Cumartesi, Eylül 24, 2022

ÇEŞME ÜRETİCİ HALİ

Benim hatırladığım kadarı ile Çeşme’nin ilk müstahsil (üretici) Hali şimdiki Aya Haralambos Kilisesinin, şimdilerde yerinde yeller esen çan kulesi tarafındaki bir kapıdan girilince kurulur idi. Yine hatırladığım kadarı ile oranın yetkili işleticileri de, şimdi artık ne yazık ki aramızda olmayan Ahmet Sinan, İbrahim Gören ve Sadullah Kanyılmaz büyüklerimiz idiler. Bu vesile ile, özellikle o küçücük sahil kasabasının o şartlarında büyük bir başarı göstererek üretilen tüm ürünlerin, günlük olarak tüketiciye ulaşmasını sağladıkları ve bizlere onları saygı ile anacak kadar unutulmayacak hatıralar bıraktıkları için saygı ve minnet ile anıyorum. Orası bir kilise idi lakin bilindiği üzere “kefere mirası” olması hasebiyle, otoritelerce yıkım kararı alınsa bile çıkan molozun ve malzemenin o günkü şartlarda daha “Çan Kulesinin” yıkılması neticesinde def edilmesinin başarılamayacağı anlaşılınca behemehâl vaz geçiliyor. İyi ki de moloz ve çıkacak malzeme nakli konusunda müşkülata düşülüyor da mezkûr kilise ikinci kez yıkılmaktan kurtuluyor. Bilindiği üzere, Yunanistan’ın temellerinin atılması gibi sonuçlar doğuran, “Mora İsyanına” mukabil yıkılmıştır. Neyse biz konumuza dönelim, tekrar. 


Ahmet Sinan, İbrahim Gören ve Sadullah Kanyılmaz
büyüklerimiz arasında nasıl bir ortaklık ya da ast-üst ilişkisi vardı hatırlamıyorum lakin her birisi ile ayrı ayrı bu dünyadan göçmelerine kadar muhabbetimiz oldu. Sonraları Ahmet Sinan büyüğümüz Balık satıcılığına geçer lakin İbrahim Gören ve Sadullah Kanyılmaz, bilahare bu hizmete matuf inşa edilen ve Kervansaray’ın karşısında bulunan yeni yerine taşınırlar ve uzun yıllar üreticiye hizmete devam ederler. Yeni hal binası şimdilerde üzerine bir kat ilavesi ile birlikte “Zabıta Müdürlüğü” ve Belediye ek hizmet binası olarak hizmet vermektedir. Lakabı “Manav İbrahim” olan İbrahim Gören ürünlere talip olanlara açık arttırma (mezat) usulü ile satışı yönetir, bir kâtip ise bunları kayıt altına alır idi. Kâtiplik görevini, şimdi adını anmak istemediğim bir tanıdığım başta olmak üzere Sadık Gören (İbrahim Gören’in oğlu) ve halen bu işi yapmakta olan Mustafa Ertemiz uzun yıllar büyük bir titizlik ile yürütmüşler idi. Üreticilerden gelen ürünler mezat öncesi Hale geliş sırasına göre ayrı ayrı tartılır ve yine ayrı biçimde yerleştirilir, tartılar ve miktarlar üretici bazında kayıt edilir idi. Mezatın başladığı saatte, kayıt sırasına göre üreticilerin ürünleri tek tek Manav İbrahim büyüğümüzce miktar ve başlangıç fiyatı bazında tanıtılır ve “var mı isteyen, var mı arttıran” anonsu ile de talipliler arasında arttırma yarışı başlar idi. Mevsimine göre her türlü sebze ve meyve, hem de Çeşme’nin moda deyim ile kendi kendisine yetecek, asla dışarıdan getirilmesine gerek olmayacak kadar çeşit ve miktarda olmak kaydı ile direk tüketiciye ya da aracı manava satılmaya amade idi. Hele yaz aylarında okulların kapanması ile şimdiki kadar olmasa da yazlıkçıların geldiği döneme denk gelen ürün çeşit ve fazlalığı nedeni ile şimdiki Kervansarayın önündeki meydan taze fasulyeden, yazlık ve kışlık kavuna ve karpuza kadar dolar taşardı. Hatırladığım kadarı ile bu dönemde başta Ovacık Köyünden olmak üzere tüm üreticiler geceden ürünlerini taşırlar, teslim ederler ve yerleştirirler idi. Gece teslim tesellüm işlerinin başında Sadullah Kanyılmaz büyüğümüzün olduğunu hatırlıyorum.

