Cumartesi, Şubat 26, 2022

OKUYUCUNUN KATKISI ve OKUYUCUYA KATKI

Yazılarımı okuyanlar bilir; “Yeni Çeşme Projesi”ne karşıyım ve de ne olursa olsun karşı durmaya da devam edeceğim. Hani bazıları gibi önce karşı çıkıp sonra bazı gelişmeler (!!!) karşısında çark edenlerden olmadım. Kişisel görüşüm o ki, Çeşme’nin artık büyümeye değil mevcudun kalitesini iyileştirmeye ve arttırmaya ihtiyacı vardır. Artık, daha kaliteli yeşil alan, daha kaliteli ve halka açık plajlar, daha kaliteli yollar, daha kaliteli içme suyu, daha kaliteli atık su defi, daha kaliteli arıtma, daha kaliteli turizm, daha kaliteli ulaşım, daha az propaganda, daha az nobranlık, daha az tepeden bakma, daha az mal muamelesi yapılması, vs vs istiyoruz. Mesela hala denize derin deşarj adı altında “fosseptik” muamelesi yapılıyor olması şahsen beni çok rahatsız ediyor… Senin, daha kocaman alanların atık suyunu toplayamadığın bir sahada, yeni yerleşimler açmanı ya da yaratmanı biz istemiyoruz, kimin istediğini ise iyi biliyoruz. Ne diyor Mustafa Kemal Atatürk; “Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.” Bilmem anlaşılabiliyor mu? Aslında Milletin sessiz olduğuna bakıp bunların hepsini de yediğini yuttuğunu düşünenler elbet bir gün yanıldıklarını anlayacaklardır. Gazetemize bizzat gelerek duruma muhalefetlerini açıklayan ya da yolda karşılaştığımızda tepkilerini belirtenlerin ya da telefonla arayıp artık yeter diye sızlananların sayısını biz biliyoruz. Yarın sizlerde öğreneceksiniz emin olun… Yok öyle ben yaptım oldu, nobranlığı, hoyratlığı… Mesela çok yeni öğrendim farklı farklı bir sürü grup kendini çevreye adamış gönüllü farklı farklı avukatlara vekaletler vererek her türlü hukuki yolu kullanma iradesi buyurmuşlar. Aaaa bizi yönetenler bunu küçümser, azımsar, yok sayar, o da kendilerinin takdiri… Daha önce bu kabil eleştirilerimi sıraladığım yazıma, çok değerli emekli öğretmen bir okuyucumun katkılarını da ilaveten aşağıda aktarıyorum…

“Çeşme projesine ilişkin olarak konuya yüksek bir hâkimiyetle yaklaşıp ortaya koymuş olduğun son derece kapsamlı somut veri ve gerçekçi irdelemelerle yaptığın değerlendirmeler, benim için çok aydınlatıcı ve uyarıcı olmuştur, bunun için hassaten içten teşekkürler ediyorum; umarım ve dilerim ki, tüm Çeşme’de yaşamakta olanların bu gerçekler akıllarında yer eder, kulaklarına küpe olur.

“Konuya ilişkin aydınlatıcı bilgilerden yararlanarak zevkle okudum sevgili Ruhi Beyciğim. Aklına, bilgine, birikim ve zengin donanımın için kıvanç duydum. Elin, emeğin, kalemin dert görmesin. Sevgi, saygılar, selamlar. Sağlıkla kal.”

“İzmir’i Seyretmek” başlıklı yazımı okuyanlar Angelico Maria Müller adlı bir gezgin din adamının İstanbul’dan gelen bir gemi ile İzmir Körfezine girişteki bakışı ve İzmir’de kaldığı sürece tanıklıklarından yazdığı anılarında bakın neler anlatmış idi. Smyrna yıkık amfiteatr, kale ve birçok başka kalıntı temelinden anlaşılacağı gibi muazzam büyük ve şahane bir şehir olmalıydı. Bugün ise öyle görünüyor ki, Eski Smyrna’nın değil yarısını, ancak onun bir gölgesini görüyor olmalıyız. Buna karşın, hem Avrupalı hem de Doğulu tüccarların ticaret ve dolaşımları nedeniyle tüm Levant’taki en ünlü liman ve ticaret şehridir. Dış limanda demirliyken, irili ufaklı birçok teknenin yanı sıra 70 kadar Fransız, Galli, Hollandalı, İngiliz ve daha birçok başka ülkeden gemi saymıştım. Karayolu ile yılda üç kez, Şubat, Haziran ve Ekim’de doğudan-İran-Moğolistan ve Çin’den gelen kervanlar bazı dönemlerde İzmir pazarında 4-5 bin devenin aynı zamanda buluşmasına neden olmaktadır”

