Pazartesi, Kasım 28, 2011

MOSKOVA METROSU


Moskova’yı ziyaret eden turistlerin neredeyse tamamının yaratılan sanat içerikli yapısını ve tarihi dokusunu görmek, yüksek anlamını hissetmek için ziyaret ettiği, ve diyelim ki bunların hiçbirisi ile ilgili değilse de ulaşım ihtiyacı nedeniyle mutlaka bir şekilde kullandığı, Dünyanın en eski ve büyük metrolarından biridir, Moskova metrosu.

Metronun yapımı; Josef Stalin tarafından 1931'de inşaatı başlatılmış, Komünist Parti önderliğinde ağırlıklı olarak ta gençlik teşkilatları komsomollar tarafından yoğun çalışmalar neticesinde ilerletilmiş, yeni yerleşim bölgeleri için ilave inşaatları halen devam etmekte olup, günümüzde büyüklük bakımından New York, Paris veya Londra metroları ile karşılaştırılsa da işlevsellik, iç mimari ve dekorasyon bakımından dünyanın en güzel metrosu olduğu hemen herkes tarafından ittifakla kabul edilmektedir. Moskova Metrosu için dünyanın en çok yolcu taşıyan metrosu denilmektedir ve her gün yaklaşık 10 milyon kadar kişi yolculuk yapmaktaymış ve en önemlisi de kamu tarafından işletilmektedir. Yaklaşık 180 istasyonu bulunan ve hiçbir istasyonunun diğerine benzemediği Moskova Metrosu, her biri sanat galerisi görünümlü olup, özellikle de Mayakovskaya (1938), Ploşçad Revolyutsii (1938), Kropotinskaya (1935), Komsomolskaya (1935), Novoslobotskaya (1952), Novokuznetskaya (1943) adlı istasyonlar içlerinde öne çıkmaktadır, ayrıca istasyonların temizliği de dikkat çekmektedir.

Moskova'da şehrin merkezine direk gelen ve kolay transfer yapılabilmesi için tüm bu hatları kesen ring hattı ile birlikte toplam 12 hattı, yaklaşık 300 km lik uzunluğu olan ve her yeri her yere bağlayan, en önemlisi kril alfabesini bilmek kaydıyla da yol iz bilmezlerin bile şehirde kaybolmadan ve adım başı yol sormadan rahatça gezmesini sağlayan, eskiliği kadar işlevselliği ile de insanları çok etkileyen bu sistem başlı başına bir turizm gelir kaynağıdır.

Metronun tamamı nerdeyse yeraltında bulunmaktadır hem de öyle yeraltındadır ki inanılmaz biçimdedir. Savaş dönemlerindeki sığınak ihtiyaçlarını karşılamak, sonraları da emperyalist batının çabalarıyla yaşanan soğuk savaş döneminde olası nükleer saldırılarda da nükleer sığınak olarak kullanılmak üzere SSCB Komünist parti liderleri tarafından planlanmıştır. 2. paylaşım savaşının zaferle sonuçlanmasının anısına yapılan parkla aynı taşıyan metro istasyonu; “Park Pabedu” yaklaşık 85 mt derinliğiyle en derin istasyon olup, diğerleri de bundan çok aşağı sayılmazlar. Josef Stalin 1941 kışında Faşist Alman işgal planı çerçevesinde Moskova’nın tehdit edilmesi döneminde de başkenti terk etmemiş ve derin metro istasyonlarında oluşturduğu karargahından ayrılmayarak savaşmakta olan Sovyetler Birliğinin kızıl ordusuna ve toplumuna moral vererek, savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynamıştır, bu rolün oynanmasında metronun derin istasyonlarının önemi büyük olmuş anlaşıldığı kadarıyla.  

