Cuma, Mart 28, 2025

TOPLU SİNEK AVI

 

Yıl1959. İstanbul’un nüfusu hızla artmış, göçlerle birlikte 1,5 milyona ulaşmış vaziyette. Yaz aylarında artan sıcaklık, susuzluk, çöplerin sokağa atılması nedeniyle şehir sineklerin istilası altında. Ahırların ve mandıraların şehrin içinde yer alması, şehir içi nakliyesinde at arabalarının etkin olması,  hatta bazı yerlerde eşeklerin de taşımacılıkta kullanılması, çöplerde biriken öbek öbek karpuz, kavun kabukları, buzdolaplarının henüz her evde, işyerinde olmaması, karasineklerin sayısında ani ve yüksek artışı tetiklemiş (bir çift sineğin 40 günde ortalama 40 bin sinek ürettiğini de hesaba katın) ve haliyle halk sineklerden bezmiş durumda. Bir Cumhuriyet altınının ortalama 120 lira olduğu dönemde çöpleri sokağa atma cezası 150 lira. Düşünün ki bu bile denenmiş, ama nafile. Evler, işyerleri,  kamu daireleri sineklerin hücumuna uğramış, insanlar restoranlara gidemez olmuş. (Velev ki gittiniz, yemek yiyeceksiniz, bir elinizde raket ötekinde kaşık, sinekleri yutmadan lokmayı yutmaya çalışmanız gerekiyor) 160 işçi, 25 teknisyenden oluşan belediye ekibinin bu sorunla baş edemeyeceğinin, ilaçlamaların da yeterli gelmeyeceğinin anlaşılması üzerine, devlet erkânı başlamış alternatif çareler aramaya. Bulmuşlar kendi nazarlarında. Kabaca bir hesap: “İstanbul’un nüfusu tahmini 1,5 milyon; kişi başına ortalama 10 sinek avlansa, 15 milyon sinek eder. Bu iş de kökünden biter" diye düşünmüş olsalar gerek, dönemin Demokrat Partili İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün başkanlığında alınan karar ve talimat, radyo, gazete ve öteki yollarla halka duyurulmuş. 


“karasineklere harp açılıyorrrr!” 17 Ağustos’ta saat 13.00-14.00 arası, topluca sinek avı yapılacak. Talimata uymak mecburi. Rza göstermeyene para cezası.”

Mücadelede yararlılık gösterenlere ödül maiyetinde valilikten teşekkür mektubu verileceği bildirilmiş. Özel, telden yapılmış raketler, yapışkan kâğıtlar ve saireyle halk cenge hazırlanmış. Aile bireylerinin elinde raket, evde, işyerinde hummalı bir mücadele. Ertesi gün gazetelerde çarşaf çarşaf haberler.

“Sinek avı seferberliği sonrası 10 milyon sinek öldürüldü ...”

Ancak sinek nüfusunda belirgin bir değişiklik olmaması kaçmamış gözlerden. Bunun üzerine “Her pazartesi yine saat 13’te tekrarlanacağı" duyurulmuş.

Hatta işi ne denli ciddiye aldıkları anlaşılsın diye 8 kişiye para cezası kesilmiş, yaklaşık 300 kişi ve işyerine de ihtar ve uyarı cezası verilmiş. Sonuç olarak, katılım azalınca uygulamadan vazgeçilmiş, zaten havaların soğumasıyla sinekler de kente veda etmiş, ama sinek avlamak deyimi de o günlerden bugünlere kadar gelmiş.”

Okumaya devam ediyoruz. Yazar, araştırmacı, iş insanı, köşe yazarı, aktivist, önceliği kadın, çocuk ve girişimcilik olan hülasa çok yönlü bir insan Sema Soykan’ın “Öteki Şeylerin Tarihi” adlı kitabını okuyoruz. Bir dolu sözün, deyimin, atasözünün kökeni, tarihçesi ve evrilmeleri üzerine çok muhteşem kelamlar etmiş. Birçoğunu biliyordum lakin yukarıda verilen ara başlık üzerinden “sinek avlamanın” canım yurdumda gerçekleşen bir vakadan türediğini yeni öğrendim, duymuşsam da unutmuşum demek ki… Dediğim gibi muhteşem bir hikâye… Bu kadar abuk işler olmamıştır deyip teyit maksadıyla gazete arşivlerinden baktım, çok üzülmeme rağmen doğruluğu beni şaşırtmadı… Canım Yurdumu yöneten koca koca, deyim yerinde ise deve dişi gibi bu muhteremlerin böylesi bir akıbeti kestiremeden bu kabil tatbikatlara yönelmeleri artık günümüze ışık tutsun gayri… Diğer taraftan bu tatbikatın nafile ve beyhude olduğunun müşahede edilmesini müteakip mezkûr periyotta cereyan eden cezalandırmaların telafi edilip edilmediği merak konusudur… Kesilen cezalar geriye ödenmiş midir? Kesilen cezaların muhtemelen her birinin kanunlarda karşılığı vardır. Zaten kanun devleti olmak bunu gerektirir. Velev ki ceza kesmeye münasip bir kanun bulunmuyor, meclis toplanır behemehâl bir kanun yapıverilir.  Efendim, kanunun geriye yönelik geçerliliği olur mu? diye sorulmaz bu kabil vaziyetlerde, nihayetinde bunlar devlet ve memleket işleri. Artık ne çıkarsa bahtına. Bu işten muaf tutulanlar olmuş mudur? Muafiyet oldu ise sıralama nasıl olmuştur acaba parti, siyasi temas ve yüksek iltimas, madeni haz, ten ile temas vs vs gibi faktörler devreye alınmış mıdır ki? Bilmiyoruz şüphesiz… Lakin akla geliyor…

Hülasa, okuduğumuz kitap, ezelden ebede akan zaman içinde belki de üstüne hiç düşünmediğimiz lakin refleksif ve sıkça kullandığımız bir dolu sözün, deyimin ve atasözünün ve dahi gelenek, görenek ve adetlerin nereden, nasıl, ne zaman ve hangi sebeple zuhuru ve hayatiyeti gayet başarılı ve açıklayıcı biçimde ele alındığının adeta bir arşividir. Sıkça kullandığımız lakin ne zaman ve nasıl kullanmaya başladığımız, zaman içerisindeki mana ve kullanım değişiklikleri üzerine bu kadar detaylı, öğretici ve akılda kalıcı bir kitabın neredeyse tekmili birden hazırlanışı önemli bir kıymet bence…


Yazar; “bilmeyenler için yeni, bilenler için hatırlatma, eksik bilenler için tamamlama olması umuduyla” diyor önsözünde kitabın, emin olun benim için tam da 3 önermenin geçerli olduğu bir vaka… Yeni öğrendiklerim oldu, yeniden hatırladıklarım oldu, yanlış bildiklerimi düzeltme fırsatı oldu, teşekkürler… Kitabın girişindeki “acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır” ile başlayan ve yaratılan bu güzel kitap için “bana bir şey öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyerek teşekkürlerimi ifade ediyorum.

Gerçi inanıyorum, yahu bunları öğreniyorsun da ne oluyor diyenler vardır, varsa eğer, bak bunu düşünmemiştim, der, geçer giderim… Zaten öğrenmek istemeyenlere göre işler değildir bunlar… Merak ile yola çıkarak başına çok şey gelenlerden mi olmak istersiniz diye sorulursa da cevabım merak önemli lakin mezkûr sonuçları ırak olsun derim…

Nihayetinde de bakıyoruz, bizi bizim finansmanımızla, bizim örf ve ananelerimizle, bizim hayat konforumuzu arttırmak maksadı ile bizim arzuladığımız kurallar muvacehesinde yönetsin diye klasik deyimdir ya atadığımız memurların yaptıklarına, sukut-u hayal vallahi… Yüzyılın başında Çeşme’nin 1914 – 1918 yılları arasında kaymakamlığını da yapmış Hilmi Uran’ın “Hatıralarım” adlı kitabında da Çeşme’de yaşanmış bir sivrisinek hikâyesi var, bir gün yeri gelince aktarırım onu… Gerçi hikâyedeki mevzunun kahramanı sıradan bir vatandaş lakin yine de değinmek öğretici ve eğlenceli olabilir. Zaman, mekân ve teknik terakki dâhilinde imkân ve kabiliyetler göz önüne alınınca acaba tayin ettiğimiz memurlar bizimle eğleniyorlar mı diye de sorasım geliyor… Umarım bu “sinek avlama” hikâyesi bugünkü yerel yönetimlerimize misal teşkil etmez, maazallah yanar gülüm keten helva…

Cuma, Mart 21, 2025

ÇEŞME ve KOPANİSTİ PEYNİR

 “Rakı Kavun Peynir” üçlüsü derler ya esasen de bana göre “Rakı, Kavun ve Kopanisti” olmalı bu üçlü… Bu bana göre tabii ki… Ağır ve kalıcı kokusundan ötürü bilmeyenler açısından bir ıstıraptır kopanisti bulunan masada oturmak… Bilenler açısından fazla anlatmaya gerek yoktur lakin bilmeyenler açısından kayda almak manasında meşakkatli bir imal süresi ve süreci olan bu peynir her şeye rağmen kolay dudak bükülecek burun kıvırılacak bir mamul değildir. Masadaki has sızma zeytinyağı ile hemhal kopanistiden aslan sütünden alınan her yudumdan sonra şöyle çatalın ucunu bir dolandırarak alınması ve üzerine de acılığın ve tuzluluğun seyreltilmesi adına bir küçük parça Çeşme Kavunu yeniliyor olmasının verdiği hazzı bilmeyenlere nasıl anlatabiliriz ki… Hatta aslan sütünü sevmeyenlerin bile “halis ev ekmeği” diliminin kızartılarak üzerine azıcık kopanisti ve zeytinyağı sürülmesi halinde kokudan fazlaca bir eser kalmayarak ortaya çıkan lezzetini her daim anlattıklarına şahitliğim vardır…

Kopanisti, keçi sütünden imal edilmiş “lor peynirinin”, sepet peynirinin (kelle peyniri) sepet altı (torba altı) suyuyla fermente edilmesi ve imalat sürecinde sürekli olarak karıştırılıp dövülmesi ya da ezilmesi ile yaklaşık 1 ile 1,5 aylık bir sürecin sonunda tüketime hazır hale gelen peynir türüdür. Benim anladığım kadarı ile Yunancadaki “ezilmiş” ve “dövülmüş” kelimelerinden türemiş olmakla birlikte Türkmen kökenli bir mamul olup nihayetinde de asıl telif hakkına sahip olması gerekenler tarafından unutulmaya yüz tutmuş “suyun öte tarafında” ise hala yaygın olarak üretilen bir peynir çeşidi olan kopanisti müthiş zahmetli imalat sürecine layık bir tüketim tercihi olamamıştır maalesef… Gerçi halen ziyadesiyle yaygın bir vaziyette gerçek sahipleri üzerine tartışmalar yürütülmekte olup kimileri Yunan Adaları kökenli iddiasını çok çeşitli yaklaşımlarla destekleyerek ilan etmekte olsa da bence çok da önemli olmamakla birlikte keçi besleme geleneğine bakılınca sanki bizim Türkmenlere daha yakın görünmektedir. Netice itibariyle Türklere mi ya da Yunanlılara mı ait bir kenara tartışılmaz şekilde Çeşme Karaburun ve hemen karşısındaki Yunan Adalarına ait bir geleneksel bir keçi sütü mamulüdür. Diğer hayvan sütlerinden yapılmaz mı? Şüphesiz yapılır lakin aynı ağız tadının oluşamayacağı aşikârdır… Ege Üniversitesi eski öğretim üyesi arkadaşım sosyolog Engin Önen bir çalışmasında Seydi Akbaykal’dan şöyle aktarır¸ “Kopanisti bebek gibidir. Konuşmaz ama ben onun dilinden anlarım. Yoğrulurken kulak hariç bütün duyu organları ile hissedersiniz onu. Kokusu, rengi, tadı ve yumuşaklığı/kıvamı ile.”

