Çarşamba, Ekim 25, 2023

RÜSTEM ŞENKUL, İZ BIRAKAN BİR MUHTAR

Uzunca bir dönem Çeşme’nin 2 nahiyesinden birisi olarak ve Cumhuriyet döneminde ise 1980’lere kadar geçmişteki görkemli günlerinin mirasına layık olarak korunabilmiş bir yer iken başta siyasal ve toplumsal olmak üzere her alanda bir altüst oluşun her türlü kötü ve olumsuz yansımasından nasibini almıştır, Çiftlik Köy, maalesef… Osmanlı’nın farklı dönemlerinde “Aşağı Çiftlik”, “Yeni Nahiye”, “Çiftlik-i Kebir” ve  “Katopanagia” adlarıyla maruf Köyümüz, sahip olduğu sosyal ve kültürel zenginliğe mütenasip evleri, sokakları ve sokak kaplamaları, çeşmeleri ve su şebekesinin bakiyeleri, İskelesi, Kilisesi, Maşatlığı ile Anneannem Hacer Karagöz’ün ifadesiyle Ege’nin Paris’i olarak hatırlanmaktadır. Kendi belediye teşkilatının da varlığını Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatnamesinden bildiğimiz Çiftlik Köy, önce abuk subuk bir değişim dalgası ile zedelenmiş ve bilahare de siyasal statüsünün bile diğer birçok yer benzeri gibi siyasi planlara ve beklentilere kurban edilerek mahalle düzeyine indirilmiştir. Bu değerlendirme benim şahsi görüşüm olup aykırı düşünenlere katılmasam da saygı duyarım.

Evet, böylesine kısa lakin muhteşem bir tarihe sahip köyümüzün “Efsane Muhtarı Rüstem Şenkul” benim çocukluğumun çok önemli kişilerindendir. Rüstem Şenkul büyüğümüz tıpkı Çeşme Musalla Mahallesi eski muhtarlarından Ali Tunar benzeri sanki “ezelden ebede” muhtar olunur görüşünün bendeki fikri tezahürüdür. Rüstem Abimiz, son derece medeni ve asri beşeri ilişkileri içinde Ayhan Işık ve Clark Gable ortalaması bir yakışıklılıkta izlenim veren, Mark Spitz sportmenliğinde faaliyette bulunan, bir muhtar olarak da dönemine mütenasip olgun, doygun, bilgin ve vakur bir kişi olarak benim hatıralarımda saygın bir yer tutar. Köyümüzün bir diğer efsane ismi Bekçi Recep Bozkurt (devlet) ile birlikte yegâne kravatlı kişileri olarak hatırlanmakta olup sahip olduğumuz fotoğraflar da birer tevsik belgesidir adeta… Dönemin en fazla taklit edilen Ayhan Işık bıyığı, her daim temiz ve titiz ütülü giysileri ile "bu köydenim ve köylüyüm lakin temsiliyetim benim böylesine bir görünümde olmamı gerektirmektedir" çağdaşlığı içinde oldu her daim, Rüstem Abimiz.  

Baba, Mustafa Şenkul, nam-ı diğer TAFO ise Balkan göçmenidir, çoğu köylümüz gibi… Çiftlik Köyümüzün her ailesi gibi tarım toplumuna mütenasip şekilde çok çocuklu bir aile, geldikleri yerlerdeki faaliyetlerin devamı niteliğinde büyük çaplı hayvancılık ve buna uygun çiftçilik faaliyetleri hep en öndedir. Dönemin Çiftlik Köyünde her ailenin birbirlerini çok iyi tanımışlıkları yanında özellikle derenin kuzey doğusundaki ya da Güney batısında kalanlar sanki birbirleriyle biraz daha yakın gibi gelirlerdi bana ya da ben öyle hatırlıyorum. Biz de Yukarı Mahalle diye hatırladığım Kuzey Doğu bölümünde TAFO ve ailesi ve dahi kardeşi Kasım Hoca ve ailesi ile biraz daha yakın ilişkiler yürütüyorduk ya da yine bana öyle geliyordur. Tam hatırlamıyorum şimdilerde… Lakin TAFO’nun küçük oğullarında İlhan Abi ile dönemin de ruhuna mütenasip olarak tabanvay seyahatlerin yaygınlığı içinde Çeşme ve Çiftlik Köy arasında ve normal yoldan ziyade Karadağ’ın ters istikametinden yani Çolak Ali tarlaları tarafından çokça seyahat etmişliğimiz vardır. TAFO’nun tüm çocukları köyün diğer yaşıtlarıma benzer bana da her birisi abi olmuşlardır. Rüstem Abi ile bir İlhan Abi muhabbeti tutturamamış olsak bile gayet içten ve samimi küçük küçük hasbıhallarımız olurdu.

