Perşembe, Aralık 22, 2011

2012 DEN NE BEKLENMELİDİR?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, internet kullanıcılarının sorularını yanıtlarken, soruların en önemli bölümünü teşkil eden “Dersim” olaylarıyla ilgili olarak, ''Arşivlerin açılmasında hiçbir mahsur olmadığı kanaatindeyim. Büyük devletler, ülkeler, milletler tarihlerinden korkmazlar. Daha tartışmalı konularda da arşivlerimizi açıyoruz. Yeter ki bu konular, günlük polemik mevzusu yapılıp bunların üzerinden başka yerlere ulaşmak, başka amaçlar peşinde koşmak olmasın'' dediğini anlamaktayız, Habertürk gazetesinin yazdığına göre. Peki, arşivlerin açılması konusunda “hayır” diyen var mı, mutlulukla ifade etmeliyiz ki; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, tüm Hükümet, bundan önceki tüm Hükümetler ve üyeleri, tüm Askeri Erkan açılsın diyor da, neden açılmıyor acaba… 2012 nin en önemli sorusu bu olmalı, açılması halinde koro halinde bunu seslendiren iç ve dış çevrelerin, artık konunun edebiyatını yapmaktansa araştırmasını yapsınlar seslendirdikleri konuların ve ortaya ne çıkacaksa da çıksın, hep beraber görelim, hani diyoruz ya necip milletimizin tarihinde korkulacak ve utanılacak şeyler yoktur, haydi o zaman hodri meydan, açın da görelim.

Sahi; bir ülkede, kuruluşundan bu yana, Cumhurbaşkanından başlayıp en sade vatandaşından bile aksi ses ya da itiraz olmamasına rağmen, neden açılmaz acaba bu arşivler? Acaba “açılsın” diyenler aslında sadece işin edebiyatını mı yapıyor da açılmıyor? Sanki öyle gibi, aksi takdirde açılması konusunda bu kadar geniş mutabakat oluşmuş ve hala açılmıyor ise, bu işte bit yeniği vardır mutlaka. Hele de canım yurdumu ta başından beri yöneten siyasilerimiz ya da askerlerimiz, icraatlarını sadece ve sadece muhaliflerini mat etmeye, yüzlerini kara çıkarmaya endekslemiş iseler ve son 60 yılın iktidarları da sürekli bundan muzdarip olduklarını açıklamış ve ardılı oldukları CHP yi suçlamakta iseler, hazır bitmeye ramak kaldığını iddia ettikleri mezkûr partiyi bitirmek üzere neden son hamleyi yapmazlar acaba? 

Bunun cevabı, tamtamlar çalınarak girdikleri; Genelkurmayın kozmik odası, Özel harbin kayıtlarının tutulduğu arşivin, girilmesi halinde de canım yudumun karanlık dönemine ışık tutulacağı iddiası ile böbürlenen siyasilerimiz tarafından behemehâl açıklanmalıdır ki diğer konularda şikayetlenmelerin haklılığı kamuoyu nezdinde yer bulsun. Evet, girdiniz ne buldunuz, suç delili buldunuz mu, bulduysanız hangi suç delillerini buldunuz, bulamadıysanız neden bulamadınız tüm bulacağınıza yönelik anlı şanlı iddialarınıza rağmen, yoksa buldunuz da ses çıkarılmıyor olabilir mi, yoksa ilgilileri ile pazarlık malzemesi olarak kullanılmak adına yedeklendi mi, yoksa birden karşı iddia sahipleride mi devlet sırrı olması gerektiğine karar verdi, ne oldu Allahaşkına, detay söylemeyin, açıklamayın ama kabaca sonucu açıklayın yeter. Yandaş basın eliyle de olabilir direkte, ilgililerin ve yetkililerin takdirine…

İşte bu konudaki sınav sonucu bir samimiyet testi olacaktır, gerisi hava ile civa, vs. vs. …