Şimdilerde Çeşme ve Yarımada’da kopanisti peynirine ulaşmak gerçekten çok kolay olmamaktadır, geçtiğimiz yıllarda en son Sakız Adasından satın aldığım kopanistinin ağır kokusundan dolayı evde olmadığım sırada “kokmuş, bozulmuş” sanılarak atılmasına epey üzülmüş idim. Evet, ağır ve kalıcı hatta geniş kitlelerde itici ve sinici kokusu sebebiyle kopanisti imalatı yapan kişilerin bir kısmına da lakap olarak verilmiştir. Gerçi benim hiç katılmadığım şimdilerde kırılmaya yüz tutmuş yaygın bir kabulleniş vardır Canım Yurdumda “keçi sütü” ve “keçi sütü peyniri” kokusu nedeniyle tercih edilmemektedir. Peynir imal tekniklerinin ve teknolojilerinin de son hızla gelişmesi ve değişmesi neticesi geleneksel imalat süreçlerinin de terk edilmesine sebep olması nedeniyle kaybedilen tatlar da “markalaşma” uğruna kapitalist tatbikata kurban edilmektedir lakin önüne geçilmesinin mümkün olmadığı da aşikârdır.

Çeşme ve yöresinde bazı büyüklerimizin “bazmoz” diye bahsettiği esasen de “mazmoz” denen bir yöntem vardır balık avcılığında… Başka alanlarda çok başka manalarda kullanılmakla beraber balıkçılıkta balıkların av alanlarına çekilmesi uğruna yapılan bir açık yemleme tekniğidir “mazmoz”… Mazmoz’un ilk tatbikatına denk gelmem Ilıca’da olmuştur, ekmek ile kopanisti peynirinin karıştırılıp yoğrulması ile meydana gelen kokulu lakin balıklar için cezbedici bu mamulün denize serpilmesi neticesinde balıkların istenilen av alanına toplanmasının temini biçimiyle… Esasen kopanisti peyniri kalker türevi oldukça hafif ve delikli deniz taşlarının başta deliklerine gelecek şekilde tüm yüzeyine bulamaç şeklinde sürülerek meydana gelen mamulün “kirto” denilen balık avı sepetleri içine yerleştirilmesi suretiyle balık avına matuf kullanılması ile yaygın bilinir. Bu yöntem genellikle sığ sularda yapılan avlanma faaliyetlerine başta da kefal ve karagöz gibi balıklara yönelik kullanılırdı. Bir de hatırladığım kadarıyla “voli” denen bir usul ile balık avlama işi vardı, balıkçıların balık olan alanı ağlarla çevirip, çevrilen alanda biraz gürültü ile balıkların ağlara yönelmesinin temini şeklinde, işte ağ çevirme işlemi öncesi de kopanistili mamul yemleme maksadı ile kullanılırdı.

Ticari olmayan geleneksel yerel üretimlerin sonunu getiren süreçler, geleneksel gıdaların üretimi ve tüketiminin de sonunu getirmiştir haliyle… Sanayileşme, bir manada da kapitalizm tüm gıdalarda olduğu üzere peyniri de kaçınılmaz olarak sanayi mamulü haline getirmiş, daha hızlı, daha kolay, daha çok ve daha dayanıklı esasen de daha kar edilen bir meta haline dönüştürmüştür. Tam da bu sebeplerle bir sanayi mamulü olmayan ve olamayacak kopanisti de tüm bu gelişmelerden nasiplenir ve unutulmaya hatta tukaka ilan edilmeye mahkûm olur. Çünkü kopanisti imalat tekniği ve süreçleri sebebiyle sanayileşmeye hiç uygun değildir tam da bu yüzden çok ve hızlı sermaye temerküzüne yatkın sanayi erbabı tarafından elin tersi ile kenara itilir. Esasen meşakkatli imalat süreci de fiyatlandırma açısından sanayi tarafından gelişen gıda teknolojisinin de yardımı ile çok hızlı ve görece ucuz imal peynirler karşısında tercih edilmez hale gelmektedir. Artık piyasa, görece ucuz lakin gıda güvenliği ve sağlığı açısından bir hayli sıkıntılı olan mamullere kalmıştır kopanisti gibi özel çaba, özel tecrübe ve özel maharet gerektiren peynirler rekabet edebilecek durumda değillerdir.

Bazı çevrelerde; benzer çabalar ve süreler ile üretilen bazı peynirlerin benzer özellikleri öne çıkarılarak kesişmeler tespit edilmeye çalışılsa da Kopanisti peyniri bir başka peynire benzemez, benzetilemez… Mesela Seferihisar İlçemiz taraflarında üretilen meşhur “Armola” peynirine benzetilmeye çalışılır lakin hem birlikte yoğurulan malzemeler hem de ortaya çıkan sonuç farklıdır…

Netice itibariyle tadı asla ve kata bir başka peynire hiç benzemeyen “kopanisti” peynirinin, keskin, kesif kokulu, acımsı ve kekremsi lezzette, kremsi yapıda, yumuşak ve azıcık da tuzlu tadına bakılmasını öneririm, şüphesiz ki tadını bilmeyenlere ya da bir kere deneyip bir daha denemeyenlere olacak bu çağrım… Çok değişik lezzetler yakalamak için içine kapya biber başta olmak üzere çeşitli sebzeler katılarak imal edilen yeni tatlar oluşturan değişik bazı imalatlara da rastlanmaktadır şimdilerde…

 

Cuma, Mart 14, 2025

SPORDA PROTESTO

 


Bazılarımızın yere göğe sığdıramadığı “batılı aklı” “batılı zekâsı” “batılı ahlakı” NATO konsepti mucibince 1980 Olimpiyatlarını protesto etmişlerdi, hatırlanacaktır… Benim şüphesiz farklı düşünmeme rağmen onların böyle bir protesto hakkı varlığına inanıyorum lakin benzer her olay karşısında benzer tavır ve tutum alınıyor mu ona bakınca da, akıl, zekâ ve ahlak teyidi ya da tekzibi yapılabilir bir şey haline geliyor… Olimpiyat oyunlarının tarih boyunca “protesto” edilmelerine bakınca görülüyor ki çeşitli sebep ve bahaneler olmakla birlikte her biri zaman, mekân ve teknik terakki mülahazaları neticesinde ülkeleri farklı tutumlar izlemeye sevk etmiştir. Ne zaman sporun bir “propaganda” aracı olması hükümetlerce mütalaa edilmeye başlar hemen beraberinde de “protesto” enstrümanı kullanılmaya başlar. Benim okumalarımdan anladığım kadarı ile ilk politik “Olimpiyat Protestosu” 1936 yılında Berlin’de düzenlenen olimpiyatlar için ABD OK’si (Olimpiyat Komitesi) tarafından, “Nazi propagandası” ve “Hitler ve Aryani ırk üstünlüğü fikriyatını legalize etme kaygısı” ile düşünülmüş ve gündeme alınmıştır. Lakin “Derin ABD’nin” siyasi himmeti ve hikmeti ve araya giren kapitalist ve emperyal ilişkiler ve irade manzumesi protesto fikrini bir anda dağıtır. Biz ABD OK’sinin bu kaynattığı fikirleri aklımızda tutalım ki bir sonraki protesto gerçekleşmesinde nasıl tavizsiz bir tutum alındığı görüp kıyaslayabilelim.  

Şimdi kısaca, oyunlardan atılmalar, katılmaların men edilmesi ve protestolar ile ilgili kısa bir kronolojik hatırlama yapalım. 1920 Olimpiyatlarına, “karar vericiler” 1. Dünya savaşının sorumlusu ve cezalısı olarak gördükleri Almanya, Macaristan, Bulgaristan ve Türkiye’nin katılmasını adeta “galiplerin intikamı” faslından uygun görmemişler. 1924 Paris Olimpiyatlarına bir önce çağrılmayanlar bu defa çağrılsalar da Almanya Fransa ile olan problemlerini bahane ederek katılmaz. 1932 Olimpiyatlarına Canım Yurdum ise “çok masraflı ve yol uzaklığı” bahanesiyle katılmamış. 1940 ve 1944 Olimpiyatları ise devletlerin birbirlerini boğazlaması sebebiyle yapılamamış. 1956 Olimpiyatlarına ise Hollanda ve İspanya, Rusya’yı Macaristan müdahalesinden ötürü, Mısır, Lübnan ve Irak ise Süveyş Probleminin çözümsüzlüğünü protesto etmek maksadıyla katılmazlar. 1972 Olimpiyatlarına ise Afrika Ülkelerinin bazılarının “Irkçı Rodezya’nın” olimpiyatlardan men edilmesini aksi takdirde oyunlara katılmayacaklarını açıklayınca Irkçı Rodezya men edilir. 1980 Olimpiyatları ise en korkunç ve kapsamlı protestoya sahne olur. Sovyetler Birliğinin Afganistan meselesine askeri dahli protesto edilmek maksadıyla, ABD ve NATO ve etkisindeki ülkeler tarafından protesto edilir… Protesto çalışmalarının Afrika ayağında ise bizim çeşitli vasilelerle yere göğe sığdıramadığımız Muhammed Ali Clay ciddi vazifeler üstlenir. Clay konusunu yakında diğer boyutları ile kendimce yazmak istiyorum. 1984 Olimpiyatlarına da Sovyetler Birliği ve etkisindeki ülkeler “siz misiniz bizi protesto eden” misillemesi ile oyunlara katılmazlar.  1988 Olimpiyatları ise, Kuzey Kore, Küba ve Etiyopya tarafından protesto edilir. 2020 Olimpiyatları Covit19 salgını sebebiyle 2021 de yapılır lakin son derece sönük geçer…

“Siyaseti spora karıştırmayın” talkını mucibince her türlü melaneti çeviren batı, değişmez ve sarsılmaz iradesini halen gözümüze sokarak göstermektedir. Ukrayna savaşını bahane edip, tüm Rus Sporcularının ve takımlarının uluslararası turnuvalara katılmalarını engelleyen batı, aynı şey İsrail’e gelince, sus pus, hatta o kadar sus pus ki mide bulandıracak düzeyde… Neden mi mide bulandıracak diyorum, bakın geçen yılki Beşiktaş – Makkabi futbol takımları maçının oynanacağı yerin tespitine, “Efendim, konu öyle değil, Türkiye Emniyet güçlerinin tercihidir” gibi bir takım karşı görüşler söylenebilir. Biz biliyoruz başında meşhur ve malum Ceferin’in ve ekibinin bulunduğu UEFA, deplasman takımının bir gün önceden mazereti ne olursa olsun maçın oynanacağı kente varmaması halinde ne cezalar uyguladığını… Burada hiç itiraz edilmeden kabul edilmesinin başka sebepleri olduğu bal gibi açıktır.