Bilindiği üzere, bugün bir torunun da adını taşıdığı baba Mustafa Şenkul’un lakabı TAFO idi. TAFO’nun ne anlama geldiği konusunda birkaç rivayet olmakla birlikte benim okumalarımda ve araştırmalarımda şahit olduğum üzere özellikle Balkan Göçmenlerinin ziyadesiyle yaygın kullandığı sahip olunan gerçek adın orta ya da son hecelerini hoş bir biçimde kırparak sevimli bir hale getirdikleri yönündedir. Mesela; Azize bir anda Ziza, Abdullah Dula, Emine Mino, Hafize Fiza, Hasan Sani olduğu üzere Mustafa da Tafo oluveriyor. Burada sürekli olarak aile içindeki bebek ya da çocukların seslenişlerinin sevimli ve keyifli halinin büyükler tarafından taklidi esası ve birkaç hecenin bazen ön tarafındaki bazen de son tarafındaki sesli harflerin değiştirilmesi halinde tezahürü söz konusudur. Ve kanımca da bu uygulama son derece güzel ve keyifli olup adları da bir o kadar sevimli ve sevilir hale getirmektedir. Ve yine okumalarımdan anladığım kadarı ile bu uygulamanın en yaygın olduğu coğrafya Kosova ve Arnavutluk olup göçmenlerinin de hala yaygın olarak gittikleri yerlerde bile bunu takip ettikleridir. Zaten Mustafa Şenkul büyüğümüz de bir Arnavuttur. Diğer taraftan benzer bir durum torun Mustafa Şenkul’da da devam etmiş olup gelenek korunmuştur. Sevgili arkadaşım Mustafa, ki halen Afa olarak bilinir ve anılır Köyümüzde. Evet, açıkçası son derece sevimli ve akılda kalıcı bir hale dönüşmüştür, Mustafa iken Afa oluşu

Rüstem Abimiz için Mark Spitz benzetmesi de yapmış idim ya, onunla ilgili bir hatırladığım var, müthiş bir örnek alınası girişim… Çiftlik Köy’den Yunanistan’ın Sakız Adasına çıplak ve korumasız yüzmesi… Şimdi net hatırlayamadığım bir kabotaj bayramı mı yoksa bir Ulusal Bayram gününde mi muhtemelen de kabotaj bayramında oldu bu geçiş… Hatırımda kalan maalesef sadece bu yüzme eylemi ve “barış ve dostluk” temalı olması… Hangi gün idi, korumalı mı idi, Sakız’a ulaşılabilmiş mi idi, hafıza kayıtlarımda bunlar yok…

Dayım Yaşar Karagöz’ün 2. evliliğindeki nikâhını da Rüstem Abi kıymış idi… Çok küçük olduğumdan hayal meyal hatırladığım bu tören neticesi Rüstem Şenkul yetkili ve etkili bir insan olarak koltuğunun altındaki “defter-i kebir” ile eve gelişinin, görevini yapmasının, bilinçaltıma çakılmış olması… Dönem itibari ile muhtarlık ve muhtar gerçek manada önemli makamlar idi, şimdiki gibi değil ne yazık ki… O devir etkin olup, şimdiki dönem edilgin olması devletin başkaca ali menfaatlerine mütenasip bir yapılanmanın tezahürü olsa gerektir.

Neyse; bu yazı vesilesi ile artık aramızda olmayan başta TAFO (Mustafa Şenkul) ve Rüstem Şenkul olmak üzere tüm diğer büyüklerimizi derin bir saygı ile yad ediyor, Rüstem Abinin oğulları dostlarım Muhittin ve Mustafa Şenkul’lara da uzun ve mutlu bir hayat diliyorum… 


Cuma, Ekim 20, 2023

KİRAZ AĞACI

Gökçer Tahincioğlu’nun “Kiraz Ağacı” adlı kitabını okuduğumu gören bir dostum, genellikle kitaplar üstüne yaptığımız sohbetimiz arasında mezkûr kitap hakkındaki yorumumu sormuş idi, yazacağımı söyleyerek geçmiştik, işte şimdi yazıyorum, gecikmeli de olsa… Kitap; dayatılan her şeyin “bila kayd ü şart” kabul edilmesi ile muhataplarının reddi dilemması içinde tarihe “hayata dönüş” diye insanların boğazlanmaya çalışıldığı bir dönemin tekmili birden hikâyesidir. İlaveten de sanıklar/tanıklar; Hivda ve Deniz’in yaşanan bu “devletin kerim hali” dayatması sürecinde yakalandıkları amansız “Korsakoff” rahatsızlıklarının üstünden hatırlamanın kutsiyeti dün ile bugün arasındaki haliyle kaçınılmaz yaşanacak geliş gidişlerle yaşananlara büyüteç tutulması hikâyesidir bana göre…

