Pazar, Mayıs 28, 2017

ETİK ve ETİK SAHİBİ ESNAF OLABİLMEK

Okullarda "Yurttaşlık Bilgisi" derslerinin okutulduğu, iyi yurttaş olunması için, 7'den 70'e herkesin el ve gönül birlikteliği ile kelam ettiği ama özellikle ailede çocuklara, iyi insan olmanın neleri yaparak gerçekleşeceğinin katıksız ve ödünsüz aktarıldığı ve hatta bu uğurda yoğun çaba sarf edildiği dönemler. İyi asker, iyi polis, iyi esnaf, iyi mühendis, iyi doktor, iyi öğretmen vs. hülasa iyi yurttaş olunmasının öğrenilmesi adına adeta yarışa tabi tutulduğu, şimdiki gibi öğretimin ayyuka çıkıp, eğitimin çukura battığı bir dönem değil, şüphesiz, sıkıntı yok mu olmaz olur mu, ancak şimdiki gibi değerlerin ayaklar altına alınmışlığının olmadığı bir dönem. Moda deyimle, neyleyim ben böyle üniversite mezununun çok olduğu dönemi, hala toplu taşım araçlarında yaşlılar ayakta iken, çocukların cep telefonlarına dalarak, etrafımın farkında değilim modunu, nasıl görmezden gelebilirim...

Sonradan burun kıvrılarak  tedrisat dışı bırakılan başta yurttaşlık bilgisi, sosyoloji ve mantık gibi dersleri canım yurdum çok arar ama atı alan Üsküdar'ı geçti hatta oradan sür eşeği Niğde'ye... Din ve Ahlak dersi var hem de çok yoğun biçimde ama sonuç ortada...

Ne diyor, büyük usta yazar Yaşar Kemal, "Demirciler çarşısı cinayeti" adlı kitabında, adeta bu yaşananların bir özetidir, tabii ki kaybettiğimiz ama özlediğimiz bu davranışlarımız ardından şu cümleler; "bindiler de çektiler gittiler, o iyi insanlar, o dünya güzeli atlara... O yiğitler, o her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını aldılar gittiler. Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. Hiç, hiç, hiç! Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. şu dünyanın yaşaması müşkül hal ilen. bin iyiyi bir kötüye kul eden..."

Hayatımız ışık hızı ile kirleniyor, içinde bulunduğumuz dönemin nano teknolojisini kullanıyor adeta... Dünya, birilerinin inanılmaz edinme, sahip olma isteğinin altında adeta kavruluyor, hayatının ilk evrelerindeki masum kabul edilebilecek bu sahiplenme duygusunun bizi getirdiği nokta burası işte... Ben, ben, ben... Herşey benim herşey bana ait... Sınıflı topluma adım atıştan itibaren, öne çıkanlar, muktedirler, ne üretimden ne de bölüşümden doğan hak olmamasına rağmen, sahip olunan konjonktürel güce istinaden hep hakkı ve haddi olmayan şeylere talip ve sahip oldu, hatta bu sahiplenme duygusu ve güdüsü, insanı önce insana bilahare de insanın ruhuna sahipliğe götürdü, bunun farkına varıp, "yok edin insanın insana kulluğuna" diyeni de, öteki dünyanın insanı ilan edip, önce yuhalatıp ve nihayetinde de yok ederek, tüm yaşanan bu ahlaksızlıklara da, korku soslu meşruiyet ve makuliyet kazandırmışlardır. Ama bu arada insanlık teğet geçilmiş, ne gam ne keder, maksat bize teğet geçmesinde... Aslında niyetim bu kadar soyut kelam etmek değil idi aslında, ama işte... Derdim, iyi ahlaklı, iyi huylu insanları konu etmek idi, hani diyorlar ya; "komşusu aç iken tok yatan bizden değildir", gerçekten bu söylediklerini, yalansız ve riyasız ve de katıksız ve içten ve de canı gönülden uygulasınlar, ama nerde moda, söyle ama tam tersini yap... Peki herkes bu yalan, dolan, hile, hurda, desise ve sahte davranışlar içinde mi, şüphesiz değil, "bin iyi bir kötüye" teslim olmuş durumda tespitinden hareketle, herşeye rağmen hala hüsnüniyeti ile mesleğini icra edeni öne çıkarmak, illa ki ahlak ve etik kazanmalı diyeni konu etmekti ama, konu uzadı da uzadı...