Ayrıca; bu İsrail’in UEFA turnuvalarına katılması da bir başka rezalet… Kardeşim İsrail hangi kıtada, Avrupa’da mı? Hayır, nerede? Asya’da, peki hem ulusal düzeyde, hem de takımlar düzeyinde hangi sebeple Avrupa takımları ile eşleşir… UEFA’nın deve dişi yöneticileri ile onların erketeleri ve dahi aveneleri ne diyorlar; “Asya Oyunlarının katılımcısı ülkelerin %90’ı İsrail’i protesto ediyorlar, ne yapsın bu ülkenin sporcuları, yarışmasınlar mı?”… Bravo hazretler, ne kadar da güzel izah ediyorsunuz… Yahu kardeşim, aynı sebepler kendi siyasal hampalarınızın bu oyunlara katılmıyoruz kararı aldığında farklı mı oluyor? 3-5 siyasi figür bir araya geliyor, bu oyunlara katılıyoruz, şunlara katılmıyoruz dediğinde aklınız ve vicdanınız nerede idi? İşine gelince sporcunun “yarışma hakkı engellenemez” de, işine gelmeyince de “bu yarışmalara katılmıyoruz, katılma kararı alacakların da gelir kaynaklarını kısmak, kesmek olmadı bu işlerde yeni vergiler ihdas etmek gibi tehditlerle kararına mesnet oluştur. Sevsinler sizin ahlakınızı, aklınızı ve zekânızı…

Haydi; İsrail’i çok sevdiğiniz kapalı devre sisteminize dâhil ettiniz, ne anlıyorum ne de kabul ediyorum lakin bir an için diyelim ki, doğrudur. Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Kazakistan hangi kıtada? Bu ülkelerde mi diğer yarışmacı ülkeler tarafından protesto ediliyor? Ne oluyor… Bu kabil sorular karşısında bir takım gafillerin “ne o öyle coğrafi sınır diye kesin hatlar mı vardır” dediği de vaki… Yahu kardeşim sus da derviş bellesinler bari… İttifakla kabul edilmiş “itibari sınırlar” var tabii ki, sen bilmesen de… Siz itiraf etmeseniz de biz biliyoruz, siz görünmez kılsanız da, tüm bu olanlar emperyal politikaların günlük ve konjonktürel akisleridir… Görüneni de, bitmez ve bitmeyecek Rusya korkunuz ve düşmanlığınız… Rusya’yı sevmiyor olmanızı vallahi anlıyorum lakin ahlak, akıl ve zeka kelamlarının arkasından kol atmayın, biraz mert hatta hakan olun lakin yandaş olmayın…

Hülasa tüm bunlar karar ve yetki sahiplerinin uçkurları doğrultusunda karar almalarından başka bir şey değildir bana göre… Gücü, gücü yetene… Hani, güçlüler, güç deniyorlar da bu erketecilere ne oluyor, işte bunu hiç anlamıyorum… Bir kez daha soralım “hani, ahlak, akıl ve zekâ”…

Görüleceği üzere spor olimpik düzeyde bile ülkelerin adeta “Dış İşleri Bakanlığının” arka bahçesidir… Ülkelerin “Olimpiyat Komiteleri” adeta Dış İşleri Bakanlıklarının birer “daire başkanlığıdır”. Kim haklı, kim haksız tartışmasına girmenin manasızlığı bir kenara binlerce sporcu kendi kabahat ve kusurları olmaksızın verilen abuk subuk kararlar neticesinde belki de olimpik düzeyde yarışabilme şans ve haklarını sonsuza dek kaybetmektedirler. Kimin umurunda ki. Ne gam, ne keder, ver mehteri ver gazı, yaşasın millet, yaşasın devlet teraneleri arasında sporcular kocaman bir 4 yıl kaybetmiş olurlar yarışamadan, ama olsun sulh salah politikada… Neticede bir bakıyorsunuz, kesif ve şiddetli propaganda müthiş bir iç politik konsolidasyon yaratmış, yerel liderlerin kamuoyu desteği artmış, “fıstıkçı Carter” dışında her biri politik ömürlerini uzatmış… Vs. vs. Sonra da “yaşasın sporun uluslararası yarışma ve dayanışma ruhu” teraneleri…

 

Perşembe, Mart 06, 2025

BAKÜ MİNYATÜR KİTAP MÜZESİ

Hayatımda ilk kez “Minyatür Kitap Müzesi” geziyorum galiba dünyada da bir başka örneği yokmuş… Bu güzel girişimin mimarı Zarife Salahova kişisel koleksiyon olarak başladığı minyatür kitap biriktirmesine bilahare Azerbaycan Devletinin de destek ve sergi salonu tahsisi ile müzeye dönüşmüş. Devlet desteğinin başlangıcı da Devlet Başkanı Haydar Aliyev’in bir talimatı ile olmuş. Anlaşıldığı kadarı ile tam bir kitapkolik ve kitap aşığı olan Zarife Salahova’nın “Azerbaycan Kitap Cemiyeti” başkanı da olduğunu öğreniyoruz, girişiminin başlangıcında. 2015 yılında Minyatür Kitaplar Müzesi en büyük özel minyatür kitap müzesi olması hasebiyle de “Guinness Rekorlar” listesinde yerini alır ve sertifikası verilerek tescillenir. Düzenli ve disiplinli bir okuyucu olarak bu girişimin başarı ile devam etmiş olmasından ötürü kendimce bir sevincim var ve sizlerle paylaşmak istedim. 

Zarife Salahova, minyatür kitapların toplanması fikrinin nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatmış bir röportajında; “Kasım 1982’de, Moskova’da, Tüm Gönüllü Kitapseverler Birliği’nde, I. Krylov’un 1835’te yayınlanmış eksiksiz masal koleksiyonunun fotokopi tipi küçük ebatlı bir baskısını 23 rubleye satın almam teklif edildi. O günlerde pahalı bir zevkti ama yine de kitabı satın almaya karar verdim. Parayı gişeye ödedikten sonra saklama odasına girdim ve orada ilk kez mini bir kitap gördüm. Koleksiyonumun oluşumu o günden başladı. Yaklaşık 35 yılda 7500’ün üzerinde minyatür kitabı koleksiyonuma kattım.”

Müzede, dünya edebiyatının klasik eserleri başta olmak üzere dini kitaplar, masallar, bilimsel ve sanatsal eserler gibi çeşitli konularda yayınlanmış yaklaşık 7.500 adet eser bulunmakta olup, Dostoyevski, Puşkin, Çehov gibi çok ünlü yazarlar başköşeleri tutmuş görünmektedirler. Nadide örnekler faslından sayılacak, Japonya’da basılmış sadece 0,75 x 0,75 mm boyutlarında bir adet kitap ise Müzenin en mühim ve anlamlı eseri olmuş bence…

1 no’lu camekân, en üst rafında Recep Tayyip Erdoğan ve İlham Aliyev’in tokalaşma anını gösterir bir fotoğrafla süslü tüm raflar Azerbaycan’da basılmış mini kitaplar ile doldurulmuş, 2 nolu camekân mikro ve nadir kitaplara tahsis edilmiş, 3 nolu camekân dini temalı mini kitapların bulunduğu bir yer olmuş. Puşkin’e 4 ve 5 no’lu camekânlar külliyen tahsis edilmiş, şüphesiz benim de düşüncem bu yönde olup, Puşkin’in bu övgüyü ve değeri hak ettiği yönündedir. 21 nolu camekânda ise Müzenin kurucusu Z. Salahova’ya imzalanarak hediye edilmiş kitaplar, 

26 nolu camekânda Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan, Türkiye ve İran’da neşredilen mini kitaplar bulunmakta olup, en üst rafı ise Mustafa Kemal Atatürk’ün 4 adet “Nutuk’u”, Alparslan Türkeş’in “Dokuz Işık’ı” ve RecepTayyip Erdoğan’ın kitabı ve Puşkin’in “Yüzbaşının Kızı” ile süslemektedir. Alt raflarda ise ciddi miktarda Ömer Hayyam’ın “Rubailer” kitabının farklı ülkelerde basımları görülmektedir. 29 nolu camekân ise spor ve olimpiyat oyunları üzerine yazılmış ve mini kitap olarak basılmış eserlere ayrılmış. 38 nolu camekân ise Lenin’den, Stalin’e, Fidel Casro’ya gerek biyografi gerekse de teorik anlatıların neşredildiği kitaplardan oluşan bölüm olup, “beynelmilel komünist harekâtı” başlığı ile verilmiş. Bu camekânların müzeye yerleştirilmesi de şöyle oluşmuş; salonun tam ortasına, doğrudan girişin tam karşısına üç camekân konulmuş. Birincisinde, ortada, Azerbaycan’da yayınlanmış minyatür kitaplar. İkincisinde mikro ve nadir kitaplar, üçüncüsünde ise dini temalı mini kitaplar bulunmaktadır.  Salonun mezkûr camekânların hemen sağından itibaren yerleştirilenlere ise SSCB’de ve 1991’den itibaren Rusya Federasyonu’nda neşredilmiş minyatür kitaplar ve çok önemli şahsiyetlerin minyatür el yazmalarına yer verilmiş. Sol tarafta da, yakın ve uzak diğer ülkelerin minyatür kitapları yer almaktadır. Son olarak 39. Camekânda ise Amerikalı ressamlar tarafından müzeye hediye edilmiş benzersiz minyatürler bulunmaktadır. Bu mini kitap cennetindeki kitapların ağırlıklarının da ortalama 2 gram ile 5 gram arasında olduğu bilgisini de edindim. Enteresan değil mi? 2 gramlık bir kitap… Diğer taraftan bildiğimiz bir başka gerçek de 1673 senesinde Hollanda’da dünyanın en küçük kitabı neşredilmiş olup ebatları da 1,5 cm ye 1 cm imiş… Öğrenmenin sınırı yok şüphesiz… 

 

Kitap basımı, yayımı ve okunmasının son derece düşük olan günümüzde böylesine büyük çaba ile ayakta tutulan bu girişimin adeta çöldeki bir vaha havasında olduğunu, ziyaret saatlerinin görece sınırlı olmasına rağmen ziyaretçi sayısının da azımsanmayacak olmasının gelecek adına sevindirici olduğunu belirtmeliyim. Ayrıca belirtmeliyim ki Azerbaycan’ın başkenti Bakü hiç beklemediğim bir şekilde bir edebiyat, kültür kenti olarak da öne çıkmış vaziyette… Zengin geçmiş bugüne mütenasip şekilde değerlendirilmiş göründü bana… Mesela, Azerbaycan Edebiyat Müzesi ve halı müzesi bile en azından organizasyon gerçekleşmesi babında kocaman bir teşekkürü gerektirmektedir.