Hatırlamanın, hatırlatmanın ve bunların üstüne düşünmenin ve konuşmanın zinhar bir yerlere de sığınmadan tüm bunların yapılması gereğinin tebarüzü gibi görünmektedir Gökçer Tahincioğlu’nun bu romanı… Kendine has üslup ve tarz ile okunası bir kitap… Kahramanların ve anlatıcının anılarının öncesi ve sonraları arasındaki münasebetin ayrışma ya da kesişmelerinin, esasen de bir “yok oluşun” neden ve nasıl bir “var oluşa” dönüşeceğinin metaforu kiraz ağacı tespiti ile gönendirilmesinin çok anlamlı bir anlatımıdır. Kiraz metaforu bir anlamda da hayatın devamının zımnen kiraz ağacı ile hayatın nihayetlenmesinin ise sakura Ağacı ile ifadesi gibi gelmektedir bana… Nihayetinde her ikisi de kiraz lakin fahiş fark devamlılık ve nihayetlenme…  

Kitaptaki kahramanlardan ikisinin, Hivda ve Füsun’un babaları Sadık’ın kızları için gecekondunun bahçesine diktiği kiraz ağacı için söyledikleri de ziyadesiyle manalı ve hayatı, sevmeyi hele de aşk üstüne yarattığı mecazı itibariyle… “Kiraz da güllerdendir. Biliyor musunuz kızlar? Gül ailesindendir kiraz. Açtı mı bahar geldi demektir. Kuşlar bunların çekirdeğini taşıya taşıya bütün dünyaya sevdirmişler kirazı. Gülün meyve halidir kiraz. Meyvelerin hası. Nazlıdır, ne çok soğuğu sever, ne çok sıcağı. Çok suyu bile sevmez. Öyle kırılgan. Kışın bunun üzerini kapatacağız, çok soğuk almasın. Yazın suyuna dikkat edeceğiz, çok kurumasın. Sonra baharda bırakacağız kirazı. Çiçeğe durduğunda bileceksiniz ki aşık oldu kiraz ağacı. O sırada yağmur yağmasın diye dua edeceksiniz. Aşk gibi işte, onu yaşarken kimse ilişmeyecek size. Ölenlerin ruhu geçermiş kiraz çiçeğine. Erken yaşta ölenleri… Beş-altı yıl sonra meyveye duracak bu fidan kızlar. Kirazlarını toplarken konuşacağız hayatı. Bakalım nasıl akmış hayat…”

Kitap, büyük kentlere göç, gecekondu iş ve işsizlik, devletin kanatları altına sığınarak hayatı idame ettirme itirazın ise nelere mal olacağının da bir tebarüzü gibidir. Esasen göç ve gecekondu ve sosyolojisi üstüne “Ancak taşra kentlerini gördüğünde anlamıştı bunun mümkün olabileceğini. Orada da birkaç ailenin ilk yerleştiği yer, kapanın elinde kalıyor, o aileler kendilerini güvende hissedebilmek için benzerlerini yanlarına getiriyorlardı. Başta birbirinden habersiz büyüyen sokaklar, mahalleler, diğer mahalleden haberdar olduğunda görülmez çitlerle ayrılıyorlardı. Herkes yerini biliyordu artık. Daha hızlı büyüyen, daha çok güçlenen ya diğerini yıkardı ya da olası bir saldırıya karşı koyabilirdi. Bu bitmez düşmanlık, zamanla birbirine bir kıvılcım çakana kadar ilişmemeye dönüşmüştü. Sonradan yapılan uzak mahalleler ise o iki mahallenin zenginlerini birleştirmiş, artık aynı apartmanın kapısından girip çıkmaya başlayan insanlar da birbirleriyle iyi geçinir hale gelmişlerdi. Hoşgörü dedikleri yalancı bir örtüydü.” diyerek benzerlerin polarizasyonu tespitini geliştirmektedir. Tüm bu gelişim ve sonuçlarının toplumu ve de bireyi adeta kuşatarak bazılarını alabildiğine duyarlı bazılarını ise her yol mübahçı noktaya sürüklemesi de kaçınılmazdır. Göç ve gecekondu gerçeğinin her çevrede farklı değerlendirmeye tabi tutulduğu toplumumuzda ise, tarif ve tespitlerinin sade birer aritmetik figür ötesine geçememesi gerçeği bir yana sonuçlarının günümüzde doğurduğu kentsel dönüşümler ise bahçeli ve tek katlı gecekondulardan çok katlı gecekondulara sıçrama platformudur. Eee bu da az bir şey değil tabii ki…