Metronun bence en öne çıkan tarafı da anons sistem ve düzenidir, bindiğiniz trenin yönü şehrin merkezine doğru ise, sanki sabah evinizden merkezdeki işinize giderken patronun ya da müdürün sizi “hadi işe” diye davet eder anlamındaki erkek sesi, şehrin dışına doğru ise de akşam eve giderken “seni bekliyorum hayatım” tadındaki ve anlamındaki kadın sesi anonsu; bir başka tılsım yaratmaktadır. Ring hattı için erkek anons sesi saat yönünde, kadın anons sesi saatin ters yönünde yol aldığınızı göstermektedir. Her hattın bir farklı renkle gösterildiği metroda, eğer renkleri karıştırırsanız ve hele de kril alfabesini bilmiyorsanız ya da Rusça bilmiyorsanız, sağa sola bakarken durumunuza acıyan ve İngilizce bilen bir Rus’un size yardım etmesini beklemekten başka çareniz yoktur, yoksa metronun dışına bile çıkamayabilirsiniz.

Metroda seyahatlerim süresince; sürekli insanları izledim, bol miktarda hatta sabah saatlerinde bile baktığım yüzlerin, gençler dışındakileri elbette, çok yorgun görüntü verdiklerini maalesef gördüm, yaşları biraz ilerlemişlerin bende bıraktıkları izlenim ise değişen sistemin yarattığı mutsuzluktur. Yeni sistemin kalabalıklar arasında yalnız insanlar yaratma ve böylece daha kolay yönetme politikalarının ne kadar başarılı olduğu da bir şekilde hissedilmektedir.

Metroda insanlar, o kadar bize benzemektedirler ki anlatmak çok kolay değil, görmek gerekir açıkçası; itiyorlar kakıyorlar, sırayı bozuyorlar hele birde merdiven önlerindeki kalabalıkların nasıl davrandıkları anlatmak zor. Kalabalık bir gündeki seyahatlerimin birinde yaşı yaklaşık bana yakın birisinin bana yer vermesini yaşıma değil ama elimdeki çantaya binaen olduğu düşüncesiyle yorumladım. Bu kalabalıkların trenin saatteki yaklaşık 45 km hızla giderken ayakta iken kitap ve gazete okumaları hem de hiçbir yere tutunmaksızın büyük bir hayranlıkla izledim ve şimdi de  “e-book”  yaygınlığı inanılmaz boyutta. İnsanlar hiçbir yere tutunmadan ayakta duruyor iken bazen yapılan ani frenlerde hiç istifini bozmadan duruyor olması ise bir başka maharet noktasıdır.

Yukarıda sıralanan tüm övgülere rağmen son derece rahatsız edici bir gürültü çıkmaktadır raylardan/hatlardan, ama gördüğüm kadarıyla yer yer kullanılmaya başlanan yeni vagonların devreye girmesiyle de bunun da önüne geçilebileceği anlaşılmaktadır. Kesinlikle halledilmelidir de, çünkü bazen bazı noktalarda yanındakinin konuşmasını hatta anonsları bile duymakta zorluk çekilmeye devam edilecektir.

Dünyanın en önemli şairlerinden Bertolt Brecht'in üzerine şiir yazabileceği kadar da saygı duyulan bir metrodur sonuçta, Moskova Metrosu.




Pazartesi, Kasım 14, 2011

BÖYLE BİR ÇEŞME HAYAL EDİYORUM Bölüm -1

Şu anda Çeşme meydanında Belediyenin tam karşısında bulunan Ertan’lara ait tek katlı taş binanın; mezkûr ailenin mülkiyetine geçmeden önce, karşılıklı ve sağlı sollu kasaplara ve balıkçılara mekân olarak hizmet vermiş olduğunu ve tam ortasında da denizden geliri olan bir kanalcık bulunduğunu büyüklerimden öğrenmiş idim. Mülkiyet değişikliğini bir başka yazının konusu yaparak detaylarını sizlerle paylaşmayı planlamaktayım. Ancak bu yazının konusu o eski Çeşme’yi hayal etme kapsamında olup, yazının mihverini de bu binanın oluşturacağı görünmektedir.

