Çarşamba, Ekim 31, 2018

TURGUT’UN YERİ


Deniz nasıl olmalıdır sorusuna; insanların hayallerinin, düşüncelerinin ve tasavvurlarının tezahürünün akla ve dile ilk getireceği yer, “Arka deniz”, “Sancak” ya da “Karakol Denizi” olmalıdır bence, olmalıdır çünkü Homeros’un “Şarap Denizi Ege” tanımlaması tam da buralarda gerçekleştiğinin şahitliği yapılabilsin. “Güzel Deniz”, üşütmemeli, serinletmeli, suyu berrak olmalı, kumu kristali andırmalı, yavaş yavaş derinleşmeli, yürüyerek metrelerce ilerler iken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj yapar hazzını tatmalı insan, yani esasında hem yüzmeli hem de yürümeli, voleybol, yakan top hatta futbol bile oynamanın keyfini yaşamalı, vs vs… Kıyıda pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda yapışmasına izin vererek yani direk kuma serilmek, öyle havlu vs gibi irtibat ve temas engelleyen eşyalar kullanmadan yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru bakarak Sakız Adası ile oluşan Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege Adalarının birbirlerine birer legonun parçalarıymış gibi yaklaşan coğrafyalarını hayal ederek… Suyu serindir, üşütmez ama serinletir, dedik ya, “Altın Kum” belki yeraltı suları, belki açık deniz olması, belki akıntının yüksek olduğu bir boğaz oluşturması, belki de derin olması vb nedenlerle böyle bilinir. Aman tanrım bu ne güzellik be, yaz ne çabuk bittin diyesi geliyor insanın ya da hadi çabuk gel yaz…

Tam bir özgürlük alanı idi, zaten müdavimleri de özgürlüklerine son derece düşkün bir kuşağın bir bölüm mümessilleri “Hippiler” olunca da, Pink Floyd’un “Another Brick In The Wall” albümünden “Hey! Teachers! Leave them kids alone” ile “We don’t need no education” ve “We don’t need no thought control” cümleleri ile kendisini öne çıkaran politik tutum ve başkaldırı, yaşama kültürünü ve müziğini daha politik kılar ama aynı zamanda duygusal ve ruhsal da yapar. Bu ruhsallık bir yanı ile “don't war make love” gibi savaş karşıtlığı ve müesses nizama başkaldırı ya da aykırı durma diğer yanı ile de kapitalizm ile uyum tesisi adına kendilerini “teskin”e yönelirler, teskin edicileri ile… Ama temelde hayatın doğallığı yer yer hayatın sefilliğine kadar varsa da, “doğal olmak” ve “özgür olmak” merkez düşünce olunca, mezkur toplumda sefalet olsa dahi doğaya en az müdahale, doğayı değiştirme yerine ve tezine rağbet etmeden doğa ile uyum hatta doğaya teslim olmaya varan hümanizm (izmler vardır ve olacak) hakimiyeti çıkar ortaya. Evet bu ruh hali ve dünya görüşüne sahip insanlar için artık kontrolün az olacağı ya da hiç olmayacağı hatta otoritenin hiç hissedilmeyeceği bölgeler muteber ve hedeftir. Soğuk savaşın perişan ettiği canım Yurdumun malum ortamında her yer karakollaştırılır iken, burada iş tersten çalışarak, adının bile bulunan jandarma karakolundan mülhem “Karakol Denizi” artık karakol ihtiyacı kalmamıştır denilerek adeta özgürlüğe terk edilmiştir. Gerçi “Kanadalı Kadın”ın komünist bağlantılarından meşkuk tüm dikkatler tavuk çiftliğinde olsa gerek ya da belki de yurt dışında “gece yarısı ekspresi” filminin yarattığı yankının içerideki iklimi turistik manada ehven ve makul noktaya getirmesinden olsa gerek tavuk çiftliğinin biraz aşağısı sahil bandı görece mülayimdir. Burada artık özgürlüğüne düşkün bir başka manada da teskine düşkün Avrupalı zevatın ciddi manada yer aldığını söylemek mümkündür. Bu sayede o kadar ünlüdür ki burası artık, Avrupa da bazı turizm tanıtım broşürlerinde Çeşme adı geçmez iken, “Turgut’un yeri” spotu ile flaş bir tanıtıma yer verilmekteydi. Ancak bunda Turgut Erol’un da şahsi gayret, katkı ve çabalarını görmezden gelemeyiz. Yukarıda ziyadesi ile yapılan özgürlük hava tarifine mütenasip bir düzen oluşmuş ve yürümektedir, Turgut’un yerinde… İnsanlar kendilerini tamamen içtenlik ve samimiyetle kendi evlerinde hissetmektedirler. Her şey son derece doğal ve ilkel yürümektedir, su arkadaki keson kuyudan kovalarla çekilerek temin ediliyor, hatta kuyu buzdolabı vazifesi de görüyor. İnsanlar 2 yumurta alıp kendileri pişiriyor, ne yediklerini, ne içtiklerini herkesin bir veresiye sahifesi olan kara kaplı deftere kendileri yazıyor, ayrılık gününde de kendileri hesaplıyor, borcum bu kadar deyip Turgut ile helalleşip gidiyorlar… Kuyuda bir kova içinde sarkıtılarak soğutulmuş biralar içilir aynı şekilde veresiye defterine içen tarafından yazılır, hesap gününe kadar birikir idi… Arkadaki kuyuda birkaç tane kova olurdu, kovalarda şimdiki gibi plastik değil, saç kovalardı, şaraplar, biralar ve gazozlar orada soğurlardı soğuyabildikleri kadar, imkan bu, doğal hayat işte… Elektrik yok, KDV bilinmiyor daha doğrusu daha icat edilmemiş ya da ihtiyaç oluşmamış, hatta devlet vergi konusunda bile ısrarcı değil belki de kayıt bile yok, ulaşım bugünkü gibi 30 dakikada kalkan minibüslerle değil, araban var ise sorun yok, yok ise tabanvay çözülür idi… Yol bile yok denecek durumda idi… Gece tabanvay gitme talebi ise Kasım Hocaların ahırların oradaki köpeklerin varlığının hatırlatılması nedeni ile sürekli iptal… Domatesler, biberler, patlıcanlar ve salatalıklar bugünkü gibi merkezi ve hantal para soğurucu firmaların tohumlarından değil, tamamı milli ve yerli tohumdan yetiştirilir idi… Kavun ve karpuz zaten nerdeyse tohumu atsan fışkırıp yetişecek gibi olurdu canım köyümde.