Bende bu arşivlerin behemehâl açılmasının taraftarıyım ve bunu kim gerçekleştirirse de toplumsal alkışı hak edecektir. Orta yerde gerçek anlamdaki sayıları mahdut olan bilim adamlarını bir kenarda tutarsak ki, (onları daha muhafazalı yerlerde tutmayı bizatihi devletin kendisi tercih etmektedir), arta kalan sözde araştırma ve bilim camiası bölünmüş, sanki bir futbol maçındaki gibi, ya bu takım ya şu takım misali yanlı konuşuyorlar, yazıyorlar ve çiziyorlar. Biz okuyucuların kafası karışıyor, sınırlı zekâmız bulanıyor, dün kahraman denilenlerin bugün hain oldukları, dün hain ilan edilenlerin bugün kahraman gösteriliyor olması da bizi açıkçası çok yaralıyor, zekâmızla alay ediliyor olması da akli dumur oluşturuyor.

Diğer taraftan da aklımdan hiç çıkmayan bir şey var, acaba hangi yetkili, hangi görevli yapılan yasadışı, ahlakdışı davranışı kayıt altına alır da arşivler, acaba var mıdır böyle insanlar, olabilir mi böyle yöneticiler bilmiyorum? Açıkçası da ben konuyu bilmeyen biri olarak çok merak ediyorum, bu arşiv açılması işinden ne çıkar diye… Umarım ki şu ahir ömrümüzde şu arşiv açılması işi gerçekleşir de bizde merak etmekten kurtuluruz, beynimizdeki merak kurtları da huzur bulur…

Ermeni meselesi tehcir mi? soykırım mı?, tehcirse 400.000 küsür mü yollarda can verdi, bu insanlar neden can verdi, hastalıktan mı öldüler, yoksa sahip oldukları 3 kuruşa el koymak isteyenler tarafından mı öldürüldüler, yoksa ölenler atlarından düşerek mi öldüler, vs. vs. Ama ortada 398.000 ile başlayan 1.500.000 ile biten rakamlar uçuşuyor, belki doğrusu çıkar ortaya,

Trakya olayları, Türk Milliyetçiliğinin üstadı Nihal Adsız’ın “Yahudi denilen mahlûku dünyada Yahudiden ve sütü bozuklardan başka hiç kimse sevmez” ana temasıyla yazdığı yazıların yarattığı altyapı sayesinde; yaşanılan şiddet olayları tüm Trakya’yı kapsamış ve Yahudileri korumaya çalışan emniyet görevlileri ve askerlerin de ölmesi ve sonuçta da tüm bölgenin Yahudiden azade duruma getirilmesi ve yüzlerce ölüm ve 13.000 ile 15.000 arasında sürgün ile sonuçlanan olayların nedenlerine ve gelişimine ait tüm detaylar çıkar ortaya,

Varlık vergisi sürgünleri, 6-7 Eylül olayları, Dersim olayları, Kahramanmaraş katliamı, Çorum ve Sivas olayları ve en önemlisi de, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin planları, tatbikat planları, etüdleri ve ABD ile yapılan yazışma ve görüşmelerde “içimizdeki Amerikalıların” durumu başta olmak üzere yer darlığından yazamadığımız daha binlerce bize dayatılan ve yaşatılan olay ile ilgili tüm belgeler ve bilgiler ile tüm detaylar çıkar ortaya da tüm taraflar rahatlar.

Peki, böyle bir ihtimal var mı diye soracak olursanız da; cevabım kocaman bir hayırdır. Çünkü bu olayların tamamında; muktedirlerin bazen etnik, bazen dini, bazen sınıfsal arınma düşüncelerinin pratiğe dönüşme plan ve uygulamaları açık bir şekilde sırıtmaktadır. 