Yeni Hal Binasının hemen arkası yani deniz tarafı yavaş yavaş “moloz atık bölgesi” tayini ile de doldurulmaya başlar adeta bugün ortaya çıkan ve Çeşme limanının bana göre katlinin fermanı sayılan “Marina” hayali kurulmaya başlamıştır. Dolgu alanı, önceleri Hale ürün getiren üreticilerin hayvanlarını bağladıkları bir alan olarak hizmet verir iken bilahare de Belediye araçları için park yeri, bir arada derme çatma oto tamir atölyeleri olarak hizmet verdikten sonra özellikle de meşhur “Sürücü Evinin” yıkılmasını müteakip adeta evlilik hazırlığı yapan gelin edası ile bugünkü halini alacak süslenme süreci hızlanmıştır.  Mezkûr evin yıkımı sadece bir yıkım olarak kalmadı, oradaki bir daha asla ve kat’a eski haline kavuşamayacak evin bahçe duvarındaki “Tarihi Su Çeşmesinin” de katline ferman olmuştur. Taşındı filan lakin ne taşıma, ne de restorasyon kurallarına uyulmadan yapılan diğer her iş gibi bu da şimdi “Küçük Caminin” çarşı tarafında defi bela kabilinden yeniden inşa edilmiş gibi sırıtmaktadır, bana göre… Neyse “üretici Halini” anlatmaya devam…

Hal’e getirilen ürünler için babam aşırı yaz sıcaklarından ya da aşırı rüzgârdan korumak amacı ile olsa gerek kenevir çuvallar ile tamamını örterek koruma sağlardı. Önceleri sahip olduğumuz eşek ile taşıma yapılır iken bilahare edinilen traktör ile taşır hale geçip görece konfora erişmiş idik. Eşek ile taşıma yaptığımız günlerde indirme işlerinde genellikle denk geldiğim ve babamın akranı olmasına rağmen her daim bana “hemşehrim” diye seslenen İbrahim Tütüncüoğlu yardım ederdi. Yeri gelmiş iken İbrahim Abimizi saygı ve minnetle anıyorum. Şimdilerde bile hala düşünürüm hemen hemen herkes bir anlamda her şeyi üretir iken bu kadar ürün nasıl satılır idi, hayrete şayan idi doğrusu. Yaklaşık 3.000 nüfuslu bir kasaba için dışarıdan kamu hizmetlerini görmek için kaç kişi gelir idi, yazlıkçıların da Ilıca Şantiye (Plaj evleri), Atilla Polat sitesi dışında ve Ilıca içindeki yazlıkçılar olarak kaç kişi olduğunu tahmin etmek fazlaca zor olmasa gerek… Turban Otel, Motes, Turtes, Balin, Vkamp, gibi birkaç tane de otel sayılabilir idi… Gerçi tüm bu oteller meyve ve sebze ihtiyacını yerelden temin ederler idi, şimdiki gibi neredeyse tamamı dışarıdan gelmez idi, aaa bunun gerekçesi nakliye zorlukları mı idi, fiyat politikası mı idi bilemiyorum ama aynısıyla böyle vaki idi. Mezkûr dönemin belki de en önemli umdesi “yerli malı, yurdun malı” olunca demek ki böyle oluyormuş. Okullarımızda “tarım dersi” bile vardı ve “laf ola beri gele kabilinden” hiç değil idi… Tarım ve dolayısı ile gıda üretimi önemli bir şey idi, öyle politika yapma adına yalandan nakli kelam terennümü değil kalpten inanılarak ve de hatta meşhur Amerikalı Kızılderili Reisi Seattle kelamı babından “paranın yenilemeyecek bir şey olmadığının” kanaati mucibince hem de… İnsana ne lazım ise üretilir idi Çeşme’mizde… Efendim “çikita muzumuz” yoktu lakin eksikliği de hissedilmez idi, en azından biz fakirler açısından…

Çok enteresan bir anımız var, yazlık sinemadan çıkmış 3 arkadaş eve gidiyoruz, Kervansaray’ın önüne kadar kavun köfünleri sıralanmış, gecenin o saatine denk gelen çiğ düşmesi ve hafif rüzgârla birlikte o güzelim Çeşme Kavunu kokusu sarmış her tarafı, çocukların canı çekmiş birden kavunlardan bir tanesini ne yapıp edip aşırtacaklar lakin etraf hareketli derken aniden biri köfünün üstünden bir kavunu kapıp hızlı kaçıyor ama onu gören Sadullah Kanyılmaz büyüğümüz hemen arkamızdan kovalamaya başlıyor. Kavunu aşırtanın ismi şaşırarak “kaçın Musalla geliyor” haykırışlarını hem o gün hem de bugün bile gülerek hatırlıyorum.

İnanılmaz bir misyon yürütmekte olan bu küçük “Üreteci Hali” maalesef şimdilerde ayakta zor duruyor. Bir tarafı ile tarımın önem yitirmesi, tarımın insanımıza yeterince kazançlı gelmemesi, diğer tarafı ile tarım arazilerinin yazlık yapımına kurban edilmesi ve dolayısı ile tarım yapacak insan kalmaması gibi nedenlerle artık önemini de bağlı olarak yitirmekte olan Hal, bir vadedir Hal’in her şeyi olan Mustafa Ertemiz tarafından adeta yaşatılmaktadır ve korkarım ki Mustafa’nın da bu işi bıraktığı gün Çeşme Üretici Hali tarihteki yerini alıp sadece hatıra olarak kalacaktır.