Arka deniz ya da sancak denizi ne zaman “Altın Kum” oldu tam hatırlamıyorum ama 70’li yılların sonunda artık yukarıda bahsedilen Avrupa’da basılan turistik tanıtım broşürlerinde “Altın Kum” diye yazılmakta idi… İşte bu adı Turgut Erol’a borçluyuz, onun doğallık adına ve bir daha bir benzerinin kurulma imkânı olmayan komükapitalizm sistemine borçluyuz. Bu vesile ile Turgut Erol’a bir kez daha teşekkür ediyorum…


Cuma, Ekim 26, 2018

EGE’DE İNSAN KAÇAKÇILIĞI ve CASUSLUK FAALİYETLERİ


Emperyalist paylaşım savaşlarının en kanlı tezahürü tarihe 2. Dünya savaşı notuyla düşmüş olup, başta Sovyetler Birliği yaklaşık 30.000.000, Çin Halk Cumhuriyeti 20.000.000, Almanya 7.000.000, Polonya 6.000.000, Endonezya 4.000.000, Japonya 3.000.000, Hindistan 1.500.000, Yugoslavya 1.000.000, Hindiçini 1.000.000, Romanya 1.000.000, Macaristan 750.000, Fransa 600.000, İtalya 500.000 insanını kaybederken toplamda da yaklaşık 85.000.000 milyon insanın canına mal olmuş, sayısız yaralılar, yok olmuş kentler, sürgüne düşmüş yüz milyonlarca insan, nükleer belasına gark olmuş bir dünyayı miras bırakmıştır. Ne uğruna emperyalist paylaşım uğruna… Kapitalist dünya sömürge dünyayı nasıl sömürecek, kim ne kadar pay alacak, tek dertleri bu… Savaşın kirli ya da temiz yüzü, vallahi hangisi ise gayri, sonuç bu… Savaşın bilançosu o zamanki dünya nüfusunun yaklaşık 2.000.000.000 olduğu düşünülürse, %5 i kaybedilmiş, yaşamsal faaliyet yürütemeyecek insan oranın da bunun yaklaşık 3 katı olduğunu düşünürsek, savaşın nasıl bir çılgınlık olduğu daha iyi anlaşılabilir, üstelik te yaşanan bu felaketin en büyük faturasını yaklaşık %70 ile sivil halk ödemiştir.…

