalı deniz olması bir yana, neredeyse tüm Avrupa ülkelerinin pervasızca kirlettiği “Tuna Nehri” üzerinden kirlenen Karadeniz ve onun üzerinden Marmara bu işten ziyadesiyle zarar gördü. Marmara’nın önce balık çeşitliliği bilahare de bioçeşitliliği zarar gördükçe, bazı andevüller konuyu sadece önemsemez görünmek adına adeta dalga geçercesine gülüp geçtiler. Zannedildi ki Marmara sonsuz bir fosseptiktir ve orayı gözden çıkarınca sorun çözülecek… Bu rezalet sadece Marmara’da enterne edilebilse iyi de, Marmara’nın hem Karadeniz hem de Akdeniz üzerinden su akıntılarından ziyadesiyle etkilenmesi nedeniyle her bir denizimiz bundan zarar görecektir.

Denizler ve akarsular gözümüze bakarak can çekişirken gerek artışına verilen gaz ile gerekse de doğal artış ritmi mucibince artan nüfusa ve de diğer taraftan “konfor ve çağdaşlık” adına suyun gereğinden fazla kullanılmasından ve de çarpık hatta önlemsiz sanayileşme uğruna daha da batağa gidildiği aşikardır. Maalesef geri dönüşü, telafisi olmayan noktaya gidilmektedir. Aaaa, bu benim yazdıklarıma bakarak, siz bunun bir akarsu ve deniz kirletme yarışı olduğunu zannedersiniz, ama gerçekte öyle mi? Nerde, yarış kapitalizmin var olması ve gönenmesi adına yegâne beslenme kaynak ve depomuz toprağı da kirletiyoruz, havayı da kirletiyoruz dahası zehirliyoruz.

Tüm bu nedenlerden ötürü “derin deniz deşarjına” da “sığ deniz deşarjına” da karşı çıkmalıyız, ha çıkmamalıyız diyenler mi var, bunlar yönetici mi, bilime inanmayan ve bilimsel hiçbir veri ve iddiayı kabul etmeyen bunlara alkış mı tutacağız. Tabii ki bu bir serbest seçim, buyrun, lakin sonra neden böyle oluyor demeyin… Yok öyle “çevre çocuklarımızdan aldığımız emanettir” gibi janjanlı kelamlar etmek, haydi gereğini bir kez olsun yapın… Bilin sonuçları böyle olacak ve ağır faturayı hep beraber ödeyeceğiz.

Çare; az kirletmenin yöntemlerinin bulunması, kirletilenin de tekrar aynı şekilde kullanılabilir düzeye getirilerek arıtılmasındadır kanaatimce. Aaa, bunun yöntemi var mı, olmaması akla aykırıdır. İnancım ve bilgim o ki, akla gelen her şeyin çözümü vardır… Mühendislikteki teknik seviye budur yeter ki mühendislik ahlakını da mezkûr teknik seviye düzeyine çıkaralım… Peki umudum var mı, evet umutlu olmak istiyorum da, şartlar uygun değil galiba… Yani kapitalizmin geldiği nokta itibariyle, sınırsız üretelim, sınırsız satalım, sınırsız kazanalım basit ilkesi yani üretirken de tüketirken de sınırsız kazanalım uğruna doğadaki sınırsız gibi gördüğümüz her şeyin bir sınırı olduğunu ve bizim bunu sınırsız tükettiğimizi gözümüze daha nasıl sokabilir doğa, al gözüm seyreyle, musilaj…

Sakın unutmayalım; su yönetimi diye tutturan aklı selim mühendislere kulak verip, sahip olduğumuz her şeyi iyi, uygun ve idareli kullanmanın yöntemlerini bulup takip edelim. Mesela, hiç unutmayalım ki, giydiğimiz her bir “tshirt”ün, kullanılan pamuğun yetiştirilmesinden itibaren yaklaşık 2,5 ton suyu atık su haline getirdiğini… Gerçi doğa bize daha nasıl anlatacak kendisine verdiğimiz zararlarının karşılığını, seller, su baskınları, heyelanlar, nefes alınamayacak kadar hava kirliliği, depremler, toplu balık ve hayvan ölümleri, vs vs… Bir de denmiyor mu ki; mevzuatı geliştiriyoruz, uygun hale getiriyoruz, güler misin, ağlar mısın… Yahu, bu fahiş kirletmenize uygun mevzuat düzenleseniz ne olur düzenlemeseniz ne olur, yani mevzuata uygun kirlenme ve kirletme iyi midir diyeceğiz.

“Derin Deniz Deşarjını” ben kiri halı altına süpürmek gibi değerlendirip probleminin sonuçlarının ertelenmesi diye anlıyorum. Ama problem var ve var olmaya da devam edecek… Sadece bugünü kurtarmak adına palyatif çözüm… Derin Devlet uygulamalarının bile sonuçlarının gizlenemediği bir ortamda siz derin deniz deşarjının sonuçlarını nasıl gizleyeceksiniz… Azıcık akıllı olun…

 


Cumartesi, Eylül 18, 2021

KÖSTE’Lİ MİKİS

Köste yerine Dalyan ismi daha yönetilebilir ve reklama daha uygun olduğu için olsa gerek bizim “Köste Köyümüz” artık kullanılmaz oldu. Açıkçası bu ne zaman gerçekleşti tam hatırlamıyorum lakin çok muhtemel ki 1980’lerden sonra olmuştur. Dönem itibari ile her şeyin ters yüz, altüst edildiği bir dönemdir. Bilgisi, becerisi, tecrübesi ve kabiliyeti çok çok sınırlı olmasına rağmen belki de sınırla da ilgili yok, bilakis şahsi menfaatlerini müstevlilerin emelleri ile tevhit etmiş bir avuç silahlı kudret ve imkânı sınırsız olan, kulaklarını okyanus ötesine dayamış vaziyette memleketin kaderine el koymuştur. Artık; onlar, ellerindeki sınırsız silah gücünü kullanarak, anayasa, kanun, kanun hükmünde kararname, örf, adet, gelenek belirleme ve tanımlama hakkına haiz durumdadırlar. Ve Canım Yurdumu bir cehenneme, bir kaos ortamına çevirdiler. Mezkûr kaosun önemli detaylarından biri de şehir, köy, mahalle, sokak, dağ, ova vb isimlerinin değiştirilmesidir. Nesi bunları rahatsız etmişse artık, gerçi “ördek Mehmet” sendromuna duçar olanlara iğne ilaç kar etmez ya… Bu nasıl bir kompleks ise gayri…

Çeşme’nin Köste Köyü bu kapsamda; köyün marka değerini yükseltme adına hoppp Dalyan’a dönüşüverdi. Oysa “Dalyan” köyün o muhteşem koyunun balıkçılık yapmak üzere kullanma amacına matuf cüzüdür. O kocaman koyun daracık ağzının balık mevsimine münasip şekilde kapatılarak işletilmesi sayesinde ciddi bir balık üretimi vardır dönem itibari ile… Şimdilerde, oranın gelişen ve tercih edilen faaliyet alanına münasip şekilde yat limanı olarak kullanıldığı bilinir. Artık Çeşme’nin Dalyan’ı, Dalyan’ın da kıyılarda gerdanlık gibi balık restoranları vardır. O mu iyi idi bu mu iyidir, sorgulaması artık manasızdır. Bundan zevk almaya bakacağız. Aaa bu değişimde, sadece politikacıların, sadece yöneticilerin mi dahli vardır, zinhar, motivasyon ve güdüleme enstitülerinin üst perdeden devrede olduğu dönemimizde, bunu hep beraber becermekteyiz. İyi ya da kötü, durum bu…