Senenin bir bölümünü Çeşme'de geçiren gazeteci yazar Hasan Pulur, 30.06.2000 tarihli Hürriyet gazetesi "olaylar ve insanlar" köşesinde, "Çeşme çarşısında bir saatçi vardır, üç yıl kadar önce suya dayanıklı, pilli  bir kol saati almıştık, tık demeden çalıştı, hala da çalışıyor, geçen ay Çeşme'deyken, şu saatin pilini değiştirelim dedik, bir gün pil bitecek, saat duracak, ortada kalacağız. Gittik dükkana, anlattık...
Ne beklersiniz, hemen saati açacak, pilini değiştirecek değil mi?
Hayır öyle yapmadı, saati aldı, saatçi dürbününü taktı, arkasına baktı, kod numarasını okudu, sonra bir katalog açtı, kod numarasıyla, katalogdaki yerini buldu, başını salladı:
"Hayır değiştirmeye gerek yok, bu pilin ömrü ortalama 5 yıl, daha çok var!"
Hani ortalıkta dilimize Fransızca'dan girme "ahlak" yerine kullanılan "etik" lafı var ya, işte etik budur, bu esnaf ahlakıdır.
Ne o, bize bir pil satarak zengin olur, ne de biz gereksiz yere pil almakla yoksul oluruz.
Bu bir örnektir.

Diye anlatır, işte bu kahraman, Hüsnü Karaman'dır. İşte, aileden katıksız bir şekilde, dürüstlüğe ve iyi ahlaka yönelik eğitim almış, yurttaşlık bilgisi ve iyi yurttaş nasıl olunur konularında eğitilmiş ve öğretilmiş bir insan. Aslında bu yazımda kendisinden dinlediğim harika bir anısı var, tam da bugünlerde ihtiyaç duyulan insan portresi kabilinden, işte onu yazmayı planlıyordum, ama hazırlık kabilinden bir giriş yapayım derken, konu uzadı. Haftaya, kendisinin kahramanı olduğu bu müthiş hikaye var, onu yazacağım... Hani "bir turist, bin turist" sözü vardır ya, tam da o...

Pazar, Mayıs 21, 2017

ÇEŞME KÜTÜPHANESİ


Başlığa bakarak şimdiki Çeşme Kütüphanesinden bahsettiğim  düşünülmesin, şimdiki kütüphanenin kütüphane olabilmesi için ünlü halk deyimi ile "kırık fırın ekmek yemesi gerekiyor" bence... Bahse konu kütüphane fotoğraftaki kütüphanedir, ki bu kütüphane, gençliğimin hatta kısmen de çocukluğumun bir bölümünün en modern ve güzel binalarından biri idi, daha da önemlisi ortaokulda gördüğüm kütüphaneden sonra muhteşem idi benim için, güler yüzlü insanların yönettiği, içi benim gözümle tıka basa kitap dolu, aslında daha sonraları deyim yerinde ise, gözüm açıldıkça maalesef hiçte öyle olmadığını anladığım, bir mabet idi.

