Cuma, Mayıs 10, 2024

RASİM ÇELEBİ

Tartışmasız bir beyefendi, Rasim Çelebi Abimizi hatırlıyorum. Hatırladığım bembeyaz gömleği, muhtemelen de kolalı yakaları ile sürekli takılı deyim yerinde ise fıstık gibi kravatı ile ve de olmazsa olmaz sinekkaydı tıraşı… Her yere kravatlı gider ya da ben öyle hatırlıyorum, bu abi evde de sadece kravat ile mi dolaşır diye sorardım kendime… Eeee tabii bizde kravat alışkanlığı yok ki, ilaveten de takmak bir zül, ne bu kadar sık görürüz, ne bu kadar sık kullanırız, ortaokulda bile mecburiyetine binaen def-i bela kabilinden, okula geliş ve okul çıkışlarında kravatlar derhal cebe kaydıyla.

Rasim Abi aynı zamanda; şimdiki “Çeşme Kent Belleği Müzesinin” bulunduğu binadaki Adliye’de görev yaparken bile çok sevdiği ve ziyadesiyle de başarılı olduğu olta balıkçılığını yaz kış devam ettirmiştir. Onun olta attığı yerde bugün hala olta atan amatörler bulunmaktadır. O tarihlerde hatırladığım kadarı ile olta atıldıktan sonra misinanın karaya sabitlenen tarafı deniz kenarlarından özenle seçilmiş olan şekli, büyüklüğü ve yüzey düzgünlüğü münasip taşlar marifeti ile yapılır üstüne de yeter büyüklükte bir cam parçası yerleştirilir ve beklemeye geçilirdi. Kaymakam Evi Denizinden kepçe sürütülme marifetiyle yakalanmış “tekesakal” yemleri oltalara özenle yerleştirilir, uygun şeklide ve mesafede olta fırlatılır, “rastgele” diye beklemeye geçilirdi. Balıkların yemi yemeye çalışmasının izlenmesine matuf yerleştirilen cam sesi gelince anlaşılırdı ki, balık yemi yemiş oltadan koparmaya çalışıyor ve o hareketle cam taşın üstünden düşerek ses çıkarıyor, hemen koşulur, olta ele alınır işaret parmağının son boğumunun aya tarafındaki hassas bölge ile balığın büyüklüğü ve dahi cinsi tahmin edilir, ona göre kalama verilir ya da çarptırılırdı. Hele misinanın, balığın büyüklüğüne göre çekilme ritüeli vardı ki, işte Rasim Abi marifeti orada farkını gösterirdi. Dönem, kurşun (misinayı suyun dibine çökertme ağırlığı), misina, olta, petektari (misinanın sarıldığı mantar ya da ağaç parçası), envai çeşit suni yem, kamış, yem kutusu, zil ya da çan bulunulabilen bir dönem değildir. Bazen Çeşmenin meşhur rüzgârının etkisi altında, misina denizden çekilir iken bir nesneye ya da aparata otomatik sarılamadığı dolayısıyla yere olabildiğince düzgün döndürülerek serilirken, tüm misina bir karışık yumak haline gelir, ayıkla ayıklayabilir isen, düzelt düzeltebilirsen… İşte Rasim Abi, gerek başta da kurşun dökmek olmak üzere alet edevat üretiminden tutun da, gerekse de karışıp yumak olmuş misina çözümüne kadar bir mahir adamdı ki, müthiş… Oğullarından arkadaşım Latif Çelebi ki daha önce hatıralarımı güzel hatırasına binaen yazmış idim, babadan devir alınan olta balıkçılığında mahir birisi idi…