Hadi diyelim ki; Genelkurmay Başkanlığının arşivini açmaya malum nedenlerden ötürü tek başına muktedir değilsiniz, peki Maliye Bakanlığı ile Tapu Kadastronun arşivlerini açın da, Trakya olayları, Varlık vergisi ve 6-7 Eylül olayları sayesinde yurttan atılan Rumların ve Yahudilerin mülklerini kimler almış, sermaye nasıl el değiştirmiş görelim.

Arşivlerin açılması işi, biliyorum ki; muktedirler tarafından yine “tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıkar” muamelesi ile konu sündürülecek, uzatılacak ve sulandırılacaktır, belki kötü niyetten değil ama iyi saatte olsunların etkisiyle…

2012 Tüm insanlığa; başta ilaç tekellerinin azgın saldırılarına rağmen sağlık, tüm askeri endüstrinin savaş tahriklerine rağmen barış, tüm emperyalist dayatmalara rağmen anti-faşist yaşam alanları yaratması başta olmak üzere, mutluluk, huzur getirir umarım…


Pazar, Aralık 18, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI bölüm 4

“Meşruiyet içinde çareler tükenmez”

İçimizdeki Amerikalılara örnek teşkil etmesi bakımından en önemli kişilerden birisi olan pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında başta takipçilerine ve kendisine inananlara yönelik olmak üzere ama aslında tüm ülkemizi yönetebilmek adına, zaptı raptı adına, “uydururuz bir kılıf merak etmeyin canım” mealinde bir laf eder ve bu söz dillere pelesenk olur; “Meşruiyet içinde çareler tükenmez”.

Ülkemizin sömürgeleştirilme sürecinde hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya dönüştürme mahareti gösteren ve içimizdeki Amerikalıların en önemlisi dedim ya; Morrison’luk mertebesine ulaşmış olması da, Johnson fotosuyla propaganda da bu kabil bir delilidir iddiamızın. Hatta o kadar güzel bir delildir ki; "Dostlar Arasında: 1923-2007 Arasında Türk-Amerikan Diplomatik İlişkileri" adı altında ABD Büyükelçiliği'nin Türk-Amerikan Derneği merkezinde düzenlenen sergide; ABD Başkanı Lyndon Johnson ile 1962 yılında çektirdiği fotoğrafın altında; “ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı onuruna düzenlenen törende, Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson, Süleyman Demirel ile birlikte. O tarihte Morrison Knudsen mühendislik firmasında çalışan Demirel, daha sonra “Morrison Süleyman” lakabı ile anılmıştır” yazmakta olduğunu basından da öğrenmiş ve canım yurdum adına tekrardan üzülmüştük. Hatta hatırlanacağı üzere mezkûr muhteşem zat bu fotoğrafı delegelere dağıtarak AP’ye (Adalet Partisi) genel başkan bilahare de Necip Türk milletine dağıtarak başbakan olmuştur. Bahse konu fotoğraf sergisini gezerken fotoğrafın altında yazan bu notu kendisine gösteren gazetecilere “İngilizcesinde böyle bir not yok” diyerek te dalga geçmiştir. İşte bu muhteremin bu sözü üzerine ne desek azdır, vallahi…

Muhteşem zatın takipçileri ve ardılları bu sözün ısrarla “demokrasilerde çareler tükenmez” biçimiyle söylendiğini ifade ve iddia ederler ama ne yazık ki bu iddia doğru değildir, zaten doğru olması da eşyanın tabiatına da aykırıdır, çünkü mezkûr zat sözün edildiği 70’li yıllarda asla demokrasiden yana olmamıştır ki bunu yalancıktan bile olsa telaffuz etsin, lakin 90’lı yıllarda kendisi açısından tekrar hükümet etme isteği gündeme gelince, sözü eğerek, bükerek günün cilalı ifadesi “demokrasilerde çareler tükenmez” haline getirmiştir. Muhterem ve muhteşem zat bu sözü; sürekli “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” biçimiyle söylemiştir ki, zaten niyette budur, asla ve kata muasır medeniyetin ulaştığı demokrasi değil adamcağızın hedefi ve beklediği ki kastı bu olsun, peki; niyet ve kasıt nedir? Meşruiyet; yine muhteşem zatın ifadesiyle bulun 226 yı yapın yapacağınızı yani mecliste bul çoğunluğu yap yasayı olsun sana meşruiyet, işte bu kadar. Efendim yasal olmuş ahlaki olmamış ne gam, ne keder, yeter ki meşru olsun, yeter ki resmi olsun, meşruiyet, resmiyet adına, devlet rutinler dışına da çıkara vardırmıştır ahlaki olmama durumunu, çareler tükenmez diye diye, oysa ümit’in yerine ümitsizliğin aldığını göre göre bunları gerçekleştirmiştir.   