Dönem itibari ile, Canım Yurdumda köşe başlarını tutmuş içimizdeki Amerikalılar (Amerikanofiller) ve Amerikan muhipleri tarafından ABD'nin parlatıldığı, Amerika'nın rüya ülke olduğu biçimiyle parlatıldığı yıllar. Amerika 2. paylaşım savaşından dünya jandarmalığını üstlenerek mağrur çıkmış ya, Vietnam'da bozguna uğramış ne gam, olsun yine de zafer kazanmış gibi gösteriliyor, Amerikan askeri güç ve kudretinin kesafeti erişilemez düzeyde deniliyor, kendine güveni olmayan, komplekslerinden ötürü kendisini hiç görenlerin iktidara geldiği ülkelerde, Amerikan toplumunun methedildiği, Amerikan aile yapısının arş-ı alaya çıkarıldığı, Amerikan tarımının ve makineleşme seviyesinin erişilemez gösterildiği, dönem ve en fazla etkilenen ülkelerden biride Canım Yurdum. 3. Dünya yoğun bir kültür pompalanması ile karşı karşıyadır, sinemalarda Amerikan askerlerinin Kore ve Vietnam rezaletleri gizlenerek, diğer maceraları film önceleri gösteriliyor, kahvehanelerde ve kütüphanelerde Milli Eğitim Bakanlığı ilgili birimleri adeta "halkı aydınlatma ve propaganda bakanlığı" edasıyla, gelişmiş Amerikan aile hayatı (!!!) ve çiftlikleri ve de uygulanan tarım tekniklerinin filmlerini matah bir şeymişçesine gösteriyorlardı. Aynı dönemde barışsever(!!!) ve yardımsever(!!!) Amerikan hükümetlerinin içimize öğretmen kılıklı, "barış gönüllüsü" adı ile maruf CIA ajanlarını doldurduğu dönemdir, yaratılan ılıman iklim ve onun körlüğü sayesinde, bunların ajan olduğunu söyleyen abilerimiz ise "kahrolsun komünizm" ve "komünistler Moskova'ya" sloganları ile itibarsızlaştırılıyorlardı... Dönem itibari ile, yaşlı genç demeksizin mezkur kütüphanede akşamları toplanan halk bu propaganda filmlerinden nasiplenmiştir. Neyse bu tarafını kısa keselim ve gelelim asıl konuya...

Bahse konu dönemde; ortaokul sonrası ilk defa ödünç kitap alarak okumaya başladığımız, hem de hiç bir şeye ihtiyaç duymadan, gidip üye oluyoruz, istediğimiz kitabı alıp okuyoruz, bila bedel, Allahtan daha ne isteriz. Çeşit çeşit ansiklopediler, görece yasaksız zihniyetin kudreten aktarabildiği kadar çeşit ve miktar kitaplar, kerim devletimizin de bizleri daha tam da derdest edip, zapt-u rapt etme isteğinin en azından şimdiki kadar fazlaca olmadığı bir dönem, genellikle her türlü yazara ulaşabiliyorsunuz... Tabii ki benim hayatımda bu görece serbestlik fazlaca sürmedi, tam anlamı ile politikaya gark olmaya başlayan diğer tüm kurumlar gibi, kütüphanemiz de nasiplendi uygulamadan, sürekli gelen tamimler vasıtası ile kitapların bir kısmı depolara kaldırılmaya başladı, nerdeyse depoya alınan kitaplar salondakilerden fazla olmuştu hani ve usulü dairesinde devam etti ve de etmekte.