Şimdilerde az lakin kaliteli ve yüzde yüz yerli ürünlere, hem de soğan tohumundan, hurma zeytine kadar, ulaşmak istiyorsa insanlar hale gidecekler en azından sosyal medyadan Mustafa Ertemiz’i takip ederek günlük ürün çeşitliliğine hâkim olabilirler, duyuruları izlemek isteyenlere duyurulur. Şimdi Hal’e gidilir ise duvarları süsleyen adeta Çeşme’nin kısa tarihini tespit eden fotoğraflar ile bile ciddi bir vakit geçirilebilir.



Cumartesi, Eylül 17, 2022

ALMAN ve ALMANCI

Genelde layığı ile bilinen, 1. kuşağının Almanca öğrenemediği, 2. Kuşağının düzgün Türkçe öğrenemediği ve konuşamadığı 3. kuşağının ise önemli bir kısmı ile tamamen yabancılaştığı bir göç hikâyesidir, “Almancılık”… Ve bizim kuşağın her birisinin katıksız ve eksiksiz anıları vardır, arkadaşları vardır, köylüleri vardır, tanıdıkları vardır, vardır da vardır…


Bunlardan dinlemiştik evvelemirde o meşhur Almanya’yı ve çelik disiplinli Almanları… Her birinin detayda gözlemi ve aktarımı farklı olmakla birlikte anlatımlarda ortak yan Almanların çok çalışkan oldukları olurdu… Sonraları TV’ler yaygınlaşınca da izlemeyi çok sevdiğimiz futbol maçlarında maç anlatanların ve yorum yapanların çaktırarak ya da çaktırmadan yani alenen Alman hayranlığı gösterdiklerini, yok disiplin, yok panzer kelimeleri ile parlatılır ve akıllara nakşedilir idi. Tabii ki sonraları da yabancı başbakan ya da sonradan pasaport almış başbakan tarzında başbakanlarımız olunca “yabancı hayranlığının” katmerleşmesi için sarf edilen çaba ve kelimeler furyasında nerdeyse inanmış idik bu kefere takımının çok çalıştığına ve çok disiplinli olduklarına… Gel zaman git zaman kefere takımı ile teşrik-i mesailer eyleyince anladım ki adamlar bir defa asla ve kat’a çok çalışmıyorlar diğer taraftan disiplin var mı bilemiyorum ama ciddi çalıştıkları ya da işlerini ciddiye aldıkları kesin… Şimdi bu görüşe itiraz edenlerin çalışma yasaları ve yönetmeliklerindeki esasları ve fazla çalışma yapılır ise de ne tür karşılıkları olduklarına bakmaları tavsiyemdir. İlaveten, sanayi toplumu ile kapitalistleşmeye çalışıp küçük aile işletmeciliği çerçevesinde ilkel tarım toplumu olmayı aşamamış olunması da kıyaslama kabilinden kesinlikle akıldan çıkarılmamalıdır. Esasen de kuralların en azından gelişmekte olan ülkelerdekine (!!!) kıyasla nasıl uygulandığını ve takip edildiğini bir sorgulasınlar ve daha da önemlisi gelişmekte olan ülkelerde (!!!) fazla çalışmanın vukuatı adiyeden kabulü ile ücretlendirilmediğini ya da sınırlandırılmadığını bir hatırlasınlar, işte o zaman kafalar pırıl pırıl aydınlanacaktır. Kurallara uymaktan ziyade kuralların kendi durumlarına uydurulduğu ortamları seven canım Yurdumun görece kurumsallaşmış şirketlerinde bile işlerin Doğu’ya has yöntemlerle yönetildiğine has bir örnek verebilirim. Fazla mesai günlük 2 saat ve yılda da 90 günü geçemez kuralına rağmen benim çalıştığım ve çok tanınan ve canım Yurdumun çok önemli firmasında 12 ay fazla mesai ücretlendirilmesinin kayıtlı ve kuyutlu yapıldığını bilsinler yeter…  

 

Çalıştığımız inşaat şirketi olunca bazen ihale hazırlık dönemlerinde hem bilgilerin kısa sürede toparlanması ve işlenmesi hem de gelecek başka çok önemli bilgi ya da aksiyon nedenleri ile bir dolu evrak son güne hatta son saatlere sarkar bilindiği üzere. Bu çalışmalardan birinde ki yaklaşık 1 hafta boyunca tüm merkez kadro ve de özellikle ihale hazırlık departmanı çok yoğun çalışmış, ertesi gün ilgili departmandan ve benim de okul arkadaşım olan bir mühendis ana kapıdan mesai başlamasından 4 dakika sonra giriş yaptığını elektronik ortamdan gören Genel Müdür hemen geç kalındığını ve dikkat edilmesi gereğinin ikazını yapar, hem de elektronik ortamdan yazılı olarak… Eeee adam hak etmiş mi etmemiş mi çok önemli değil ama Genel Müdür postunda oturuyor ya kendisinde her türlü saygısızlığı yapma yetkisini görüyor… Ya bu insan bir defa Mühendis 4 dakikanın ne manaya geldiğini biliyor en azından senin kadar, ilaveten bu ikazın arifesinde bir hafta boyunca sabahın köründen gece yarılarına kadar bila bedel çalışmış bu adam, ama umurunda mı Genel Müdür beyefendinin… Yetkisi var ya, yandı gülüm keten helva… Neyse konu bu değil, gelelim biz yine keferenin durumuna…