Gerçi mezkûr anıları kaleme alanın fahiş bir hatası da var; “Smyrma dışında bir başka Smyrna daha varmış ve diğerinden 20 saat uzaklıktaymış” diyerek işliyor bu hatayıŞüphesiz saat tarifinde ya da tercümede bir hata varsa söylenebilecek bir şey yoktur. Gerçi bir başka kaynakta mezkûr seyyahın bu görüşünün değerlendirilmesinde, 20 saat yerine “20 stadion” gibi bir mesafeden bahsediliyor ki o da eski Yunan’da bir uzunluk ölçüsü olup yaklaşık 185 mt ye ve de toplamda da 3,5 km. lik bir mesafeye tekabül ediyor ve körfezin tam doğusunda yani şimdiki Bayraklı civarında olan eski kent kastediliyor olabilir. Değerlendirmeler muhtelif, gerçek tek…

Mezkûr din adamı seyyah bir başka yerde ise; “Şehir ulus zenginidir. Yani bugün 80.000 Türk, 2.000 Yunan ve Ermeni, bir o kadar da Musevi bulunuyor. Büyük ticaretle uğraşan, her ulustan ve inançtan dinlerini özgürce yaşayabilen Frenk veya Avrupalı Hıristiyanların sayısı az değildir. Türkler’in 20 camisi, Museviler’in 7 sinagogu ve okulu. Yunanlılar’ın 2, Ermeniler’in 1 ve biz Latinler’in 3 kilisesi vardır… Türkler, Yunanlılar, Ermeniler ve Museviler; hepsi şehrin yüksek kesimlerinde otururlar. Biz Avrupalılar ise, aşağı kısımlarda, deniz kenarında uzun bir sokakta oturmaktayız. Tüm uluslarımızın burada konsoloslukları ve temsilcileri vardır.” diyerek nüfus dağılımı ve dini harita ile diplomatik ve ticari ilişkiler üstüne de gözlemlerde bulunuyor.

Bu yazım üzerine; yine herkesi ve her konuyu yakından, dikkatli ve derinlemesine takip eden emekli öğretmen okuyucum bakın nasıl bir değerlendirme yapıyor.

İzmir üstüne Batılı seyyah din adamının dedikleriyle bezeyerek çektiğin fotoğraf tam bir İzmir güzellemesi. Ama yerinde haklı bir güzelleme Allah için. Pazar yerinde aynı anda 5000-6000 devenin bulunduğu, en batıdan en doğuya Çini’ne Maçin’ine bin bir türlü envai çeşit emtianın giriş-çıkış yaptığı bir ticaret ve liman kentinin toplumsal hayatında oluşmuş etniksel, inançsal haritanın rengarenk harita, kimilerinin gözünde “Gavur İzmir” ise; bu öylelerinin aslında göz kamaştırıcı bu ‘İnci’ye karşı hasetliklerinin eseri olduğunu; aynı zamanda bunun, insana ve hayata dair şaşı bakıştan kaynaklanan çağdışı bir İLKELLİĞİN ve bir yerde de ÇARESİZLİĞİN sonucu olduğunu göstermez mi?”

Emekli öğretmen okuyucumuz, son dönemde artan bir şekilde okumaya ve yazmaya daha fazla zaman ayırdığını beyan ettiği yazısında inanılmaz bir nezaket ve üslup dahilinde, okuduğu yazılarda yazım hataları, imla kural ihlalleri üzerine fazlaca hassas olduğunun altını çizmektedir. Eleştirilerinde üslubunun kalitesini işaret eden şu cümlesi ile bitiriyorum.