Yapımının gerçekleşmesi hikayesine gelince, derdest edilen halkevleri bünyesindeki "kitaplıklar" da bir şekilde, ince politika ile çekirdek külahı yapılmak üzere ilgili muhtarlıklar nezdinde köy odalarına gereği yapılmak üzere gönderilmektedir, görünen maksat kitabı halka götürmek, gerçek maksat ise açık olan çekirdek külah talebini karşılamak, Çeşme Halk Evi'nden de Sıhhiyeci İbrahim önderliğinde, aralarında dönemin gençleri Nuri Ertan, Levent Taylan ve Coşkun Kalkan'ında bulunduğu bir grup tarafından kurtarılır ve o zaman ki adı ile şimdi ki Rıdvan Otel köşesindeki Çeşme Turizm İnformasyon bürosuna yerleştirilir. Sonraları Belediye Başkanlığı da yapmış büyüğümüz Nuri Ertan ve diğer gençler, dönemin Belediye Başkanı diğer büyüğümüz Hulusi Öztin'e gider, kütüphane ihtiyacını anlatır ve Belediyenin bir yer tahsisi konusunda anlaşılır. Bilahare 27 Mayıs darbesinin desteklenmesi maksadı ile yürüyüşler düzenleyen başta mezkur gençlik olmak üzere "Çeşme Turizm Derneği" aracılığı ile şu anda Ziraat bankası yanından geçilerek sahile dönülen yerde, plan ve imar hak getire, bir kütüphane yapılmasına karar verilir. Başta Belediye ve Durmuş Yaşar-Selçuk Yaşar olmak üzere toplanan bağışlar ve dernek bünyesi destekler ile fotoğrafta görülen kütüphanenin yapımı, plan ve imar kuralı olmaksızın gerçekleşmesi nedeni ile, göz kararı inşaat başlar, bakarlar ki yol çok dar kalmış, duvarlar yakılır biraz daha geniş yol kalacak şekilde tamamlanır. Bir başka büyüğümüzün anılarından bildiğim kadarı ile Nuri Ertan inşaatın yapımında diğer arkadaşları ile birlikte görev üstlenir. Mezkur kütüphane yapımında aktif rol almış sonradan Belediye Başkanı olmuş Nuri Ertan tarafından, bu kere, yol açılacağı bahanesi ile yıkılır ve kitaplar şimdiki düğün salonu içinde tahsis edilmiş bir alana taşınır. Bilahare de şu anda kütüphane diye faaliyet gösteren yere, yine bir başka büyüğümüz eski Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu tarafından, yeri tahsis edilmek üzere Kültür Bakanlığınca taşınır. Bir hazin hikaye. Şimdi ki kütüphane sadece çocuklara etüt yapma konusunda bir mekan olma özelliğinden öte geçememektedir, bence... O güzelim kütüphanenin yapılması için çaba sarfet, inşaatında bizzat aktif görev al, sonra da yol açıyorum diye yık, inanılmaz bir çelişki ama Nuri Ertan olunca, izahı var tabii ki, hikayenin, sonuç itibari ile hüsran... Kahvehanelere kütüphane kurma zorunluluğu getirelim numarası ile var olan kütüphanelerin kapısına kilit vuruldu ya da daha insaflı yorum ile kütüphane kütüphane olmaktan çıkarıldı, mode deyim ile içi boşaltıldı... Kütüphanecilik esasen Kültür Bakanlığı faaliyeti olmakla birlikte bizim hikayemizde görüldüğü üzere bir şekilde yapımında da yıkımında da Belediye Başkanları başrol almışlardır. Şimdiki Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç'tan da, yaşanan bu acılı süreci ve sıkıntılı sonucu görmesini ve görkemli bir kütüphane yaptırmasını, içine de bu yazar bizden, bu değil tasnifi yapmaksızın kitaplarla doldurmasını, hatta Kent Müzesinin de içinde bulunduğu bir kompleks şeklinde tasarlanmasını, bunların da olmaması halinde restorasyonu yürütülen "Osman Ağa Konağının" bu işe tahsisi için yoğun çaba sarf etmesini bekliyoruz.

Cumartesi, Mayıs 13, 2017

22. İZMİR KİTAP FUARI ARDINDAN


Yeni Çeşme Gazetesinden düzenli olarak makalelerini keyifle okuduğum, bazı görüşlerine katılamadığımı ifade ettiğimde ise büyük olgunlukla karşılayıp ciddi ama soluksuz bir kontratak ile haklılığı ve doğruluğu konusunda giriştiği ikna çalışmalarından kendisini ve görüşlerini bir hayli iyi tanıdığım, ancak ve ne yazık ki fırsat yaratamayarak yayınlanmış kitaplarından herhangi birini bugüne kadar okuyamadığım yazar arkadaşım Hande Baba'nın 22. İzmir Kitap Fuarında katıldığı imza gününde edindiğim kitaplarından önce "Rüzgara Sarılmak" ve bilahare de "Ölüm Bugün Hasta" öykü kitaplarını bir solukta okudum. Hayat, ölüm, birliktelik, aşk, ayrılık, namus, töre, özlem, kadın, evlilik, yolculuk, hastalık, yorgunluk, toprak, maden, trafik, kent, köy, kentleşme ve de özellikle çarpığı, yaz, kış, soğuk, sıcak, rüzgar, doğa, ağaç, deniz, plaj, iş, eş, aş ve iş kazaları vs. başta olmak üzere, hattı zatında her şey temalı öyküleri ile Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı bünyesinde uygulamalı yazma ve öykü atölyelerinde rahle-i tedrisattan geçmiş, son dönem başarılı öykü yazarlarından biri diye düşünmekteyim, kendisini.