 

Evet, kefereyi bu kabil bir değerlendirme neticesinde bize anlatan profil ise tam bir kayıp akıl, kayıp vicdan, kayıp izan mahsulüdür. Yok, sabahın karanlığında yola çıkarlarmış, yok çok çalışırlarmış… Külli yanlış değerlendirme, külli abartma, külli atmasyon… Fabrika vardiya düzeni, bant sistemi üretim, görece güçlü sendika, esasen de yeten ücretlendirme göz önünde tutulmadığından esasen de kapitalizm, sermaye, işçi sınıfı vs gibi kavramlar hiç bilinmediğinden, yüzeysel gözlem ve değerlendirme ilaveten de bulmuş bizim gibi gün doğdu gün battı çalışma düzeninden fırlamış tarım toplumu mazlumunu veriyor nutku, veriyor… Biz görmemiş garibanlar da buna ağzı açık dileyip inanıyor. Sonraları gerek çalışılan ortamlarda mezkûr milletin neferleri ile birlikte bulunma ve çalışma, gerekse de konsorsiyum vasıtaları ile onların çalıştıkları vatan ve fabrikaları görme esasen de kapitalizm ve emperyalizm üstüne detaylı bilgi sahibi olmamız hasebi ile konunun bir halüsinasyondan öte olmadığını gözlemledik. Bir defa kapitalizmin gelişim seviyelerinin sosyal ve siyasal hayata yansımalarının neler olduğunu canım Yurdum pratiğinden iyi bilenler olarak…  

Şimdi gelelim bu değerlendirmeleri yapan muhteremlerin profillerine, hani şimdilerde sosyal medyanın da alabildiğince gelişmiş olmasına binaen artan yeni moda “sokak röportajlarında” arz-ı endam eyleyen, dünün tüylü şapkalılığından bugünün kirli sakallılığına terfi eylemiş muhteremlerin “Almanya bizi kıskanıyor” replikasını dudaklarını da büzerek üstüne de kaşlarını mütenasip yaylandırarak arz etmelerine… Öyle bir yukarıdan bakıyorlar ki, adeta cehaletin yarattığı özgüven patlamasına münhasır eda, mimik ama boş kelam her şeye rağmen sırıtıyor. Doğru düzgün eğitim almış dünyanın sosyalleşmesinden yeterince nasiplenmiş komplekslerden görece arınmış durumuna mütenasip mütevazı ve muallem Almancılar şüphesiz ki bu değerlendirme dışında olup konumuzla hiçbir ilişkileri yoktur.

Paraları ya da kazançları bir anda 6 kattan 18 kata çıkmış sadece bu baptan kasım kasım kasılmalar peydahlamış olan ve maalesef ki hayatın tamamını para kazanmak ve para sahibi olmak zanneden bu muhteremlerden bol miktarda özellikle de yaz aylarında canım Yurdumun sahil kentlerinde görebilirsiniz. Hele son dönemlerde arz-ı endam eyledikleri otellerde bu kabil zevatın her biri yakamoz gibi çakarlar, etraflarında dolaşan ve sürekli “papa, papa” diye seslenen çocuklarına “nayn, nayn” ya da “ich bin…” diye sert cevaplar verip, kasım kasım kasılarak yürürler ya bir bakarsınız kendileri deniz ve güneş gibi nimetlerden dibine kadar faydalanırlar iken eşler çocuklara adeta göz kulak olup bakımlarından sorumlu hanım hanımcıklar, güneşten ve denizin imbat esintisinden korunmak maksadı ile her taraflarını kapatmışlardır.

Almanya’da “itilmiş” muamelesine tabi tutulan, gelmiş burada içinden çıktığı millete “kakılmış” muamelesi çekiyor. Orada kendilerine reva görülen muameleyi burada başkalarına yapıyorlar ve de hiç de rahatsız değiller. Mütedeyyin oldukları her hallerinden belli olmakla birlikte girilen konu detaylarında mahalle mescitlerinin 2 cahil hocasının bilgilerinin bile çok gerisinde oldukları aşikârdır. Bu kabil muhteremlerin bir tanesinin bile kitap okuduğuna tanık olunmamıştır. Ay bu Türk doktorları “ay Almanya da böyle mi” diyerek kıyaslamayı bile doğru yapmaktan aciz iken her türlü tıbbi gerek için paralarının da gücüne istinaden Türkiye’de yaptırmalarını görmediğimizi zannetmesinler… Görgüsüzlüğün de ordinaryüslüğü demekten de alamıyorum kendimi… Bir başka başarıları ise kendilerini hararetle ve ısrarla bulundukları ülkenin dilinden, medeniyetinden ve de özellikle de dininden sakınır iken 1. kuşak olarak ne götürmüşler ise dil, din adına taa 3. kuşağa kadar başarı ile korumuşlar ve aktarmışlar, bravo vallahi… Lakin bu özgüven patlaması yaşayan Almancı somun pehlivanlarının bir mahareti daha var ki takdire şayandır; canım Yurdum insanını gayet iyi çözmüşler, güç, para, debdebe, şatafat, zenginlik gibi kavramların canım Yurdum insanına nasıl etki yaptığını çok iyi görmüşler…