Yüzyılımızın büyük bestecilerinden kabul edilen Mikis Theodorakis; Şili’li çok ünlü şair Pablo Neruda’nın “Canto General” adlı çok uzun ve adeta bir Amerika kıtası tarihi sayılacak şiirinden esinlenmiş oratoryosu ve kendisini dünya çapında üne kavuşturan “Zorba” film müziği ile tanınmıştır başlarda… Diğer taraftan; Amerika kıtasının büyük destanı “Canto General” de ise Pablo Neruda; yaslı ve acılı kıtanın Kolomb öncesindeki uygarlıklardan başlayarak, sömürgecilerin kıtaya ayak basışlarından, yaşanan despotluğa oradan büyük ve önemli toplumsal olaylara, oradan bir taraftan önemli rol oynamış insanlara ve kimsenin tanımayacağı sıradan insanlara kadar herşeyi herşeyiyle yazdığı büyük şiirler manzumesi de okunası eserlerin başındadır. İşte bu şiirlerden esinle bestelenen ve dünyada özgürlük ve adalete ulaşmak için daha gidilecek çok yol olduğunu gösteren bir çığlık sayılan oratoryonun dinlenmesi de benim için büyük bir keyiftir. Bu büyük şerefte Mikis’e aittir.

Evet; Mikis’in annesi Çeşme’nin Köste köyünde doğmuş ve büyümüştür ve bu yüzden de hemşehrimiz sayılır. Anne mübadele ile yine hemen burnumuzun dibindeki Sakız Adasına göçer ve Mikis Theodorakis orada doğar. Yine yazılıp söylendiğine göre anne Pulaki mandolin çalmada ve şarkı söylemede olağanüstüdür ve bu olağanüstülük büyük bir artış ile oğluna geçmiştir. Mikis’i dünya besteleri ile tanırken, Canım Yurdumda da başta Zülfü Livaneli ile birlikte olmak üzere çeşitli dostluk ve barış organizasyonları çerçevesinde, “sürekli bir gerginlik ve büyük stressin” yaşandığı hatta zaman zaman savaş tamtamlarının duyulduğu Türkiye Yunanistan ilişkilerinin yumuşatılması ve sürekli barış tesisi çalışmalarından tanır hale geldik. Esasen de; Mikis taaa başından beri bir “demokrasi ve özgürlük” havarisidir. Yaşamının son günlerinin arifesine kadar da öyle kaldı. Mikis, 1942 Almanya’nın işgali sırasında Nazilerin yerli işbirlikçilerle estirdiği faşist teröre dağa çıkanlarla birlikte direnmiş ve devamındaki iç savaşta da Ulusal Kurtuluş Cephesi saflarında yer almıştır. Yunanistan’da 1967 de gerçekleştirilen Askeri Faşist darbeye karşıda direnir, tutuklanır ve işkencelerden geçer bilahare de sürgüne yolu düşer.

Mikis; Çeşme’de, Köste Köy’ünde annesinin izlerini aramıştır, Çeşmeli fotoğrafçı Serhat Karaaslan fotoğrafları ile tarihi bir kayda dönüştürmüştür adeta bu ziyareti. Bu fotoğraflardan birini bende buraya alıyorum. Diğer taraftan evin müzeye dönüşmesi için elinden geleni yapacağını söyleyen Belediye Başkanı M. Ekrem Oran’a da “elinden ne gelip gelmediğinin” ispatı adına güzel bir fırsat düşmüştür. Göreceğiz.

Ben; hemşehrimiz sayılan Mikis’in bestelediği Pablo Neruda muhteşem şiirinden sevdiğim bir bölümü buraya aktarıyorum.

Halkım ben, parmakla sayılmayan

Sesimde pırıl pırıl bir güç var

Karanlıkta boy atmaya

Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa

Tohuma dururlar yeniden

Ve halk, toprağa gömülü

Tohuma durur bir yerde

Buğday nasıl filizini sürer de

Çıkarsa toprağın üstüne

Güzelim kırmızı elleriyle

Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlere.

Yunanistan faşist partisi “altın şafak’ın” düzenlediği bir mitinge katıldığı için büyük tepki çeken Mikis Theodorakis’in evinin duvarına yazılan yazı ile haftalık yazımı tamamlayayım. “Milliyetçi ayak takımına yanladın. Hikayen dağlarda başladı (Nazilere karşı) ama Syntagma Meydanı’nın pis çamurlarında bitti.” 

 

Cuma, Eylül 17, 2021

"BENİM GÖZÜMDEN ÇEŞME" ŞİRİN DUMAN değerlendirme

 

                                Benim Gözümden Çeşme

                                                          Şirin Duman

 

       “Benim Gözümden Çeşme,” adlı kitap elime ulaşmadan varlığını öğrendiğimde ilgimi çekmişti. Çeşmeyi seviyordum. İlk gittiğimde sevmiştim, her gittiğimde de bu sevgi arttı. Ama açık söyleyeyim bu kitabı okuyunca Çeşme sevgim daha çoğaldı. Okurken beynime resimlediğim Çeşmenin her enstantanesi gözümde canlandı, canlandıkça daha bir istekle okudum.

       Kitap 352 sayfadan oluşuyor. Her bir makale daha öncesinden haftalık Yeni Çeşme gazetesinde yayımlanmış, yani gazetede çıkan yazılarından derleme yapılmış. Kitabın arka kapağında yazar kendini tanıtırken diyor ki, “İstedim ki kitapsız demesinler.” Kitapsız çok insan var, kitaplı insan da var, ama nice güzel ve değerli kitapsız insanların yanında, değersiz, insanı yanlış yönlendiren, yalan bilgiler veren sahte kitaplı insanlar da var, ama bu kitabın yazarı bu kategori içinde değil, tamamen naif duygularla her makaleyi yazmış, ben de bu hoş kanı oluştu.

       Çeşmenin doğal güzelliklerini birçok makalesine almış. Kavununu, limonunu, sakızını anlatmış, denizini kumunu, insanını… Okurken en çok da insanını tanımak beni etkiledi. Sanki sadece İzmir içinde değil Türkiye içinde Çeşme kültürü oluşmuş izlenimi edindim, sevdim insanlarını.

       Yazar 239. sayfada Deli İzzeti anlatıyor. Delilere yazarın kaleminden bir daha hayran oldum, “Tükenmemeli delilerimiz,” “dedim. Ve yazının başına Aziz Nesin’in bir sözünü almış: “Gerçek bilgelik deliliktir, kendini bilge kabul etmek gerçek deliliktir.”