Parafani; bilenlerin iyi bildiği, yapabilenlerin az olduğu, senenin sadece maksimum 1,5 ayı yapılabilen o da sadece “ay karanlığı” dönemlerindeki 15 gün içinde, şimdilerde yasaklandığını öğrendiğim, doğaya balık yumurtlama alanlarına ve balık popülasyonuna bilebildiğim kadarı ile hiçbir kötü etkisi olmayan bir balık yakalama yöntemidir. Diğer deniz kenarı ilçelerinde durum nasıldır bilemem lakin bizim Çeşme’de Ekim ayı ortasından Aralık ayı başına kadar, o da sadece Ege Denizinin ya da Marmara’nın soğuk sularından Akdeniz’in sıcak sularına mezkûr aylarda göç yapan balıkların gece saatlerinde muhtemelen dinlenme ve beslenme amaçlı olmak üzere diz boyu sığ sulara geldiği ve sadece Ayın parlak ışık yaymadığı dönemlerde yapılan bir aktivitedir. Daha önceki yazılarımda bahsetmiş olduğum bu aktivite minimum 2 kişi ile yapılan bir uğraşı olup Çeşme’de bunun bizden önceki kuşaktan erbapları Rasim Çelebi ve Cemal Işık büyüklerimizdir. Hatırladığım her ikisi de serpme ağ atmada ileri düzeyde mahirdiler…

Rasim Abinin parafani becerisi ne kadar idi kiminle çıkardı ava, şimdilerde çok net hatırlamıyorum. Ama parafani’deki becerisi ve kabiliyetinin oğlu Latif’e ziyadesiyle geçmiş olduğunun yaşayarak tanığıyım, çünkü biz de parafani’de 3’lü bir ekip idik, Latif’te bizim ekibin takım kaptanı serpme ağ atıcısı idi… Gerçi ben bizim takımın en yeteneksizi olarak yakalanan balıkların konulduğu torbayı taşımaktan başka bir şey yapamazdım. Rasim abimizin avlanma alanının “Yedi İğdelerden” başlayıp bugünkü “Altın Yunus Oteli” plajı dâhil olmak üzere boydan boya Boyalık Plajı ile bugünkü “Ilıca Karabina Otelinden” başlayıp “Balin Otele” kadar boydan boya Ilıca Plajı olduğunu hatırlıyorum. Yine hatırladığım kadarı ile Rasim Abimizin ezeli ve ebedi dostu ve rakibi nam-ı diğer Hafız Ahmet’in Cemal Abimiz (Işık) idi… Bu abimiz de, Çeşme’nin o günlerine müvecceh nevi şahsına münhasır, bir tarafı ile zahid, bir tarafı ile sufi diğer tarafı ile de muganni bir başka tarafı ile mugallit ve dahi say say bitmez özellik ve güzellikle teçhiz bir büyüğümüzdür. Bir başka yazımda da, her önüne gelen Çeşmeliyi “babaannesinin adı” ile çağıran bu abimizi yazmaya çalışacağım, bendeki hatıraları ile…

Parafani yasaklanmış dedim ya; bunun hangi güvenlik ya da korumacılık saikiyle yapıldığını doğrusu ben bilmiyorum, dahası da anlamıyorum… İlaveten de anlayan ya da anlayabilen olduğunu da zannetmiyorum. Olsa olsa “Yassağ hemşerim” kültürü ikame ve idamesi olsa gerek… Hani malumdur, meşhur hikâye, komutan yeni boyattığı “bankın” başına boya kuruyana kadar nöbetçi koyar da tam o sırada tayini çıkar, neden oraya nöbetçi konulduğu bilinmez ve yıllarca sürer bu uygulama, ta ki, biri bunu sorana kadar… Galiba, bu hususta da durum böyle, korkarım… 