Peki; dünya genelde böylesine korkunç bir tablo ile karşı karşıya iken, Ege’de suyun karşısında durum nasıl idi, Mihver güçlerinin paylaşımında İtalya’nın işgal etmesi planlanan Yunanistan’ı, faşist Mussolini’nin orduları gösterilen direniş karşısında başarısız olunca, devreye işgalci büyük abi Almanya girer. Kısa sürede Yunanistan boydan boya işgal edilir, kana bulanır, neredeyse taş taş üstünde konulmaz. Faşist Almanya’nın 4 yıl süren işgali neticesinde, ölümler, açlık, sefalet neticesinde oluşan dehşet ortamından, Ege Adaları üstünden Türkiye’ye büyük kitleler halinde kaçışlar yaşanmış ve Türkiye çaktırmadan, Almanya’yı da kızdırmadan bu sığınmacılara kapılarını açmıştır. Yaşanan bazı olumsuzluklar dışında genellikle komşu sığınmacılara kucak açılmış gerek kamu gerekse de halk tarafından… Zorda kalan komşuya ahali ekmeği vermiştir, tahılını vermiştir, evini paylaşmıştır. Çok çeşitli rivayetler var konu ile ilgili ama sonraları altın saatler mi, altın kaplama mutfak eşyalarımı sokaklarda satılır hale geldi, fazla da karıştırmayalım isterseniz.

Bu sırada Yunanistan’da durum nasıl idi denilince de işgali takiben Yunanistan; Almanya, İtalya ve Bulgaristan arasında üç işgal bölgesine ayrılmış ve savaş boyunca bu üç devlet tarafından adeta tarumar edilmiş, işlenen pek çok zulme sahne olmuş, bu zulümlere işgal esnasında açlık nedeniyle yaklaşık 500.000 kişinin ölmesi de dahildir. İşte bu şeraitte başını komünistlerin çektiği büyük bir direniş örgütlenmekte ve komünistlerin bir hayli etkin olduğu EAM (Ulusal kurtuluş cephesi) kurulur, ciddi bir hazırlık dönemi sonucunda da ELAS (Yunanistan Ulusal Kurtuluş Ordusu) oluşur ve aktif direniş düzeni yaratılır. Muhtemel o ki; savaş sonrası durumu ve yeniden oluşturulması gereken düzenin karar vericileri, Yunanistan için verilen karar mucibince İngiliz hükümranlık alanında kalacağından olsa gerek aynı dönemde, Anadolu’ya sığınan Yunanlılar arasından İngiliz istihbarat servislerince gerek Kıbrıs’ta gerekse de Mısır’da tedris edilen ekiplerce, muhtemel bir Yunanistan Komünist egemenliğine de yol açmayacak planlar çerçevesinde İngilizler marifeti ile EDES (Yunan Ulusal Demokratik Birliği) oluşturulur. ELAS işgalci Almanya’ya karşı yürütülen savaşın neredeyse tüm yükünü üstlenirken İngilizler tarafından organize edilen EDES ise esas olarak savaştan sonra Yunan komünistlerinin etkisizleştirilmesi için tüm gereken hazırlıkları yapıyor ve bu uğurda da ELAS’a saldırmaktan geri durmuyordu. Hay Allah bu konu uzadı, Yunanistan iç savaşı konusunda değerli çalışmalara bakılması gereğini hatırlatarak, asıl konumuza gelmek istiyorum.

Yunanistan’da açlık, sefalet ve nihayetinde ölüm korkusu nedeni ile Yunan halkı için daha güvenli bölgelere sığınmak kaçınılmaz bir sondur, bulabildikleri, edinebildikleri her yol ve vasıta ile ülkemiz topraklarına sığınmaktadırlar. Vasıta bulabilme şansına erişen asker ve sivil binlerce Yunanlı, ülkesini terk ederek Anadolu topraklarına sığınmıştır. Tıpkı bugün Suriyelilerin başına gelenler gibi ne yazık ki o dönemde de Yunanlıların başına benzer şeyler gelmiştir, teknelerin dalgalı denizlere dayanamaması, Alman uçaklarının takibinden kaçılamaması, kaçakçıların önem göstermemesi vs gibi gerekçelerle ölümler yaşanıyor… Ancak bu karmaşalar içinde başkaları da var, tekneleri ile dolaşan sahillerimizde, İngiliz istihbaratçıları, mezkûr konu ile ilgili anıların anlatımı gerek Yunanistan gerekse de Türkiye edebiyatı bir hayli zengindir. Peki; ne yapıyordu bu İngiliz İstihbaratçıları, herhalde insani yardım peşinde değillerdi, tabii ki buradan devşirdikleri ve savaşçı olma ihtimali yüksek olan insanlar önce Kıbrıs Adasındaki İngiliz üslerini oradan da Mısırdaki İngiliz üslerine taşındılar, eğitildiler ve donatıldılar ve sonra da Yunanistan iç savaşında iktidarı emperyalist güçler lehine almak üzere cepheye sürüldüler. Bu bağlamda Çeşme ve Ilıca’daki kamplardan 10.472 Yunanlının Kıbrıs ve Suriye üzerinden Mısıra gittiği kayıtlardan anlaşılmaktadır, bu da kayda girebilmişler için, bir de kayda giremeyen ekipler var… İngiliz istihbaratçıları hangi tekneleri, gemileri kullandılar acaba diye düşünüldüğünde herhalde İngiliz Bayraklı gemilerin kullanılması, merkezi Hükümetin Almanya desteği tercihi karşısında mümkün olmayacağı sarihtir. Peki; ne olmuştur sizce, evet, kemal-i suhuletle idrak edileceği üzere burada gemileri olan %100 yerli ve milli taşeronlar devreye girmiştir ve onlar ki bilahare Ege sahillerinin zengin erkanını oluşturmuştur. Ayvalık, Didim, Foça, Karaburun, Çeşme, Kuşadası, Bodrum, Marmaris, Datça gibi sahil kasabalarını dikkatinize sunarım. Bakın bakalım etrafınıza dönem itibari ile gemi sahibi kimler var, kimler gemi işletmeciliği yapmış… Hani denilir ya, küp küp altınları varmış tevatürü, bir de böyle bakılmalı o küp küp işine… Bu bir ipucu olabilir, şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit edenlerin kim olduklarını anlamak için…