Ruhi Çilek üstadın, vaktiyle Doğu Ekspresi’nin Anadolu’yu boydan boya kat ettiği yollar misali süzülerek uzayan giden yollar misali cümleleri nasıl ucunu kaçırmadan kurup beşer edebildiğine bir kez daha şaşırdım, açıkçası…”

Sonuçta; İzmir’e hakaretamiz “Gavur İzmir” diyenlere de, Yeni Çeşme Projesi ile Çeşme’ye Çılgınlık yapılmasına da karşıyız ve istemiyoruz. Nokta…


Cumartesi, Şubat 19, 2022

KAYMAKAM

 Ben ilk kaymakam sözünü ve etkisini ilkokula başlayınca öğrenip hissetmiş idim. Çeşme Kaymakam’ının kızı sınıf arkadaşım idi tam da bu nedenle derinlemesine olmasa bile görünürde etkisi etkileyici idi malum nedenlerle… Gerçi haksızlık etmemek adına söylemeliyim ki, öğretmenimizin bizlere tutumu konusunda bir ayrıcalık göze çarpmazdı ya da vardı da şimdilerde ben hatırlamıyorum ya da bu ayrıcalıklar doğal idi bu nedenle de göze çarpmazdı lakin sonuç olarak hatırladığım derslerinin ve notlarının hepsinin iyi olması gerçeği idi. 

Sonraları derslerde Mustafa Kemal Atatürk için “kaymakam” rütbesi ile görev yaptığının bahsi geçince o günün kavrama kabiliyeti ile çalışan kafamız hemen karıştı. Kaymakamlık askeri bir rütbe mi yoksa idari bir makam mı? Şüphesiz sonraları anladık konunun tam tamına ne olduğunu, öğrenmek böyle bir süreç işte. Kaymakam; Arapça “kaim makam” sözünden üretilmiş ve “birinin yerinde duran” ya da “makam sahibi” anlamlarına gelen Osmanlı döneminde de kaza yöneticisi olarak “Mutasarrıf” olarak kullanılmış bir sözcüktür. Yer yer bazı kaynaklarda ise “vekil” ya da “naip” olarak da karşılık bulmuştur. Askeri rütbe olarak ise, Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında kullanılan miralay ile binbaşı rütbeleri arasında olan ve günümüz rütbelerinden yarbay'a denktir.

Anılarını; arkadaşım Taner Morova’nın “bu az bulunan bir kitap senin kütüphanene çok yakışır” diyerek hediye ettiği “HATIRALARIM” adlı kitabından okuduğum 1914-1918 arası Çeşme’de Kaymakamlık yapmış Hilmi Uran ise müthiş anılar biriktirmiş… Paftos meselesi, Rum muhacereti, Çeşme’nin piresi başta olmak üzere birçok başlık altında yazmış. Gerçi Hilmi Uran sonradan aldığı diğer görevler ile de ilgili uzun uzun yazmış, iyi de etmiş, onun gözü ile onun değerlendirme ölçüleri ile bakıyoruz Canım Yurduma… Zaman, mekân ve teknik terakki ölçüleriyle…

Ne kaymakamlar geldi Çeşmemize… Kimler geldi, kimler geçti faslından… 

Sonradan CHP Denizli milletvekili olarak da bir dönem görev yapan Ömer İhsan Paköz, Denizli Bölgesinde Kuvayı Milliye örgütleyicilerinin oğlu olarak, intikal eden mirasa uygun kamu görevleri icra etmiş olarak bilinirdi hatırladığım. Vatandaşa olabildiğince uygun, makul ve dengeli mesafelerde bulunarak kamu görevi icra ettiği bilinmektedir. Hatta bir defasında Edirne Öğretmen Okulu öğrencilerinin başta da Aydın Korkmaz olduğu halde çıkardıkları “Devrim” isimli gazete için kendisine röportaj müracaatında bulunulunca “ne işim var çoluk çocukla” demeksizin onları yeterince ve layığınca ciddiye alarak, röportaj gerçekleştirmiş ve gazetenin isminin gereğini sorduğunda “biz devrimci öğrencileriz” diye cevap alınca, “biz devrimi yaptık, zaten”, diye cevaplamış olması da alicenaplığının tezahürü olarak akıllarda kalmıştır.

Salih Şarman da bu ilçede kaymakamlık yapmış ve bilahare de valilik görevinde de yaşadığı ve yaşattığı vahim olaylar ile tarihteki yerini almıştır. Kendisi hakkında makama münasip davranışlar dışında kalanlar için söylenecek çok bir şey olmadığı da sarihtir.