Muhteşem zatın meşruiyet, resmiyet içinde ürettiği çareler ne yazık ki memleketin temeline dinamit koymuş ve canım yurdumun aydınlanma hareketi başından itibaren boğulmuş ve boğdurulmuştur. Yaratılan it izinin at izine karıştığı ortamda, itler karınlarını atlarla doyurmuş, doyurmakla kalsa iyi de, ilaveten bu davranış gelenek haline dönüştürülmüştür sayesinde.

Bu muhteşem zatın demokrasiyi konu edinecek kapsamda söyleyebileceği laf olsa olsa “Demokrasilerde bahaneler tükenmez” olabilir, hatta o kadar mahirdir bahane üretmekte her şeye rağmen halkımız da eksilmeyen bir şeklide teveccühünü kendisinden yana göstermiştir ve fareli köyün kavalcısı misali dönmüştür devran; ama muhteşem zatın önderliğinde bulunan çarelerle demokrasi tüketilmiştir, sıkışan ekonomi ve sosyal hayat tüketildiğinden kalmayan bahanelerle de dama olmuştur bahane üretme. Muhteşem zatın ürettiği çareler sayesinde; faili meçhuller gündemimizi işgal etmiş, darbecilerin yolunu hızlı yol alabilmeleri için düzeltmiş, işsizlik kader haline gelmiş, kalitesiz eğitim ve okuldan fazla dershane ortaya çıkmış, adam-yandaş kayırma ayyuka çıkmış çıkmakla kalsa iyi bir de kendisinden sonrakilere refleks olarak sirayet etmiş, işe adam yerine adama iş maalesef değiştirilemeyecek davranış haline gelmiş, rüşvet vukuatı adiyeden sayılıp ardılı ünlü Türk büyüğü tarafından rüşvet bedelleri muhasebeleştirilir hale gelmiş, depremlerde can ve mal kayıpları kaderimiz olmuş, dinsel ve cinsel ayrımcılık tavan yapmış, yıllık 5.000 ölüm ile trafik keşmekeşi yaratan politikalar baş tacı edilmiş hatta Cumhurbaşkanlığı sırasında otomobil fabrikası kuracaklarsa Çankaya Köşkünü de tahsis ederime vardırmış andülüplüğü vs vs diyerek noktayı koyalım yoksa sayfalar dolusu olumsuzluk sıralamak mümkün. 

Evet, sonuçta çareler tükenmez diye diye, ne çare kalmıştır tüketilmeyen ne de tükenmemiş bir kaynak ve takat, canım yurdum artık ardıllarının da kendisinden aldığı rahle i tedrisat ile dizlerinin üstünde doğrulmaya çalışmaktadır halen, ama ne yazık ki üretilen çareler de artık kar etmemektedir.

Peki, şimdi mezkûr sözü demokrasilerde çare tükenmez haline dönüştürmek istiyorsak eğer acilen neler yapmalıyız, yukarıda bahsedilen zulümleri bize yaşatanları ve ardıllarını behemehâl teşhis ve tespit etmeli ve sırtımızdan atmalıyız, buradan başlarsak arkası çorap söküğü gibi gelecektir.