       Yine sayfa 236 da Hasan Reisi anlatıyor bize: “Koca bir ömür geçirdi ‘Çiftlik Köyü’nün güzelim mavi denizlerinde, herkes gibi bende en sık verdiği poz ile anımsarım onu, elinde hiç sönmeyen sigarası, dizlerinin üzerine çökmüş kartal dikkati ile denize bakışı…”

      Sıhhiyeci İbrahim Önol u, Kunduracı İbrahim Çiçek’i, Yaşar Karaoğlu’nu, Badili Hasan’ı, Bayram Abi’yi,  Tufan Kaptan’ı; sinemalarını, meyhanelerini, kalelerini, parke yollarını, tel kafeslerini, Çeşmenin Kumrusu’ nu, Somalı Gazozları… Ve bakın yine sayfa 43 de Leyla Kabasakal Cicim için ne diyor yazar: Leyla Kabasakal; hayatının her evresinde gözlemlediğim haliyle herkesin sevdiği, hürmet ve saygı gösterdiği bir bilge Cumhuriyet kadını olmayı, hayata her şeye rağmen pozitif bakmayı becerebilmiş, geleceğe umutla bakmış…”

       Yazar aynı zamanda Çeşmeye bir mühendis gözüyle de bakmış, önerilerde bulunmuş, yeni yapılaşma adına inşa edilen çirkinleşmeyi, ileride oluşacak tehlikeleri dile getirmiş, yetkilileri uyarmış, yani Levent Kırca’nın deyimiyle zülfü yâre dokunuşlar yapmış.

        Bu elimdeki kitap okunmalı, her Çeşmeli mutlaka okumalı, hatta miras gibi torunlarına bırakmalı. Şimdi benim yaptığım gibi yapabilirsiniz; Yazar Ruhi Mehmet Çilek’in “Benim Gözümden ÇEŞME” adlı kitabını bir çay doldurup, dünyayı sessize alarak okuyabilirsiniz.

Pazar, Eylül 12, 2021

BÖRKLÜCE İNSANLARI

 

Yazar, Şair, Araştırmacı, Gazeteci Yaşar Aksoy’un son kitabı “Bizim Köy Balıklıova” yı bir solukta okudum, müthiş gönendim. Temelde Karaburun Yarımadası ahalisini özelde de Balıklıova ahalisini “Börklüce İnsanları” diye tanımlıyor, bence de çok isabetli bir iş yapıyor. Hatta bu kapsamda değişik zamanlarda çekmiş olduğu fotoğraflar ile İstanbul, Çeşme ve İzmir’de “Börklüce İnsanları” isimli fotoğraf sergileri de düzenlemiştir. Yani bir manada Osmanlıdan bakiye insanların varlığını zımnen ilan etmektedir. Esasen bende öyle düşünmekteyim, bakın tarihteki hiçbir kıyımdan kıyıcılar bakiyesiz sıyrılamamışlardır, mutlaka ve de mutlaka gizlenen, kaçabilen, kurtulabilen ya da sözde ihtida edenler olmuştur.

Malum olunduğu üzere; Şeyh Bedreddin ve kethüdaları, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal; “yârin yanağından gayri her şey ortak” şiarıyla yola çıkarlar… Şüphesiz yola çıkış umdeleri üzerine yazılacak çok şey var, bu işin uzmanları yeterince de incelemiş ve yazmış zaten… Meraklısına okumak ve öğrenmek düşer, istemeyene ise iğne ilaç kâr etmez… İlaveten, her inceleyen ve okuyan da mürit olmaz haliyle… Öğrenmenin erdemi ve kutsiyeti içinde namusu dairesince; anlamalı, yorumlamalı insan bence… 

Yola çıkanlar; Radiy Fiş’in yazdığı, “Ben de halimce Beddeddinem” kitabında çok değerli olduğu aşikâr birçok söylev ve eylem önerisinde bulunmaktadırlar… Lakin; etnik ve dini yapısı farklı bir şehirde, ekseriyetin mevcudiyeti ile aşağıda alıntıladığım söylev beni ziyadesiyle etkilemiştir.

“İnsanlar hak eşitliğine değil, çıkara dayalı bir yaşam sürüyorlar. Dirlik düzenlik değil zorbalık var bu yaşamda. Ve çıkarcılarla zorbalar, dünya nimetlerinden daha az pay alanlar değil, tam tersine bütün zenginlikleri ellerinde tutanlardır. Ey, her şeylerini kaybetmiş olanlar, silkin üzerinizdeki ölü toprağını ve ayağa kalkın. Çünkü artık hakikat zamanı gelmiştir. O hakikat ki, bugüne dek, zindanlara kapatılanların dillerinde köylülerin feryatlarında, cellat kütüklerinde kan ve gözyaşıyla yükseliyordu sesi. Öğrencilerimiz Börklüce Mustafa’yla Kemal Torlak’ı, insanlara doğru yolu, hak yolunu göstermeleri için Aydın ve Manisa vilayetlerine gönderdik. Beylerin topraklarını ellerinden alıp halkın ortak malı yaptı bu kardeşlerimiz. Sultanın ordusunu doğruluğun, hakkın gücü ile tepelediler… Biz, bilim gücümüzle, evrenin birliğinin gizlerini bilişimizle dinlerin ve halkların sahte yasalarını değiştireceğiz, boş yasakları kaldıracağız, dünyayı yalanın utancından temizleyeceğiz. Toprağı olmayanlar toprak sahibi, iktidarda olmayanlar iktidar sahibi olacaklar. Hakikat bayrağının altında toplanın, saflarımızda yer tutun!”

“Ateşe zıkkım tozu serpilmiş gibi tutuşturuvermişti bu sözler köylü yüreklerini. Bu çok da Rus demirci Aleksey’i etkilemişti. Çünkü o, töreleri ve dilleri birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, dünyanın üzerine inip kalkan sopalarla, kızgın demirle dağlanan teniyle bilen bir insandı. Dünyanın hiçbir ülkesinde hakbilir, dürüst bir sultan, çar, voyvoda, bey yoktu. Az zalim görmemişti şu dar ömründe Aleksey.”

Evet; Sultanın egemenliğinin temini, beylerin toprağının iadesi uğruna mezkûr alanda yürütülen asude ve ortak hayata hücum kaçınılmazdı. Civar Beylerin ve Valilerin küçük küçük orduları karşısında zaferler kazanılarak yeni ve önerilen nizam tahkim edilse de Beyazıd Paşa’nın son ve kanlı saldırısı yeni nizam önerenlerin yenilgisi ile nihayetlendirir. Ülkemizin yüz akı, Dünyaca ünlü şairimiz Nazım Hikmet “Şeyh Bedreddin destanı” adlı şiirinde ise son sahneyi böyle duygusallaştırır ve ölümsüzleştirir.

Mübalâğa cenk olundu.

Aydının Türk köylüleri,

         Sakızlı Rum gemiciler,

                              Yahudi esnafları,

On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın

Düşman ormanına on bin balta gibi daldı.

Bayrakları al, yeşil,

    Kalkanları kakma, tolgası tunç

                                            Saflar

Pâre pâre edildi ama,

Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama

On binler iki bin kaldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip

Hep beraber sulardan çekmek ağı,

Demiri oya gibi işleyip hep beraber,

Hep beraber sürebilmek toprağı,

Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

Yârin yanağından gayrı her şeyde

                                         Her yerde

                                                       Hep beraber!