Önce Bakü’deki tarihi bölge olan “Şirvanşahlar Kalesinde” açılmış olan müze sonradan şimdiki yerine taşınmış bulunmakta imiş. Eski şehrin her manada atmosferini hissedeceğiniz bir sokak ve bina açıkçası… Netice itibariyle, “Minyatür Kitap Müzesi’ni” gezmiş olmaktan son derece mutlu ve memnun oldum. Bir kitapsever olarak bu miktarda ve düzende kitaplar görmek gerçekten muhteşem bir duygudur. Bu kadar zahmet ve maddi manevi çaba ile oluşturulmuş bu müzenin hayrettir ki girişi ücretsiz olup, dileyenlerin katkı yapabilmesi için bir bağış kutusu mevcuttur. Hülasa, Türkiye’den Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e dahi minyatür kitapları barındıran bu küçük lakin şirin müzenin gezilmesini her bir Bakü ziyaretçisine şiddetle öneririm. Giriş ücretsiz dedim ya, müze görevlisi istediğiniz takdirde tarafınıza istediğiniz detaylarda bilgiler aktarılıyor. Kitap sevdalısı ve tutkunu iseniz mutlaka ziyaret edin derim.

Cuma, Şubat 28, 2025

SEVSİNLER SİZİN YEŞİLLİĞİNİZİ


Almanya bugünlerde yeniden bir seçime hazırlanıyor, politik iddialar ve vaatler gırla… Anketlere bakıyorum “Yeşiller Partisi” 4. Parti gibi görünüyor, 3. Parti ise SPD (Sosyal Demokrat Parti)… İktidarı paylaşan 2 parti el ele iktidarı sağa teslim ediyor, ne kadar öğünseler az vallahi… Anketlere göre AfD 2. durumda, kimdir bu partidekiler ve neyi hedefliyorlar diye bakıldığında, tam bir “Allah muhafaza” dedirtecek durumdalar… Genel olarak demokrasiden yana şikâyetleri yokmuş gibi propaganda yapıyorlar lakin örtülü bir nazi artığı pozisyonunda olduklarını da fazlaca gizleyemiyorlar… Evet, işte başta “Yeşiller” olmak üzere “Sosyal Demokratların” tutarsız, umarsız, sorumsuz ve söylediklerinin tam tersini gerçekleştiren kötü politikaları neticesinde Almanya’nın başta gençleri olmak üzere orta sınıf denilen yoğun kesimlerini bu ne idüğü iyi bilinen nazi mahfillerine yönelmektedirler… Başta bizim Almancıların söylediği kelamlara zinhar bakılmasın Almanya’da toplum hiç de öyle zannedildiği gibi dünyaya duyarlı bir tavır sergilemez, “üç maymun” teorisinin en flaş örneğidirler esasen. Bu hem de yeni ortaya çıkmış “yeni sağ” akımının rüzgârı ile oluşmamıştır, her daim böyledir ve maalesef de gelişmelere bakılınca böyle de kalacak gibi görünmektedir.

Şimdi şu meşhur “Yeşiller Hareketine” kısaca bir göz atalım bakalım. Büyük ölçüde sol, sosyal demokrat görüşlü kitlelerin oluşturduğu bir tabandan oluşan Yeşiller ve onların destekçisi kitleler,  çevrebilim, çevre koruma, çevrecilik, anti militarist, savaş karşıtı, barış yanlısı olunması, cinsel ve dinsel ayrımcılığa karşı duruş sergilediğini beyan etmesi gerekçesiyle oy verirler, sivil haklar, sosyal adalet, sosyal ilerleme ve pasif direniş tercihlerini desteklerler. Bunların tamamen koca bir palavra olduğunu, seçim öncesi söylediklerini iktidar ortağı olduklarında külliyen ret etmiş olmalarından herkes kolayca anlayabilir. Peki, anlıyorlar mı, görünen o ki anlamıyorlar… Bunları da adeta tüm toplumun gözünün içine sokarak yaparken hep hoşgörü talep etmişlerdir. Peki, toplum da bu hoşgörüyü göstermekte midir, ne yazık evet… Sonuç ne oluyor o zaman tek ihtimalli misali, sürekli mağlubiyet…

Almanya’daki koalisyon hükümetinin Dış İşleri Bakanlığını Yeşiller Partisi lideri Annalena Charlotte Alma Baerbock üstlenir. Şiddetten kaçınan, çevreciliğinin vites yükselteceğini uman, antimilitarist tutumların öne geçeceğini bekleyen, savaş karşıtlığının artık önemli bir tutum olacağını hedefleyen kitleler sonuçtan büyük bir hayal kırıklığı yaşamaktadırlar bana göre… Yaşamıyorlarsa da bu ayıp onlara yeter…

Düşünsenize, sizi temsil eden ve esasen de mesaj olarak gayet düzgün mesaj veren politikacıların standart tavırları yok, duruma göre şarta göre vs vs farklı yorumları olsun, ne yaparsınız… Ukrayna Rusya savaşı gündeme geldiğinde, barış önceleyen politikacıdan ne beklenir, behemehâl taraflara uhuvvet ve suhulet tavsiyesi yapsın, tarafsız tutum takınılarak problemlerin tespit ve çözümüne yönelik hakkaniyetli davransın, değil mi? Peki şimdi bu muhteremin serencamına bakalım bu dönemde dünyayı büyük savaş ihtimaline sürükleyen 2 olay karşısındaki tutumunu kıyaslayalım…

Baerbock; Rusya Ukrayna savaşı başlayınca ne oluyor, hanımefendi hemen uçağa atlayıp Kiev’e gidiyor… Biz de zannediyoruz ki, aman etmeyin eylemeyin, hele bir durun, biraz daha konuşalım, bakın şimdi buradan derhal Moskova’ya gideceğim onlara da itidal önereceğim, felan gibi laflar edecek… Nerde, tam tersi, hanımefendi, hemen miğfer ve çelik yelek kuşanıp Kiev caddelerinde boy gösteriyor… Ziyaretiniz Kiev yönetimine destek için de olabilir, hani ben doğru bulmasam da, siz bulabilirsiniz nezaketi içinde sesimiz çıkmaz, lakin savaşın en önemli sembollerinden miğfer ve çelik yelek giyilince maskeler düşüyor… Hani, kendilerinden önceki şansölye Merkel’in dediği hemen akla geliyor, “biz Rusya’yı oyalamak, Ukrayna’ya zaman kazandırmak için Minsk antlaşmalarını kullandık” diyor ya… Hani Merkel savaş yanlısı siz de savaş karşıtı görünüyorsunuz ya… Oysa biz biliyoruz tabii ki, siz birbirinizin devamı, siz birbirinizin kaskat ve mütemmim cüzüsünüz… Hanımefendi sonuç olarak Rusya tarafı ile hiç görüşme lüzumu bile duymadığını ifade etti. Dünyanın o güne kadar görmediği kadar hacimli ve sıkı yaptırımların en ateşli planlayıcısı ve savunucusu olmaktan da geri durmadılar… İfrat ve tefrit o boyuta geldi ki tam bir ikiyüzlü Avrupalı tutumu, Dünya Edebiyatının en önemli kişilerinden ve savaştan çok uzun yıllar önce yaşamış Rus yazarlar Dostoyevski ve Gogol gibilerin kitaplarını bile kütüphanelerden kaldırdılar… İşte bunlar demokrat ve savaş karşıtı cepheyi temsil ederlerse, Trumph gibiler hiç utanmadan ve çekinmeden Grönland, Kanada ve Panama bizim olmalıdır, Gazze de bizim olacaktır deme hakkını kendine bulup tüm dünyanın gözünün içine baka baka tekrar tekrar söyleme cesareti bulabilmektedir. Sonra birileri de durumu normalleştirmek adına “yahu bunlar delidir” diyerek durumu geçiştirmeye çalışmaktadırlar… Hani biz aynı filmi Hitler’e de deli diyenlerde seyretmiş idik…

Gelelim bu yeşil hanımefendinin İsrail ve Filistin konusundaki tutumuna, hem de aynı kelimelerden müteşekkil cümlelerden hareketle kıyaslamaya beyanatlarını… Ne diyordu, Kiev sokaklarını arşınlarken, “Rusya, korkunç bir terör uygulayarak, Ukraynalı sivillerin ve sivil kurumların yok olmasına yol açmaktadır”… Gazze’de yaşanan tam bir rezalet durum karşısındaki, hem de Rusya için iddia ettiklerinin yüzlerce katı yaşanırken, tavrına bakıyoruz hanımefendinin, suspus vaziyette hatta yer yer İsrail zulümünü destekler vaziyette… Yahu taraf tutulur da, bu kadarı olmaz dedirten bu tavır tam bir rezalet lakin anlayana…

Ama gelişmeler ve sonuçları her ne olursa olsun, sağlıklı ve demokratik bir toplum için vatandaşların bireysel olarak güçlenmiş ve her türlü ırksal, etnik, cinsiyetçi, dini baskıdan azade ve sosyal ayrımcılıktan kendilerini soyutlamış olmaları gerektiği iddiasındaki “Yeşillerin”, takip ettikleri güncel pratik politikanın mezkûr iddiaları ile çelişkilerinin behemehâl terk edilmesi gerektiği talebini ısrarla tekrarlamalı taraftarları… Belki de bu açıdan yeşil siyasetin sorunlara ve çözümlerine yönelik önerilerinin samimi bir şiddet karşıtı duruş olduğu konusunda hedef kitlesinin ikna edilmesi mümkün olabilir, aksi takdirde yandı gülüm keten helva…

Bu yazı Almanya seçimlerinden hemen önce yazıldı… Seçim sonuçları gelince gördük ki, “Yeşiller” mosmor… Şüphesiz bu sevinilecek bir vaziyet değildir… Şüphesiz başta Yeşillerin yönetiminde bulunanlar aşağıdan söylemlerine mütenasip tavır almaya zorlanmalı sonra da diğerleri… Aşağıdakiler zaten son seçimlerde bu abuklukları desteklemeyeceklerini yaklaşık %50 oy kaybıyla gösterdiler…