Esasen de; hala aydınlatılamayan ya da aydınlatılmak istenmeyen tarihin en karanlık sayfalarından biri olarak kayda geçirilen “hayata dönüş operasyonu” kitabın, göç, gecekondu, iş ve işsizlik, yoksulluk, devrimci mücadele, hak arama, düzen ya da düzensizlik sorgulaması, tutuklamalar, işkenceler, sürgünler, ağır hapishane şartları, direnişler, bastırmalar, sindirmeler, korkunç sonuçları ve görüntüleri olan direnişler, yeni cezaevi tipleri, devletin en önemli yatırımı yeni cezaevleri, bu yatırımlara sevinen canım yurdumun insanları, istihbarat çalışmaları ve çalışanları, tüm bunların üstünden yüksek politika oluşturulması gibi detaylar arasından öne çıkan ya da çıkarılan bölüm. Operasyonun siyasi karar vericilerinin bile, başta Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk olmak üzere, yıllar sonra nedamet göstererek “ölçünün kaçtığını” itiraf edenlerin bile olduğu bir kara düzen ve kapkara sonuçları, gözlerimiz dolarak izlediğimiz ve bugün hatırladığımızda bile yüreğimizi burkan görüntüler yaşandı… Ölenler, sakat kalanlar, psikolojisi bozulanlar, kalıcı rahatsızlıklara neden olan bu acımasızlığın, hoşgörüsüzlüğün dibine kadar yaşandığı sürecin bu abuk subuk “kerim devlet” dayatmasının mirasıdır ve bugün hala bu olumsuz izler silinmemiştir. Tüm bu yaşananları savunanların içeridekilerin silahlandıkları, başkaldırdıkları iddialarının bini bir para yalan dolanın haddi hesabı görülmedi görülemedi ve görülemeyecekte. Buna inananların bolca, gülen karakargaların da azca olduğu bu kocaman süreçte, yahu bu içeride silahlar vardı iddiasının bir türlü nasıl oraya girdiler, girmişler, kim aracı olmuşa evrilememiş hali gözümüzün önünde ve halen de kimseleri rahatsız etmemektedir. Oysa operasyona gelinceye kadar kocaman bir süreç yaşanıyor, içerideki insanlar o günkü siyasal inanış ve kavrayışın temsilcileri tarafından günahkâr tayini ile hiçbir insani haktan yararlandırılmama konusunda kararlı bir şekilde tehdit ve tenkil edilmektedir. Tüm bunlara da ilaveten böyle mi davranırsınız alın size daha da beteri denilip yarattıkları insanın yok edilmesinin aracı sayılacak F tipi cezaevlerine nakiller başlatılmıştır. O günün muktedirleri ve akıl daneleri başta da sosyal demokratların ya da demokratik solcuların piri muhterem olmak üzere mahkemelerin size verdiği cezalar azdır ilaveten biz de kafamıza göre cezalar vereceğiz dayatması ile yaktılar, yıktılar. Demokrat Solcuların piri muhterem “o operasyonları yap(a)masaydık IMF ile ikili anlaşmaları yapamazdık” diyerek adeta cezaevlerinin dışındaki muhaliflere de aba altından sopa gösteriyordu. Biz seyredenlerin çoğu da yahu devlet böyle intikam tarzı cezalandırmalar yapar mı diye sormadık zinhar… Ölen tutuklular, kolları, bacakları kopan tutuklular, bir daha asla iyileşemeyecek kadar sakat kalan tutuklular ve dahi ölen askerler olmuş kimin umurunda, varsa yoksa yağma hasanın böreği düzeni korunsun… Ve dahi dışarıdan tutuklu aileleri ve yakınları düşman hukukuna tabi, ya böyle bir şey var mı diyen bir avuç sanatçı ve bilim adamı dışında kimse yok ortalıkta…

Aslında kitabın ele aldığı dönemin olaylarını kronolojik olarak sıralamak mümkündür lakin gerek var mı diye baktığımda da; “hepimiz oradaydık” her şeyi tüm çıplaklığı ile gördük, ayıp olur şimdi bunları sıralasam hatırlayanlar için hatırlamayanlara da zaten yapacak bir şey yok, onlara iğne, ilaç ve doktor kâr etmez, övendire bile hatta Roma mızrağı bile az gelir…