                                          Diyebilmek

                                            Için

On binler verdi sekiz binini.

Yenildiler.

Sonra Manisa üstüne akın eylendi, orada da Torlak Kemal ve müritleri aynı muameleye tabi tutuldu… Artık dirlik ve düzenlik yeniden temin edildi, topraklar köylülerden alındı ve beylere “tımar” edildi.

Ve; “Börklüce İnsanlarından” bakiye kimlerdir şimdilerde… Nerelere saklandılar, nerelere göç eylediler… Evet benim düşüncem hatta iddiam o ki; tarih ve şiirler tamamının katline ferman eylenmiş olduğuna dair görüşler belirtse de hayatın doğal akışı içinde bunun böyle olamayacağı akla daha yakındır. Zaten bazı kaynaklarda yenilgi ortaya çıkınca başta kadın, yaşlı ve çocuklardan oluşan köylü takipçilerin Sakızlı Gemicilerce karşı adalara taşındığı yazılmaktadır.


Cumartesi, Eylül 04, 2021

BALIKLIOVA’DAN BİR RADİY FİŞ GEÇMİŞ


Yazar, Şair, Araştırmacı, Gazeteci Yaşar Aksoy’un son kitabı “Bizim Köy Balıklıova” daha önce de dediğim üzere benim için çok enteresan anılarla dolu. Radiy Fiş geliyor, Yaşar Aksoy tarafından “Börklüce insanlarının” yaşadığı bölgeye, Balıklıova’ya. Radiy Fiş önemli bir Rus yazar, Türkolog ve esasen de benim açımdan önemli tarafı; “Ben de halimce Beddeddinem” adını verdiği Şeyh Beddeddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ile yoldaşlarının hayat hikayeleri ile “Nazım’ın Çilesi” adını verdiği her yönü ile değindiği Nazım Hikmet’in hayat hikayesini kitaplaştırmış olmasıdır. Dediğim gibi her iki kitabı daha önceleri okumuş idim, bu vesile ile aldığım notlar üstünden mezkûr eserleri bir daha gözden geçirme fırsatı doğdu. Yaşar Aksoy kendisi ile çok yakın dostluklar oluşturmuş ve anladığım kadarı ile de çok detaylı ve anlamlı muhabbetler yapmış, lakin bu muhabbetler ötesinde, Radiy Fiş’in Şeyh Bedreddin kitabı için yaptığı coğrafi ve örfi araştırmalar ziyadesiyle dikkatimi çekti. Elinde; Şeyh Bedreddin, kazaskerleri, müritleri ve taraftarları hakkında her türlü doküman var iken mezkûr fikriyatın, muhteşem direnişinin ve nihayetinde tenkilinin yaşandığı topraklara gelerek fiziki ve sosyal çalışma yapması, hem de Türkiye ile Sovyetler Birliği arası seyahatlerin çok zor yapılabildiği bir dönemde bu çalışmaların yapılmış olması gerçek manada takdire şayandır. İşte böyle büyük yazar olunabiliyor demek ki…

Neyse; Yaşar Aksoy, kitabın bir bölümünde, “Rady ağabey, Şeyh Bedreddin ve müridi Börklüce Mustafa üzerine belgesel bir roman yazmak istiyordu. Kurguyu kurmuş ama coğrafya üzerine oturtamamıştı. Onun için bizzat olayların geçtiği coğrafyayı en ince ayrıntısına kadar öğrenmek amacındaydı.

Cehennem Vadsi neredeydi? Çünkü Osmanlı ile isyancılar arasında büyük savaş orada olmuştu. Denize uzaklığı ne kadardı? Bedreddin Çeşmesi nerede idi? Hala suyu akıyor muydu? Cehennem Vadisi’nden sahile eşek veya at üzerinde kaç saatte varılırdı? Böyle sorular kafasını kurcalamaktaydı…

Bir gün bize “bana eşek bulun” diye tutturdu. Israr ediyordu.

Dede ile bakıştık. Adamın niyeti bozuk mu diye fısıldaştık…

Meğerse eşek üstünde coğrafyayı ölçüp biçecekmiş.

Bir eşek bulduk, sıska diye istemedi.

Bir başkasını bulduk gebeş diye istemedi.

Nihayet pehlivan gibi bir eşekbaşı bulduk. Tamam dedi.

Çıktık araziye, ovalara, vadiler, yamaçlara, dağlara… Rady baba eşek üstünde biz tabanvay… Günlerce, saatlerce…

Eşek üstünde habire not alıyor, saat tutup zamanı kaydediyordu…

Eşeğin anasından emdiği süt burnundan geldi.

Bizim bizzat anamız ağladı.” diye o günleri anlatıyor. Direnişin yürütüldüğü her nokta ve aralarındaki mesafe dikkatle ölçülüyor daha önceden hazırlanan kurgunun içine yerleştiriliyor her bir detay… Rus yazara “abi” diyerek yazar ve araştırmacı olmanın ötesinde daha üstün bir paye veriyor, eee kolay değil abi olmak ya da abilik yapmak… Herkes abi de olamaz kolayca, o makam önemlidir, bakmayın siz şimdilerde yaygın ve yaşça büyüklere yönelik kullanılmasına esasen “üstat” manasına kullanıldığında yaşın bir önemi de kalmaz, kalmıyor da zaten.

Yaşar abimizin kitabında, genellikle baş rolleri kapan tipoloji; devrimci, sosyalist, Kemalist hülasa muhaliflerden müteşekkil… Tesadüf de olabilir…

Neyse; biz Radiy Fiş ile devam edelim, bahse konu “Nazım’ın çilesi” adını verdiği kitabını çok önce okumuş idim. Radiy Fiş’in bu dikkatli, özenli, planlı ve gerçeği yansıtan kitabından da bir pasaj aktararak hem onu hem de dünya devi Nazım’ı analım…

Nazım Hikmet; muktedirlerin amansız ve mesnetsiz düşmanlığı karşısında elindeki tek silah olan “açlık grevine” başlar… Nasıl bir iflah olmaz düşmanlık ise gayri, çok önemli bir general dayısı olmasına rağmen, başta Fevzi Çakmak olmak üzere sonra sırası ile Adnan Menderes ve Celal Bayar bile hedefindedir. Mezkûr kitapta, ister devlette devamlılık babından kabul edin ister düşmanlığın terekesi ya da metrukatı ya da irsiyeti muazzama kabul edin, müthiş bir hikâye var…

Sararmış bir gazetedeki fotoğrafa-14 Nisan 1950 günü çekilmiş- bakıyorum. Nazım, iliklenmemiş paltosu sırtında, şapkasız -İstanbul’da hava artık ısınmaya başlamıştı- hastahane avlusundan geçiyor. Zayıflamış yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Yukarıya doğru bir yere -bir pencereden el mi sallıyorlar- bakıyor, yoksa solgun bahar gök kubbesine mi bakıyor? Bir şeye gülümsüyor ama neye? Tanıdık bir yüze, düşüncelerine, yoksa doğup büyüdüğü şehrin havasına mı?

İki yandan, bir adım geride, gardiyanlar yürüyor. Aşınmış metelikler gibi yıpranmış yüzlerinde o anın önemi ve kendi mevkileri ile böbürlenme var.