Cumartesi, Ekim 20, 2018

HASAN REİS


Koca bir ömür geçirdi “Çiftlik Köy”ünün güzelim mavi denizlerinde, herkes gibi bende en sık verdiği poz ile anımsarım onu, elinde hiç sönmeyen sigarası, dizlerinin üzerine çökmüş, kartal dikkati ile denize bakışı, adeta tavukları pür dikkat izleyen horoz edası ile Şabantepe’de balık arayışı ya da bekleyişi, ve hedef tespit edilince de “Güm” sesiGelsin kefaller, gelsin karagözler, gelsin sarpalar… Sayesinde mezkur günler balığa gark olurdu Çiftlik ve Çeşme… Hatta bir keresinde hemen arkasından kendisini gözetlediğim yerden arkadaşlarla birlikte kalkıp suya atlayıp balık toplamaya giriştiğimizde, kızarak bir süre beklemek gerektiğini hatta kendisinin istediğimiz kadar balık vereceğini, ne diye suya girdiğimiz sorarak güvenlik gerekçesi ile kızdığını hatırlıyorum. İşte böyle tarif edersek eksik olmakla birlikte hemen akla geleceği aşikardır, Koca Reis “Hasan Kaptan”ın… Çocukluğumuzda defalarca kez tanıklık ettiğimiz bu manzara yancı diyebileceğimiz tanıklarında balıklardan nasiplenmesi ile neticelenirdi… Biz fazlaca bilmediğimizden tüm bunların hepsinin hayatın doğal akışı içinde makul şeylermiş gibi düşünürdük… Kendisini ömrünün son demleri hariç hiç hasta görmedik, kimsenin de böyle bir tanıklığı olduğunu zannetmiyorum, yaşadığı zorlu hayatın kendisine bir bağışımı idi bilemiyorum, belki de bu zorluklar kendisinde çifte kavrulmuşluk, çifte su verilmişlik yaratmıştır. Maddi durumunun elverdiği ölçüde, “rakı”ya ama genellikle de “Şarap”a hiç alternatif içecek kullanmadığını hatırlarım ama özellikle de sigaraya hiç ihanet etmemiştir, ömrünün sonuna kadar… Ancak inanıyorum ki bu çifte kavrulmuşluk hali akranları arasında onu hep daha zinde tutmuş idi. Çiftlik köye gelişi konusunda bir bilgi hatırlamıyorum, geliş diyorum aslında burada doğmuş büyümüş ve ailemizin bir parçası zannederdik ama aşağıda biraz detaylı aktaracağım sürpriz Almancı akrabasının çıkıp gelmesine kadar, işte o zaman Nevşehir taraflarından olduğunu öğrenmiştik. Hatırlama konusunda artık kafamızdaki taşlar oynamıştı yerinden. Bilgilerde halen karışıklık yaşamaktayım, hangi büyüğüme sorsam biraz farklı bir anlatım çıkıyor ortaya, bazısı, dedemin (annemin babasının) kız kardeşinin üvey oğlu diyor, kimisi dedemin babasının kahyasının oğlu iken dedem evlatlık edinmiş diyor, kimisi ise hayvanlara bakan birinin oğlu iken evlatlık alınmış diyor, vs vs… İlişki tanımlamakta yer yer müşkülatım ve değişik bilgiler aktarıyor olmam kimseyi yanıltmamalıdır çünkü hepsinin de bir şekilde dinlenilmiş olduğu varittir. Hangisinin doğru olduğunun bugün için bir anlamının olmadığını canı yürekten hissediyorum.