Şimdi gözlerinizi kapatın ve bu binanın ortasında deniz suyu ile beslenen bir kanalın olduğunu, derenin üstünden karşıya geçmek üzere konuşlanmış ahşap küçük yaya köprülerinin olduğunu, dere etrafında ise balıkçıların, manavların ve kasapların bulunduğunu hayal edin bakalım. Çeşme’nin muhteşem balıklarının balıkçı tezgâhlarını doldurduğunu düşünün, mevsimine göre de Çeşme’nin tadına doyulamayan kavunu, bazılarının fazla acı bulduğu muhteşem tadı olan soğanı, enginarı, mandalini, kalın kabuklu diye bazılarının burun büktüğü güzelim limonu, bamyayı, enginarı, hurma denilen yöreye has zeytini, çeşit çeşit salamura zeytini, yöreye has yemyeşil otları düşünün ve bu cümbüşün haftada 1 kez de Pazar yerinin Çeşme meydanında kurulmasının bir cüzü olduğunu gözlerinizi kapatarak bir kez daha düşünün bakalım, nasıl duygulara kapılacağınızı görün. Pazar yerinin haftada bir gün; mezkur binanın hayalimdeki düzenlemesi olmazsa bile neden Çeşme’nin meydanında yapılmadığının bilemediğim bir cevabı olmalı şüphesiz ama bence acilen bu yönde bir karar alınmalı, bununla da yetinmeyerek mutlaka Pazar içeriğinin genişlemesi ve deyim yerindeyse haftalık festival haline gelmesi temin edilmelidir. Doğu Avrupa ülkeleri hariç hemen hemen her batılı ülkede pazarlar şehrin meydanlarında kurulmaktadır, Çeşme’de bu kabil bir kararın çarşı içindeki yerleşik esnafa da bir katkısı olacağını düşünmekteyim ama diyelim ki hissedilir bir katkı yok o taktirde bu yönde gelişme temin edecek çalışmalar yapılmalıdır.

Çocukluğumda bugünkü “Methan dondurmacısı”nın yerinde olduğunu hatırladığım çeşmenin gerçek anlamda bu şirin İlçemizi temsil edebileceğinden ve Çeşme Belediyesinin bir hayli de beğendiğim “Çeşme restorasyon” projesi kapsamında yapıldığını bir hayal edin bakalım, hemen arkasında bugün sayısı bire inmiş yüksek selvi ağaçlarının eski haliyle birlikte size sevimli gelmeyecek mi acaba? Hemen çeşmenin dibinde küçük ama son derece bulunduğu alanla uyumlu olan “Ali Ağa”nın çay ocağının olduğu yerde; “Ali Ağa 3 çay” gibi siparişlere “gelor beyim gelor” cevaplarını hala kulaklarımda hissediyor gibiyim. Çay ocağının tam karşısında kale dibinde Çeşme-İzmir arası çalışan otobüslerin hareket noktasının varlığının yarattığı canlılığın çay ocağına da katkısı önemliydi o dönemde. Hele yaz sonları kuzenlerimin Çeşme’den ayrılırken anne ve babaları ile otobüse binmiş iken tam otobüsün hareket edeceği sırada otobüsten aşağıya inip kalenin burcunun altındaki küçük kapıdan içeriye dalıp, bulmaktan ümit kesen ailesinin mecburen otobüse binip kuzeni yanımızda bırakmış olmalarının mekânı ya buralar, onları kandırıp birlikte olma zamanlarımızı arttırmış olmamıza vesile olmuştu ya, daha bir farklı şekilde anıyorum bu alanı…

Bu çeşmenin tam arkasına denk gelen geniş alanda; bugün kafeterya olarak hizmet veren bölümde 3 adet tek katlı, su basman yüksekliği yaklaşık 1 mt olan, muhtemelen de Osmanlıdan bu yana hizmet veren, Sahil Sıhhiye, PTT ve Gümrük binaları ki ben ne yazık ki sadece 2 sini hatırlayabiliyorum, 3 bina olduğunu hem büyüklerimden hem de Çeşmenin eski fotoğraflarından biliyorum. Bu binalar Çeşme Meydanı anılarımın ayrılmaz ve en önemli ayrıntılarıdır, binaların yerinde olmaları da, hayal ettiğim Çeşme’nin nostaljik bir parçasıdır.