Cuma, Şubat 21, 2025

EKMEK YEMEK


Canım Yurdumda “Ekmek yemek” sözü genellikle maişetini temin ettiği manasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Falanca bu vasıtayla ekmek yemektedir sözünün yaygınlığı herkesin malumudur. Bilindiği üzere de Türkçemizde “ekmek” kelimesinin yer aldığı darbımesel ve tabirlerden geçilmez, yerel ağızlarla olanları da eklersek kocaman bir lügat ortaya çıkar tahminimce. Kazanç temin etmek manasında; ekmek kavgası, ekmek parası, birini ekmeğinden etmek, ekmeğini elinden almak, ekmeğinden olmak, ekmeğine göz koymak, ekmeğine engel olmak, ekmeğini tepmek, ekmeğini taştan çıkarmak, kutsiyet atfetmek manasında; ekmek çarpsın, zor bela edinmek, erişmek manasında; ekmek aslanın midesinde, rahatlık ve huzur manasında; ekmek elden su gölden, uçuk davranış manasında aklını ekmek peynirle yemek, vs vs. başta olmak üzere daha binlerce çeşit kullandığımız kelimelerdendir. Esasen, ekmek kutsaldır, gerek harman döneminde gerekse de stoklanma ve nakliye döneminde ekmeğin ham maddesi buğdayın üzerinde tepişir dururuz lakin buğdaydan mamul ekmeği ya da bir parçasını dahi yerde görürsek hemen eğilir alır, öper alına değdirir ve yüksekçe bir yere koyarız… Enteresan lakin öyledir. Çünkü ekmek nimettir tam da o sebeple kutsaldır. Ekmek, çok çeşitli adlarla zikredilir, kimileri imalat yöresi ve bölgelerine göre, kimileri imal edildikleri malzemelere göre, kimileri şeklilerine göre, kimileri de imal eden etnik yapılara göre, vs vs… Alaşehir, Kula ekmeği, buğday, çavdar ekmeği, baton ekmek, tava ekmeği, Türkmen ekmeği gibi…

Benim bu yazı ile esas muradım ve meramım ise “ekmek yemek” bileşik fiilinin çocukluğumdaki manası ile geçen vakit içinde yerine ikame kelimelerin yer değiştirme periyodu olup ilaveten de karın doyurmadan beslenme faslına bir türlü evrimleşemememizdir. Esasen ekmek Anadolu insanının tükettiği besinlerin başında gelir, ekmeksiz sofra açılmaz ya da kurulmaz yanında katık gerekir ve bu katık da bizim şu anda yemek dediğimiz şeydir şüphesiz ki sınırlı manada. Eğer ekmek katıksız yeniyorsa bu yavan ekmektir. Ekmeğin yanına katık edilen yemek deyişinden de anlaşılacağı üzere ekmeğin bol yemeğin az yenilmesidir ya, nasıl olsa ekmek görece bol ve ucuz aynı zamanda kolay erişilir mamuldür. Ekmeğini yemeğin suyuna bandır bandır ye denir ya işte tam da öyle… Katık et…

Ekmek ana maddesi başta buğday, arpa, çavdar, yulaf, mısır gibi ürünlerin yeterince yetiştirilememesi esasen Canım Yurdumda emperyalist istilaya direnilememesi, yerel tohumlarımızın toprağımıza ve iklimimize uygun olmayan batılı tohumlarla yer değiştirmesi ve de tarımın aynı mahfiller lehine tukaka edilmesi neticesine duçar olunmuştur. Hem miktar hem kalite hem de sağlıklı olma durumundan fersah fersah uzaklaşılmıştır… Bir de tüm bu olanlar yıllarca canım yurdumda toprağa sahip çıkması gereken ve toprak ağası namını taşıyan siyasi muktedirler tarafından gerçekleştirilmiştir. Ne diyelim, necip milletimiz de memnundur herhalde tüm bu tercihlerinden… Baksanıza hala Menderes ve ekibi baş tacı ediliyorsa, benim söyleyeceklerimin ciddi bir manası yoktur ve anlaşılıyor ki necip milletimiz ziyadesiyle de memnun görünüyor…

Yazar Muammer Sakaryalı’nın “Babanın Gölgesi” adlı kitabını okurken rastlamış idim bu deyime, hemen kendi hatıralarıma gittim… Yazar; “Sabahları tarhana aşı, pekmez, peynirle “sabah ekmeği” yenirken; çay, margarin ve bunun gibi yiyeceklerle sabah kahvaltısı lafını soktu…” diyor. Yazar bu hatıralarını Uşak Ulubey İnay köyünden yazarken ben de Çeşme Çiftlik köyünde aynı şeyleri dinliyordum büyüklerimden… Öğünler bizde de “Sabah Ekmeği”, “Öğlen Ekmeği” “Akşam Ekmeği” düzeninde adlandırılır, katıklar ise mevsimine göre bizimkilerin yetiştirdiği ürünlerin pişirilmesi ya da hazırlanması ile tedarik edilirdi…  

Ne oldu ise, oldu, mezkûr; daha verimlidir, daha kalitelidir, daha yararlıdır gibi efsane doğru olmayan yaklaşımlar ile Canım Yurduma yutturulan buğdayların ve mısırların yurdum insanına uymayan yapısı neticesi o güne kadar rastlanmayan vücut tepkilerine sebep olması, esasen aklı değil beli destekleyen hali gereği şimdilerde tukaka edilerek, şu undan mamul ekmek yiyin, şu undan mamul ekmeği yemeyin, yer yer de “ekmek yemeyin” ifratına varan yaklaşımlar aşikârdır. Gerçi devasa tenakuzların övendire olup gözümüze battığı dönemlerde “askıda ekmek” kampanyaları ile ekmeğe yine eski prestiji temin ve telkin edilmeye çalışılsa da vaziyet böyledir. Söylenecek kelam çoktur lakin söyleyip de zayi etmenin manası var mı, onu da bilemiyorum…

Soner Yalçın; bakın neler yazıyor dış yardım numaraları ile batıya bağlılık yaratılırken topraklarımızın zehirlenmesine, tarımsal ürünlerin kalitesizlerinin ithalen ikamesi üzerine, inanılmaz diyaloglar bunlar… Bunlar bu ülkeyi yönetmişler, biz de trene bakar gibi izlemişiz, işte ne diyeyim… Hikâye meşhur Tarhana Osman “Osman Koçtürk” Hoca ile dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay arasında geçer… “(Koçtürk) son dönemde, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) Onur Kurulu Başkanı ile Türkiye Öğretmenler Dernekleri Milli Federasyonu’nun ikinci başkanlığı görevini üstlendi. Özelikle Amerika’nın dayattığı ışınlandırılmış (hibrit) buğday konusunda kaygısı büyüktü. Prof. Dr. Kazım Aras’ı da alarak üçümüz konuyu TÖS adına o günkü Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a götürmeye karar verdik. Gerekli buluşum alındı ve Çankaya Köşkü’ne çıktık. Koçtürk Hoca konuyu açtı anlatıyor. Sunay, Hanımeli sigarası kadar küçük bir kalemle önündeki kâğıtlara not alıyor. Birden sinirlendi “ne istiyorsunuz Amerika’dan?” diye bağırdı. O zaman Koçtürk Hoca’da sinirlendi. “Sayın Cumhurbaşkanım asıl Amerika bizden ne istiyor? Ayıp değil ya, biz de bunu merak ediyoruz…” dedi. Sunay yanıt verdi “Amerika bize yardım ediyor”…

Evet “ekmek yemek” deyimi üzerinden hareket ile nerelere geldik, sanki “ekmek yemek” deyimi ile sadece tahıl ağırlıklı beslenme önerilmiş gibi de yansıtılış olmasın konu, kim ne anlatırsa anlatsın, hayvancılık üstüne başından itibaren tutulmuş verilere bakılırsa tavuk ve inek, koyun, keçi besleme rakamları da hiç de yabana atılacak gibi görünmemektedir. Bu konuda çok çeşitli yayınlar olmakla birlikte tekmili birden referans tutulmuş Soner Yalçın “Saklı Seçilmişler” kitabı derli toplu bir kılavuz halindedir.

Evet, bugün artık önemli bir belamız daha var, GDO’lu gıdalar… GDO’lu mısır, GDO’lu buğday ve en önemlisi bunların iyi yetiştirilme şartlarına matuf safsatası ile kimyasal gübreler, korunmasına ve miktar artışına matuf zirai ilaçlar ile zehirleniyoruz… Hele ihracattan dönen pestisit sınırını aşmış gıdaların çokluğu karşısında soğukkanlı davranışımız ise şayan-ı takdirdir şayandır vallahi… Sonuçta makûs kader ekmek yemekten beslenmeye bir türlü evrilemedi ve evrilemiyor… Bugün Canım Yurdumda bildiğim kadarıyla bulunan Üniversitelerin 26’sında Ziraat Fakültesi, 5’inde Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi, 1’inde Tarım Bilimleri ve Teknolojileri Fakültesi olmak üzere tarımsal yükseköğretimle ilgili 33 fakülte bulunmaktadır, meslek yüksekokullarının sayısını ise bilemiyorum. İrade böylesine fantastik önem atfedip yetiştirdiği ziraat mühendislerini Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde öğretmen olarak eritme konusunda da mahirdir… Yetiştirdiği öğretmenleri ise ne yapacağına da karar verememiş gibi görünmektedir… Allah hakkımızda hıyrlısını versin demekten başka da çare görünmemektedir.


Perşembe, Şubat 13, 2025

BAKÜ ve MAREŞAL DE GAULLE


Azerbaycan Başkenti Bakü’de dolaşıyorum, daha önceki çok kısa ve iş seyahatleri dışında yapılan dolaşmaların benzeri olmayan bir tur oluyor… Dikkatimi vererek, duyumsayarak ve anımsayarak bakıyorum etrafıma, yeri geldikçe kendimce gördüklerimi ve bana hatırlattıklarını yazmak istiyorum. Sahil, hemen hemen her sosyalist geçmişli ülkede benzerlerini gördüğünüz şekilde planlanmış, kocaman bir park ve yürüyüş yolları. Bu sahil düzenlemesinin şehir ile arasında, şehri paralel geçen geniş ve oldukça uzun bir bulvar bulunmakta, “Neftçiler Prospekti”. Her benzer şehirdeki gibi sanki itibar bulvarı tarzında ve tadında… Çok güzel binalar yer almakta ve istisnasız her biri son derece bakımlı ve temiz görünmekte… Dolaşıyorum binalara bakarak… Birden gözüme siyah bir granit levha üzerinde “Fransa Mügavimet Herekatının başçısı General De Qoll 1944-cü ilin noyabr ve dekabr aylarında bu evde galmışdır” yazısı dikkatimi çekti. Çok enteresan Avrupa’nın “aslan sağcısı” sol ülkenin bir kentine geliyor hem de nerdeyse 2 ay gibi koca bir zaman dilimi kalıyor…  

Bilindiği üzere; Charles De Gaulle; 2. Dünya Savaşı öncesi ve özellikle de sonrası Fransa’da uzunca bir süre siyasi hayatı ziyadesiyle belirlemiş bir asker, önemli bir politikacıdır. Faşist Almanya’nın Fransa’yı işgali üzerine İngiltere’ye kaçmış orada da “Özgür Fransa Silahlı Kuvvetlerini” teşkilatlandırma çalışmalarında görev almıştır. Esasen, II. Dünya savaşı öncesi sıradan bir tankçı albayıdır kendisi. Ne oldu da birileri onu SSCB’ye görüşmeler yapmak üzere hazırladı. İngiltere’ye vasıl olunca kendisinden görülmeyen çıkışlar yapınca iyi de bir hami bulmuş oluyor anlaşılan. Benim okumalarımdan anladığım, kendisinin bu çıkışı ve antikomünist, haydi demli muhafazakâr diyelim, yapısı gereği behemehâl İngiltere’nin ağası Winston Churchill tarafından iyi değerlendirilmiş olup, hatta Fransa’nın işgalden arındırılması sürecinde görev üstlenen ordunun başına getirilmiştir. Esasen Fransa’nın işgale karşı direnme ve işgalden arınma sürecinde büyük rol üstlenen komünistlerin, bilahare ABD ve İngiltere tarafından tercih edilmemesi, SSCB ve Stalin’in de fazlaca ses çıkarmaması neticesi tasfiyesi ile ziyadesiyle öne çıkar. İngiltere’de kendisi üzerine yazılar yazmış önemli muhteremlerden asla ve kata tam not alamamış bilakis etrafında ve döneminde bol miktarda gelişen savaşlara rağmen “hiçbir savaş kazanamamış general, hiç seçim kazanamamış Başbakan ve Cumhurbaşkanı” şeklinde ironik tanımlamalara konu olmuştur. Gerçi hakkını da vermek gerek kendisine suikast girişimine bile sebep olacak bir şekilde Cezayir’in bağımsızlığı konusunda, hiç istemiyor olsa bile, müşahhas şartların müşahhas tahlili neticesi bağımsızlık yönünde tavır takınmıştır.  Neyse ne yapalım kendisini seçenlerle kendisi arasında bir sorun diyelim geçelim…