Zira bunlar alelade gardiyan değildir. Fotoğraf makinesine en yakın olup, objektife bakan, İstanbul cinayet aleminde tanınmış bir komiserdir. Lakabı Parmaksız. Vatanseverler aleyhine açılan bir davada, suçlarının şahidi olarak duruşmaya iştirak ederken, gizli siyasi polis şefi olduğunu ve bu teşkilatta 1915 senesinden beri çalıştığını yemin altında beyan etmiş. Önce “Sultan Polisi Filörü” olarak işe başlamış, fazla liberal düşünenleri gözetlemiş. İşgal senelerinde İstanbul Şehri işgal kuvvetleri tarafından kumandanlık mıntıkalarına bölümünce Galata-Karaköy Amerikan mıntıkasında bulunan karakolda hizmet görmüş, milli mücadeleye yardım eden Kemalistleri yakalayıp sorguya çektiriyormuş. Emniyet şubesi o senelerde de, 1950 senelerinde olduğu gii, Sansaryan hanı’ndadır. Bütün fark, işgal kuvvetleri zamanındaki gibi işkencelerin bodrum katında değil, hanın üst katında yapılması ve artık Kemalistlere değil, komünistlere yapılmasından ibaret.

Derler ki br insan hakkında fikir edinmek için yalnız dostlarına değil, düşmanlarına da bakmalı. Nazım Hikmet’i kendine düşman bilen yalnız Parmaksız değildir. Fakat bu gibi insanlar, bütün değersiz insanlar gibi, kendi önemlerini kendi gözlerinde büyütmekteydiler.”

Evet, Yaşar Aksoy abimizin, okunası bu kitabını büyük bir keyifle okurken Radiy Fiş’in Balıklıova’dan bu anlamlı geçişine de bir kez daha selam duruyoruz. Bunları hatırlamak ve nice güzel yaşanmışlıklarla dolu ve taçlandırılmış bu kitabın edinilip okunması da tartışmasız önerilir.

 

 

 

Cumartesi, Ağustos 28, 2021

YAŞAR AKSOY-RADİY FİŞ-ŞEYH BEDREDDİN ve BÖRKLÜCE MUSTAFA

 

Gazeteci, araştırmacı yazar ve şair Yaşar Aksoy’un “Bizim Köy Balıklıova” adını verdiği çok önemli ve enteresan hatıralarının yer aldığı kitabını okuyorum. Müthiş hatıralar birikmiş Balıklıova’lı yıllarda, büyük bir keyifle okuyoruz. Bu kitapta yer alan, günümüze ışık tutan hatta iddialı olacak ama kesinlikle söyleyebilirim ki güne rehberlik edebilecek kişi ve hatıralar var ve ben bunları yeri geldikçe yazmak istiyorum. 12 Eylül öncesinde, uluslararası mahfillerinin yerli mümessilleri eli kanlı katillerce, darbe havuzuna su taşımak maksadı ile yürütülen şiddet ve terör ve iç savaş ortamı ihdası çerçevesinde, katledilen Manisalı Eczacı ve Demokrat Ege gazetesi yazarı Neşe Gülersoy ve Balıklıova yerlisi Köy Enstitülü “Dede” lakaplı Hayrettin Karademir ve ortak yazdıkları kitap “Topal” ile yazarların hayatlarından kesitler ve de bence en önemlisi Nazım Hikmet’in manevi oğlu ve Moskova günlerinde sekreterliğini yapmış büyük ve değerli yazar ve Türkolog Radiy Fiş’in “Ben de halimce Beddeddinem” adlı kitabının yazılması serüveninin Balıklıova ayağının aktarılması, müthiş hatıralar ve dahası ve detayları… Evet, bu detayları daha sonraki yazılarıma bırakarak ilerlemek istiyorum. Radiy Fiş’in mezkûr kitabını yıllar önce okumuştum ve kısa kısa notlar almışım, yazarın tespit ve değerlendirmeleri çerçevesinde, aktarımlarda bulunmak ya da değerlendirmeler yapmak adına. Şeyh Bedreddin üzerine “bende kendimce” Ernst Werner’den, Franz Babinger’e oradan İsmet Zeki Eyüpoğlu’na oradan kendi kaleminden “Varidat”a kadar daha birçok kitap okudum lakin bence en etkili ve anlamlı değerlendirme Radiy Fiş’in yazmış olduğu “Ben de halimce Beddeddinem” adlı kitapta verilmiştir. Bu değerlendirmenin ne kadar haklı olduğunu Yaşar Aksoy’un daha sonra detaylı değineceğim anılarından da anlamaktayım açıkçası… Kitap yazarken neler değerlendirilmeli, yazım planı nasıl yapılmalı ve de hepsinden önemlisi yazacaklarının hayattaki aritmetik, fizik ve sosyal karşılıklarının neler olabileceğini, mezkûr anılardaki “eşek hikayesinden” sonra bir kez daha çarpıcı bir şekilde anladım. Önemli ve büyük yazar nasıl olunabiliyor bir kez daha tedris edilmiş oluyor…

Şimdi kısa kısa; bir tarafı ile Şeyh Bedreddin ve müritleri ve yoluna ölüme gittikleri hayat ilke ve değerlendirmeleri ve yol tespitleri ile taktik ve stratejilerinin mezkûr kitapta nasıl ele alındığına değinelim.

“Nice çok yaşasan da işin sonu ölümdür

Korka durun ölümden cümle doğan ölmüştür

Dizelerini yinelemeyi pek severdi Abdülselam Kardeş. Hakikat yolunda ölmekse, en kutlu kişilere nasip olan bir mutluluktu. Ve Satı’nın yüreği bir kez daha Bedreddin’e ve yoldaşlarına duyduğu gönülborcuyla dolup taştı, ömrünün şu son günlerinde ona bu olanağı verdikleri için.

Karaburun -ya da Rumca adıyla Stilyarios- dendiği zaman anlaşılan, İzmir Körfezinin girişindeki burunla burada kurulmuş kasaba değildi yalnızca, bütün bu çevrenin ortak adıydı Karaburun. Üç yanından denizle, bir yanından da dağlarla sınırlanan bu bölgeye, ancak gür ormanlarla kaplı daracık dağ boğazlarından ulaşılabilirdi. Şeyhoğlu Satı bölgeye geldiğinde hem kasaba, hem de kıyılardaki Rum köylerinden yamaçlardaki Türk köylerine kadar bütün köyler Dede Sultan’ın adamlarının elinde bulunuyordu. Bölgede ne kadar mültezim, muhafız, korucu, kolcu, bey adamı, Osmanlı askeri varsa tümü kovulmuş, dağ geçitleri sıkı sıkı tahkim edilmişti. Kaldırılan ürünler dağlardaki mağaralarda oluşturulan ortak depolarda korunuyordu. Ellerindeki silahları da bu mağaralara depolamışlardı. Hayvanlar ortaklaşa sürülüyor, her köyün kadınları toplanıp bütün sürüden sağdıkları sütle hep birlikte yoğurt, peynir, yağ yapıyor, bölüşüyorlardı. Avlanan balıklar, herkese dağıtılıyordu.