Diğer doğru düzgün eğitim görmüş Almancıları da zaten fark edemezsiniz onlar son derece mütevazı lakin sırıtmaz bir hayat tutturmuşlardır burada sözümüz hamamda türkü çığırıp kendi sesine hayran olanlardır. Esasen bu yazı, orada ya da burada olmadı şurada, evcilleşemeyen, ehlileşemeyen, medenileşemeyen, beşerileşemeyen tüm zevatı konu etmek gibi bir hedef koydu önüne, kendimi dahi azade ve vareste etmeden…

  

Cuma, Eylül 09, 2022

ÇEŞME LİMANI - KAYMAKAM EVİ ÖNÜ DENİZİ

 

Çeşme’nin şimdilerdekine hiç benzemeyen o halini bilenler ve yaşayanlar için ziyadesiyle görkemli hatıralardır, şimdiki “Akarca Deresi’nin” adeta ikiye böldüğü liman sahilinde yaşananlar… Derenin iki kenarına kondurulmuş konak benzeri evlerden birisidir, Çiftlik Köy tarafında olan Kaymakam Evi diye bilinen lakin benim sahipleri olarak bildiğim, Çelebi Taylan, İhsan Taylan, İmamcık lakaplı Ali Taylan’ın evi, Çeşme Limanına hâkimiyeti ile de bir hayli heybetli görünürdü gözümüze… Çelebi Abi; büyük ve 2 tekerlekli at arabası ile Çeşme’nin dönem itibari ile dâhili nakliye işlerinin önemli bir kısmını yürütürken uzun boyu, kalıplı ve güçlü yapısı ve palabıyıkları ile sonsuza kadar hatırlanacak olup eşinin Çiftlikli ve Annemin de yakın arkadaşı olması nedeni ile iyi muhabbetlerimiz olurdu, hem kendileri hem de çocukları ile hala da arkadaşlıklarımız devam etmektedir. İhsan Taylan büyüğümüz ise, uzun yıllarını Çeşme Adliyesine vermiş belki de tam da bu nedenle Çeşme ve Çeşmeliler adına herkesin bildiğinden daha da fazlasını bilen birisi olup bisikleti ile uzun yıllardır Çeşme Sokaklarını arşınlar ve her daim yakın tanışıklığımıza binaen hal hatır sormanın ötesine geçen muhabbetlerimiz olmaktadır. İmamcık Ali ise, Amcamın kızı ile evli olmasından ötürü daha da sık gidilip gelinen ve görüşülen birisi olup ilerleyen yıllarda kendisinin siyasi çizgisinin karşısında olmam ve kendisine eleştiriler yapmam nedeni ile bir tarafı ile bana çok kızar bir tarafı ile de deyim yerinde ise kükrerdi. İmamcık Ali her şeye rağmen dobra birisi olup Çeşme’nin eski taksicilerindendir ve biraz da bulunduğu çevre ve arkadaşlıklar nedeni ile kâh özenti kâh benzeyen ve benzetilen ağır kabadayı havasında idi… Zaman zaman kabadayılığı çok ciddi darbeler alsa da bu havasını hiç kaybetmemiştir. Rivayet o ki; atalarının Çeşme’ye geliş hikâyesi biraz da benzeyen yanı münasebeti ile olmuş… Hem akrabalık hem de babam ile tanışmışlıklarından ötürü bayramdan bayrama da olsa taksisi ile kısa seyahatler yapardık ki o zamanların ekonomisi gereği herkesin kullanabileceği düzeyde olması nedeniyle sorun oluşturmaz idi.  