Son söz

Sayenizde sadece çareler tükenmedi, deniz de tükendi.


Cumartesi, Aralık 03, 2011

KIZIL MEYDAN

Sovyetler Birliği ya da Rusya denilince ilk akla gelenlerden birisidir, Kızıl Meydan; bazılarına göre de, Dünyayı altüst eden, Kapitalist batının tüm husumet ve saldırganlığının hedefi haline getirilen Sovyet Devriminin sembolü gibi gösterilmekte olup, gerçekte de önemli günlerde önemli gösterilere ya da törenlere sahne olmasından ötürü de bu kabil anılmayı da hak etmiştir. Ancak; “Kızıl Meydan” ın kızıllığının kaynağı; emperyalist batının Sovyet Devrimine atfen tahkir edici ifadesi değildir, çok önceleri çok farklı isimlerle anılmış olmasına rağmen; 17. yüzyıldan itibaren Rusça’daki bir anlamı da “güzel” olan Красная (krasnaya) sözcüğünün diğer anlamı “kızıl” adı ile anılmaktadır, “площадь Красная” (krasnaya ploşad) yani kızıl meydan bugün Moskova’nın sembol alanlarından biri olup Dünyada da bir meydan olarak en fazla bilinen meydanlardan biridir.

Kızıl Meydan; (Rusça: Кремль), "kale", "hisar" anlamlarına gelen Kremlin sarayının doğusunda yer almakta ve kuzeyindeki Devlet Tarih Müzesi, güneyindeki Vasili Blajenni Katedrali ve Moskova Nehri, doğusundaki inşaatı 1893 te bitirilmiş, devrim sonrasında her Sovyet başkentinde olduğu üzere düzenlenerek Devlet Satış Mağazalarına dönüştürülmüş yapının (Glavni Universalni Magazin) arasında kalmış vaziyette ve yaklaşık 75,000 m²'lik bir alanı kaplamaktadır.

Kızıl Meydan’ın en önemli yeri ise bana göre; Lenin’in mozolesidir ve hemen Kremlin duvar mezarlığının önünde ve tam ortasına gelecek biçimde konuşlanmış olup, girerken kesinlikle çanta, cep telefonu ve fotoğraf makinesi gibi eşyaların alınmadığı ve mozolenin içinde bulunurken de tam ve mutlak bir sessizliğin temin edildiği bu anlamda da dünyadaki benzerleri gibi bir anıt mezardır. Kızıl ve siyah renkli Ural granitlerinden yapılmış ve alçak bir piramit şeklindeki Mozolenin tam ortasında, 1924 yılında, ölümünden yaklaşık 2 ay sonra mumyalanan Sovyet ve dünya devriminin en önemli liderinin mumyalanmış vücudu kristal bir tabut içinde bulunmaktadır. Mozolenin hemen üstünde, resmigeçit ve merasim törenlerinde yöneticilerin çıktıkları ve törenleri izledikleri bir tribün bulunmaktaymış.

GUM; Lenin'in 1930'da tamamlanan anıtmezarının tam karşısında kalmakta ve bugün Lenin’e nazire yaparcasına ünlü tekstil markaları başta olmak üzere Kapitalist dünyanın en ünlü markalarının buluştuğu bir alışveriş merkezine dönüşmüş durumdadır. Ömrünü kapitalizm ile savaşa adamış, Sovyet ve Dünya devriminin önderi Lenin’in mozolesinin tam karşısında kapitalizmin temsilcilerinin bu ölçekte sergileniyor olması da başlı başına bir ironidir.