Bütün köylerde ve kasabanın her mahallesinde önemli sorunları karar bağlamak üzere kurullar oluşturulmuştu. Seçimle işbaşına gelen bu kurullar adına Karaburun’u başlarında Abdülselam’ın bulunduğu üç kişi yönetiyordu. Bu üç kişi herhangi bir konuda uyuşamazlarsa, gerek en yaşlıları, gerekse öğretmene en yakınları olduğu için, son söz Abdülselam’ındı.”

Neymiş mesele, insanları görece daha paylaşımcı daha toplumcu daha ortaklaşmacı yaşatmanın yollarının aranması sürecinde daha adil ve daha insan olabilmenin yolunun tayini imiş. Bu uğurda istenmeyen ilan edilenlerin “bölge dışına kovulması-çıkarılması” ile sorun aşılabiliyor… Ama daha sonra göreceğimiz üzere Osmanlı’ya karşı savaşı kaybetmelerinin akabinde kendilerine reva görülen muamelenin acımasızlığı, şiddeti ve vahşeti karşısında ne kadar da insani kalmış olmaları…

 “ - Vakt irişti!

Gayrı dağlarda gizlenmek yoktu, gayrı bendinden boşalmış bir sel gibi aşağılara inmenin vaktiydi. Bütün topraklara el konulacaktı, Karaburun örneğinde olduğu gibi, tarlalar, meralar, korular, bağlar, bahçeler, bütün zenginlikler, kadınlar dışında, herkesin ortak varlığı olacaktı. Bir de şunu ekledi Satı; Her köy, temsillerini seçmeliydi; yalnız bu işi yaparken aklın yaşta değil başta olduğu unutulmamalıydı. Gelip Karaburun’da olup bitenleri bir görsünlerdi bu temsilciler; çünkü bir kez görmek, bin kez duymaktan daha etkileyiciydi.”

 

Osmanlı’nın nizamını reddeden ve yerine önerilen nizam artık her yanda yol almalı idi onlara göre… Artık eylem vakti idi… Hak, adalet, insanlık, çoğulculuk her yana hâkim olmalı idi. Diğer taraftan Osmanlı’nın ilk bölünmesi sayılabilecek Musa devrinde Şeyh Bedreddin Şeyhülislam atanınca, tebaanın gayri biraz olsun nefes alması temin edilecekti.

“Sultanın egemenliğini pekiştirmeye hizmet edecek bir adaletle, Bedreddin’in anladığı adalet arasında dağlar kadar fark vardı. Sultanın amacı, kırılması, paramparça edilmesi gereken tekerleği onarmaktı”

Evet, tekerlek onarılacaktı. Lakin önce “allahsızlara ölüm” naraları ile önerilen yeni nizam öncüleri tenkil edilmeli idi… Yeni nizam öncüleri yenilmişlerdi…

“Daha düne kadar bir kardeş sofrası olan bütün bu yerler, şimdi Osmanlı müfrezeleri tarafından beylere ve sultanın sadık kullarına dağıtılıyordu. Köyler, yakılmış, yıkılmıştı. Ne bir çocuk sesi, ne bir horoz ötüşü ve ne de bir köpek havlaması… Çatıdan kopmuş tahtaları sallayan, saman tozlarını bir burkaç gibi ıssız yollarda sarmallayan rüzgarlar ve hafif bir yanık kokusundan başka bir şey yok.

Timur, başka halkların üzerine saldırıyor, yabancı ülkeleri yağmalıyordu. Bunlarsa kendi ülkelerine, kendi halklarının üzerine saldırmışlardı. Yolları üzerinde bir canlı varlık bırakmamacasına… Bu toprakların tanık olduğu güzellikleri bir kan denizinde boğmak, yangınlarla küle çevirmek istercesine…”

Evet, Radiy Fiş, 430 sayfalık son derece yalın, anlaşılabilir hızlı okunabilir bir kitap yazmış, güzel Türkçemizi ünlü bir Türkolog vasfı ile mütenasip taçlandırmış adeta…

Peki; yaşananlar yaşanmışlıkları ile kaldılar mı, nerede, canım yurdum uyduruk iddialara dayalı bu talanlardan ve tenkillerden, pek çok kez daha gördü bu zulmü ve bu vahşeti…


Cumartesi, Ağustos 21, 2021

BEKÇİ RECEP

 

Kimilerinin “Bekçi Recep”, Kimilerinin “Kanun Adamı”, kimilerinin “Devlet” olarak andığı, seslendiği ya da bahsettiği bir büyüğümüzdür Recep Bozkurt Abimiz… Esasen Recep Abimiz, bizler için tek başına kanun, nizam ve devlet temsilcisi olmanın ötesinde, bize sevecen bir büyüğümüz, en azından bize her daim kol kanat geren ya da ihtiyaç halinde gerecek birisi gibi bir duruş sergiledi hayatı boyunca… Bu vesile ile kendisini bir kez daha saygı ve özlemle yad ediyorum…

O; temsiliyetine haiz kahverengi elbiseleri içinde, kahverengi şapkası altında ve şapkanın üstünde 8 köşeli güneşin tam ortasında ve aynı zamanda göğsünün sol tarafında tam da kalbinin üstünde asılı vaziyette kocaman bir “B” harfi ile taçlandırılmış ve görevlendirilmiş olmanın hakkını tam ve layığı ile vermiş birisi olarak Çeşme tarihinde yerini almıştır. Yardımsever ama sert, sert ama merhametli, merhametli ama tavizsiz, sevecen ama kararlı, kararlı ama yumuşak kalpli, yumuşak kalpli ama dik, dik ama şefkatli, şefkatli ama gülmez bir büyüğümüz idi. Sanki yaptığı görevin; görev tarifinden mülhem bir yansıma vardı yüzünde, elinde ve vücudunda velhasıl tüm organlarında. O evinde çocuklarına ne kadar şefkatli ya da sert idi ise sokakta da bize o kadar şefkatli ya da sert idi, çünkü bizlere de kendi çocukları gibi bakardı. Şimdi tüm bu anlattıklarım benim anılarımla sınırlı ya da benim hatırlayabildiklerimle, aaa birileri de çıkar başka laflar edebilir mi, şüphesiz edebilir lakin “Bekçi Recep” büyüğümüz benim hatıralarımda böyle birisidir ve öyle de kalmaya devam edecektir. Çiftlik Köyümüzün, tam net anımsamıyorum ama o tarihlerdeki muhtarımız Haşim Şenkul dışında kravat takan tek kişisi idi. Belki de muhtar da takmıyor idi, gerçi muhtarımız da ziyadesiyle modern birisi idi ve bir gün kendisi ile ilgili de anılarımı paylaşacağım. Bir devrin en önemli tanığı, gözlemcisi ve müdahale edicisidir, Bekçi Recep, Çeşme’mizin. O gecelerin vukuat kayıt defteridir, o gecelerin kendi meşrebince öğretmenidir, o gecelerin kendi adalet ölçüsünde savcısı, hâkimi ve avukatıdır, o gecelerin hülasa her şeyidir. Hay Allah bunları böylesine yazınca anladım ki meğerse biz bu kabil kanun insanını ne çok özlemişiz… Bunları hatırlamam ve bu ölçüde nostaljik bile olsa anlatırken bir hoşluk ve güzellik hissediyor olmam nedeni ile bile kendisine teşekkür ediyorum… Sen ne güzel bir adammışsın, sen ne güzel bir bekçiymişsin, sen ne güzel bir kanun erbabı imişsin, be Recep Abi…