Bugün bile ayakta duran ve Çeşmenin mimarisini yansıtan ancak ne yazık ki bilemediğim nedenlerle de kullanılmayan ama bir dönem otel olarak önemli hizmetler vermiş olan “Akdeniz Otel” i; mülkiyet ya da miras hukuku ya da bir başka nedenle metruk hale getirilmiş olabilir, sahipleri bu karışık hukuki düzen içinde çözüm bulamıyor olabilirler ancak Çeşme meydanının çok önemli bir figürü olduğu unutulmadan, ama açıkçası nasıl çözüleceğini de pek bilemeden sadece özlediğim biçimiyle bu bitap halinden kurtarılması gerektiğini düşünmekteyim. Konuyla ilgili; en son çare kamulaştırma olmak kaydıyla, kredi verilerek yine cıvıl cıvıl eski haline dönebilecek sonuç alıcı girişimleri yapmalıdırlar yetkililer, belki de yapıyorlardır da sonuç alamıyorlardır bilmiyorum ancak bu hali ile de Çeşmelileri üzdüğü muhakkaktır.

Çeşmenin meydanını geçen yüzyılın başından bu yana şenlendiren; sonradan neden olduğunu pek anlayamadığımız şekilde kaldırılan saat kulesinin tekrar yerinde olduğunu ve bir harika siluet olarak de durmaya devam ettiğini de hayallerimizin içine katmalıyız bence… Tarihi geçmişi ile ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmamama, insanlarımızın ne kadar işine yaradığını pek ölçemememe rağmen, çok sevmiştim, daire kesitli, yaklaşık 5 ya da 6 mt yüksekliğindeki metal sütun üstünde kare kesitli ve her yönden görülmeyi sağlayan 4 ekranlı ve simsiyah saat kulemizi, şimdi de Çeşme meydanındaki yerini alıyor olması hayalini kurmaktayım. Kaldırma kararı verip uygulayanların da eminim ki çok özel anıları vardır mezkûr saat kulemizle ilgili olarak, çocukluğumuzda saat sahibi olma hissimizi arttırdığını ve zamanı bilme merakımızı pekiştirdiğini hatırladığım, muhtemelen de büyüklerimizin zamanı bilme gereksinimini karşıladığını düşündüğüm, meydanımızın da en önemli ayrıntılarından biri olduğu için mutlaka kaldırıldığı yerden çıkarılmasını eğer bir şekilde yok olduysa da tıpkı yapımının acilen yerine yerleştirilmesi önemli bir eksikliği giderecektir, hayallerim açısından.

Hangi gereksinimi karşılayamadı da kaldırıldı pek bilemediğim “Atatürk heykeli”, hadi diyelim ki gerçek “Atatürk” ü yansıtmıyordu da kaldırıldı peki yeri neden değiştirildi acaba yakınlarındaki birilerinin mi talebi oldu, bilemiyorum. Eski haliyle bana daha sevimli gelmekteydi “Atatürk” büstü, hatta yeri de çok uygundu, efendim sırtı oraya, buraya dönüktü de değiştirdik de denilebilir, peki şimdiki konumunda sırtı nereye dönük, ya da büst yerine yapılan yeni hali daha mı güzel vs. vs. diyerek konuyu uzatmak mümkün, ama şimdilik bu kadarla yetiniyorum. Bu heykel ile ilgili hatırladığım ve bizim kuşak ve daha büyüklerinin bildiği ve pek te sevimli karşıladığı, “Ahmet Sinan” büyüğümüzün mutat her akşam gelip “Atam kalk ta gör memleketi ne hallere getirdiler” şikâyetname törenleridir. Bu konu ile ilgili detayları ve nedenleri konusundaki iddiaları bir başka yazımın konusu yapmayı planlamaktayım. Hayalimdeki Çeşme meydanında “Atatürk heykeli” aynı boyut ve şekliyle aynı yerde olmaya da devam edecektir.

Neden insanlarımız sahip olduğumuz ve salt bu yüzden de manevi değerinin sınırsız olması gereken nesneleri, daha iyisini yapacağız iddiasıyla yıkarlar ya da kaldırırlar bunu anlamak olanaksızdır, bu biçimde davranarak öykündüğümüz muasır medeniyete de ters düştüğümüzü bir anlasalar, işte o zaman hayat bayram olacaktır galiba…

Çarşamba, Kasım 09, 2011

OLMAZSA YENİDEN DENE

Bir kitap “Olmazsa yeniden dene”, yazar Erdal Aykaç. Yazar yaşadıklarından yola çıkarak yazmış bu kitabı.