Cuma, Ekim 13, 2023

ARDIMDAKİ YILLAR ve İYİ SAATTE OLSUNLAR

Yazar Yıldız Sertel’in “Ardımdaki Yıllar” adlı anı kitabını okuyorum, neredeyse tamamını okuyarak öğrendiğimiz ve bildiğimiz sosyal ve siyasal çalkantıların yazar tarafından görüldüğü biçimi ile anlatımı… Değerli bir kitap… Hele hele SSCB’nin her dönem en önemli isimlerinden olmuş Molotof’un anıları ardından taze taze okununca… Türkiye, İngiltere, Amerika, Çekoslovakya, Avusturya ve Almanya üzerine bölümlerinde enteresan gözlemler ve anılar olmakla birlikte ben kitabın Sovyetler Birliği bölümü üstüne yazılanlarını bu yazıda ele almak istiyorum…

Bilindiği üzere yazar Canım Yurdumun basın tarihi ve sosyal mücadeleler açısından yaşanmışlıkları çok önemli bir aileden gelmekte olup esasen de kitabın tanıtımında da yapıldığı üzere; “uzayan bir sürgünlüğün, sıkıntıların, anne ve baba acısının her anlamda tarihe düşülmüş notları… Entelektüelin gönüllü sürgünlüğünün yanına, siyasi baskıların, ayrılığın, yarım kalmış yaşamların acısını da katan bu kitap” ile, 1950’lerin başından 1990’lara kadar olan yaklaşık 40 yıllık sürgünlüğün bunun da yaklaşık 20 yılının geçtiği “sosyalist ülkelerdeki” şahit, muzdarip ve muhatap olduğu hayat ile muazzeb ve müteellim ademoğullarının tekmili birden hikayesi babından… Sovyetler Birliği anıları da çok uzun kendi içinde, Moskova, Bakü ve tatil yerleri olarak bölümlenmiş olmakla birlikte benim uzun yıllar sonra çalışmaya ve gezmeye başladığım bölümlerine kadar sarkmış boyutunu siz isterseniz tsunamisi deyin isterseniz tortusu deyin ben de mirası dediğim bölümü çok önemli benim için…

“Ardımdaki Yıllar”, bir bakıma sosyalizm, Sovyet Sosyalizmi ve TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile uygulamaya yönelik sonuçların üstünden bir kavga ve hesaplaşma görüntüsü vermektedir, adeta. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin fahiş bir bürokratizme dönüşmesinin şahitlikleri üstünden kendisinde oluşan hayal kırıklığı ve bu nedenle de bazı isimleri hedefe alarak buradan ciddi kızgınlıklar aktardığı bir süreç. Sadece Sovyetler Birliği değil, Demokratik Almanya, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan, Romanya ve Çin’e dair gözlemleri de vardır. Lakin özellikle de TKP ve TKP SSCB temsilcisi Marat (İsmail Bilen) üzerinden ülkeye yönelik yaratılmış cennet görüntüsü nedeniyle SSCB’ye gelmiş Türkiyeli komünistlerin yine Marat’ın sekter, kayırmacı ve gayri hümanist yaklaşımları sebebiyle yaşadıkları, özellikle de Sibirya sürgünlükleri konusu görünen o ki karşı mahallede ciddi tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur. Buradaki iddia o ki; Marat ile ters düşen herkesin yolu Sibirya’dan geçmiş… Artık doğrusu nedir, eğrisi nedir, tüm bunlar tarihçilerin, araştırmacıların vazifesi… İsteyen de “Gulag Takımadaları” kitabı yazarı Soljenitsin’e küfür etmeye istemeyen de alkışlamaya devam edebilir… Lakin sosyalizm ile çok erken yaşlarda tanışmış ve TKP saflarına katıldığı bilinen yazarın bu noktaya gelmesinin de hiç de öyle hafife alınacak bir yanı olmadığı aşikârdır. Öyle karşılıklı mevzilenip pasa “ver mermiyi” ile de bir noktaya gelinemediği yeterince sarihtir…

Kitabın “Erivan Radyosu’nun hikâyeleri” başlıklı bölümü benim açımdan enteresan çünkü çok çok sonra da olsa benzerlerinin kişilerde yarattığı alışkanlıkların halen devam ettiğine şahitlik ettim. “Türkmenistan’a Benzemek – 13 Altyn Asyr” başlıklı 28 Kasım 2021 tarihinde yayınlanan yazımda olduğu üzere “Türkmenistan’ın ne yazık ki; kamuyu ilgilendiren, kamunun ilgi gösterdiği hiçbir şeyin özgürce konuşulamadığı bir ülke olduğunu, vatandaşların “kulaktan kulağa” fısıldama konusundaki maharetinden kolayca anlayabilirsiniz. İlaveten yine bu mazlum vatandaşların “işaret dili” konusundaki mahareti hiçbir şekilde gözden kaçmaz. Mübarekler bir parmak ya da el işareti ile bir sayfalık meram ve murat ihzar eylerler ki evlere şenlik.” şeklindeki benzer tespitlerime istinaden derhal hafıza tazelemesini gerçekleştirdim. Ne diyor, Yazar kendisine anlatılan ve gayet hoş bir hikâye ile başladığı bölümde, evvelemirde hikâyeyi bir yazalım ki, konuyu anlamakta müşkülata düşmeyelim.