Çeşme’nin gecelerinde her daim, gösterdiği sevecen ama tavizsiz endamı ve hemen oracıkta olduğunu tebarüz ettirdiği düdük çalması ile görece huzur ve güven ortamı mevcudiyetinin yegane örneği idi, bana göre… Tam da bu nedenle, en olmadık ama en ihtiyaç duyulan noktada hemen bitivermiş olması bile, güvenlikçi eğitim ve örfünden mi kaynaklı idi yoksa Çeşme’nin ciddi manada küçük olmasından mı idi, bilemiyorum gayri… O dönemde bu maksada matuf “bekçilik” görevi, sadece yerli ve yerel insanlar marifeti ile deruhte edilirdi. Gerçi “kır bekçileri” de vardı, bağ bahçe ve tarlada ürün ve hayvan güvenliği temini için lakin onlar hem çalışma rejimi hem de görev tanımları gereği farklı idiler. Kır bekçileri görev alan ve tarifleri gereği yurttaş ile bu kadar ilişkili değillerdi. Gerçek manada, “Bekçileri” önemli hale getiren yerli ve yerel olmaları yanında bir “Muhtar” kadar mahalleyi, kenti ve ahaliyi yakından bilmeleri, onların sorunlarını bilmeleri hatta fazlaca özel hayatlarından bilgi sahibi olmaları idi… Kim kiminle akraba, kim kiminle evlendi ya da evleniyor, kim nerede askerlik yaptı, askerlikteki vukuatları, sosyal ve ekonomik hayattaki vukuatları, kim hangi okullarda okuyor, kim hangi okulu bitirdi, vs vs… Bu kadar yakından tanıdığı, bu kadar detaylı bilgi sahibi olduğu hülasa komşusu, arkadaşı, kardeşi ya da akrabası olduğu insana sadece “ben bilmez merkez bilir” kabilinden uygulama yapabilir mi insan, şüphesiz yapamaz… Bazen küçük bir kulak çekme, bazen biraz nasihat bazen de babaya şikâyet etme şıkları kullanılarak ama genel güvenlik konseptine halel getirmeden davranabilmek ancak bu detay bilgilere haiz olunca becerilebilir hale gelir… İşte benim anılarım özelinde “Bekçi Recep” böyle birisidir… Anneannemin çocuğu gibi gördüğü, dayımın ve babamın iyi arkadaşı olunca, benimde bu manada çok nasihat ve uyarılarına muhatap olmuşluğum vardır, tüm uyarılarını doğru görmesem de onlara uygun davranmamı temin etmiş olmasından ötürü, fazladan biraz daha teşekkürlerimi sunuyorum.

Gece “Kanun Adamı” ya da “Devlet” gündüz ise Recep Abimiz, ne güzel insandı… Öyle şimdiki gibi 3-5 bekçi bir arada değil, tek başına dolaşırdı Çeşme’nin önemli noktalarını… O dönemde manavlar şimdiki gibi akşamları dükkân kapamaz idiler, tezgâhın üstüne bir örtü çeker giderler idi, gerçi bakkallar da gündüz saatlerinde kapıya çapraz yatırdıkları saplı süpürgeleri ile kapalı olduklarını gösterir idiler ve buna rağmen ne gece ne gündüz hırsızlık olmaz idi. Ya insanlar fakir ama namuslu idi ya da karşıdakine zarar vermekten korkan ve çekinen hem namuslu hem vicdanlı hem de insaf sahibi idiler. Şimdi nerde, deyim yerinde ise “gözünden sürmeyi çekmek” konusunda bir sürü ordinaryüs ortalıkta cirit atıyor, ne bekçi ne polis ne de elektronik önlem kâr ediyor, bu başkasının malına ve canına göz dikmiş gözükaralara…

Bizleri eğitmenin ya da güvenlikçilerin deyimi ile “yola getirmenin” yolunun sadece kanunun ve örfün kendisine tanıdığı yolu seçmez aynı zamanda her biri ile dost, arkadaş ve tanış olduğu babalarımız üstünden de öneriler ileterek yetişmemizi ya da yola girmemizin teminine bakardı, bu hali ile de ayrı bir değer idi Recep Abimiz…

Şüphesiz bugün benzer vakalara ve yaklaşımlara tanıklık edemiyorsak bunun tek kusurlusu kişisel olarak “Bekçiler” ya da “Polisler” değildir… Esasen ve gerçekte her gün yeniden, muktedirlerin ve temsilcilerinin yeni ihtiyaçlara göre tanımladığı devlet-vatandaş ilişkileri etkili olmaktadır burada… Dün “Yurttaşlık Bilgisi” dersleri ile karşılıklı olarak hakların ve ödevlerin yaygın tartışmaya ve dahası “talim terbiye” delaleti ile dengeli, makul, görece kabul edilebilir, saygın ve düzeyli bir ilişkiye görece tekabül edecek şekilde öğretim vasıtası ile tanzim edilirken, günümüzde neredeyse matematik bile ihtiyaç listesinden çıkarılacak hale getirilmektedir… Aaaa sadece bu bizde mi böyle, nerde, birkaç istisna hariç nerdeyse tüm dünyada böyle… Nerde o bekçiler dediğinizi duyuyor gibiyim, evet o bekçiler yok lakin eski mahalleler, eski kentler ve eski insanlar var mı? Ne yazık ki, toptan yok oluşları dert etmemiz gerekmektedir, bence. Hatta ve dahi, buradan ve bundan da daha fazla irtifa yitirmemek için acil fren yapılması kaçınılmazdır. Yoksa, Allah muhafaza… Şüphesiz anlayana, anlamayana da durmak yok, ilaveten söz de yok, onlara iğne ilaç kâr etmez…

Bence; Belediye Meclisinin derhal alacağı bir kararla Recep Abimizin adını, sonsuz yaşatabilmek adına, Çiftlik’teki bir meydana ya da bir caddeye vermelidir.

Cumartesi, Ağustos 14, 2021

RUMELİ DONDURMALARI ve HÜSEYİN MERSİN

 

Çeşme’nin önemli markalarından birisidir, Rumeli Pastahanesi, sahiplerinden Hüseyin Mersin çocukluk arkadaşım olup ilkokula ve ortaokula birlikte gittik. Lise için ben İzmir’i, Hüseyin ise Urla’yı tercih etmiş idi. Bu tercih bizleri daha az görüşür hale getirmiştir lakin sonraları her görüşmemizde daha fazla zaman ayırır adeta az görüşür olmanın telafisi babında söyleşiriz. Halen de öyledir. Geçenlerde Çarşıda genellikle sabah saatlerinde ağırlıklı bulunduğu Pastahanenin önünde görünce, daha önce telefon ile arayıp abisi ve dostum Hasan Mersin’in vefatı nedeni ile taziyelerimi iletmiş olmama rağmen bu kez de yanına gidip acıları paylaşmak istedim. Yanımda da akrabam Urla’dan Ayet Eray da vardı, malum pandemi koşullarında maskelenmiş olmamıza rağmen Hüseyin liseden arkadaş olduğunu söylediği Ayet’i çok az ve dikkatli baktıktan sonra hemen tanıdı, bu nedenle muhabbet bir başka koyulaştı, liseye gitme kararı alan Çeşmeli Gençlerin neredeyse %80’inin gittiği dönemin meşhur Urla Lisesi ve Urla’nın meşhur “öğrenci yurdu” muhabbeti adeta hafıza güncellemesi oldu bizler için. Hüseyin her zamanki kibarlığı içinde çay ikramını ve ileride bir başka yazıda ele almayı planladığım oğlu tarafından annesinin adına ithafen ürettiği muhteşem “Şadiye Dondurmasından” ikramlarını gerçekleştirdi.