Tarım ve Orman Bakanlığı bir tebliğinde “bilimsel, çevresel, ekonomik ve sosyal hususlar göz önüne alınarak su ürünleri kaynaklarının korunması, sürdürülebilir işletilmesinin sağlanması için su ürünleri avcılığına ilişkin yükümlülük, sınırlama ve kuralları düzenlemektedir denilerek amatör balıkçılıkta “avlanma amaçlı her türlü ışık kullanımı yasaklanmıştır. Can ve mal güvenliği açısından 50 watt’ı geçmemek şartıyla tekne içerisinde ve kıyıda aydınlatma amaçlı ışık kullanılabilecektir”. diye konuya açıklık getiriyor. Aynı tebliğlerde gırgır ve trol teknelerinde de 8.000 watt’lık enerji kaynakları kullanılabilecektir yönünde bir irade buyrulmaktadır… Gel de Neyzen Tevfik’i rahmetle yâd etme bir kez daha… Yahu kardeşim güvenlik ise mevzuu, aynı insanlar çalışıyor bu yerlerde, ne güvenliği… Balık yumurtlama ve tespit edilen ölçülerde yakalama ise konu, söylenecek çok şey var da söyleyip zayi etmenin manası yok… Kıyıdan lüks ile balık avlamanın nasıl bir sakıncası var, biri izah etmeli bence… Neyse büyüklerimiz daha iyi biliyorlardır, deyip geçeyim…

Yasakların da yasaklanması gerekir inancıyla, yasaklarını sevdiğimin memleketini ne kadar sevdiğimizi bir kez daha tekrarlayalım. Bu vesile ile artık aramızda olmayan, başta Rasim Çelebi, Cemal Işık büyüklerimiz ve Latif Çelebi arkadaşımız olmak üzere, tüm büyüklerimizi ve küçüklerimizi saygı ile bir kez daha yâd edelim…


Perşembe, Mayıs 02, 2024

FİLİSTİN, PAZARLIK ve ULU HAKAN


“Ya talêel al-jabal” başlıklı 07.12.2023 tarihinde https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adresli bloğumda yayınladığım yazıda; “Filistin ne yazık ki taa Osmanlının son dönemlerinden bu yana huzur bulmamış ya da bulamamış topraklar olmuş… Osmanlının “iyi günlerinde” Müslümanız rahatlığı içinde bir şekilde geçinilmiş de, ne zaman ki Osmanlının savruk ve dağınık ekonomisinin kapısını bankerler, kreditörler ve emperyal devletlerin temsilcileri çalmış, ahada o günden beri bir huzursuzluk hali artan bir biçimde bugünlere artık katliamlar biçimine dönüşmüştür… Hani denir ya Osmanlı hep karşı çıktı Yahudilerin yerleşmesine, bunun doğru olduğunu düşünenlerin bir kez daha bu konuyu araştırmaları gerekmektedir bence. Prof. Vahdettin Engin’in Osmanlı arşivlerinden bulduğu yeni belgeler ile Yahudilerin yerleşimi, yerleşim yerlerinin Kuzey Irak mı? Filistin mi? Duyun-u umumiye borçlarının yaklaşık %80’inin Yahudiler tarafından karşılanıp karşılanmadığı gibi detayların yeniden gün ışığına çıkarılması gereği aşikârdır gibi… Neyse buralar bir okuyucu olmaktan öteye gidemeyen beni çok aşar, tarihçiler ve araştırmacılar ne diyorsa odur diyelim…” diyerek çok geniş çerçeveli bir değerlendirme yapmış idim… Şimdi ise mezkûr Profesörün “Pazarlık” kitabı üzerinden biraz detaylara hem bakarak hatırlama, hem tekrarlayarak öğrenme, hem de paylaşarak düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Sn. profesör bir yerde “Bu vesile ile de yaygın bilinen bir takım söylemlerin aslında gerçeği yansıtmadığı hususu üzerinde duracağız. Bunlardan en çarpıcı olanı da, II. Abdülhamit’in, para karşılığı kendisinden Filistin’de toprak isteyen Theodore Herzl’i huzurundan hakaretlerle kovduğu şeklindeki yaygın söylemdir.” diyerek esasen hiç de akla uygun olmayan “kovdu” iddialarının zaten doğru olamayacağının teyidini yapar iken bir sonraki sorudan boks deyimi ile bir “eskiv” yaparak sıyrılmayı beceriyor bana göre… Maazallah sonra sorulacak soru “kovdu ise neden bu görüşmeler ve toplantılar 7 yıl sürdü?” olunca ne diyeceksiniz… Bu gerçeği tespit ve teslim eden Profesör, kitap boyunca da Ulu Hakan’a bir halel gelmesi tehlikesine karşı konuyu yayarak durumun kotarılması ve kurtarılması cihetine gitmekten imtina etmemiş bana göre. Mesela; "Panislamizm cüzü mahiyetinde imparatorluğun her tarafındaki tarikat liderleri ile akçelı ilişkiler tesis etmek gibi çaresiz ilişkilerden bahsedip diğer taraftan bunların tamamı imparatorluğu dış saldırılara karşı savunmak amacı ile Müslüman dayanışma ve birliği oluşturmak maksadına matuf yapılmıştır" diyerek Panislamizm iddialarından kurtulmayı hedefleyeceksiniz. Şimdi Ulu Hakan böyle düşünebilir ve hareket edebilir siz koca bir yüzyıl sonra değerlendirme yapıyorsunuz, değil mi?

