Çarşamba, Ocak 26, 2011

BİZDE DEMOKRATİK ÖZERKLİK İSTİYORUZ

24 Ekim 2007 tarihinde Diyarbakır'da yapılan Demokratik Toplum Kongresi'nde "Demokratik Özerklik Projesi" paketi hazırlanmış 8 Kasım 2007 tarihinde ise DTP'nin 2. Olağan Kongresi'nde kabul edilmiş ve bilahare de mevcut AKP hükümetince önce “Kürt açılımı” devamında da baskılar karşısında ricat ederek “demokratik açılım”a dönüşen projesi ile büyük kesişmeleri içeren yaklaşım hala kamuoyunda tartışılmaktadır.

Bu konu daha da çok tartışılır bu ülkede, bu kafayla, bu yaklaşımla, bu niyetle… Emperyalistler ve yerli ortakları Muktedirler de konunun bu şekli ile tartışılmasının sözde olmasa bile özde olması işlerine geliyor ya, durmak yok yola devam…

Bu konu ile ilgili görüşlerim şüphesiz var; ama bunu tartışmak değil derdim bugün, konu ile ilgili konunun ustaları “ulusların kaderlerini tayin etme” ve “konunun sınıf temelli çözümü” üzerine yıllarca kafa yorarak binlerce makale yazmışlar, binlerce kitap yazmışlardır, dolayısıyla haddimi bilerek bu konuda daha fazlaca laf söylemek istemiyorum.

Uzun yıllar önce Bülent Ecevit yanılmıyorsam 1974 yılı yazı idi, “Ayşe tatil çıksın” lafından önce idi, Çeşme’yi ziyaret etmiş ve basına verdiği demeç içinde “serbest bölge” kavramı geçmiş, ilk defa duyduğumuz bu kavram karşısında o yıllardaki yaşımız ve bilgimiz itibariyle konunun bize çok yabancı olması nedeniyle de, mezkûr konu üzerine arkadaşlarımız ile Çeşme’nin bağımsızlığına kadar varan binlerce fikir üretip, bağımsızlık ya da özerklik hayalleri kurmuş idik, safça ve çocukça…

Geçenlerde “Yeni Çeşme Gazetesi”nde 12.01.2011 tarihinde çok Sevgili Dostum Aydın Korkmaz’ın “Özelden genele” adlı köşesinde “Bölücülükse. Bölücülük. Ben de bölüyorum” başlıklı yazısında, neredeyse arkadaşlarımızla 35 yıl önce özerklik-bağımsızlık üzerine çocukluk-gençlik hayali kurduğumuz günlere gittim ve bunları paylaşmaya karar verdim. Ayrıca mezkûr yazıdan öğrendiğim kadarıyla, bizim bu anlamdaki bölücülük ya da özerklik üzerine kurduğumuz hayali ilk defa ve en kallavi biçimde Büyük İskender düşünüyor ve Smirna’yı (İzmir) kurduğu zaman, Urla-Seferhisar arasındaki vadiden kanal açarak bugünkü yarımadayı tam anlamıyla adaya dönüştürmeyi planlıyor.

Yine mezkûr yazıdan öğrendiğim bir başka şey ise; 1989 yılında Çeşme Belediye Başkanlığına DSP den aday olan ve sevgili dostum Aydın Korkmaz’ın ifadesiyle “Kızılcık Şükrü” platonikte olsa konu ile ilgili görüşler ileri sürmüş… Bu görüşler; Şifne deresi ile Alaçatı Azmağını bir kanal marifetiyle birleştirerek Çeşme ve Alaçatı’yı bir ada üzerinde tutmakla başlıyor, bağımsızlığa kadar uzanıyor. Sevgili dostumun “akıllara zarar” dediği projeye göre Çeşme il oluyor Alaçatı ise ilçe ve sonra da bağımsızlık ilanı… Rüya görmenin, hayal kurmanın zararı da yok, devam… “ne güzel değil mi? Ufacık ama güpgüzel bir adacık. Giriş-çıkışa bir de gümrük binası. Gelene gidene pasaport ve vize. İşi olmayana iş, evi olmayana ev. Gerisine ise; kusura bakma kardeşim kontenjanımız doldu. Bayrak mı? Gökkuşağı düşünmüştük. Yani doğanın tüm renkleri.” Diye devam ediyor sevgili dostumun yazısı…

Ütopyada olsa, hayalde olsa; ben de yazının girişinde belirttiğim hükümet yaklaşımı gereğince, düşünmeye devam ediyorum… Pasaportumuz uluslar arası kabul görmüş olacak, az nüfusu ile işsizlik, küçük bir ada olması nedeniyle ulaşım sorunu olmayacak, para ise Türk Lirasını kullanmaya devam ederiz, maliyesini döndürmek adına da turizm başta olmak üzere, Çeşmenin meşhur kumrusu, meşhur Çeşme kavunu, Çeşme soğanı, Çeşme üzümü, Çeşme Barbun ve Çipura balığı, Çeşme sakızı, Çeşme Hurma zeytini başta olmak üzere zeytincilik, Çeşmenin meşhur sakız koyunu vs. vs. tarım ve hayvancılık planlanır… 10 dönüm bostan yan gel Osman… Ohh. Ohh.