Canım Yurdumun sancılı 1970 li yıllarında; yeşil kuşak projesi uyarınca ABD emperyalizminin ulvi çıkarları doğrultusunda ve yerli “iti ite kırdırma politikası” uyarınca, Canım Yurdumu ABD li ajanlar ve yerli ortakları içimizdeki Amerikalılar vasıtasıyla kan gölüne çevirme çalışmaları yoğun bir şeklide sürdürülmüştür. Nihayet maksat hâsıl olmuş, enternasyonal düzeyde ABD emperyalizminin ve yerelde de ekonomik çıkmazların ara çözümü gibi görünen 24 Ocak kararlarının uygulanması için ehven ortam ihtiyacına binaen, NATO’nun gizli ordu komutanlarından da olduğu bilinen Kenan Evren önderliğinde Askeri Darbe yapılıp açık faşizm uygulamasına geçilmiştir. Şeytanın bile aklına gelmeyecek provokasyonlarla darbe ortamı hazırlanmış, planlar yapılmış ve darbe sonrasında da provokasyonlara devam edilerek, yaklaşık 2.000.000 kişi gözaltına alınmış ve işkenceden geçirilmiş, yaklaşık 10.000 kişinin idamı istenmiş, 52 kişi idam edilmiş, buradan da anlaşılacağı üzere faşist darbe toplumun üzerine bir karabasan gibi çökmüş ve silindir gibi de ezmiş geçmiştir.

Aslında kitap; henüz 20 li yaşlarında Devrimci bir Adana gencinin 1980 ve 1988 yıllarında birincisi Adana Cezaevi'nden, ikincisi Kırşehir Cezaevi'nden kaçışının eksen oluşturduğu bir yaşam öyküsüdür ama kitapta öyle kesitler vardır ki insan olanın kanını dondurur açıkçası.  Ama ben bu kaçışlarla ilgili kelam edecek durumda değilim ayrıca edilecek kelamın günümüze ışık tutmayacağı da çok açıktır. Çünkü her mapusun kaçma gibi hülyaları ve macera yaşama istekleri vardır, hele ki salt siyasi düşünce ve görüşlerinden ötürü haksız yere 100 lerce yıllık cezalarla karşı karşıya ise ve hatta kellesini kaybetme riski taşıyorsa neden kaçmasın ki. Orada kocaman kocaman yargıçlar vardır ve adaletçilik oynuyorlar, oynuyorlar diyorum çünkü benzer o kadar fazla öykü okudum ve dinledim ki, artık bana bunlar “vukuatı adiyeden” görünmektedir. Aslında bu yargılama süreç ve aygıtları daha darbe öncesi planlanmış ve şimdi uygun zaman gelince de icra edilmeye başlamıştır. Kitapta yer almayan ama tarihe büyük acılar olarak kayıt edilmiş; işkence tespit talepleri, işkencecilerin yargılanması talebi, doktor ve tedavi talepleri, adil yargılama talepleri, savunma için yeterli zaman ve uygun koşulların yaratılması talepleri karşısında hiçbir şey yapmayan, tüm insanlık dışı muameleleri görmezden gelerek, adeta onaylayan mahkemelere tanık olunmuştur. “Asmayalım da besleyelim mi” derin felsefesini, amirlerinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile uygulayan, insanlık duygularından tamamen sıyrılmış, aklını ve ruhunu ne yazık ki kullanmaktan azade durumdaki insan yığınları arasında; bazen de, çaresizliklerini itiraf ederek,   devrimcilerin onurlu yaşam ve siyasal kimlik mücadelelerine içten içten en azından şekli olarak ta olsa saygı duyan hâkimlere de rastlanmış, bu kitapta aktarılanlara göre…