Cafer Sarılı; Bankada işlem kuyruğunda görünce şaşırdım, bankacı arkadaşlara sorduğumda da “o her özel işleminde böyledir, sıraya girer ve bekler, sırası gelince de işlemini yaptırır” demişlerdi. Şaşırdım demek ki sıraya girip beklemeye katlanabilen kaymakamlarda oluyormuş. Sadece bu yönü bile takdire şayandır, bence…

Atilla Dinçer; kaymakamlık ataması gerçekleşince Çeşme’ye kimseye haber vermeden tebdili kıyafet gelir göreve başlama öncesi izlenim edinmeye çalışır. Esnafın, kahvehanelerde eğleşen vatandaşların, şoförlerin, gazetecilerin yanlarına uğrar muhabbet eder ve kendince topladığı tüm bilgilere göre göreve resmen başlar. Görevi süresince görev tanımı uyarınca başarılı olduğu akıllarda kalmıştır.

Ahmet Macunluoğlu; halen Çeşme’de emeklilik hayatı sürdüren, bir ara CHP’den belediye başkan aday adaylığını açıklayan ve şimdilerde zaman zaman görüştüğümüz ve memleket meseleleri üzerine muhabbet ettiğimiz için güncel durumda bir ilişkimiz devam etmektedir. Sonradan Vali yardımcılığı görevi de ifa etmiş, oldukça mütevazi ve sıradan bir hayat sürdürür hali ile akıllarda kalmaktadır.

Mustafa Erkayıran; atamasını takiben kente bisiklet ile geliyor, sıradan bir gezgin gibi dolaşıyor, kendince durum ve ihtiyaç ve de öncelikler tespiti yapıyor, yüzmeye, sualtı dalgıçlığı başta olmak üzere spora destek ve ilgi gösteriyor. Tüm sosyal ve siyasal çevrelerle mesafeli ilişkiler oluşturarak sempati topluyor lakin görev süresi fazlaca uzun olamıyor.

Sonra; kaymakam olarak atanıp, Altın Yunus Tatil Köyünü bilmeyip, “orası nedir”, Selçuk Yaşar’ı tanımayıp, “o da kim” edası ve bilgisi ile Çeşme’nin en eski ve en büyük turistik tesisinin sahibini bilmeyerek, kente, kentliye, kentin siyasal ve ekonomik yapısına yönelik ne kadar da hazırlıksız olduğunu gösteren muhteremlere de rastlanmıştır. Şimdi, Çeşme turizmi deyince “Altın Yunus Tesislerini” ve sahiplerini bilmeden nasıl olacak bu iş, nasıl bir hazırlıksızlık, nasıl böylesine bir bilgi edinme noksanlığı yaşanır, akıllara zarar…

Ünal Çakıcı; gazeteye geliyor, “Urfa’ya Paşa geldi, halkı temaşa geldi” tadında… Gündemde olan, akıllarda bulunan hemen hemen her konu, yer yer ironik yaklaşımlar yer yer son derece ciddi konular derinlemesine konuşuluyor. Kaymakam gecikmeli de olsa gayet uzun bir zaman ayırıyor, bize ve özelde de yerel basının sorunlarını dinlemeye… Çare olur mu bilmem lakin dinliyor, kendince ve görev tarifi uyarınca görüşler, öneriler ve uyarılar sıralıyor. Ama hepsinden önemlisi, son derece samimi ve sempatik bir ziyaret idi… Son olarak; gazetemizi ziyaret ederek uzunca ve çok çeşitli konularda karşılıklı görüşler paylaştığımız Çeşme Kaymakamı Ünal Çakıcı’ya bu nazik ziyareti için teşekkür ederek bitireyim.

 

Cumartesi, Şubat 12, 2022

ECZACI ENDER GÖNÜLLÜ

Mahallemizin “jön” görünümlü abilerinden idi, Ender Abimiz. “Beyaz Saçlı” diye anılan Nahide Hanımın büyük oğlu, belki de Albay babanın etkisi ile baba mesleği askerlik tercih edilmiş lakin henüz harp okulu öğrencisi iken Talat Aydemir darbe girişimine katıldıkları gerekçesi ile tüm dönem öğrencilerinin askeri okul ve dolayısı ile askerlik ile ilişkileri kesilerek hitama uğramış… Lakin dönemin yöneticileri başta da dönemin etkili Başbakanı İsmet İnönü olmak üzere, “bunlar öğrencidir komutanları ne demiş ise onu yapmışlardır” mütalaası ile sadece okul ile ilişkilerinin kesilmesi sureti ile cezalandırılmışlar ve diğer tüm sosyal, siyasal ve akademik hakları baki kalmıştır. Hani şimdilerde bir kesimin düşmanlık ve küfür hedefi olmuş İsmet İnönü, asla ve kat’a bırakın yedi sülalesini cezalandırmayı kendisini bile cezalandırır iken tüm ahval ve şeraitin göz önünde bulundurulması gereği ve lüzumu dahilinde bir değerlendirme ile “emir komuta” işleyişinin tezahürü bu gelişme karşısında üstün bir celâlet gösterir, hayatı mezkûr zevata zindan edecek uygulamalardan kaçınır. İşte bu gelişmeler neticesinde kendilerine tanınan hak mucibince Ender Abimiz Eczacı olur. Gerçi sonradan girdiği siyasi faaliyetler neticesinde, başta dericilik gibi başkaca ticari faaliyetlerde dener lakin hiçbirisindeki başarı “eczacılıktaki” başarısını aşamaz hatta egale dahi edemez. Artık ne yazık ki aramızda olmayan bu güzel komşumuz halen tanıdıkları ve hemşehrileri arasında “Eczacı Ender” diye anılmaya devam etmektedir.