"Ölüm Bugün Hasta" da; "içindeki insanı, toprağına, hayvanına iyi bakarak büyütürsün" diyerek doğa sevgisini özdeyişsel bir şekilde yüceltirken,  "Daireler torunlara geçince mecburen satarak paylaşacaklarını, kestikleri her bir ağaçta kendi topraklarından kendi köklerini kesip attıkları" tespiti ile çarpık kentleşme ve doğa katliamı yanında etkisiz miras hukukuna dolaylı dikkat çekişi, düçar olmuş karakterin ağzından da; "çaresizlikten insanların başvurduğu yolları düşünüyorum da... Anlamak hiç de zor gelmiyor şimdi. Yüreği yıkılmaya görsün, nelerden medet ummuyor ki insan..." diyerek majör depresyon tespiti yapmaktadır. "ondan öğrenmiştim; büyük mucizeler beklerken çiçek açan umutları gözden kaçırmamayı" diyerek hazin sona gidişte bile karamsarlıktan azade pozisyon alıp, bir umuda tutunma çabasını öne çıkarmakta ve umutsuz olunmaması gerekir art planını oluşturmayı hedeflemektedir diye düşünmekteyim. Hele bir yerde karakterin ağzından; "Yaşam dalgalı deniz gibidir. Dalgalardan korkup kaçmamalısın. Korkup kaçanı sevmez, dalgalarıyla oynayanı sever. Dalga ne kadar yüksek gelirse gelsin, sen dalgadan daha yükseğe zıplamalısın. Durulur o zaman, yorulur ve serilir önüne" diyerek azmin ve kararlılığın gereğine, derinliğine, anlam ve önemine felsefi bir vurgu yapmaktadır. Evet bu minvalde kelam etmeyi, eleştirmen edası ile yazmayı nihayetlendirmem gerektiğini biliyorum.

Diğer taraftan geçen yazımda; Çeşme'nin diğer önemli yazarlarının, öğrendiğim kadarı ile 22. İzmir Kitap Fuarına damga vurmasını es geçmiş olmamım ayıbı da bana yeter olmalı, aslında diğer yazar dostlarımızın, her ne kadar yazarın fuarda kitap imzalamasına fikri olarak karşı olsam da, dayanışma ve destek için imza günlerine gitmiş olmamız gerekir idi şüphesiz, ancak ve ne yazık ki gidemedim ve yine de her şeye rağmen burada, yazarın üstünden kitap pazarlanmasının sosyal açıdan pozitif değerlendirmeye tabi tutulması gerektiği görüşüne de itiraz etmediğimi ifade etmeliyim... Nerede ve ne zaman olursa olsun bir diğer fuarda, kendilerini ziyaret ederek, daha önceden edinemediğim ve okuyamadığım değerli eserlerini, kendilerinin değerli imzaları ile taçlandırılmış vaziyette okumanın hedefim olduğunu açıkça belirtmeliyim...