“Yaşlı adam bir birahaneye gitmiş. Tezgâhtaki adama sormuş:

-        Kaç fıçı biran var?

-        100

-        Kaç para eder?

-        500 Ruble

-        Al 500 Rubleyi. Kapıya bir ilan as: “bira bedavadır”

Adam ihtiyarın dediğini yapmış. Biranın bedava olduğunu duyan halk üşüşmüş. Kuyruklar büyümüş. Kavgalar olmuş, masalar devrilmiş, camlar kırılmış. Sonunda bira bitmiş, birahanede ne sağlam bir eşya ne bir bardak kalmış. Herkes çekilmiş. Birahane sahibiyle, ihtiyar karşı karşıya kalmışlar. Adam, ihtiyara sormuş;

-        Ben sana ne kötülük ettim ki, birahanemi bu hale getirdin?

-        Görüyorsun ki ben yaşlı bir adamım. Bu işin sonunu göremeyeceğim. Bilmek istedim, sosyalizm aşamasını geçip, komünizme (parasız topluma) ulaştığımız vakit, nasıl olacak.”

Bu hikâyenin anlatıldığı zaman orada bulunan bazıları “komünizm düşmanlığı yapıldığını” iddia etse de hikâyeyi aktaran adamın da “ben de komünistim” demesi ile görece yumuşamıştır ortam.

Yine kitabın aynı bölümünden devam edelim, “Bu kabil hikâyeler kulaktan kulağa dolaşıyordu. Buna “Erivan Radyosu” diyorlardı.”  “Erivan Radyosu’nun Kafkaslar’da dolaşan bir hikâyesi de şuydu: Türkiye’li bir Ermeni, Erivan’a gelmiş. Trenden inince cimadanini (bavulunu) yere bırakmış. Eğilip, toprağı öpmüş, “vatan” demş, başını kaldırmış, bavulu yok, Kahrolsun böyle vatan!” demiş.”

Bu bavulun kaybolması hikâyesi aklıma sözleşme imzaladığımız ilk iş için kurulan şantiye düzeneğinde, işçilerin sabah şantiye girişleri akşam çıkışları esnasında üst baş araması yapılmasını da görünce “insan haklarına aykırı” hatta “insana hakaret” ediliyor derhal bu uygulamayı terk edin demiş idim. Sonuçta uygulamayı başlatan arkadaşlarımın ne kadar haklı olduklarına şahitlik etmiş idim.

Neyse kitaptan “Erivan Radyosu” hikâyeleri aktarmaya devam ediyorum. “Moskova’da otobüste biletçi yoktur. Herkes, parasını atıp, biletini alır. Bir otobüste şöför yolculara seslenmiş:

-        Yurttaşlar, biletleriniz alın!

Bir yolcu sormuş:

-        Neden yurttaşlar diyorsun da, yoldaşlar demiyorsun?

Sovyetler Birliği’nde devrimden sonra, “bey”, “hanım” sözcüklerinin yerini “yoldaş” almıştı. Hemen de herkes birbirine “yoldaş” der. Bu bir nevi komünizm yolunda beraberlik, komünistlik anlamına gelir. Komünist partisine girmek bir imtiyazdır. Şöför cevap vermiş:

-        Yoldaşlar otobüse binmez de ondan.”

Bir başka hikâye; “Paris’te bir grup ermeni gidip Ermenistan’a yerleşmeye karar veriyorlar. İçlerinden bir tanesi evvel davranıyor. Ona tembih ediyorlar: “gidince, oradaki durumu bize bildir.” Sansürü, istediğini yapamayacağını düşünerek de, şöyle bir parola tertip ediyorlar. Mektup yazmayacak, fotoğraf gönderecek,. Eğer fotoğrafta, oturuyorsa durum fena, ayakta duruyorsa, durum iyi. Fotoğraf gelmiş, adam yatıyor.