Biz çocuklara yani yeğenim deyip sahiplendiği çocuklara yani tüm kuzenlerime, inanılmaz ve tarifsiz bir sevgisi vardı, adeta üzerimize titrerdi, çok severdi tam da bu yüzden çok ta sevilirdi. Sevgisi karşılıksız ve bitimsiz idi, güvendiğimiz biri, güven veren bir duruşu ve konuşması vardı, yanında kendimizi tıpkı babamızın temin ettiği güvenlik seviyesinde hissederdik, babalarımızdan farklı ve önemli bulduğum tarafı ise, ziyadesiyle arkadaşlık yaklaşımının varlığı idi, görece olarak… Güçlü, güç veren, güven veren, koruyan, kollayan ama bir o kadar da arkadaş… Kolay mıdır böyle bir ilişki, zinhar değildir.

Efe idi, külhan idi, kabadayı idi, güçlü idi, yiğit idi, korkusuz idi, yıkılmaz idi, yılmaz idi, eğilmez idi ama hepsinden öte yufka bir yüreği ile kendisine karşı dikilen dışında herkese son derece makul ve yufka idi. Bir kavgada kullandığı bıçağın avuç içini derinden kesmesi ile bir elinin parmakları hissizlikten ötürü hareketsiz kalmıştır. Bu kesilmenin tam tamına nedenini öğrenememiştik. Kimisi kendisine sallanan bıçağı eli ile tutmasını kimisi ise kendi bıçağının elini kesmesini anlatırdı. Bu konuda da tevatür muhtelif idi.

Yukarıda da değindiğim üzere, bu güzel insan, en azından benim için öyle, şarap konusunda tavizsiz idi, bu tavizsiz güzelliğin yaşanan zorlu hayatın gündüzlerinin akşama başka türlü evrilememiş olması da olabilir. Aksi bir durum da zordu zaten.

Geçenler de “ÇEŞME ÇİFTLİKKÖY TANITIM VE İŞYERLERİMİZ” adı ile maruf Facebook sayfasında gördüm, Edgar Pamuk’un paylaşımlarında fotoğrafını, Annemim “Halamın oğlu” dediği, Dayımın ise “kardeşim” diye yanında bulunduğu, desteklediği ve tanıştırdığı Hasan Reis’in fotoğrafını… Kendisini heybetli ve güçlü hali ile görünce gerçekten tarifsiz bir duyguya kapıldım… Vay benim “Hasan Dayım”, üvey de olsa, gerçek dayım gibi idi… Yanında kendimizi, güvende, huzurda, zengin, mutlu ve güçlü hissederdik, dayı oğullarım Kamil ve Hüsnü Karagöz ile birlikte, sonra diğer dayı çocuklarım ile de sıkıfıkılıkları vardı bildiğim kadarı ile ama detay hatırlamıyorum…

Anneannemin oğul, dayımın ve annemin kardeş muamelesi yaptığı Hasan Reis için biz bizden başka akrabası yoktur diye düşünürken günlerden bir gün, bir Almancı çıktı geldi… O zaman biz çocuklar anladık ki, Hasan Reis ile olan üveylik ilişkisini… Bu yeni durum değiştirmiş mi idi tam anımsamıyorum duygularımızı ama 2. kuşak dayı oğullarımın ilişkilerinde bir değişiklik olmuş idi sanki… Dayımın kardeşim dediği birisi olmasına rağmen ben ona dayı demez amca derdim bu dayı çocuklarının amca demesinden mi yoksa içimizde koyduğumuz gizli mesafenin dışa vurumu mu idi bu sesleniş bilemem ama öyle idi

Onun için bazıları da “Berduş Hasan” da diyebilir bugün sorarsanız, biz onu amcamız, dayımız “Hasan Reis” olarak özlem ve saygı ile hatırlıyoruz. Eğrisi yok mu idi, o günde, bugünde gördüğümüz kadarı ile var idi şüphesiz, hani her fanide olduğu kadardan az biraz da fazla idi hatta… Her şeye rağmen kendisini biz ziyadesi ile sevmiştik, kimin ne dediği nasıl andığı da pek umurumda olmaksızın. Yıldızlar yoldaşın olsun, toprağın bol olsun, nurlar içinde ol koca reis, “Hasan Dayı” “Hasan Amca” …