Bilindiği üzere Yahudiler sürüldükleri ve bir daha geriye dönemedikleri “Eretz İsrail” diye tanımladıkları ve dahi asla ve kat’a sınırlarını tayin ve beyan etmedikleri mezkûr toprakları her daim hedef tutmuşlardır. Sonraları da vaat edilmiş topraklara dönme arzu ve planlarını gerçekleştirmek için her daim uyanık olmuşlardır. Sınırların tespit, tayin ve deklare edilmemesinin çok basit sebebi bugün bile adım adım büyüyen İsrail’in büyümesinin ilanihaye devam edeceğinin yegâne alamet-i farikasıdır. Durmak yok yola devam kültürünün İsrail versiyonu… Bazı gizli kapaklı niyetlerin dışa yansımasından anlaşılıyor ki, Fırat ve Dicle havzası bile bu muhteremlerin hedefindedir, vallahi bunu sokaktaki Yahudi ya da Havradaki haham dese çok kulak asmayın der geçersin de, İsrail Devletinin Başbakanlığı düzeyine gelmiş muhteremin yazdıklarından okununca ciddiye alınması gerekir, derim… Mesela; 1879’da bir İngiliz diplomat bir proje hazırlıyor, buna göre Osmanlının Filistin civarında Belka Sancağında büyük bir arazi para karşılığı Yahudi yerleşimine açılacak, bir nevi özerklik tanınacak, zabıta ve adliye gibi devlet görevleri de Yahudiler tarafından yerine getirilecek, finansmanı da uluslararası bir şirket tarafından karşılanacak. Haliyle Osmanlı şiddetle karşı çıkar ve onay vermez bu projeye, vermez de ne olur… İrâde-i seniyyeye rağmen mezkûr tarihte başlayan “gizli lakin aşikâr” hicret hiç durmadan devam eder… Kitapta, sık sık konuya ilişkin yerel yöneticilerin dikkatini çeken irâde-i seniyyelerden bahsedilse de devam eden hicret ve yerleşmelerin hiç durmadığı ve ne yazık ki her seferinde yerel yöneticilerin ve halkın gizli toprak satışlarından bahsedilir. Sanki toprak üzerinde özel mülkiyet hakkı vatandaşa tanınmış da… Oysaki dünya âlem biliyor “memalik-i Osmaniye” toprak mülkiyeti rejimini… Haliyle konu çok parametreli bir konu, yerel yöneticilerin de “madeni haz” teması mucibince göz yummaları, yürürlükteki padişah buyruklarının vatandaşa çaktırmadan, muhatabına ise adrese teslim düzenlenmesine bağlı, Yahudilerin de emperyal aklı doğru ve yerinde kullanmaları neticesi, ister Padişah emri mucibince, ister Padişah bilgisi ve ilgisi dışında olsun, mezkûr devletin temelleri atılmaktadır. Şimdi denilecektir ki, Efendim kocaman imparatorluk padişah nereden bilecek yapılan bu yolsuzlukları, iyi de aynı padişah hangi şairin “boya ve burun” yazdığını takip edebiliyor, hangi gazetecinin “hürriyet ve müsavat” yazdığını biliyor, taa Fizan’daki yöneticinin      “kanun-i esasi, hukuk-u millet, ıslahat”  kelimeleri ile ne kast ettiğini biliyor, sıra akın akın Yahudi hicretine gelince, bilmiyor… Adama derler, muhalif tüm şer odaklarını tespit ve tedip etmeye müteallik kurduğun “Zabıta-i Hafiye Teşkilatı” ne iş yapıyordu o aralar… Galiba en akla yatkın ve makul izah Filistin Bölgesi mezkûr teşkilatın faaliyet alanı dışında idi, her ne sebeple ise artık… İlaveten bilinenler ve yazılanlar başka, Osmanlı’ya has “hile-i şeriyeler” söz konusu… Malumdur, şekil ve vaziyet bakımından şeriata muvafık bir konuyu göz önünde tutarak “sözde istenmeyen” bir sonuç elde etmeye matuf hamle üstadıdır, Ulema-i Osmani… Biz biliyoruz dönemin Osmanlıyı adım adım parçalayan güçlerin Yahudi politikalarını, Rusya’nın Sovyetler Birliğine evrilmesi dönemine kadar hatta bugünlere kadar ne hamleler yaptığını, İngiltere’nin girişimlerini, bu manada İngiltere ve Rusya niza ve çekişmelerini… Mesela; Sovyetler Birliğinde Stalin ve bazı arkadaşlarının Kırım Bölgesinde Yahudi Bölgesi oluşturma düşünceleri sonucu Stalin ve Molotof örtülü gerginliği, 1928 tarihinde alakasız bir bölge olan Moğolistan sınırında kurulan “Yahudi Özerk Bölgesi” 1934 tarihinde Özerk Devlete dönüşürken şimdilerde yeniden eski statüsüne dönmüştür, vs. vs. Yani mevzu, dâhili ve harici yüzlerce parametrenin doğru değerlendirilmesi ve isabetli karar oluşturulmasına bağlı geniş ve karmaşık bir haldedir.