Aaaaa, bunlar korkudan oluşan iletişim şekli değildir diye iddia edenler varsa da, onlara da bu muhteremler “kelimeleri lüzumsuz tüketmeden ekonomik” kullanıyorlarmış diye bir izah hakkı tanıyalım.  Bu manada artık bir yanı göçmüş dünyada, tek yanı ile yol bulmaya çalışan mazlumları zapt-ı raptı altında hizaya ve sigaya çekme uzmanı dünya liderlerine muhteşem bir örnek teşkil etmekte olanlara da bin selam. Nihayetinde oralarda her türlü abukluk âsâr-ı kudsiye artık”

 

 


Cumartesi, Ekim 07, 2023

İLK ŞİKEDEN BİR ÖNCEKİ ŞİKE YİNE MALUM TAKIMLAR

Futbolda ilk şikeciler diye bloğumda bir yazı yazmış idim oysa o günde bildiğim üzere bunun bir öncesi vardı lakin öyle yazmamış idim çünkü o gün yazdığım Fenerbahçe Beşiktaş şikesi 23 Mayıs 1943 yılının bir diyeti idi ve diyetinden başlayalım istemiştim. Bugün de ilk şikeye değinelim, Fenerbahçe o gün Beşiktaş’ı yen(e)meseydi Galatasaray şampiyon olacaktı ama “Galatasaray düşmanlığı” behemehâl devreye alınır “şike kardeşliği” tertip ve tesis edilir, sezon içinde 3 kez karşılaşıp 3 kez galip gelen Beşiktaş o gün sahaya yenilmek üzere tertip edilmiş bir takım ile çıkar ve 4-1 yenilir… Murad tesis edilmiş Fenerbahçe şampiyon olmuştur… Nasıl bir şampiyonluk… Nasıl bir şike… Şikeden sözde kim şikâyetçi bugün yıldız yarışında geride kaldıkları için şüphesiz Beşiktaş ve Fenerbahçe… Yalan dolan işler işte… Kendilerininki hep normal… Mesela Fenerbahçe’de, Beşiktaş’ta daha lig organizasyonu yapılmamış iken oynadıkları maçlardan bile “yıldız” devşirmeye daha doğrusu aşırtmaya çalışıyorlar, kaldı ki Beşiktaş bunu becerdi de… Buna alet olmaması gerekenler de dilsiz sağır rolüne abanmışlar maşallah… Tam bir kara propaganda misali…  

Döneminin playof’u niteliğindeki “Milli Kümenin” İstanbul Futbol Ligi’ni ilk 4, Ankara Futbol Ligi’ni ilk 2, İzmir Futbol Ligi’ni ilk 2 sırada tamamlayan takımların katılımıyla, toplam 8 takımın 10 haftada 14 müsabaka yaparak mücadele ettiği 1942-1943 sezonunda, Fenerbahçe şampiyon olur… Görünüşe göre zaten 14 müsabakanın 11’ini kazanma becerisi göstermiş, toplam 30 gol atmış, 6 gol yemiş, hali ile tabelanın birinci sırasına oturmuş… Evet, tabela böyle iken tek tek maçlara ve maçların hakem ve kadrolarına bakınca durum bambaşka bir hal alıyor. Mesela Beşiktaş İstanbul Bölgesel Liginde 14 maç 69 gol, Milli Küme maçlarında ise 14 maç 47 gol atma becerisi gösterdiği mezkûr sezon Fenerbahçe’yi 3 maçta da yenme becerisi göstermiştir.

Hani, Türkiye Futbol tarihine “şerefli ikincilik” deyimini sokanlar var ya, mezkûr müsabakada salt Galatasaray şampiyon olmasın diye “has” kadrosunu sahaya çıkarmayan esasen de dönemin Canım Yurdunun en önemli golcüsü Şeref Görkey’siz sahaya çıkıp ertesi günkü gazete manşetlerini de “Beşiktaş sahaya Şeref’siz çıktı” ibarelerinin eziciliğinin utancına bir baksınlar lütfen…

Şimdi denilebilir ki, bu kadar geriye gitmenin ne manası ve faydası var, bugüne bakalım… Bugün tabii ki bu adil ve ahlaki olmayan davranışlar kümülatif artış ile Türkiye Futbolunu yok edecek hale gelmiş gibi durmakta esasen de tüm Dünya Futbolunun temellerine dinamit koymaktadır. Diğer taraftan da dün ne olduğu, nasıl olduğu, kimler başrol aldı gibi soruları sormaz isek bugünü anlamakta zorlanır iken bize anlatılan masallara inanmaya devam ederiz, maazallah… Bugün bu konuda kim ne diyorsa, ben dâhil, her söylenen tetkike muhtaç durumdadır… Nihayetinde istedim ki; bilinen bu gerçeği herkes yeniden bir hatırlasın ve “şikeci” diye başparmağı ve işaret parmağı dışındaki üç parmağını kısıp işaret parmağı ileriye uzatmak suretiyle karşısındakini itham edenlerin “cemaziyelevvelleri” bir kez daha tespit ve tescil edilsin… Nihayetinde de kısılan o dört parmak da kendinizi göstermektedir derler adama maazallah…