De Gaulle ne yapar Bakü’de değil mi? Esas soru bence bu… Herhalde Avrupa’nın soğuğundan kaçıp tatile gelmemiştir… Emeklilik sonrası nereye yerleşmeliyim sorusuna da cevap aramamıştır… Bir demli muhafazakâr olarak “komünizmi” incelemeye de gelmiş olamaz, şüphesiz… Tabii ki araştırılınca görülüyor. Muhterem İngiltere tarafından vazifelendirilmiş biri gibi durmaktadır. Moskova yolunda önce İran sonra Kafkasya ve sonra hedef… Peki, neden Bakü’de 2 aydan fazla süre kalmıştır… Sonradan okumalarımda yine hayretle gördüğüm Fransa işgalden arındırma sürecinde epey Azerbaycanlı direnişçilerin olduğu acaba tesadüf müdür? Gerçi Fransız direnişindeki Azerbaycanlıların Alman esir kamplarından firar eden askerler olduğu bilgisi de var, acaba coğrafi yakınlık sebebi ile mi Fransız direnişine katılmışlardır, bilinmez… Yine bilgilerimiz, De Gaulle’ün 1966’da geldiği SSCB’de bu direnişçilerden birisi ile görüşme konusunda özel, seçici ve ısrarcı davrandığı ve dahi yine bu direnişçilerden bir kısmının Fransa tarafından devlet madalyaları ile ödüllendirildikleri yönünde…

Evet; Bakü’de kaldığı binanın da gerçekten güzel bir bina olduğunu tespit edip bina ile ilgili edinebildiğim bilgileri aktarayım. Bina zengin sülalenin ferdi olan “İsa Bey Hacınski” adı ile anılmakta olup, Bakü’nün önemli yapısı “Kız Kalesinin” Hazar Denizi tarafında yer almakta ve sahiplerinin statüsü, toplumsal pozisyonu ve dahi aile azametini yansıtacak biçimde talihe bakın ki bir Ermeni mimar tarafından tasarlanmış.

 Lakin görülen ve bilinen hali ile 2. Dünya (paylaşım) savaşının batılı ülkeler açısından en ateşlendiği dönem olan “Normandiya Çıkarmasının” hemen akabinde De Gaulle’nin bu seyahate çıkmasının nasıl bir manası olabilir diye bakılınca şekil olarak bir Fransız askerin görüşmeler yapması için Moskova’ya başka da yol olmayınca İran - Tahran, Azerbaycan – Bakü ve SSCB – Moskova güzergâhını izlediği söylenebilir. Lakin kendisinin bizlere takdimi muvacehesinde “Özgür Fransız Silahlı Kuvvetleri lideri” iddiası savaşının en cavcavlı anında olması nedeni ile biraz çelişkili görünmektedir. Öyle değil mi? Siz çıkarma yapmış kuvvetler ile birlikte Fransa içindeki direnişçilerin ortak mücadelesinin en yoğun olduğu dönemde mezkûr seyahate çıkıyorsunuz, akla evvelemirde çok önemli bir vazife görülecektir fikri geliyor. Acaba aynı dönemde SSCB Kızıl Ordu Genelkurmay Başkanı Georgi Jukov’un Stalingrad kuşatmasının kırılmasını müteakip Almanların ricata başlaması üzerine başta Stalin olmak üzere etrafına söylediği, “Bu faşistleri Atlantik’e kadar sürüp Okyanusa dökelim” sözünün istihbarı neticesinde Müttefikler ile SSCB arasında bir pazarlık masası oluşturulması çalışmalarının bir alameti midir yoksa? Mesela, Stalin’e ulaşılıp “Kızıl Ordu Genelkurmay Başkanı” böyle bir laf edip duruyormuş, bizi affedin bizi işgal etmeyin, Almanya ile sınırlı kalın ricacısı mıdır statü acaba?


Hay Allah, güzel Bakü’de gördüğüm mezkûr güzel Evin duvarındaki plaketin bana düşündürdüklerine bakın… Gerçi aynı binanın üzerinde bir başka siyah granit levhada “Dünya şöhretli Azerbaycan âlimi görkemli içtimai xadim Yusuf Heydar oğlu Mammadaliyev bu evde yaşamıştır” izahatı da vardır. Yusuf Heydar oğlu Mammadaliyev’in de petrol ve petrol türevi malzemeler üzerinde özellikle de havacılıkta kullanılan yüksek oktanlı yakıtların geliştirilmesinde çok önemli çalışmalar yaptığını da bu baptan öğrenmiş oldum.

Cuma, Şubat 07, 2025

HAFIZ AHMET’İN CEMAL (IŞIK)

 

Çeşme’nin değerli, önemli, hatırşinas, mahir, şakacı abilerinden “Hafız Ahmet’in Cemal” olarak tanınan “Cemal Işık” hoş söz ve hoş ses erbabı olmakla da ziyadesiyle namlı, bir dönemin öne ve üne çıkmışıdır kasabamızın. Hafız Ahmet büyüğümüz ise Cemal Abinin babasıdır ve adı torunu Ahmet ile yaşamaktadır. Işık Ailesi, dededen toruna, Çeşme’nin önemli “Çeşme Mandalini” yetiştiricisi olup imar uygulamalarına yenik düşen bahçelerinin ağaçlarını her türlü fedakârlığı yaparak aynen bir başka yere taşımış ve halen mandalin yetiştiriciliğine devam etmektedirler şimdilerde de, torun Ahmet ve damat Ramazan vasıtasıyla…

Kasabamızın sembol abilerinden biri olan Cemal Abi, her Çeşmeli gibi biraz yüksek sesle konuşan ve konuşmayı da seven biri olarak da karşılaştığı her kişiye yönelik sahip olduğu bilgiler ile takılır, şamata yapardı. Mesela nerdeyse herkesin babaannesinin ismini bilir ve neredeyse de tamamına da babaannesinin adı ile seslenirdi. Devrin Çeşme’si şimdiki gibi onbinlerce insanın yaşadığı milyonlarca insanın tatil yaptığı bir yer değildi şüphesiz. Herkes herkesi tanır, bilir hem de ne tanımak, her şeyiyle… Cemal Abinin fazlalığı yüksek hafıza kabiliyeti ve hatırlama mahareti idi. Bugün her Çeşmeli onun kendisine babaannesinin adıyla seslendiğini hatırlar ve bu güzel ve anlamlı hatırlama ve hatırlatma ögesini de tebessüm ve nezaketle karşılamış olduğu bir hoş seda olarak hayal eder eminim. Ben kendisini hala kulaklarımda bana seslenişi “Urkuş Hanım naber” deyişindeki latife duygusunun tavan yaptığı haliyle hatırlamaktayım… Hay sen ışıklarda ol Cemal Işık Abim… Derin saygılarımla…

“Parafani” diye bir balık avcılığı yönteminden bahsetmiş idim daha önceki yazılarımda, Rasim Çelebi büyüğümüz, Latif Çelebi ve Nail Barutçuoğlu arkadaşlarımızı bu usulün ustaları olarak refere ederken. Hani, ekim ve kasım aylarında her ay 15 günlük ay karanlığı döneminde geçit balıklarını hedefe alarak, kıyılarda diz boyu sularda genellikle 2 ya da 3 kişilik ekiplerle, kıyıdaki balıkların lüks ışıkları ile hareketinin minimize edilerek serpme ağ ile yakalanması işini anlatırken. Hani şimdilerde, trol tekneleri yanılmıyorsam 10.000 volta (yazı ile onbin volt) kadar ışıklandırma ile balığı topluyorlar, sorun olmuyor lakin sen kıyıda en fazla 70 ya da 80 voltluk bir lamba ışığı ile balık avla, “yasssakkk hemşerim” mevzuu var ya... Yasa koyucu ya da yönetmelik tanzim edici kendine göre bir yol tutturmuş gidiyor işte… Tam; Neyzen Tevfik’lik bir vaka, lakin nesine ve neresine laf edeceksin… Oysa Kuzeyden Güneye balık geçit yaparken, kâh beslenmek kâh dinlenmek kâh üzerindeki parazitleri defetmek için kumlara sürtünmek maksadı ile diz boyu derinlikteki kumsal alana gelir, burada zinhar yumurtlama ya da yuva yapma gibi bir maksat yok ve de olamaz… Yasaktan murat nedir bilinmez ama her türlü yasal engele rağmen artık denize kadar girmiş evlerinin önünde kimseyi rahatsız edici bir şart kalmamıştır. Oysaki parafani, mevsimi itibari ile yazlıkçıların artık kışlıklarına dönmüş oldukları döneme denk gelir ama ne gam, ne keder… Neyse biz kaldığımız yerden devam edelim Cemal Abimizin parafani konusundaki mahir vaziyetine işaret ederek, evet Cemal Abi benim bildiğim mezkûr ekiplerin zımni paylaştığı plajlardan “Ilıca Plajının” müdavimi idi.