Ender Abimiz, şimdilerde artık yerinde yeller esen o güzellikler içinde deniz kenarındaki 2 katlı bahçeli bir evde hayatının önemli bir bölümünü geçirmiş idi. O güzel ev artık ne yazık ki yok, tüm o güzel Çeşme’nin diğer güzellikleri benzeri tarihe havale edildi hem de ne yazık ki sözlü tarihe. Şimdi anlatmaya ya da anlatabilmeye muktedir olmayı çok istediğim bir “Çeşme Limanı” söz konusudur, her şeyi ile ve her şeye rağmen… Merhum Ali Subay’ın o güzelim evi ile başlayan, halamın kızı Şükran Ablaların şimdilerde “english home” olan evi ile nihayetlenen liman ve adeta onun altın kolyesi durumundaki dizilmiş evler… Ne kadar dövünsek yeridir ve azdır, limanın doldurulmasına, bir rant kapısı haline getirilmesine, o muhteşem asude duruşun terkine sessiz kaldığımız için… Evet şimdi bir başka Çeşme Limanıdır söz konusu olan, sakın yanlış anlaşılmasın, derdim, şimdi çok kötü, o zaman çok güzel idi gibi sıradan ve sığ bir tartışmaya girmek değil, zinhar. Şehir böylesine radikal değişir iken, anılar yok olmuyor sadece şehir de kısırlaşıyor hatta iğdiş ediliyor. Neyse konumuz bu değil, konumuza çark ediyorum hemen... 

Ender Abimiz, Çeşme’nin ilk mütekamil eczanesinin sahibidir, önceki ecza dolapları kabilinden organize olanları bir kenara bırakır isek… Şimdiki Belediye Binasının, tam da, Başkan Yardımcısı odasına denk gelen bölümü, dışarıdan açılan bir kapı ile onun eczanesine girilir idi, bilenlerin hemen hatırlayacağı bir fotoğraf ilave ediyorum. Eczanesi ile Kasabamıza çok ciddi hizmetler sunmuştur, şüphesiz ki bedeli mukabilidir tüm bu hizmetler lakin o günün şartlarını bilenler çok daha iyi bileceklerdir ki, nasıl önemli bir hizmettir, öyle kolayca kimsenin küçümseyemeyeceği biçimde. Ender Abimiz adeta kendisi ile özdeşleşen sonradan edindiği beyaz Murat 124 otomobili ile 70’li yıllarda bir hayli önde olmayı becermiştir.  

Gelelim tekrar yetiştiği eve Ender Abimizin, cephe aldığı yol tarafında bulunan, mezarlık önünde daima “Şaban Paşa suyu” akan bir çeşmesi ve deposu ki bizlerin “Akar” diye adlandırdığımızı hatırladığım, akan suyun ise denize bağlantılı küçücük bir dere marifeti ile deşarj edildiği, evin deniz ile arasında bir “çayır” alan bulunur idi ki burada o günün şartlarında ilkel ama amacına matuf mütekamil bir voleybol sahası, ki biz burada futbol da oynar idik. Mezkûr alanda zaman zaman gölgesinde oturup uzun uzun muhabbetler yaptığımız, dönemi uygun ise meyvesini yediğimiz gövdesi bir hayli kalın ve güzel bir beyaz dut ağacı vardı. Bu sahada ilaveten ve gününe göre kendisi sıradan olsa bile sahip olma fikri ile son derece gelişmiş olan bir “barfiks barı” vardı. Hemen önü deniz olan bu alandan istediğimiz zaman hemen denize girer saatlerce, yüzer, oynar ve muhabbet ederdik. Ayrıca, Ender Abinin kardeşi Ateş Abimiz ise, girişleri şişe ya da kırık cam ile ücretlendirilen, hava ağacı yaprakları ile çatısı örtülmüş bir çocuk sineması sahibi idi, toplanan şişeler ya da camlar sonradan Ali Hoca’ya satılır idi, hay Allah, ne günler… Evet, Ender Abimizin, sırası ile Ateş, Aslan, Sema ve Gönül adlarında dört kardeşi daha vardı.