Kaymakam evi olarak geçen böylesine heybetli bir ev olur da, Kaymakam adına dönemin en önemli yapılarından sayılan “su çeşmesi” olmaz mı? Hem de adı “Kaymakam Çeşmesi” olarak… İmar uygulamaları, yol çalışmaları vs gibi bir sürü nedenle çeşmenin yeri birkaç defa değişmesine rağmen son yeri ilk yerine çok yakın durumdadır. Çeşme olur da yanında görkemli bir ağaç olmaz mı, evet var. Şu anda hala korunmuş hali ile yerinde bir hayli heybetli bir çam ağacı bulunmaktadır. Çam ağacına binaen köprübaşı, çeşme başı vs olmasına rağmen Çiftlik Köye gidip gelenler için bu durağın adı her daim “çam” olarak kullanılagelmiştir. Dönem itibari ile yegâne ulaşım aracı Dolmuştakilerin “Çamda ineyim” ya da dolmuşa nerden bineceğini tarif adına “çamdan bineceğim” talebi ile mezkûr durak akıllara nakşedilmiştir. Kaymakam Çeşmesi ve Çam’ın bulunduğu tarafta bugünkü yerinde “Şeker Marketin” bulunduğu şimdi yerinde yeller esen ve mülkiyeti Şekeroğlu Erdoğan Özay büyüğümüze ait şimdilerde aklımda sadece harika ahşap panjurları ile kalmış olan 2 katlı, Çeşme Körfezine hâkim çok güzel bir ev vardı. Mezkûr evin hemen yanında ve deniz tarafına düşen depo ve hayvan damı yanından geçerek “kargılı ya da mantarlı” diye adlandırdığımız misinalar ile isparoz balığı yakalar idik. Artık günümüzde plastik ve metalden üretilmiş ve “kamışlı olta” olarak kullanılan balık olta seti prototipi kabilinden görece uzunca ve sağlam kargıların ucundan yaklaşık 3 ya da 4 mt uzunluğunda misinanın mantar vasıtası ile su yüzeyinde kalmasının ve su derinliğine bağlı olarak da oltanın suyun içine girmesini temin edecek kurşun düzenek temin edilmiş olan olta takımıdır. Mantarın su yüzeyindeki hareketini balık varlığını haberdar ediş düzeneği olarak kabul ettiğimizi hatırlıyorum şimdilerde… Hemen hemen her gün yakalayıp bol miktarda yediğimiz isparozları asla unutamam. Bizim buralarda isparoz adı ile bilinen genelde de  ispari balığı, deniz çayırı denilebilecek alanların ve görece ılık suların balığı olup, tam da Şekeroğlu ve Ali Subay’ın evinin arasındaki denizin bu bölümü ehven özellikte bir yer idi. Tam tamına “deniz çayırını” oluşturan bu bölüm aynı zamanda yoğun bir “tekesakal” üreme ve yaşama alanı idi. Tekesakal ya da teke karidesin oldukça küçük boyutta olanı olup genellikle olta balıkçılığında balık yemi olarak kullanılmaktadır. Bazı yerlerde “teke karidesi” bazı yerlerde de “çimçim” dendiğini de biliyorum. O tarihlerde imkânları olan “kepçe” denen farklı kesit ve şekillerde metal üzerine geçirilmiş bir file ve metalin ucuna yerleştirilmiş uzunca bir sap vasıtası ile deniz çayırı denen yerde suyun dibinden sürtülerek ve zaman zaman filenin içindeki yakalanmış tekelerin toplanması ile ya da imkânı olmayanların ise sepetler vasıtası ile yine denizin dibinin süpürülmesi vasıtasıyla yakalanırdı. Yine bilinen bir başka detay da mezkûr tekesakallar büyüyünce karides olamıyor esasen de Jumbo hiç olamıyorlar idi. Bu deniz çayırlarında yetişen tekeler benziyor olmakla birlikte kayalıklarda ya da kumluklarda yetişen ve yaşayan tekelerden azıcık da olsa farklıdır. Tafsilat konunun uzmanlarında deyip iktifa edeyim.

Bu deniz çayırını çevreleyen evlerden biri de hemen köprünün diğer başındaki Murat Amcamın yine bir hayli güzel evi, şimdilerde aramızda olmayan amcaoğlum Kasım Çilek’in büyüdüğü ve sonradan ikamet ettiği ev tek katlı ama etrafındakilerden yapısal özellikleri ile görece farklı idi. Şimdilerde Çeşme Liman İşletmesine doğru viraj alarak dönen yerde, hemen deniz kenarında Tapıştı Ahmet büyüğümüzün ev bulunurdu. Hani oğlu İlhan İrem benzerliği ile daha önceleri birkaç kez bahsettiğim Tapıştı Hasan’ın ailesinin evi. Mezkûr evden önce kimlerin oturduğunu şimdi hatırlayamadığım yine oldukça güzel 2 katlı ve “Kaçika” lakaplı büyüğümüzün mülkiyetinde bir ev vardı.

Biraz ilerisinde ise, lebi derya Ali Subay’ın evi bulunurdu. Önden yani evin sokağa açılan kapısı önüne otomobil park edilebilen deniz tarafından ise şahsı mülkiyetine haiz iskele vasıtası ile tekne bağlanabilir bir konumda adeta bugün reklamı bu bapta yapılan Alaçatı Port evlerinin prototipi kabilinden. İçinde yaşayanlar neler hissederlerdi bilemem lakin bizler için dışarıdan muhteşem ve muhkem bir malikâne düzeyinde idi. Yine hatırladığım kadarı ile yüksek duvarlarla çevrili evin bahçesine teknenin çekilebileceği bir düzenekte bulunurdu. Şimdilerde muhaliflerini mum etmek için olduğu açığa çıkan, öncelikle meşhur liman işletmesi ve iskelesinin yerini değiştirmek sureti ile ilaveten de yol yapıyorum numarası ile deniz dolgusuna, bu güzelim evler kurban edilmiştir hem de kimsenin yanına kâr kalmayacak biçimi ile küçücük siyasi emeller ve popülarite adına… Peki, bununla yetinildi mi? Nerde, sonradan doldurularak eski belediye başkanlarından Hulusi Öztin’e ithafen gerçekleştirilen park bilahare de mezkûr denizin tam da ortasına merkezi gelecek şekilde Çeşme kanalizasyonunun rezervuar ve terfi istasyonu yerleştirildi. Şimdilerde artık oradan geçen herkes ne ve nasıl bir bina yanından geçiyor olduğunu malum kokuları maalesef içine çekerek fark ediyor ve bu uğurda emeği geçen herkesi layık olduğu biçimi ile anıyor.