Şimdi bugünlerden de, bahsedelim derken hemen akla “bir yıldız ilavesi” geliyor… Kayden ve hukuken Beşiktaş’ın şampiyonluk sayısı 14’tür. Bu manada formasının göğsünde ancak 2 yıldız olması gerekir, değil mi? Peki neden Beşiktaş formasında 3 yıldız var… Bana inanmayanlar açarlar 1959 kurulan “Milli Ligin” şampiyonlarını tek tek sayarlar… İsterseniz ben sayayım bilgi eksiği olanlar da tamamlasın. 1.(1959-60), 2.(1965-66), 3.(1966-67), 4.(1981-82), 5.(1985-86), 6.(1989-90), 7.(1990-91), 8.(1991-92), 9.(1994-95), 10.(2002-03), 11.(2008-09), 12.(2015-16), 13.(2016-17), 14.(2020-21)… “Milli Lig” de 1959 kurulmuş ve ilk şampiyon Fenerbahçe olmuş… Oradan itibaren parmak hesabı ile sayalım ki sağlam olsun dedik, ahada bulduğumuz, sonra da sağlaması için sondan başa bir kez daha parmak hesabı, hayret sonuç değişmiyor. Peki, her 5 yıl şampiyonluk 1 yıldıza denk geliyorsa Beşiktaş’ın yıldız sayısı nedir, basit aritmetik 2 diyor.  Acaba dönemin güçlü ismi MİT Bölge Başkanı, meşhur ajan Mahir Kaynak irtibat subayı Süleyman Seba’nın, dönemin ünlü TV programcısı Cenk Koray, ünlü polis şefi (adını vermeyeyim isteyen beni arayarak öğrenebilir) destekli propagandalar ile “hoooppppp bir yıldız ilave” mi oldu? Hani bir de istihbaratçılıktan emeklilik de olmaz düsturu kulaktan kulağa söyleniyorsa… Şimdilerde de alavere işleri kardeşliğinin öteki cephesi Fenerbahçe “elli bin dereden su getirerek” şu yıl şampiyonluğumuz sayılmadı, yok bu yıl da vardı, çocuksu mızıldanmaları ile yıldız sayısı arttırmaya çalışıyor… Beşiktaş’ın bu cingözlüğünü “yahu kardeşim ne oluyorsunuz, aritmetik var” demeden, aritmetik hata yapmış çocukların ruh haliyle itiraz etmeden karşılayan TFF yöneticileri hiç vicdan azabı çekmiyorlar mı? Dahası “haydi oradan kayıtlar sizi yalanlıyor” demeden gelen iddialara onay vererek basit aritmetik kurallarını dahi bilmediklerini zımnen kabul etmişlerdir, bana göre…

Evet, sonuç olarak Türkiye futboluna şikeyi soktukları konusunda fahiş karineler bulunan 2 takım ne yazık ki Beşiktaş ve Fenerbahçe’dir. Aaaa bu dediklerimi inandırıcı bulmuyor musunuz? Buyurun o tarihteki gazetelere bakın, futbol arşivlerini gözden geçirin her iki takımın da namus erbabı takipçilerinin anılarına bakın, ne dediğimi anlayacaksınız. Zinhar bu dediklerimden sadece bu iki takımı hedef aldığım anlaşılmasın bu kadar kontrolsüz ve ederinden çok fahiş paraların döndüğü, bahis olaylarının bu kadar prim yaptığı, hele hele de muktedirlere sosyolojik bakımdan katkıları bu kadar mühim iken diğer takımların bu bataktan azade tutulması düşünülebilir mi? Zinhar, meşhur deyim ile “hepiniz oradaydınız” ve dahi oradasınız derler adama… Lakin hız radarına yakalanmış sürücünün “abi herkes hız limitini aşıyor ama bizi yakalıyorsunuz” serzenişi benzeri, araba bagajlarında bavullarla para yakalanır, soyunma odalarında maç öncesi paralar dağıtılır iken de “ama diğerleri de şike yapıyor” haykırışları yükselir, işte meşhur “Mart mahlûku” davranışı… Netice itibari ile Türkiye Futbol Tarihi arşivleri bize şikenin Canım Yurduma duhul oluşunun müsebbipleri olarak bu iki takımı daima hatırlanacaklar listesinin başına koymamıza sebep olacak karinelerle doludur.