Ender Abimizin eşi ise, Meşhur Şerif Hoca ve Melahat Hocanın kızı Yaşar Ablamız idi. Bu iki güzel insanın, evlerinin teraslarından birbirlerine ışık ile mesaj göndermelerinin anılarımız içinde olduğu bir kenara, bu iki evin birbirlerini görebilecek bir konumda olması idi önemli olan, evet Çeşme Limanı, 60’lı ve 79’li yıllarda böyle idi… Tabii ki; 2 aile de Çeşme’nin önemli ve asri iki ailesi idi, evliliklerini sadece bu tarafı ile anımsıyorum, ne yazık ki başka, duyum ve izlenim yok. Ender Abimiz, 70’li yılların ikinci yarısında, adeta yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen Sıhhiyeci İbrahim ile her türlü sosyal ve turistik faaliyet içinde bulunmayı hayatlarının diğer bölümüne göre hayli öne almış bir görüntü vermekte idiler. Çeşme artık bir yanı ile Altın yunus Otelinin devreye girmesi diğer yanı ile de memleket genelinde turistik faaliyetlerin öneminin artması ile yerli ve yabancı turistlerinde göz bebeği olmuş idi. İşte bu göz bebekliğinin göz önüne çıkardığı meşhur faaliyetlerin tılsımı Ender Abimizi de çekim alanı içine dahil etmiş idi. Böylesi bir akşamın dörtlü Altın Yunus’lu çekici Lobby Bar muhabbetinin, Yaşar Ablaya bir muzip ya da muhbir tarafından aktarılması neticesi mezkûr mekânda çıkan şamatanın unutulması mümkün değildir gayri. 

Ender Abimiz, bu dengeli ve oldukça güzel yaşamının içine, ne ve nasıl oldu ise, 12 Eylül darbesi neticesinde oluşan suni ve geçici sükûnetin politik cazibesinin yeni yüzler arayışı ve davetinin cazibesine kapılır, galiba biraz da eski kurtların gazı ile dönemin ABD destekli Turgut Özal önderliğindeki ANAVATAN Partisine katılır ve Belediye Başkan adayı olur. Bana uzunca süre kırgın olmasına sebep bir de olay yaşanır aramızda, benim bulunduğum bir kahvehanede bir akşam propaganda çalışması için geldiğinde, uzun uzun “köprü satışları” hikayesini anlatırken söz isteyip, kendisine “duyun-u umumiyeyi” bilip bilmediğini sormuştum, bilmediği beyanına müstenit oluşan yarı komedi ortamın, kaybettiği seçimin sebebi tayini ile bana küser. Gerçi birkaç ay sonra bu küskünlükten yine kendisi bıkar ya da usanır, yolda yürürken arabası ile yanımda durur ve beni davet eder, artık bu küskünlüğü uzatmanın manası yok der, ben de kendisine “Abi ben sana küsmedim ki, sen kendin küstün, kendin barışıyorsun” diye cevap vermiştim. Ama o gece ben kendisine politik kurtların hem kendisinin hem de F. Tütüncüoğlu’nun sonunu nasıl hazırladıklarını uzun uzun anlattığımda hak vermiş idi.

Bu yazı münasebeti ile adı geçen tüm büyüklerimizi ve komşularımızı bu vesile ile bir kez daha saygı ile yad ediyorum.