Hayal kurmanın da sağlığımıza solluğumuza da zararı yok ya, kur baba kur…

Hazır medyanın; her seçim sonunda seçim sonuçlarını değerlendirirken bizim ilçemizi kırmızıya boyamışken, Gâvur İzmir’in bir parçasıyken, varın bizden kurtulun.

Aman ha sakın bana yahu Çeşme kim bağımsızlık kim demeyin… Çeşmenin bağımsızlık geçmişine bir bakalım… MÖ III yüzyılda İyonya’daki 12 bağımsız başkentten biridir ve merkezide Erythrai’dir. Bilahare Pers işgaline ve egemenliğine karşı; diğer İyon kentleri ile birlikte ayaklanmış, Büyük İskender’in Persleri Anadolu’dan uzaklaştırması ile bağımsızlığını tekrar kazanmıştır.

Şimdi bunlar hayaldir diye ısrarla yazıyorum ya birileri de bunun suç olduğunu söyleyebilir ama Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can, ki kendileri şu an yaşadığımız ileri demokratik ortamın mimarlarındandır, Diyarbakır’da katıldığı “Anayasa Paneli”nde “Örneğin Anayasanın değiştirilemez maddeleri diye ilginç şeyler var. Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu. Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” demiş ya. Oda kocaman ve pek parlak hukukçu ve muktedirlerin akıldanesi ya, kesinlikle suç işlemez diye düşünüp, cesaretlenip bu kelamları ettim. Affola…

Haydi, hoş geldiniz Çeşme Cumhuriyetine…

Çarşamba, Ocak 12, 2011

İÇKİ YASAĞINA TÜRBAN: ÇOCUKLARI KORUMA

Tütün ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (TAPDK) çıkardığı “Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkilerin Satışına ve Sunumuna İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” ile muktedirlerin uzun yıllardır çaktırmadan idmanları yapılan içki içilen yerlerin şehir dışlarına çıkarılması denemelerine yeni bir boyut kazandırdı.

Haydi, hep beraber kısaca bu günlere nasıl geldik, yakın geçmiş üzerinden bunun bazı kilometre taşlarına bir bakalım…

Bir Gazete haberi; Ankara Çankaya İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde görev yapan polisler “Kurtuluş Parkı’nda el ele dolaşan, bank ve çimlerde oturan genç çiftleri Genel Bilgi Tarama'ya GBT) tabi tuttu, “Uygunsuz oturuyorsunuz” uyarısında bulundu”. Peki gerekçe ne idi, Polis vazife ve salahiyetleri yasasına göre Polis bu tür konularda gençlerin kötü yola düşmesini engelleyecek önlemleri hemen almalıydı, hemen çocukları ayrı ayrı evlerine göndermeli idi, ve hemen gereğini de yaptı. Eeee tabi bu gençler tabi bilmezler ya, elele tutuşurlarsa kötü yola düşerler maazallah, hemen gereği yerine getirilmeli idi Maşallah. Peki, kamuoyunda ciddi ve kalıcı tepkiler oluştu mu? Hayır.

Bir hatırlama; Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı İ. Melih Gökçek 1994 yılında heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapılmış "Periler Ülkesi" heykelini müstehcen bulduğu gerekçesiyle “tükürürüm böyle sanatın içine” demiş ve heykeli parçalatmak için yerinden kaldırtmıştı. Gerçi sonrasında Mehmet Aksoy Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı dava neticesinde eserin eski yerine konulmasına karar vermiş ve İ. Melih Gökçek’i tazminat ödemeye mahkum etmişti ya. Demek ki heykele karşı olmak öyle bazı ahmakların bize anlattığı gibi pek öyle kişisel bir tutum değil kurumsal bir yaklaşımmış, gelinen nokta da da bu gayet net biçimde anlaşılmaktadır. Bu kurumsal ve örümceksel yaklaşımdan tam tamına 16 yıl sonra Başvekil; “yıkın bu ucubeyi” söylemi ile Kars’taki İnsanlık Anıtı heykelini hedef alıyor yeniden hem de bir vites arttırarak, kafanın ardındaki kurumsal nefreti açığa çıkarıyor. Ama tepkiyi görünce klasik yöntem devreye giriyor, yanlış anlaşıldığı, bu lafın ruhunun anlaşılmadığı anlatılıyor masal dinleyicisi bizlere Kültür Bakanı Ertuğrul Günay tarafından, “Heykeli değil gecekonduları kastetti” diye savunuldu. Tabii ki biz de her şeyi yanlış anlıyoruz ya, Allahtan başımızda her türlü tuzağı anlayan bir iktidar var da, yırtıyoruz…

Bir başka hatırlama; Cumhuriyet Gazetesinde yıllar önce karikatürist Musa Kart tarafından Başvekil Erdoğan'ı ''kedi'' şeklinde betimleyen bir karikatür yayınlanmıştı. Bunun üzerine Başvekil kopardı bir vaveyla kopararak “haysiyetim ayaklar altına alındı” gerekçesi ile hemen her gün toplantılarda konuyu abartarak anlattı durdu, ama kafanın ardı tabiî ki sanat düşmanlığı ile dolu olunca bu kurumsal ve kuramsal yaklaşım kaçınılmaz olmaktadır. Sanata ve sanatçıya hoşgörü dinin yasakladığı sanat olunca başka, dinin karşı olmadığı sanat olunca başka, klasik takiye… Eeeeeeeeee nede olsa takiye dar ül harb te mübahtır.