Pazartesi, Ekim 15, 2018

SU FACİASI


Su, insanın olmazsa olmazı olup, beynimizin %85’i, kanımızın %80’i, kaslarımızın %70’i su içermektedir. Normal koşullarda bir kişi günlük normal faaliyetleri çerçevesinde, idrar, nefes, dışkı ve terleme vs gibi nedenlerle yaklaşık 2.5 ya da 3 lt su kaybeder, tam da bu hesapla benzer miktarda su alınması hayatiyet adına kaçınılmazdır. Eğer günlük düzenli spor, egzersiz ya da yoğun terleme sonucu doğuran faaliyetlerde bulunuyorsanız, günlük ihtiyaç duyulan su miktarı da aynı oranda artmaktadır. Suyun insan vücudundaki hayati fonksiyonlar açısından görevleri ve faydaları sayılamaz durumda olup; başta, böbrek taşlarının oluşumuna engel olur, kolon kanserine yakalanma riskini azaltır, yenilen gıdaların çözünerek sindirilmesi ve emilimini temin eder, vücut ısısının ayarını yapar, toksin ve diğer atık maddelerin vücuttan atılmasını temin eder, hücrelere ihtiyaç duyulan emilmiş gıdaları taşır, kan dolaşımı için uygun ortam hazırlar, vücutta bazı kritik organların korunmasına aracılık yapar, kanda besin ve hormon nakliyesine yardımcı olur, yeterince içilmesi halinde de metabolizmanın çalışma düzenini korur, cildin sağlıklı ve esnek olmasına katkı yapar vs. vs. Diğerlerini ve detaylarını da konunun uzmanlarına bırakalım.

Su hayattır… Hayat satılamaz… Su ticarileştirilemez… Su en temel gereksinimdir… Vücudumuzun %70 i sudan oluşmuştur… Su doğada serbest vaziyette bulunmaktadır… Su doğada beleş vaziyettedir… Tüm bunları söyleyenler ister yerel ister genel iktidarda bulunsunlar, tamamen gakunzi gukunzi tadında dalga geçerler milletimizle…

Haydi petrol yabancı para ile su ise beleş ve 70’li yıllardan bu yana aklı selim insanların uyarıları dinlenmiş olsa idi, bugün hala beleş olacağı gibi etrafımızda bu kadar ağır metallerle kirletilmiş, arıtılması için dünyalarca “dolar” tutan endüstriyel tesis yatırımı gerektiren atık su ile karşılaşmayacaktık. Üstüne üstlük atık su parasını bile aldıkları bir kenara, kullanma suyu şebekesini bile ödettiriyorlar o da yetmiyor bir de şebeke suyunu bile para kazanma (ticari) saiklerle satıyorlar… Bravo… Vallahi bravo… Su ve suya erişim bedava yani beleş olmalıdır ki demokrasi seviyenizi tartalım diye bir söz olmalıdır ama nerde velev ki yok derhal icat edile…

Bakın şimdi Allah’ın beleş suyunu bize kaça satıyorlar, olabilecek en basit ve ucuz bir şişeleme endüstriyel tesisi ile bize kaça iteliyorlar, bir 19 lt damacana su kaç lira, yaklaşık 10 TL peki 1 m3 su kaç damacana 52,5 peki 52,5 damacana su kaç TL, 10x52,5=525 TL. Yani hammadde (su) beleş ama şişeleme, sabit yatırımlar, nakliye, bayi karı vs diye bulunan rakama bakar mısınız, beleş nerde 525 nerde…

Avrupa’da; özellikle “Sosyal Demokratlar” tarafından yönetilen bazı şehirlerde Belediyeler ilanlar ve reklamlar vererek şebeke suyu içilir diye propaganda yaparlar, gerçi bu da paralıdır ama tonu (1 m3) 2-3 euro arasındadır yani 500 TL (70 euro) değildir… Su tartışmasız parasız-bedava olmalıdır… Su paralı olmalıdır ve olacaktır diye savunanlar, sıkıştıkları zaman “Allah’ın verdiği su” deyip gak guk ediyorlar…Ne kadar gurur duysalar yeridir.

Çocukluğumuzda bir dönem gelecek kesinlikle bedava-parasız su temin edilemeyecektir deselerdi, güler geçerdik büyük ihtimalle… Çünkü su o zaman gerçekten “Allah’ın suyu” idi… Bu kapitalizm konuyu alıştıra alıştıra buralara kadar getirdi ya, bir bravo da onlara… Göz göre göre bizi buna da alıştırdılar ya… Şimdilerde ise trend olmuş ev tipi su arıtma cihazları imal edip satıyorlar, gel de bravo deme, beleş suyu misli fiyatına satıyorlar, yeter mi, nerde, salma usulü elde edilen paralarla yaptıkları şebekeler üstünden yeterince temiz olmayan suyu satıyorlar, sonra da bunu arıtın diye ürettikleri su arıtıcıları satıyorlar… Biz de bunu yiyoruz… Alkışlarımla yıldızlı bravo…