Hemen bu evin yakınında şimdilerde neden imal edildiğini hatırlayamadığım lakin çok muhtemel ki “tekne ya da kayık” bağlamak maksadına matuf 2 adet beton blok yer almakta idi… Bu bloklardan bir tanesinin üzerinde, çocukluk arkadaşım Danış Sağırbay ile balık yakalar iken tüm hayatım boyunca izini taşıdığım ve hayatımı zorlaştıran yer yer de engelleyen bir kaza yaşadım. Onu da bir başka yazı konusu yapmak istiyorum. 

Cumartesi, Eylül 03, 2022

ÇEŞMELİ YAZARLAR

Ilıca Kültür ve Sanat Derneği, Ilıca Taş İskele’de Çeşmeli ve de Çeşmeyi yazan yazarlar ile okurları buluşturan hoş bir etkinlik düzenledi, nazik davetlerine icabet ettim. IKSD Başkanı Gülnaz Ertan, Yönetimden Sabise Suna Tamer, Bahar Baykal ve Selim Akbaykal’ın samimi ve ilgili karşılamaları ve de Çeşme Belediye Başkanı Ekrem Oran’ın katılımı ve coşkulu konuşmaları ile kitapseverlerin tatilde olmaları ve muhtemelen de haberlerinin olmadığını düşündüğüm neden ile fazlaca ilgi gösteremediği ama keyifli ve bilgilendirici muhabbetlerin olduğu güzel bir gece yaşandı. Ekrem Oran konuşması sırasında hassasiyet göstererek “Sanatçı, özgür düşünceyi temsil eder. Sanatçı istediğini söyler ve söylediklerinden dolayı da hapse atılmaz ve atılmamalıdır. Bizler, sonuna kadar, aydınlarımızın, sanatçılarımızın söylediklerinin ve yaptıklarının yanında olacağız. Söylediklerinden ve yazdıklarından dolayı da tutuklanmalarının karşısında olacağız. Hepinize özgür ve güzel günler diliyoruz” minvalinde güncel baskılar ve haksız tutuklamalar üzerine konuşarak katılımcıların haklı ve çoşkulu alkışlarına mazhar olmuş iken insan Çeşmeli Aydın’ın Başkan tarafından aydın sayılıp sayılmadığını sorgulamadan ve düşünmeden edemiyor. Yaşananlara da bakınca bu cesaret verici konuşmasını da görmezden gelmenin imkânsızlığı aşikârdır.   


Oturma düzenimiz gereği hayatlarını sadece ve sadece fikir neşrederek ya da yazarak kazanmış 2 önemli kişi arasında oturdum, bir yanımda mühendis olmasına rağmen yazın mesleğinde 50 yılı geride bırakmış, edebiyat dünyasının önemli yerli ve yabancı yazarları ile yarenlik eylemiş, ortak yazılar kaleme almış, sayısız kitap yazmış ve yazmakta ve de en önemlisi bağımsız kalmış, kalabilmiş, bizim mahalleye hep yakın durmuş, bizim mahallenin mütefekkirleri ile fikir teatileri ve tesisleri eylemiş, daha da önemlisi İstiklal Mücadelesi uzmanı addedilebilecek düzeyde anı, bilgi, belge derlemiş ve toparlamış, bu anıların kendisine verilmesine güven telkin etmiş, say say bitmeyen özelliklere haiz yazar ve gazeteci Yaşar Aksoy Abimiz, diğer yanımda koca bir ömür vererek çok kısıtlı olanaklar ile kendine tayin ettiği misyondan asla ve kat’a ödün vermeksizin yazan, konuşan ve yerel bir gazete yayınlayan hem de türlü badirelere ve engellemelere rağmen bağımsız ve tarafsız kalmayı başararak bu işi 30 yıldan fazladır sürdüren Aydın Korkmaz. Sağımda ve solumda mezkûr değerli muharrir ve müellif olunca da mütenasip ziyaretçiler ile konuşulan konular ve derinlikleri üstünden bilgilenme zenginliğini de yaşadım, bu vesile ile fikri zenginliğimize vesile olmalarından ötürü organizasyon ve düzeni için tüm ilgililere tek tek ve sonsuz teşekkür ediyorum.