Cuma, Şubat 04, 2022

BİR GÜZEL ADAM CELİL

Bir güzel adam, bir gülen adam, bir neşeli adam, Celil Altan arkadaşımızı bir süre önce korona virüse karşı savaşta kaybettik. Evet, Celil güzel kasabamızın güzel ve gülen bir siması idi. Celil bir dönem Çeşme Belediye Meclis Üyeliği de yaptı o dönemde Belediye Başkan Yrd’sı Şakir Karadede’nin ya da Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ın yanında sık sık bir araya gelir Çeşme ve ülke üstüne muhabbet eder idik. O dönem belediye sık uğradığımız bir yer idi, belki faaliyetlerimiz gereği sık gidiyorduk, belki mezkûr yönetim halkın içinde yani halkla birlikte yani bizimle daha iç içe idi ya da biz öyle zannediyorduk belki de tamamı çok yakın arkadaşlarımız idiler, bilemiyorum artık nasıl izah etmeli… Belediye şimdilerde fazlaca uğradığımız bir yer olmaktan uzak biraz, bu belki bizim belki onların tercihi. Ama Celil Altan sık sık muhabbet ettiğimiz ve üzerine tefekkür ettiğimiz tüm ciddi meselelere müthiş bir ironik yaklaşım gösterir zaman zaman ben de bunu onun büyük hoşgörüsünün tezahürü kabul ederdim. Hakikaten kendisine “letafet kralı” desek hiç de sırıtmayacak bu dostumuz maalesef artık bizimle değil. Evet çok zamansız bir kayıptır bizim açımızdan, her yönü ile…

Babadan kalma lakabını da devam ettiren ender arkadaşlarımızdandır. Fanti Hüseyin’in oğlu Fanti Celil artık aramızda değil, Çeşme onsuzluğa alışacak mecburen. Celil’in babasının lakabı da fanti idi kendisine yadigâr lakin bir farkla… Kendisi “ispati fanti” idi… Şimdi ismini vermenin çok uygun olmayacağını düşündüğüm bir başka çocukluk arkadaşımız vardı ve maalesef mesleğinde çok iyi olmakla birlikte, yeme içme konusunda da bir hayli ilerleme kat etmiş idi. Yeme içme dediğime bakmayın asıl 2. sinde bir hayli önde idi. Bir gün öyle ileriye ilerlemiş idi ki, eve gidecek durumu kalmamış ve çocukluk arkadaşı Celil’in yardımı ile eve vasıl oluyor. Eve refakatle geldiğini gören anne refakatçiye teşekkür etmek ister lakin kim olduğunu da merak etmektedir. Oğlum seni eve getiren bu arkadaşın kim diye sorar. Cevap şüphesiz “fanti” dir, fanti diye isim mi olur, nasıl fanti diye daha derin bir soru gelince de “ispati fanti” der. Fantilikte ihtisas o gün bugün kalıcı hale gelir.

Şimdi hayatta olmayan Çelebi Kabadayı ve Celil’in, Çeşme’ye önce yazlık tesisleri bilahare de banka şubesi ile gelen “Emlak Kredi Bankası” şubesinde çalıştıkları dönemde salt bu nedenle mezkûr banka, işimiz olsun olmasın sıklıkla uğradığımız bir yer olmuş idi. İnancım o ki, sadece bu iki arkadaşımız bile bankanın faaliyetlerinin önemli bir kısmını sadece kişisel pozisyonlarından ötürü katlamışlardır. Emlak Kredi Bankası şimdiki LCW mağazasının bulunduğu binanın zemin katında idi esasen mezkûr bina Mehmet Gören büyüğümüz ve bilahare de Oğlu Ali Gören işlettiği kıraathane olup üst katı da Çeşme’nin ilk otel-pansiyon benzeri mekânı idi. Bir dönem, biz de şimdi ismini anmak istemediğim bir arkadaşımla birlikte orayı kıraathaneden turistik eşya satılan bir mekâna çevirmek için şimdilerde hayatta olmayan Ali Gören ile epey bir muhabbet etmiş idik. Bu vesile ile hem Ali’yi hem de babasını da saygı ile anmış olalım.