Okuyanlara ve özellikle de ilk emrin “oku” olduğunu söyleyenlere; 2012 yılında “Ankara Tabip Odası, ASKİ-SUKADER, Çevre Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Halkevleri, İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Tüketici Dernekleri Federasyonu, Tüketici Hakları Derneği, Ziraat Mühendisleri Odası” tarafından hazırlanmış “Su ve yaşam” adlı rapordan küçücük bir bölüm… “Dünyada herkes için sağlıklı ve güvenli su sağlandığında küresel düzeyde hastalık ve ölümlerde önemli ölçüde gerileme olasıdır. Küresel düzeyde yaklaşık her on hastalıktan birisinin;
          Güvenli içme suyuna ulaşım arttığında,
          Sanitasyon koşulları sağlandığında,
          Su kaynaklı hastalıklar önlendiğinde,
          Suda boğulmaların önüne geçildiğinde önlenmesi beklenmektedir.
             Güvenli su sağlandığında her yıl;
          Çocukluk döneminde 1,400 000,
          Sıtmaya bağlı 500 000, 
         Malnütrisyona bağlı 860 000, 
        Boğulma nedenli 280 000 ölümün önlenebileceği bilinmektedir. 
Güvenli suya ulaşımın sağlanması ayrıca, beş milyon kişinin önlenebilir bir körlük nedeni olan trahom ve beş milyon kişinin de lenfatik filariazis hastalığına yakalanmasını önleyecektir.”

Orhan Veli Kanık ile nostaljik bu haftayı bitiriyoruz.

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.

Cuma, Ekim 05, 2018

OSMANLI GAYRİNİZAMİ HARP NİZAMI ÜSTÜNE


Sıra dışı bir Osmanlı zabiti olduğunu, hayatını inceler iken şahit oluyoruz Ömer Fevzi Bey’in, zaman zaman rütbesinin çok üstünde görevler üstlendiğini, bir aksiyon adamı, bir saha zabiti olmasına rağmen 40 civarında, askeri ve dini eser bıraktığı bilinmektedir. Bir önceki yazımda belirttiğim Osmanlı çete savaşları üzerine gerek çetecilere karşı gerekse de çeteleri teşkilatlar iken edindiği tecrübelerden yola çıkarak “Muhafaza-i Asayişe Me’mur Zabitanın Vezaifi Usul-i Takib-i Eşkıya ve Çete Muharebeleri” adı ile maruf eseri hazırlamış ve yayınlamıştır. Enteresan bir hayatı olan bu zabitin, askeriyede üstleri ile yaşadığı gerçek nedenleri tam anlamı ile bilinemeyen çekişmeler, hatta firar sayılabilecek ayrılıklar, hakkında çok önemli jurnallere rağmen bir türlü ilişiği askeriye ile kesilmez, sanki gizli bir el tarafından sürekli desteklenmektedir, destek “Teşkilat-ı Mahsusa”nın önemli bir elemanı olmasından mı? yoksa önemli mevkilerdeki Enver Paşa’dan, Rauf Orbay’a uzanan kadro tarafından kollanmasından mı? yoksa sonradan üzerine bir dolu eser de yazdığı tarikatçılığından mı? bilinmez. Mezkûr zabitin üstlendiği görevler üstüne her isteyenin ulaşabileceği kadar yayın bulunmaktadır, dijital ortamda bile var…

Kendisi ve yayınlanmış kitabı üzerine Ali Güneş tarafından yazılan araştırma (aslında tez) kitabını okur iken enteresan, en azından benim için, bilgilerde edindim ve bu bilgileri sizlerle de paylaşmak istedim.

“Yabancı askeri danışman, ıslah heyetleri veya askeri yardım misyonlarının son dönem Osmanlı harp doktrini üzerine büyük ölçüde etkisi olmuştur. Güçlü olduğu dönemlerde dahi münferit yabancı askeri danışman veya mühendis istihdamına kapıyı açık bırakan Osmanlı Devleti, zayıfladığı son dönemlerde, takip ettiği dış politikayı da dikkate alarak, yabancı askeri uzman ve danışmanları, o tarihte paradigma ordusu hangisi ise onun mensuplarından seçmiştir. Bu kapsamda tercihini, kara ordusunda 18. Yüzyıl ve 19. Yüzyılın üç çeyreğinde Fransa, 19. Yüzyılın son çeyreği ve 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Prusya orduları personeli yönünde kullanırken, donanmada ise 19. Yüzyıl boyunca İngiliz danışmanlara yer verilmiştir. Devletin son dönemlerinde ve bilhassa da Cihan Harbi yıllarında Alman askeri yardım misyonunun Osmanlı ordusu üzerindeki etkisi o kadar artmıştır ki, Carl Mühlmann’ın verdiği rakamlara göre göre, Birinci Dünya Savaşı sonrası Ekim 1918’de memleketlerine dönen Alman personelin toplam sayısı 10.000’i bulmuştu” demektedir Sn. araştırmacı değinmemiş ama aslında Osmanlı Devletinin kurulduğu günden beri destek hep var olmuştur, ilk önceleri Bizans ve sonraları Macar vs vs, demek ki Osmanlı’da yabancı istihdamına hep hoşgörü ile bakılmıştır dersek yanlış bir şey demiş olmayız.