Cemal Abimiz, deyim yerinde ise ses dağıtımı ve sesi kullanma mahareti dağıtımı yapılır iken hiç esirgeme yapılmadan Allah tarafından ödüllendirilmiş birisidir, emin olun… İster “Türk Sanat Müziği” icrası olsun ister “İlahi söyleme” olsun, ister “Kuran okuma” her birinde kendisine tahsis edilen sesi müthiş ve mükemmel kullanarak kendine mahsus bir yer edinmiştir arkadaş grubu arasında… Türk Sanat Müziği icrasındaki üstün başarısı Canım Yurdumda dönemin tartışmasız en önemli sanatçılarından biri olan Zeki Müren’in dahi takdir ve taltifine mazhar olmuştur. Dönem itibariyle “İzmir Enternasyonal Fuarı” her yıl 20 Ağustos – 20 Eylül arasında açıktır, gezi ve bilgilenmenin yanında bir aylık dönemde en meşhur ses sanatçılarının da sahne aldığı gazinolarla bezenmiştir. Sonraları kimin dahli oldu, kimler akıl etti, kimler statüsünü değiştirdi bilmiyorum lakin Fuarın içi adım adım boşaltıldı, şimdilerde sadece piknik alanı düzeyine terfi ettirildi… Emeği geçenlere de kocaman bir alkış yapalım, eksikleri kalmasın… Neyse, mezkûr devirde Fuar Gazinolarının gedikli sanatçıları genellikle Gazinocular Kralı diye bilinen Fahrettin Aslan’a rakip meşhur Lunapark Gazinosunun sahiplerinden Osman Kavran’ın Çeşme’deki meşhur villasında kalırlar, özel iskelesindeki yatlarla gezilere katılırlar, vs vs… Bu konaklamalar döneminde Zeki Müren oranın da zevkini süren önemli muhteremdir. İşte böyle geliş gidişler döneminde Zeki Müren ve Cemal Abimiz tanışırlar uzun yıllar dostlukları sürer, artık bu vesile ile Zeki Müren bir Çeşme aşığıdır… Sonradan artık ne olmuşsa olmuş Zeki Müren Çeşme “paşalığından” istifaen ayrılır, Bodrum Paşalığına soyunur… Artık Çeşme’de kendi adıyla anılır bir koy tahsisi mi yapılmadı, ne oldu da mutlu ve mesut edilemedi ve ayrılık oluştu, tahminlerimiz olmasına rağmen kesin olarak bilememekteyiz…

Cemal Abimizin bendeki hatıraları içerisinde bayağı bir yeri olan ise birlikte bulunduğumuz Ramazan Aylarının akşamlarının devir itibari ile en önemli faaliyeti sayılabilecek Teravih Namazlarıdır. İnsanlar, kadın, erkek ve çocuklar olmak üzere genel manada Camileri doldurur lakin harem ve selam tatbikatı neticesi 2 cinsiyet olarak, ana bölümde erkekler olmak üzere üst katta ve görece izole bölümde de kadınlar olmak üzere konumlanırlardı. Babamın tercihlerinden dolayı genellikle bizim yerimiz “Küçük Cami” dediğimiz şimdilerdeki adı ile “Pandrot Osman Ağa Camii” olurdu. Biz bayram namazlarına da aynı camiye giderdik, şüphesiz ki yine babamın tercihi sebebiyle… Cemal Abimizin de tercihi bu cami olurdu. Benim hatırladığım kadarıyla, artık o zamanki dini bütün abilerimizin yüksek hoşgörüleri sebebiyle mi, yoksa genelde Müslümanlık daha mı güler yüzlü idi, yoksa biz çocuktuk da bize mi öyle gelirdi bilemiyorum, lakin öyle katıksız düstur tatbikatı yoktu, biz çocuklar güler eğlenir iken dini bütün abilerimiz “sus bakayım”, “şeytan çarpar”, “şimdi tokadı yiyeceksin” gibi zapturapt yaratmazlardı. Şimdilerde duyuyorum ki, kulak çekerek hizaya getirme eşiği de aşılmış, eee tabii ki gelişiyoruz ve hayat da sertleşiyor total olarak… Total bir futbol deyimi iken hayatın her alanına sirayet etmiş vaziyette, tabii ki… Bu teravih namazları eda edilirken toplu dualar okunur, toplu dualar için bir lider ses öncülük eder, bilmeyen bizler de tekrarlar idik… İşte bu lider seslerin en namlısı ve isteklisi Cemal Abimiz olurdu. Okunan dualarda yaptığı liderliğin, kendisini takip edenlere normal düzeyde bir sesle devam ederken birden aşırı yükselmesi ya da alçalmasının takibinden doğan ambiyans bugünkü stadyumlardaki marşların zikredilmesini andırıyor olmasının yanında biz çocukların gülümsemelerine de sebep olmaktaydı… Zaman zaman namaz edası esnasında artık ne maksat ile yapıldığını bilmediğim hatta bizzat kendi şahitliğimin olmadığı lakin sıkça duyduğum ön saftakinin çorabının çekilmesi ve benzeri takılmaların ve dokunmaların olduğu yönündedir.

İlerleyen yaş döneminde motosikletine atladığı gibi Çeşme’nin neredeyse tüm balık mezatlarını dolaşır, tanıdıklarla sohbet eder, balık satın alır iken görürdük Cemal Abimizi… Bu vesile artık hayatta olmayan başta Cemal Abimiz olmak üzere tüm büyüklerimizi ve arkadaşlarımızı saygı ile yâd ediyorum.

 

Cuma, Ocak 31, 2025

DEMOKRAT İZMİR GAZETESİ

 Birkaç yıl önceydi, çok değerli dostum Kaya Erdal Çapan ile muhabbet ediyorduk, konu “Demokrat İzmir Gazetesi” olunca hemen; “dur sana Demokrat İzmir Gazetesinin tarihi üzerine yazılmış bir kitap gönderilmesini isteyeyim” dedi. Mezkûr Gazetenin ikinci kuşak imtiyaz sahibi aynı zamanda da Ege Ekspres ve Ekonomik Politik Rapor gazetelerinin imtiyaz sahiplerinden Yusuf Rıza Düvenci imzasıyla takdim, jet hızı ile kitap elime ulaştı; “Bir mücadele gazetesi Demokrat İzmir”. Kitap tam manasıyla bir Türkiye Tarihi niteliğinde hem de ibretlik cinsten, kaleme alanlara teşekkürler…

Bilindiği üzere Canım Yurdum, II. Paylaşım savaşı (Dünya) sonrası bize takdim edildiği şekliyle “Özgür Dünya” içinde yer almak üzere özgür dünya denen tek dişi kalmış canavarın hemen yamacında saf tutmuştur. Hani savaşın başından itibaren maalesef ziyadesiyle “Almancı” bir hava vardır da bize tarafsız kalındı teraneleri anlatılır ya, neyse… Yine de fiilen savaşın içinde yer alınmamış olması az şey değildir diyelim, geçelim. İşte savaş neticesinde “özgür dünya” lütfetti Canım Yurduma da “demokrasi” getirilmesini temin ve teçhiz etti… Özgür dünyanın ihtiyaca binaen demokrasi getirme çalışmaları halen devam etmekte ve ne yazık ki bir türlü sona ermemektedir. O gün bize tayin olunan, bugün şekil olarak biraz da farklı olsa da önce Tunus, Libya ve şimdi de Suriye’ye nasip olmuş vaziyettedir. İşte bu demokrasi rüzgârlarının önünde, meşhur 4’lü takrir ile gündeme gelen toprak ağaları ve bezirgân ekibi giderek de partileşerek “demokrasinin” kökleşmesi uğruna kolları sıvamış yollara düşmüşlerdi. Bu tür hormonlu siyasi girişim ve atılımların olmazsa olmazı basın-yayın organı sahibi olmak ya da katıksız destekçi bulunması faslından “Demokrat İzmir” gazetesi siyasi hareketin kendisine münasip gördüğü ad ile misyonuna başlar.

Oysaki başlarken ne kadar da umutlular, ne kadar hevesliler, ne kadar da sevinçliler, ne kadar da yüksek beklenti içinde idiler… Bakın ilk sayı ile birlikte “Demokrat İzmir çıkarken” başlığı ile neler deniliyor; “Bugün, elinizdeki ilk sayısı bulunan “Demokrat İzmir” millet ve memleket uğrunda çalışmak üzere intişara başlamış bulunuyor. Gazetemiz, Türk Milletinin sevinciyle sevinecek, onun kederine ortak olacaktır. Yegâne endişesi milletin demokrasi yolundaki heyecanının uyuşturulması olan Demokrat İzmir, memlekette bir an evvel hürriyet ve demokrasinin tam olarak elde edilmesini kendine ilk vazife yapmıştır.”

Bu rüzgâra yelken açanlardan birisi de her daim ve her surette sülalece rol üstlenmeyi başarabilmiş “Belge” ailesinin fertlerinden Burhan bey ziyadesiyle mühim vazifeler üstlenmiştir. Esasen mezkûr gazetenin yayın hayatına “İzmir Gazetesi” olarak başladığını, Demokrat Parti için de “hak ve özgürlük” mücadelesi verdiğini iddia ederek ilerlediğini, izlenen muhalif tutumun Demokrat Parti lehine kısa vakitte büyük başarı temin edince hele de 1946 seçimleri sürecinde ve sonrasında CHP iktidarını, “Jandarma süngüleri, vali, kaymakam ve muhtarlar üstünden baskılar, partili olma tehdidi, memurların tarafgir davranışları, oy verdi vermedi vesikası sormak” gibi demokrasi dışı tatbikatlar ve seçmenleri kesif baskı altına tutmakla suçlayınca “yandı gülüm keten helva”…  Üstüne üstlük bir de seçim neticesinin “açık oy, gizli tasnif ve sayım” tayini, seçimlerin yargı güvencesinden azade olması gibi abuklukları da yazmaya başlayınca “helvanın yanması” ile işin içinden sıyrılmak kolay olmuyor, gazete behemehâl kapatılıyor… Gazete bu kapanmadan sonra adını “Demokrat İzmir” olarak değiştirip imtiyaz sahipliği koltuğuna da Adnan Düvenci’nin geçmesi ile yayın hayatına devam ediyor…

“Demokrat İzmir” Gazetesi, Canım Yurdumun çok partili siyasi hayatı test etmeye başladığı devirde izlenen yayın politikası marifetiyle sadece İzmir ve Ege Bölgesi ile sınırlı kalmayıp, tüm yurt çapında “Demokrat Parti’nin fikir odağını” oluşturmuş bulunuyordu. Demokrat Parti’nin kurucuları Adnan Menderes, Fuat Köprülü gibi ağır toplar gazetede yazılar kaleme almaktadır gayri. 1950 genel seçimini DP’nin kazanmasını “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” umdesinin tecellisi olarak değerlendiren gazete, milletin “adeta kansız bir inkılap” gerçekleştirdiğini her daim öne çıkaran ve Demokrat Parti iktidarının ilk başlardaki, iç ve dış politikada takip ettiği her politikayı katıksız destekler bir yayın politikası takip etmiştir. Demokrat Parti’nin adeta “yarı resmi yayın organı” gibi yayın yapıp bunu temin edecek kadro ve politika tayini ancak 1955 seçimlerine kadar gidebilmiş akabinde Demokrat Parti’nin, başlarda İzmir Teşkilatı ile yaşadığı problemlerle başlayan esasen de antidemokratik tatbikatlar, eleştiriler karşısında kesif baskılar, yasa ve hukuk tanımaz yaklaşımlar, keyfi uygulamalar, yurdu babasının çiftliği gibi yönetme arzusu zuhur edince yayına başlama niyet ve kararlılığı değişmeyen “Demokrat İzmir Gazetesi’nin” muhalefete düşmesi de kaçınılmaz idi… Nihayetinde “Demokrat Parti” ile “Demokrat İzmir Gazetesi” aynı saflarda değildir. Gazetenin çıkış deklarasyonuna sadık kalıp Partinin antidemokratik ve başına buyrukluğunu eleştirmeye başlaması artık tam bir “keteni de helvayı hak etmek” hali oluşur. Artık, tıpkı bir önceki “Tek Parti” vaktindekine benzer vaziyet yaşanmaktadır, “gözün üstünde kaş var” kabilinden esaslı olmak kaydı ile sürekli bir bahane ile ya gazeteciler hapsediliyor, ya da gazete kapatılma cezalarına tabi tutuluyor, yalnız Allahları var tamamı bihakkın bağımsız mahkemeler eliyle görülmektedir tüm bu olanlar.  