Bir başka hatırlama; Başvekil Tayyip Erdoğan kendisiyle takışan medya patronu Aydın Doğan’a anlaşılmayan bir nedenle ya da bazı mahfillerde söylendiği üzere de danışıklı dövüş nedeniyle kızar ve her toplantıda sevenlerine ve seçmenlerine, cephe aldığı Aydın Doğan’a ait gazetelerin okunmamasını tavsiye etti (emretti).
Peki, bununla kaldı mı, hayır sonra da bazı gazete ve gazetecileri hedef alarak başta Hürriyet Gazetesinde iktidarı hedef alan yazılarıyla tanınan Emin Çölaşan olmak üzere bir sürü gazeteciyi işinden etmiştir. Diyelim ki muhalefet etmeyi sonlandırmıyorsa bu medya patronları ve gazete yazarları yani susmuyorlarsa, bir taraftan vergi cezaları ile yola getirmeyi deniyor yine de olmuyorsa bu sefer de Kanaltürk TV de olduğu üzere satın alma yoluyla dize getirildi…

Bir başka hatırlama; Ankara'da polis bir restoran basarak, çocukları ile yemek yemekte olan ailelerin kimliklerini topluyor, nedeni ise içki satılan restoranlara 18 yaşın altındakilerin alınması nedeniyle “mahalle baskısı” ile “devlet baskısı” birlikte olunca konunun nerelere varacağı bile bizi kendimize getiremedi. Takıldık fareli köyün kavalcısının peşine…

Bir başka hatırlama; Kadına ve gençliğe bakışı göstermesi açısından çok önemli bir karar Mersin’deki Nevit Kodallı Anadolu Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi Müdürü, erkek ve kız öğrencileri sürekli sözlü şekilde uyararak, birbirlerine 45 santimetreden fazla yaklaşmalarının yasak olduğunu söylemiştir. Peki, müdür deyince konunun çok ta kurumsal ve kuramsal boyutu anlaşılamıyor ya, bakıyoruz muktedirler ne diyecekler diye; Milli Öğretim Bakanı ne diyor “ben inceledim ve müdürü haklı gördüm” işte size, zarfa değil mazrufa bakın…

Bütün bu yaşananların kesinlikle iyi bitmeyeceğinin her türlü emaresi ortada bu kadar ayan beyan dururken, muktedirlere göbeklerinden bağlı olan bir takım tosunların “siz bu yapılanların ruhunu anlayamıyorsunuz” ya da “dananın altında buzağı aramayın” diye ortaya çıkması bizi en hafif ifadeyle şapşal yerine koymaktır. Hele yine bu ahmakların, bizi ahmak yerine koyarak “gençleri alkollü içeceklerden uzak tutmak amacı görülmüyor” demeleri ise tam bir bühtandır. Şimdi bizim sağlığımızı düşünerek bu kadar çalışılıyor ama biz bunu anlayamıyoruz ya yuh olsun bize be… Ama GDO lu ürünlere de biz karşı çıkıyoruz ama bu sefer onlar yasa çıkararak GDO yu yasallaştırıyorlar, ama bu konuda mezkur tosunlardan ses yok… Bunların öncülleri Çernobil’den dalga dalga radyasyon yayılırken utanmazca terbiyesizce ve ahlaksızca TV lerde boy göstererek elinde çay bardağı ile “bak ben içiyorum bir şey olmuyor” da diyebilmişti ya. Radyasyon ve GDO sağlığa zararlı ama kılları kıpırdamıyor ama alkol zararlıymış, yuh be vallahi bak bunu da fark etmiyoruz ya…

Eeeeeeeee artık “yetmez ama evetçiler” için kına ithalatına gidilmesi kaçınılmaz olmuştur… Bu da onlara HSYK seçimlerinden sonra da kapak olsun ne diyelim…

Almanya 3. Reich hükümetinin “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels” ne diyor bir kez daha hatırlayalım “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ve “Söylenen yalan ne kadar büyükse, inanan o kadar çok olur.”. Başka söze gerek var mı?

Bunların yaptıkları arabanın harekete geçişi gibi önce 1. vites sonra 2. vites e geçer gibi, dozaj arttırarak getirmek şeriatı… Yavaş yavaş; alıştırmak, kanıksatmak ve kabulettirmek stratejisi…

Bütün bunları, taraf olan kişilerin kişisel yaklaşımıdır diye değerlendirir ve kabul edersek sonunda toplum kalfalarının (toplum mühendisi demiyorum çünkü fazlaca fenni ve çağdaş bir durumu arz eder) dini yaşamı bize seve seve dayatmaya çalıştığını ıskalarız, Allah muhafaza…