Hani, bir tarihlerde emperyal güçlerin fırıldakları kast edilerek, dönemin bir Türk büyüğüne yapılan “aman dikkat Bizans oyunlarına” ikazına verilen cevap çok önemlidir, “Osmanlıda oyun bitmez”… Osmanlı enteresandır, yapar lakin inkâr eder, izin verir, vermedim der, velhasıl klasik şehirlerarası otobüs işletmesi muavini anonsu gibi; “memnuniyetleriniz müdüriyete, şikâyetlerinizi bize” kültürü bihakkın iktidardır… Şimdi adama sormazlar mı? Peki, siz izin vermediniz ise, kim izin verdi bu Yahudi yerleşimine? Yahu haydi 3-5 aile yerleşse iyi, görmedik, duymadık, bilmedik denilecek? Öyle kolay değil, tüm suçu İngiltere’ye, Rusya’ya yükle, ohhh sıyrıl bu müşkülattan… Tipik Osmanlı politikası, güzel olunca biz yaptık, rezil olunca uluslararası emperyal güçler yaptı… Sevsinler sizi…

“Rumeli demiryolları şirketinin” imtiyazını elinde bulunduran Baron Hirsch’in başta Osmanlı ve Arjantin olmak üzere dünyanın bir dolu ülkesine Yahudi hicreti, iaşesi, ibatesi ve ikameti konusunda siyasi ve ekonomik başrol oynayacak, susacaksınız… Rumeli Demiryollarının mülkiyeti kimde, Osmanlı’da, peki Hirsch’e imtiyazı kim veriyor, Osmanlı… Tam bir “Organize işler” filmi repliği; “para kimde, müşteride, araba kimde, müşteride”… Üstüne de “Vizontele” filminden bir replik “sen de bunu yedin öyle mi?”… Ne diyelim bir başka Türk büyüğünün meşhur kelamı ile “Allah verdikçe veriyor”…