Bu vesile ile Çeşmeli yazar ve gazeteci büyüklerimiz ve arkadaşlarımız içinde bir paragraf açarak, aslında ne kadar önemli insanları tanıyor olduğumun reklamını da yapmak amacıyla, kısaca değinmek istiyorum. Tanışma şerefini edindiğim, büyüklerimiz Cavit Kürnek, Dinmez Er, Mehmet Culum ve henüz birbirimizi bildiğimiz halde tanışma fırsatı bulamadığım Yaşar Aksoy, Hamit Kalfa ile de yakın zamanda muhabbet etme fırsatı bulabileceğimi umut ediyorum. Bildiğim kadarı ile "İzmir'in ince gülü", "Sardunya'nın adı Maria" ve "İnce çimene su" adlı öykü kitapları ve "Dalgaları Saymak"  adlı romanı bulunan Cavit Kürnek aslında ünlü bir fotoğraf sanatçısıdır aynı zamanda. Mehmet Culum ise, bir tarafı ile çocukluğumuzun ve sokağımızın önemli yapısı olan ve bir başka yazımda, bendeki izlerini aktarmaya çalıştığım "Çamlı Pansiyonun" sahiplerinden olup, "Alaçatı" adlı kitabını okuduğum ve yakında okuma listemde bulunan "Kalenin gölgesinde Çeşme" ve "Azap ağa" kitaplarının yazarı bir büyüğümüz. Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy ise, günlük ve haftalık yerel gazete ve ulusal basındaki yazıları ile bilinen bir başka yazar olup, bildiğim kadarı ile "1915 Ermeni komşum" adlı yeni yayınlanan bir de kitabı bulunmaktadır ve ne yazık ki ben, hala edinememiş durumdayım ve bu da hala ciddi bir eksiğimdir. Diğer taraftan, yine yerel gazete köşe yazarlarımızdan Ahmet Akgül Hocamızın ise yayınladığı 2 kitabı ile fuarda yer alamamasının nedenini öğrenmek isterim açıkçası... Çeşme'de öğretmenlik yapıp sonradan da kalıcı olarak Çeşme'ye yerleşmiş Hamit Kalfa kitapları "Sürgün Avı", "Köy Düğünü" ve son kitabı "Kukkuklar Ötünce" yine okuma listemde bulunmaktadırlar.

Bu çok değerli ve verimli insanlarla birlikte aynı kentte yaşıyor olmanın bir şans olduğu değerlendirmesi ile bitiriyor, herkese iyi haftalar diliyorum.

 

Çarşamba, Mayıs 03, 2017

İZMİR KİTAP FUARI

"İzmir Kitap Fuarı 2017" sonuçlandı, fuar öncesi yapılan açıklamada 400.000 civarında ziyaretçi tahmin edilmiş ve bilahare de final ziyaretçi sayısı da 444.000 olmuştur, oysa aynı günlere denk gelen süreçte "İstanbul autoshow fuarı" hem de fiyatları el yakan cinsinden lüks otolar için 600.000'den fazla ziyaretçinin bulunduğu açıklanmıştı. Canım Yurdumun insanı için, lüks araçlar kitaptan daha önde, yapacak bir şey yok ama sonra biz bu hallere niye geldik yakınmaları nedendir diye düşünmekten kendimi alamıyorum... Ve ilaveten burası İzmir Kitap Fuarı, varın siz Yozgat'ı ve Gümüşhane'yi düşünün gayri, bu kentlerden olanlar beni affetsinler gayri...

Binlerce saatlik, belgelik  araştırma yapıp, farklı farklı kentlerde kütüphaneler gezmiş, belge ve bilgi peşinde koca bir hayat geçirmiş yazdığı belgeli ve bilgi dolu yazılar yüzünden başı sürekli şekilde ağrımış, üzülmüş, mahkeme kapılarında zaman harcamış,  ömrü kitap yazmakla geçmiş, koca yazar kitaplarının dizilmiş olduğu masanın arkasına geçmiş, arkasına da kitaplarını basan yayınevinin reklamını almış ve bekliyor.... Bekliyor ki kitap severler, okuma aşkını bitirmemiş insanlar gele de kitabını ala ve o da imzalaya... Vay ki vay... Abim be domateste satmıyorsun ki, kitap bu kitap, bilim, bilgi, araştırma, düşünme, gözleme, izleme, tecrübe, emek, bilgi teri var o eserde... Hay Allah.. Bu konu gerçekten nasıl değerlendirilmeli, bilmiyorum ama bana düşündürdükleri bunlar, aksi görüşte olanlar varsa ve beni bu konuda ikna ederlerse asla üzülmem tam tersine memnun olurum...Aziz Nesin'e benzer bir konuda eleştirel bir soru soran kişiye "ne yapayım vakfın paraya ihtiyacı var" demiş... Nokta...