Hüseyin Mersin arkadaşımız bizim kuşak dahilinde Çeşme’de en erken özel otomobil sahibi olanlardandır, eğer bir yanlış hatırlama varsa da şimdiden özür dilerim diğerlerinden… İtalyan Fiat kopyası olan yeni ve yerel imalat Murat 124’ler, tıpkı o İtalyan filmlerindeki gördüğümüz afisi ve cafcafı ile sahne almıştı Canım Yurdumda, bilenler için olmasa bile fazlaca otomobil bilgisi ve görgüsü olmayan hülasa otomobil kültürü gelişmemiş bizler için çok güzel otomobil idi. İşte Hüseyin de bunlardan bir tane satın almış, ona bakarak biz de umutlanmış idik, o aldığına göre biz de alabiliriz diye ama, nerde, benim 15 seneden fazla beklemem gerekecek idi. Evet, hatırladığım kadarı ile pırıl pırıl koyu yeşil bir Murat 124 sahibi ve bu onun için inanılmaz bir sosyal statü idi, biz de şüphesiz arkadaşımız olduğu için bir taraftan sevinir iken bir taraftan da acayip kıskanırdık ve hatta tahsis edene de çaktırmadan sitem ederdik. Hüseyin; kendi alımı yanında kendisine büyük ve ciddi bir statü katan bu otomobil ile daha bir alımlı hale gelmiş idi, gıpta edilecek bir nokta.

Hüseyin; bizim kuşağın küçük bir istisna dışında nerdeyse tamamına has sayılabilecek son derece mütevazi hayatına devam etmiş ve her geçen yılın kendisine kattığı mütevazilik artışına da büyük bir titizlik içinde sahip çıkmıştır. Rumeli Reçel ve bilhassa Dondurmalarının ülke çapında ün sahibi olması, Çeşme tanıtım merkezli yayın ve dokümanlarda mutlaka yer alıyor olması, Çeşme ve turizm tanıtımlı her fuar ve sunumda önemli bir köşe sahibi olmuş olmasının, kendisine sadece tevazu kattığını söylemiş olmak asla bir abartı sayılmaz. Sağlıklı ve mutlu uzun bir yaşam dileyelim bu vesile ile kendisine… İlaveten Çeşme turizmine ve tanıtımına da katkılarından dolayı bir kez daha teşekkür edelim, hep beraber…

Hüseyin ve Ayet ile muhabbeten eskilere dalmış iken, Hüseyin hemen yerinden kalktı içeriden bir eski 3 katlı sefertası getirdi. Babanın, Osman Mersin büyüğümüzün, tek başına ve çok yoğun çalıştığı yıllar, evi de çok uzak olmamasına rağmen vakitsizlikten ötürü yemeklere eve gidemez, annenin yaptığı yemekleri de babaya getirmek işte bu 3 katlı sefertası ile Hüseyin’e düşer her daim… Baba, her gün gelen yemek sonrası boş sefertasını eve yollamak üzere Hüseyin’e teslim eder ve eline de teşekkür ve teşvik babında 5 Tl sıkıştırır, Hüseyin her gün aldığı 5 Tl’yi eve gelince kendi adına biriktirilmek üzere anneye teslim eder, annede her akşam mezkur 5 Tl’yi babaya verir, eeee ne de olsa en güzel biriktirme sandığı babadır, 5 Tl’ye herkes memnun bir döngüdedir esasen, ertesi gün aynı hikaye döner durur yıllarca… İşte, mezkur 3 katlı sefertasını şimdi Hüseyin büyük bir gururla konu açıldıkça göstermekte…

Teknoloji kullanmaya ve ticari hayata yönelik henüz yeni öğrendiğim bir anısını aktarmak istiyorum, Osman Mersin büyüğümüzün… O tarihlerde yeni yeni üretimine başlanmış dondurma karıştırma makinelerinin üretimini yapan bir muhterem, Ahmet Eriş, Çeşme’nin ilk sitelerinden Atila Polat mukimidir, Çeşme Çarşıda bakar ki el ile dondurma yapıyor Osman Abimiz, hemen tanışılır ve hemen muhabbet koyulaştırılır, imalatçı muhterem müthiş bir teklif ile bir adet makine vermeyi önerir. Teklife göre herhangi bir peşinat ödemesi yapılmayacak, hatta herhangi bir tutar ya da vade de taahhüt edilmeyecek… Sadece satılan her dondurmadan, Osman Abimizin taktir edeceği bir miktar, dondurma mevsiminin sonuna kadar ayrı bir kutuda biriktirilecek, mevsim sonu biriken miktar sayılacak ve makine bedeli olarak takdim ve tahsil edilecektir. Olur, olmaz, becerilir, becerilemez düşünceleri neticesinde teklif kabul edilir, sezon başı makine kurulur, imalat ve satış başlar. Kavil edildiği üzere, her satıştan ayrı ayrı takdir edilen bir miktar ayrı bir kutuda biriktirilir. Osman Abimiz, ahlakına müsavi, borcuna sadakat ve piyasa itibarı gereği takdiri biraz fazlaca imalatçı muhterem lehine kullanmış olacak ki, sezon sonunda kutu açılır ve sayılan paranın makine ederinin çok üstünde olduğu tespiti yapılır mezkûr muhteremce… Osman Abimiz, baştaki mutabakat gereği makine tutarının ne olduğu konusunda bihaber vaziyette iken, makine ederinin çok üstünde birikimin olduğunu gören imalatçı muhterem, makine için takdir ettiği rakamı alır gerisini Osman Abimize bırakır. Şimdilerde kimsenin yanaşmayacağı, yapmayacağı hatta cesaret bile edemeyeceği tarz bir ticari anlaşmadır, mezkûr anlaşma… Dondurma karıştırma makinesinin markası, Sevel’dir, gerçek manada insansever, ticaretsever, ahlaksever bir durum… Dürüstlüğün, ilkelerin ve samimiyetin harman olduğu dünden, eğitile öğretile geldiğimiz bugün… Katkısı ve payı olan herkes kendince kutlayabilir bu muhteşem tekamülü… Heyyy gidi günler heyyyy…

Bu vesile ile; başta Osman Mersin büyüğümüzü, her daim bana “baba dostu” diye seslenen oğlu Hasan Mersin’i ve diğer kaybettiğimiz tüm büyüklerimizi saygıyla anıyorum…