“Hürriyet, müsavat” umdesiyle yola çıkıp son noktada değme müstebit haline dönüştüğü iddia edilen Demokrat Parti, artık muhalefet lideri İsmet İnönü’nün seyahatlerine bile katlanamaz hale gelmiştir. Kayseri olayları, Uşak olayları derken, “Ege vazife gezisi” adlı olaylı Manisa ve İzmir seyahatinde yaşanan hadiseler Demokrat İzmir Gazetesinde sert eleştirilmesi bardağı taşırmıştır gayri… Tam bu seyahatin bittiği günlerde Demokrat İzmir Gazetesinin idarehanesi ve matbaası yakılmak istenir, matbaanın camları taşlanır, baskı makineleri tahrip edilir, personel binada mahsur kalır, ölüm tehlikesi atlatır, vaka kabul edilemez halde iken İzmir Savcılığı vaka hakkında yayın yasağı getirir… Her şeye rağmen Demokrat İzmir Gazetesi yılmaz, gerekli tamir ve düzenlemeler sonrası “bizi sevenlerin huzurunda, muarızlarımızın ise işte yine karşılarındayız!” başlığı ile yayınlanır… Maalesef 27 Mayıs darbesi olur ve Demokrat Parti yöneticileri artık yönetimde değil, hapistedirler. Yaşanan baskıları, hoyratlıkları, despotlukları Demokrat İzmir Gazetesi unutmaz ve gündemde tutmaya devam eder… Eleştiriler ziyadesiyle sert olur ve unutulmasın diye de gündemde tutulmaya çalışılır… Doğru mu yanlış mı tefriki yapmak bana düşmez lakin bu eleştirileri de “Demokrat Partiden” adeta intikam alınıyor diye değerlendiren bir grup da vardır şüphesiz… Lakin Gazetenin izlediği sert politikaları “adeta intikam alırcasına” diye lanse eden zevzeklerin intikam alındığını beyan ettiği muhteremlerin devri iktidarlarında eylediklerini unuttuklarını ve yok saymasını da anlamak hiç de kolay değil… Sen güç elinde iken her türlü şeyi yapacaksın, bunları da adalet tecelli ediyor, kanun kuvveti, vs vs gibi tamamen seni temsil eden kudret ile tarifleyeceksin, sonra da ağlayacaksın, öyle şey olmamalı…

Evet, mezkûr kitap adeta bir Ege tarihi ön görüntüsü ile geçen yüzyılın ikinci yarısının bir özeti, teşekkürler Yusuf Rıza Düvenci ve Kaya Erdal Çapan… Kitap ihtiyaca binaen tam bir başvuru kitabı niteliğinde, yazarın ve ailesinin Çeşme merkezli anıları da var yeri geldikçe aktaracağım.


 

Cuma, Ocak 24, 2025

DÜŞMAN TEL’İNATI NASIL OLURMUŞ

 Balıkesir’e yolumun düştüğü çok defa maalesef “Kuvayı Milliye Müzesine” hiç gidememiştim. Canım Yurdumun her tarafı müzelik hakikaten, kâh arkeoloji, kâh etnografya, kâh resim heykel, kâh tarih coğrafya, kâh kent belleği velhasıl yüzlerce farklı disiplinlerde ve temalarda yüzlercesi… Çok büyük çoğunluğu Kamu Müzeleri olmakla birlikte az da olsa özellerine rastlamak mümkün…

Balıkesir Müzesini konu eden bir “Tarihe not düşürmeyi” mutlaka yapmalıyım dedim. Şüphesiz ki, fiziki şartları itibariyle sıradan bir müze, sade, düzenli lakin çok manalı mezkûr müze 2 kattan oluşmakta olup 1. Kat “Kuvayı Milliye” hatıratı, 2. Kat ise Balıkesir İl sınırları içindeki Kyzikos, Adramytteion, Daskyleion ve Antandros antik kentlerinin buluntularının teşhirine ayrılmış. Balıkesir Kuvayı Milliyesi şüphesiz her bir diğeri kadar değerlidir lakin genel Kuvayı Milliyenin kurulmasına öncülük etmiş olan 41 kahramanın da buralardan olması unutulmamalıdır. İşte bu baptan, 41 kişi ile alınan yazılı kararlar, kongrelerde alınan kararlar ile kişisel eşyalar, fotoğraflar, şiirler, açıklamalar duvarları süslemektedir. Ayrıca da Mustafa Kemal Atatürk ve eşi Latife Hanım’ın balmumundan mamul heykelleri bir odada da sergilenmektedir.   

Kuvayı Milliye bir antiemperyalist mukavemet ve kalkışmadır, bir istiklal harbidir şüphesiz… Siz bakmayın uzun yıllardır Canım Yurdumun dâhilindeki muktedirlerin müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emelleriyle tevhit edilmiş şahsi menfaatleri muvacehesinde koparılan vaveyla ile antiemperyalist yanın göz ardı edilerek olanından ziyade dini ve uhrevi tarafının öne çıkarılmasına, zinhar öyle değildir… Efendim sonrası şöyle oldu da, böyle oldu da, teraneleri de başka fasıldandır… Mesela, benim hayranlıkla okuduğum adını ilk kez duyduğum “Kuşdilli Leblebici Raşit (Yağşioğlu)”, manda, himaye ve istiklal tespit ve telini üstüne söylediği muhteşem söz, “mandayla, protestoyla düşman geri gitmez! Düşmanı durduracak kuvvet, namlunun ucundadır!..” Bu muhteşem söz, sonradan İstiklal Harbinin de Atatürk’ün ağzından “Ya istiklal, ya ölüm” şeklinde tahakkuk eden şiarının öncülü gibi durmaktadır. Bu söz, sonradan okuduğum, öğrendiğim her “antiemperyalist savaşının”, “her istiklal savaşının” bir şekilde ifade olarak benzeri lakin içerik olarak da bihakkın aynısıdır. Tıpkı ezilen milletlerin kurtuluş mücadelesinin dünya genelinde ittifakla kabul edilen bayrağı olmuş Ernesto Che Guevera’nın “Patria o umerta” (ya özgür vatan ya ölüm) deyişi kadar manalı ve değerli olup içerik olarak tam tamına aynısıdır.

Enteresan bilgiler ve dokümanlar da gördüm duvarlarda, mesela İzmir’in işgal edildiği haberinin Balıkesir’e ulaştığı 16 Mayıs 1919 tarihinde, bugün artık Kuvayı Milliye Müzesinin Ek Hizmet Binası olarak kullanılan o devirdeki “Okuma Odası” toplantısında bir protesto telgrafı çekilmesi kararı alınır, karar öncesi Mehmet Vehbi Bey (Bolak) tarafından katılımcılara hitaben şöyle bir konuşma yapılır; “Vatan-ı azjzimiz büyük bir tehlikeye maruzdur. Yanıbaşımızda İzmir, düvel-i îtilafiye’nin müsaade ve müsâmahasıyla Yunan orduları tarafından iki günden beri işgal edilmiş bulunmaktadır. Ve şimdi elimdeki şu telgraf, kalb-i milleti dâğdâr ve rahnedâr eden bu hadise-i müellimeyi bize ihbar ediyor. Bu tecavüz-i lainâne karşısında hukûk-ı milleti sıyânet etmek, menâfi-i memleketi korumak ve bu hususlarda konuşmak üzere burada ictimâ etmiş bulunmaktayız. Herkes mütâlâatını serbestçe serd ü ityân etmelidir. Her vatandaş ne buyuracaksa, onları dinleyip ittihâz-ı mukarrerat eyleyeceğiz...” Behemehâl bir heyet teşkil edilmek suretiyle protesto telgrafı çekilmesi kararı alınır, heyette hayret edilecek azalar da vardır, Rum Papazı Yani Konstantin, Ermeni Papazı Deragont, Osmanlı Bankası Müdürü Papadaki, Avukat Peron gibi… Teşhir edilen bilgilerden anladığım kadarıyla bu muhteremler çok doğaldır ki tayin edilmiş olmalarına rağmen telgrafı imzalamazlar… Manda ve himaye edilme istekleri üzerine tarihe altın harflerle geçen sözü de Kuşdilli Leblebici Raşit eder; “Amerikan mandası, İngiliz mandası, Fransız mandası ne demektir efendiler? Bizim Susurluk'ta manda çok! isteyen oraya gitsin!.. Düşmanı geriye döndürecek kuvvet namlunun ucundadır!” ve ilaveten “mandayla, protestoyla düşman geri gitmez! Düşmanı durduracak kuvvet, namlunun ucundadır!..”

Dinlediğim kadarıyla, şimdilerde artık bazı zamane “hormonlu öğretim görevlileri”, “intihalci profesörler” tarafından yazılan kitaplarda ve makalelerde mezkûr kahramanların ve değerli fikirlerinin yer almaması da günün ruhuna münasip düşmektedir herhalde. Ne de olsa muktedirlerimizin bize bilge tarihçi diye takdim ettikleri kerameti kendinden menkul, bildiği yanıldığına yetmeyen zevat “keşke Yunan galip gelseydi” demedi mi? Nereden nereye…

Hani dedim ya, şimdilerde dini ve uhrevi tarafının öne çıkarılma çabaları çok yoğunlaştı, diye… O devrin Müslümanları eğer padişah ve şürekâsı etki alanında değil ise istiklal mücadelesi yanlısıdırlar, tüm toplantı tutanaklarından bu anlaşılıyor. Padişah yanlısı dediğim ise tüm tarihi kaynaklarda da görüleceği üzere hâkimi siyasiye muvacehesinde meçhul mahfillerde kotarılan ve dâhilîde şerikler marifetiyle icra edilen umdeler manzumesidir. Kimse kalkıp da yok o öyle değildir de dememelidir bence çünkü hem işbirliği tesis edip muhaliflerine de teklif edecek hem de üstüne mağlubiyet neticesi kulağa sufle edenlerin zırhlı gemileriyle payitahtı terk edeceksin, maazallah… Söylenecek çok laf var da, hem zayi etmek istemiyorum hem de lafın tamamı malum muhteremlere söylenirmiş diyerek iktifa ediyorum…

Hülasa bidayette de söylediğim üzere fiziki olarak sıradan lakin mana bakımından çok değerli hatırlatmaların ve hatırlamaların mekânı bu müzenin bu baptan gezilmesinde geç kalmışlığıma yanarken yolu düşenin mutlaka görmesi diğerlerine ise mutlaka yol düşürmelerini hassaten öneririm. İstiklal mücadelesinin ruhunu yaratan, yaşatan ve dahi zafere ulaştıranların tarihinin ruhunu yansıtan bir diğer kahraman Hasan Basri Çantav’ın bir sözü ile bitiriyorum; “Hiçbirimiz tefahüre vesile aramadık, sadece vazifemizi yapmaya çalıştık". Her bir kahramana sonsuz saygılarımla anıları önünde eğiliyorum.