Gerçi bugünlerde hummalı bir biçimde; Stalin üstünden saldırıların hedefi haline getirilmeye çalışılan Sovyet ve Dünya devrim önderinin mozolesinin buradan kaldırılabilmesi için bolca idmanlar yapılmakta ve bu fikrin fazlaca tekrarlanmasının sağlayacağı düşünülen haklılıkla da halkın gözünden düşürülmeye çalışılmaktadır. Bizdeki İnönü üstünden Atatürk’e yapılan saldırılara ne kadar da benzemektedir aslında, konunun doğruluğu yanlışlığı bir kenara ahde vefanın nasıl ayaklar altına alınabileceğinin de çok önemli bir manevrası sahne almaktadır. Klasik taktiğidir hakim çevrelerin, önce içini boşaltmak ve ruhsuz hale getirmek sonra da oluşan bu ruhsuzluğu bahane ederekte nihai saldırıyı gerçekleştirmek.

Kremlin Duvarı boyunca yine Dünya ve Sovyet devrim önderi Joseph Stalin başta olmak üzere, Uzaya ilk çıkan kozmonot Yuri Gagarin ve “Dünyayı sarsan 10 gün” adlı kitabın yazarı Amerikalı yazar John Reed gibi insanların mezarları bulunmaktadır.

Kızıl Meydan’ın kuzeyinde Devlet Tarih Müzesi bulunmakta olup; burada paha biçilmez sanat eserleri sergilenmekte olup müze severlerin mutlak uğrak yerlerinden olduğu söylenmektedir.

1400’lü yıllarda; Kremlin'in duvarlarının tamamlanmasını müteakip inşa edilen Kızıl Meydan, tarihi boyunca idamlara, gösterilere, geçit törenlerine ve mitinglere sahne olmuş olup, Çar ve Patriklerin halka burada seslendiği ya da buyruklarının halka burada duyurulduğu bir alan olarak bilinmektedir. Önceleri, büyük bir pazar alanı olan meydan, farklı dönemlerde farklı amaçlara uygun olarak düzenlenmiş olup, güneyindeki etrafı taştan bir duvar ile çevrili olan taştan bir platform bulunmaktadır  (Lobnoye Mesto), Patriklerin ve Çarların duyuruları buradan ilan ediliyor ve ibretlik müessesinin çalışması içinde halkın seyrettiği ya da daha doğru bir ifade ile halka seyrettirilen ölüm cezaları burada yerine getiriliyormuş.

Kızıl Meydan’ın güneyinde yer alan Aziz Vasil Katedrali soğana benzeyen, rengârenk ve kubbemsi çatılarıyla ünlü bir katedral olup, 1555 - 1561 yılları arasında Rusya’nın Kazan ve Astrahan hanlıklarına karşı kazandığı zaferlere ithaf edilmek üzere Korkunç İvan tarafından yaptırılmış ve değişik şekilde tasarlanan sekiz kubbe, sekiz ayrı zaferi simgelemektedir.

Aziz Vasil Katedrali’nin hemen ön tarafında; Minin ve Pozharski’nin anıt heykeli bulunmakta olup, Polonya işgaline karşı verilen savaşın önderliğini yürütmüş bu 2 insan için tasarlanmış ve önceleri Kızıl Meydanın ortasında bulunurken, 1930’larda Stalin döneminde, heykelin geçit törenlerine engel teşkil ettiğini tespiti ile bugün bulunduğu yere taşındığı bilinmektedir.

Bir dönem Sovyetler Birliğinin, toplumsal ve siyasal tarihinde çok önemli yer tutan ve Emperyalist Batının basın organlarında da özellikle askeri gösterileri ön plana çıkarılarak tanıtılan bu meydan, bugün artık Emperyalist batının kontrolü altındaki UNESCO tarafından bile “UNESCO Dünya mirası” listesine alınmış olup korunmasında özen gösterilmektedir.

Sonuçta “Kızıl Meydan”; söylendiğinde kafamızda canlanan meydan kavramının tam karşılığıdır, kocamandır, görkemlidir, etkileyicidir ama fizik yapısından öte bir ağırlığı da insana hissettirmektedir, açıkçası.