Evet; 12 Eylül mahkemeleri; emir ile karar verir, emir ile kararı uygulardı, Mahkemelerde hukuk sadece emirdi, uygulama yukarıdan gelen emirlere dayalı kararlarla hukuki şeklini alırdı, yukarıdan beslemeyelim denirdi, hukuk katli vacip kanı helaldir derdi, yukarıdan gelen emirlere dayalı nice kalem kırdılar, bu hukuk uygulayıcıları. Sonuçta; suç yokken, suç yaratan, suçlu yaratan 12 Eylül mahkemeleri ve bu mahkemelerin hakimleri, en büyük suçu işleyenlerden emir alarak ve emri yerine getirerek devam etti. Aslında hukuk adına tüm bu yaşananlar o kadar normaldi ki; 12 Eylül faşist darbesi ve NATO’nun gizli ordularının komutanı olduğu bilinen liderine yemeden içmeden apar topar aldıkları karar ile “Hukuk doktoru” ve bununla yetinmeyerek sonra da “hukuk profesörü” ünvanı veren hocaların rahle-i tedrisatından geçen öğrencileri de 12 Eylül mahkemelerinde hocalarına yakışır vaziyet almaktaydılar. İşte tüm mesele buydu…

İşte kitaptan 2 ayrı enteresan bölüm;

“10 Kasım 1981 günü karar duruşmasına başlanıyor. Her zaman olduğu gibi avukatlarımız, ailelerimiz, tutuksuz sanıklar ve savcı duruşma salonunda. Bu arada mahkeme heyeti de içeriye giriyor. Duruşma yargıcı Kıdemli Hâkim Yarbay Ayhan Ulusoy kararın okunmasına başlamak için herkesin ayağa kalkmasını istiyor. Herkes ayağa kalkıyor ancak mahkeme savcısı Mahmut Çalışkan oturuyor. Duruşma hâkimi savcıya dönüyor ve ayağa kalkmasını söylüyor. Savcı yerinden kıpırdamıyor. Duruşma yargıcı istemini tekrarlıyor. Savcı hala yerinde oturuyor. Bu kez duruşma yargıcı Ceza Muhakemeleri Usul Yasasını okuyor. Kararın okunması sırasında tarafların kararı ayakta dinlemeleri gerektiğini, savcının da taraf olduğunu, mahkemenin yüce Türk milleti adına bağımsız olarak karar verdiğini söylüyor. Savcı, yine de ayağa kalkmıyor ve “bildiğinizi yapın, kalkmayacağım” diyor. Duruşma yargıcı mahkemeye ara verildiğini açıklıyor. Hâkimler ve savcı duruşma salonunu terk ediyorlar. İlk kez duruşmamız henüz başlamadan ara verilmiş oluyor.

Yaklaşık yarım saatlik aradan sonra savcı ve mahkeme heyeti salona giriyorlar. Hepsinin yüzleri kıpkırmızı. Anlaşılan Sıkıyönetim komutanı tarafından tokatlanmış ya da tokatlanmaktan beter edilmişler. (shf. 98)

Bu arada Gaziantep Devrimci Yol davasına da katılmaya başlıyorum. (shf. 106) Ayda bir ya da bir buçuk ayda bir duruşmalar yapılıyor. Yine bu duruşmaların birine getiriliyorum. Duruşma salonlarının bulunduğu üst katlarda bulunan koridordaki bankta oturuyorum. (shf. 107)

O sırada bana idam cezası veren mahkemeye başkanlık eden Albay Ahmet Arısüt’ü görüyorum. Bir duruşmadan çıkmış odasına doğru yürüyor. Bankta oturduğumu fark ediyor. Yanıma gelip selam veriyor. Sonra yanıma oturuyor. Hal hatır soruyor. İyi olduğumu başka bir mahkeme nedeniyle orada bulunduğumu anlatıyorum. Ceza aldığım davanın hangi aşamada olduğunu soruyor. Dava dosyasının Askeri Yargıtay’da bulunduğumu henüz duruşma tarihinin belirlemediğini söylüyorum.
- “Kafanı yorma aldığın ceza bozulur” diyor.
- “Madem öyle peki siz neden idam verdiniz” diyorum.
Elini omzuma koyuyor, samimi bir tavırla
-         “Erdal sanki sen bilmiyormusun, elimize listeyi tutuşturdular. Biz de isteneni yaptık” diyor. (shf. 107)”

Peki; Canım yurdum tüm bu yaşananlardan ders çıkardı mı diye soracak olursanız? Nerdeeeee. Baksanıza son birkaç yılda hukuk alanında yapılanlara…