Komşum Yaşar Aksoy büyüğümüz olunca hazır ya da hazırlanmakta olan kitaplar üstüne konuşmamak olmaz idi, şüphesiz.  Yayına hazır olduğunu anladığım, konusunu ise ağırlıklı 1917 yılındaki Büyük Selanik yangını ile 1922 deki büyük İzmir yangınından alan, ancak detayını şimdi tam hatırlayamadığım şekilde Anadolu’da işgal edilen her kentten çekilir iken çıkarılan yangınlarında yer aldığı ve Yunan Karargâhında organize edilen “yangın çıkarma ekibi” ve başını Grivas’ın çektiği ekibin Anadolu insanına çektirdikleri oluşturmaktadır. Selanik Yangını üstüne en önemli referans ise 16 yaşında Yunanistan İç Savaşında komünist cephe (ELAS) saflarında yerini alan Elias Petropoulos’un yazdıklarıdır ve Selanik yangınının düzenleyicilerinin Yunanlılar iddiasını dillendiren Komünistin bedeli de sürgün olmuştur, tıpkı dünyanın her yerindeki benzerlerinin yaşadığı biçimi ile… Bu kitabı hararetle bekliyoruz, mezkûr konu ve detaylarını hızlıca okuyabilmek için. Mezkûr kitabın da son kontrollerinin gazeteci ve yazar Mehmet Ali Güller tarafından titizlikle yürütüldüğünü öğreniyoruz Yaşar Abimizden. Çeşme üstüne yazılan kitabın da sırada olduğunu öğreniyoruz. Daha neler neler, yaklaşık 3 saat, zaman zaman bölünmekle birlikte uzayan konular lakin bilgilendirici ve okumaya heveslendirici… Sana da bitimsiz teşekkürler Yaşar Aksoy…

Bir ara Yaşar Aksoy’a; “Abi, görüyor musun bedelsiz kitap imzalıyoruz ama alan yok” deyince, Yaşar Abinin yüzündeki acı tebessüm ve mimikler her şeyi anlatıyordu, Canım Yurdumun geldiği nokta açısından. Bu arada gelmeyi çok arzulamasına karşın son dakika geçirdiği “göz operasyonu” nedeni ile katılamayacağını telefon ederek mazeret belirten Kaya Erdal Çapan dostumuza da öncelikle acil şifalar ve nazik bilgilendirmesi için de teşekkürlerimi yineliyorum.

Bence kablosuz bir mikrofon ile yazarların kendilerini ve kitaplarını yerlerinden tanıtma işi kolayca çözebilecek iken belki de kendimizi önemli hissetmemizi istedikleri için kurulan kürsüden tanıtım konuşmaları da yapıldı. Her yazar kendince ve fikri ve zikri meşrebine mütenasip konuşmalar yaparak gece ilerledi ve sıra bana geldi, yaptığım kısa konuşmada “inşaat mühendisi idim kaldırım mühendisliğine terfi ettim, Çeşmeye geldim Aydın Korkmaz yaz dedi, ısrar etti, yazdım, sonra yazdıklarını kitaplaştır dedi, kitap bastırıldı, siz de bunu ciddiye aldınız beni de yazar yaptınız ya size de çok teşekkür ediyorum” diyerek tüm suçu Aydın Korkmaz’a attım. Ama bu konuda gerçek manada ısrarlayım kendi adıma, bana yazar diyenler, mesela Yaşar Aksoy’a ne diyecekler, aynı sıfat haksızlığın ötesinde bir izah bulmalı… Öyle değil mi, bir yanda koca koca kitaplar yazılıyor, binlerce anı, bilgi ve belge taranıyor derleniyor yazıya dökülüyor, vs vs… Benim ki öyle mi, düşündüğünü yazan, yazdığını düşünen, sıradan mütefekkir… Sakın yanlış anlaşılmasın tarafına verilen sıfattan rahatsız değilim bilakis çok seviniyorum hatta övünüyorum da. İnsanoğluna bu kabil sıfatlar çok da yakışıyor, yakışmalı da… Burası çok önemli… Yaşar Aksoy; konuşmasında, medarı maişeti yazarlık olan kendisi ve Aydın Korkmaz olduğunun haklı olarak altını çizdi. Yanıma da gelince bana hitaben sen ekmeğini müteahhitlikten kazandın dedi… Müteahhit dedi ama şimdi açıklıyorum ben hiç müteahhitlik yapmadım, evet inşaat mühendisi idim ve inşaatlar yaptım, hem de her türlüsünü, alt yapı üst yapı, ne geldi ise. Müteahhitlik ayrı ve müstesna bir zenaattir benim gözümde, öyle herkes yapamaz o işleri… Hele gelinen nokta itibari ile kirlenen, zarfı ve mazrufu itibariyle asla ve kat’a kabul etmiyorum, hem de hiç… Hani adamın “bak küfretseydin de müteahhit demeseydin” kıssa ve hissesinde olduğu gibi… 

Sonunda tekraren, başta Ilıca Kültür ve Sanat Derneği ile düzenlemenin destekçisi Çeşme Belediyesi ve Başkanı Ekrem Oran ve katkı sunan akrabam ve Kumrucu Şevki işletmesinin sahibi Erkan Çilek’e de teşekkürler… Diğer taraftan yine yönetimde bulunan ve uzun yıllardır görüşemediğim bir diğer akrabam Kasım Çilek ile de görüşmenin keyfini de yaşadım…