“Balkan harbi sırasında Osmanlı askeriyesinin kullandığı Alman Talimnameleri; Piyade Talimnamesi, Sahra Topçu Talimnamesi, Seferiye Nizamnamesi, Menzil Hidematı talimnamesi ve Tahrip Talimnamesi gibi. Bunların dışında bazı subaylarında münferiden yaptığı tercümeler mevcuttur. Örneğin Mustafa Kemal Atatürk, Karl Litzmann’ın yazdıklarını, 1909’da “Takımın Muharebe Talimi” ve 1912’de “Bölüğün Muharebe Talimi” başlıkları altında tercüme etmiştir.” Buradan da kolaylıkla anlaşılacağı üzere Almancadan çeviri yapabilecek düzeyde dil bilgisine sahip bir lider ile karşı karşıyayız. Öyle modern zamanların her türlü teknik donanım ve gelişmesine rağmen yabancı dil bilgisi kırık olanlara hiç benzememektedir.

“Resmi ders programının parçası olmamasına rağmen, Afet İnan’ın aktardıklarından anladığımız kadarıyla, Mustafa Kemal Erkan-ı Harbiye Mektebi öğrencisiyken hocası Nuri Bey’in gayrıresmi olarak gerillacılık hakkında bir ders ve bir de ödev vermiş olması, konunun askeri okullarda şifahi olarak öğretime dahil edildiğini göstermektedir” diye zikredilerek te gayrinizami harp konusunda yaygın bir çalışma ve öğretim alanı oluştuğu konusunda okuyuculara bir fikir vermektedir.

“Osmanlı subaylarının diğer ülkelerdeki gelişmeleri takip ettiğinin başka göstergesi de askeri kıyafetlerde kademeli olarak hâkî renge geçilmesidir. Dünya Ordularında hâkî renk ilk kez İngilizler tarafından 1850’li yıllarda Hindistan’da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan Hary Lumsden İngiliz askerlerin beyaz üniformaları ile kolay hedef olduklarını fark edince, üniformaların üzerine, toz ve çamur sürdürerek ve biraz da çay ile boyatarak renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin rengini araziye uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu üniformalara Hintçe toprak anlamına gelen “khaki” adı verilmiş ve Türkçe’ye de “Haki” olarak geçmiştir. Bu tondaki rengin fabrikasyon uygulaması ise ilk defa Boer Harb’inde yine İngilizler tarafından yapılmıştı. Zaten bu nedenle Boerliler, savaş esnasında bir dönem, İngilizleri Khakies şeklinde tanımlamışlardır. İngilizlerin bu uygulamasından esinlendiğini değerlendirdiğimiz Osmanlı Ordusu ise, bu regi ilk defa 1880’lerden itibaren yanlızca Birinci İstihkam Taburu erlerinin kıyafetlerinde kullanmıştı. 1900!lu yıllarda da, Makedonya çetelerine karşı kolay hedef olmamak adına, avcı taburları kıyafetleri haki renge dönüştürülmüştü. 1900 yılına gelindiğinde ise çıkarılan bir nizamname ile bütün Osmanlı Ordusunun kıyafetlerinde bu rengin kullanılması sağlanmıştır.”

“Ele geçirilen komita ve çete üyelerinin, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu aciz durum, delil yetersizliği veya diğer devletlerin konsoloslar aracılıyla yaptıkları baskı nedeniyle serbest bırakılması, onlar arasında ümitsizliğe sebep oluyordu. Bu nedenle bölgedeki, özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi subaylar ceplerinden para harcayarak ya da gizlice depolardaki silahları dağıtarak çeteler teçhiz ediyor. Bunlar da mahkemelerin serbest bıraktığı çetecileri ya da liderlerini öldürüyorlardı. Ohri gibi merkezlerde bizzat cemiyet yanlısı mülki amirlerin desteğinde kurularak silahlandıran ve çoğu Osmanlı subayları tarafından yönetilen bu çetelerin faaliyetlerine hem idari hem de askeri makamlar göz yumuyordu. Buna ek olarak, Osmanlı yönetiminin yerel halktan istihdam ettiği paralı askerler, gönüllüler ve başıbozuklardan oluşan düzensiz kuvvetler çete ve komitalara karşı kullanıyordu.”

İşte durum böyle iken böyledir. Söyleyecek kelam çok ama gereksiz. Neyse ki her olumsuz şey geçmişte kalmış, iyi şeyler de bugüne taşınmış. İlave ne diyelim… Her şey ayan beyan ortada…