Benim Celil ile muhabbet konularım çok ve çeşitlidir lakin hayata bakışımızı da gösterecek biçimi ile olan birkaç tanesini anlatarak sonuçlandırmak istiyorum ki, bu güzel insanı bu tarafı ile de anmanın mutluluğunu yaşayalım. Çok değişik konularda anı biriktirmek ve onları kendine has üslup içinde anlatmak konusunda da bir mahir insandır aynı zamanda Celil. Kendisi ile özdeşleştiğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir şapka tutkusu vardı. Hele ki bunlar içinde hasır olan “Panama Şapkası” vardır ki, öyküsü ve tercihi bile başlı başına konu edilecek bir şeydir. Bir gün kendisine neden bu hasır şapkayı sürekli kullanıyorsun diye sormuştum, “hasır şapka” diyerek küçümseme lütfen demişti ve Panama şapkasının öyküsünü ve kendisininkinin de el yapımı ve orijinal olduğunu belirterek, şapkanın 1900 yıllar başında Panama Kanalının yapımı sırasında Ekvador'lu bir tüccar tarafından imal ettirilerek kanal inşaatında çalışan başta mühendislere bilahare herkese satıldığını özet olarak anlatınca, Celil ihtisaslarına bu işi de eklemişsin dediğimde de epey gülüşmüş idik. Evet, şapka deyip geçmeyelim hakikatten özel hasırdan imal edildiğini bildiğimiz bu ürünün bu nedenle son derece hafif ve hava geçirgenliğinin yüksek olması hasebi ile de tüm dünyada öne çıkmıştır. Bizde kendisini bu farikası ile hep hatırlayacağız.

Bir başka hoş hikayesi de; biraz özel lakin bilinen bir hikayedir. Şimdilerde artık aramızda olmayan komşu oğlumuz Akın Onur ile Celil, deyim yerinde ise yedikleri içtikleri bir olan iki arkadaşlar yani bizlere göre samimiyet ve muhabbet kıyaslamaz elbette. Dönem itibari ile her ikisi de Çeşme’nin civanmert delikanlıları olup aralarından su sızmaz idi nerdeyse… Gel zaman, git zaman Celil’in kapısına izdivaç sinyalleri ulaşır. Faslı uzun anlatmaya gerek yok düğün dernek kurulur artık her şey bitmiş evlerine çekilmiş yeni evliler. Kiralanan evi, bilmeyenler için anlatayım, Çiftlik Köyü (şimdilerde Mahalle) eski yolunun köye gidiş istikametinde sağ tarafında kalmakta olup, dönem itibari ile yolun kotu evin çatı kotunun hemen hemen üstünde bir şekildedir ve ev direk deniz kenarındaki kayalara adeta kondurulmuş idi. Liman şimdiki gibi abuk subuk bir dolgu işlemine maruz bırakılmamış, şimdiki sahil yolu yok yani, Çiftlik Köye ulaşım tek bu yoldan yapılıyor. Mezkûr ev ve etrafındaki evlerin tamamı da sahil boyunca tek sıra ve adeta bir gerdanlık gibi deniz kenarını çevrelemekte idi. Evet biz tekrar dönelim yeni evlilerin düğün dernek sonrası evlerine çekilmesi ve sonrasına. Başta Akın Onur olmak üzere birkaç arkadaşı daha ellerine aldıkları, süt, bisküvi, tatlı vb. gibi yiyecek ve içecekler ile evin kapısına gelirler. Gelenler tek tek, 10 ya da 15 er dakikalık aralarda ve sıra ile zile basar ve ellerinde getirmiş olduklarını verir ve mutluluk dileklerini iletir giderler. Mezkûr fasıl uzayınca Celil bunları “yeter artık lan” diye kovar. Peki buna karşılık muhteremler muziplikten vaz geçer mi? nerde… Bu sefer de ellerine aldıkları küçük küçük taşları, çatının da yol kotuna yakın olmasından istifade ile başlarlar kiremit çatıya savurmaya… Dostumuz Celil, dışarıya çıkar bunları kovar ama gece de böylesine bir muziplik ile nihayetlenmek üzeredir. Bu arada geçirdiği elim bir trafik kaza sonrası kaybettiğimiz komşu oğlu ve arkadaşım Akın Onur’u büyük bir saygı ile anayım.

Aslında Celil’in de içinde bulunduğu hatta yaratıcı ve nüktedan kişiliği ile de genellikle başrol üstlendiği “Urla Lisesi” ve “Özel Yurt” hikayelerini de yazmak gerekir ama yer ve yen darlığı nedeni ile bir başka yazıya konu olacaklar.

Çeşme’ye önce Bankacılık, sonra Otelcilik ve de Belediye Meclis Üyeliği ile katkı sunan, ihtiyaç sahibini her zaman koruyan ve kollayan, Ali-cenap, nüktedan bir arkadaşımızı daha yitirmenin acısını hala dün gibi hissediyorum. Evet, doğulan ve havası solunan bu topraklara düşüncede ve uygulamada bıraktığımız izlerle anılacağız ya, işte Celil’i de böyle ve etkilerine dair her şeyi ile anmaya devam edeceğiz.