80'li yılların ortaları Barış Manço Çeşme'ye gelmiş ve gerekli reklam çalışması yapan arkadaşım, yinede ödediği paranın geriye dönüşümü konusunda endişeli, birlikte gittik ziyaret ettik ünlü şarkıcıyı, Çeşme ana cadde ve sahilde bir dolaşıp gerçekten burada olduğunu göster ve gelmedi, konseri iptal etti gibi söylentilerin önüne geç dediğimizde, adam; "ben sanatçıyım öyle sokakta dolaşıp reklam yapamam" demişti, bende adamın dediğini saygıdeğer bulmuştum... Şimdi aklıma geldi bu hikaye, fuarlar, kitap tanıtımları ve yazar imza günleri bu hale gelince... Oysa kitabın reklama ihtiyacı olmalı mı, zinhar, bilgi ve okuma ihtiyacı duyan kişi kitaba ulaşma çabası göstermelidir ve kitabın kolay ulaşacağı yer de, kitap satılan dükkanlar olmalı benim düşünceme göre... Artık kapitalist dünya, fikir üretimi azalmasına rağmen satış çok düşünce bu kabil bir reklam yöntemi tutturmuş gidiyor, Allah selamet versin...

Peki bazı yazarlarda yoğunluk yok mu idi, şüphesiz vardı, mesela Canan Karatay, hani lahmacun yemeyin diyerek çaktırmadan lahmacun yediği fotoğrafları basına sızan hanımefendi, onun önünde bir yığılma gördüm, ciddi bir sıra ve yer yer sıra ihlalleri var ve özel güvenlikçi oldukça kilolu hatun bağırıyor, azarlıyor ve ne yazık ki kimse "ne bağırıyorsun be kadın" demiyor, o da sıradan atarıma kadar konuyu geriyor da geriyor... Canım Yurdumun insanı, biraz da Emre Kongar Hocada bir kalabalık oluşturmuştu... Gerisi, kitaplar dizilerek sergileniyor masalarda, arkada imzaya hazır yazarlar ve en arkada kitapevi reklamları...

Yine de 2 yazar, arkadaşım Hande Baba ve arkadaşımın arkadaşı Hamide Yiğit kitapları için gitmiş idim özelde ama genele de baktık, yine yüklendik bir çanta kitap geldik... Bilge Umar'ın "Börklüce" kitabını yine bulamadım. Bir çanta kitabı gören bir tanıdık, yine masrafa girmişsin dedi, bende, masrafımız kitap olsun dedim, bunlar masraf değil, harcamamız para hederi değil, fikrin kederi hiç değil... Keşke tek harcamamız bu anlamda kitaplar olsa... Ama gazeteyi kahvede kahvehanenin gazetesinden okuyan bir neslin afadı olunca sonuç ve değerlendirme böyle oluyor maalesef...

Bazen duyuyorum, zaman yok, kitap pahalı, para yok benzeri yakınmaları, doğru, doğru ama aynı iddia sahibi muhteremler TV önünde saatler geçirmekten sıkılmazlar, kitaptan daha pahalı ABD menşeli cigara içmekten imtina etmezler, be adam ayda bir günlük sigara paranı kitaba versen, iş çözülecek ama nerde.... Yıllar önce evimi bir yerden bir yere, paketleme ve paketleri açma dahil evden eve taşıma şirketi vasıtası ile taşıyorum, paketleri açma işinde çalışan çocuklar, açıyorlar kitap, açıyorlar kitap, açıyorlar cam eşya, biri bana melül melül bakmaya başladı ve bir şey soracak ya da diyecek ama ikircikli, neyse cesaret ya Resulallah diyerek sordu; "abi, ev kendinin mi, kira mı?"... Hay Allah, ne desem acaba, "kira" dedim... "Eee be abim, bu kadar kitap alacağına, bu kadar cıncık alacağına, bir ev alsaydın ya"... Gülsem mi ağlasan mı? Ben de ona; "Sen Yozgatlı mısın?" dedim... Nereden bildin dedi, ben de çok kolay oldu demiş ve karşılıklı gülüşmüş idik... Hayat işte...