Cumartesi, Şubat 23, 2019

ÇİFTLİK KİLİSE ve MAŞATLIK


Çiftlik köy kilisesi ve hemen yanındaki “maşatlık” dahi, bir dönemi yok edici diye tanımlayanlar tarafından maalesef yok edilmiş kültürel miras listemize dahil edilmiştir. Kilisenin yerinde artık yeller estiğinden sadece Maşatlık Çeşme Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç tarafından diğer birkaç kültürel mirasta olduğu üzere yeniden ayağa kaldırılmış bulunmaktadır. Kilisenin yerinde yeller esiyor dememe rağmen sadece bahçesindeki “kotarina” taşlarından zemin kaplamasının minik bir tarafı bulunmaktadır. Mezkûr kaplama Çiftlik 69. Sokak üzerinde yer alan parkın hemen güney-batı tarafında görülebilir durumdadır. Ne yazık ki elimizde konuya yönelik yazılı bir eser yok, varsa da ben bilmiyor olabilirim, şu ana kadar edindiğim tüm eserlerde ne yazık ki bu kiliseden hiç bahsedilmez. Şu ana kadar edindiğim ve Çeşme İlçesindeki Kiliseleri konu alan en derli toplu eser, “Bizans sanatı doktora seminer çalışması” alt başlıklı, danışmanlığını Doç. Dr. Zeynep Mercangöz’ün yaptığı ve Yüksek Arkeolog Aytekin Erdoğan tarafından kaleme alınan “Çeşme İlçesi sınırları içerisinde bulunan kiliseler” adlı çalışmadır. Ne yazık ki burada da Çiftlik Köy’de bulunan hiçbir kilise olmadığı gibi sanki Çiftlik Köy de hiç olmamış gibi davranılmış durumdadır. Mezkûr eserde kayıt altına alınmış, Çeşme içi, Dalyan, Ildırı, Germiyan köylerindeki kiliselerin yapım tarihlerine bakınca 18. Ve 19. Yüzyıllar olduğunu görmekteyiz. “Katopanaya” adı ile maruf alttaki fotoğraflardan ne müthiş bir kilise olduğu kolaylıkla anlaşılacak yapının envantere girememiş olması inanılmazdır. Diğer taraftan Çiftlik Köyün, sadece yörenin 10. ya da 11. büyük ve önemli kilisesi diye bahsedilen “Katopanaya”nın dışında da birçok kiliseye ev sahipliği yaptığı, bugün bile kısa bir arazi ziyareti ile anlaşılabilir. Ayrıca Altınkum’a gider iken denizin ilk göründüğü yerde yani TEDAŞ’a ait trafonun hemen ardındaki tepenin bile “Kum kilise” mevkii diye anılması bile söylediklerimin bir kanıtı olsa gerektir. İlaveten özellikle Pırlanta Plajından sonraki Karaabdullah Mevkiine giden yol üstünde bile hala şapel kalıntılarına rastlanmaktadır. Aşağıdaki fotoğraflarda “Katopanaya” Kilisesinin çok uzaktan, Değirmen Dağı yönünden çekilmiş bir fotoğrafından anladığımız kadarı ile yukarıda verdiğim lokasyon doğru görünmektedir. Bugün tam orada tescilli 2 adet muhteşem taş bina bulunmaktadır ki, çok muhtemeldir kilise yetkililerinin ikamet ettiği binalardır. Bir diğer fotoğraftan anladığımız kadarı ile
bir ayin sonrası ya da öncesi kalabalığın yerel olma ihtimali düşüktür bu da Pazar ayinleri için mezkûr kilisenin adalardan ziyaretçileri olduğu söylentileri olup fotoğraf karesinde bulunanların fotoğrafın çekildiği yöne bakıyor olmaları da bu durumun teyididir diye düşünüyorum. Madem ki iddia o ki; tarlalarda ve çiftliklerde çalıştırılmak üzere adalardan çalışkan ve iş ihtiyacı olan Rum kökenliler buralara getirilmiş, neden acaba “Melek Paşa Çiftliği” diye bilinen bu topraklarda olmasınlar. Diğer taraftan bir dönem nüfusu yaklaşık 4.000 civarında olan, hatta Çeşme’nin 2 nahiyesinden biri olan ve dahi “Belediye” olarak sokaklarında gece aydınlatması için gaz lambaları olan bu yerleşimde kiliseler olmasın, olmaması akla aykırı. Yine fotoğraftan hareket ile; 2 katlı ve bir hayli geniş ve dikdörtgen kesitinde ve beyaz mermer kaplı, çan kulesi dahi görkemli olsun bu büyük bina sadece gösteriş için yapılmış olsun, mümkün değil. Beyaz mermer kaplı olması bilgisi tabii ki fotoğraftan anlaşılmıyor, sözlü tarih kapsamında kayıt altına alınmamış olsa bile, mübadele ile gelen atalarımızın anlatımlarından biliyoruz, ilaveten bugün hala balıkçı barınağının orada, sahipsiz atık vaziyetteki sütunlarından kalan parçalar ile Çiftlik Köy meydandaki Atatürk heykelinin kaidesi içine yerleştirilmiş olan “Çeşme fasadlarından” anlıyoruz.

Bilindiği üzere; Çeşme Belediyesi, Çeşme'nin tarihi değerlerine sahip çıkma iddiasıyla, Çeşme merkezindeki tarihi hamam ve Çiftlik Mahallesi'ndeki eski Hıristiyan mezarlığı ile Kemik Odası'nı restore etti. Ama aynı Belediye, yukarıda detaylarını verdiğimiz kilise artıklarına aynı ilgiyi göstermedi, mutlaka bilmediğimiz başka haklı gerekçeleri vardır… Yıkmak veya sahiplenmemek kısa vadede maliyetsiz bir davranış olmakla birlikte uzun vadede nasıl bir maliyeti olduğunu görüyoruz, ve dahi göreceğiz… Mesela mezkur kiliseyi yıkıp taşlarından parti binası inşaatı yapmak ile sahip çıkmamak şüphesiz aynı şey değil ama lütfen ilgi… Efendim sorumluluk filan kurumlarda denilerek aradan sıyrılmak kolay olsa bile doğru değildir ve kabul görmeyecektir ve de görmedi de…

Diğer taraftan; hemen şu anda yerinde yarım yamalak bir parkın bulunduğu kilisenin güney-doğusunda ve Çiftlik Köy mezarlığının tam karşısında kalan Rum mezarlığı “maşatlık” ve kemik odasının restorasyonu önemli bir çalışma idi, emeği geçenler hep hatırlanacaktır. Kemik odasının kitabesinden yapım tarihinin 1876 yılı olduğu anlaşılmaktadır. Mezarlıkta yer açmak adına eski mezarlardan kemikler toplanıyor, kemik odasına konuluyor ise ve Rum nüfus belirttiğimiz düzeyde ise demek ki kilise en az bundan 100 yıl önce inşaa edilmiştir demek akla pek aykırı gelmez. Çocukluğumdan itibaren maşatlık olarak bildiğimiz bu yer; Türkçe Etimoloji sözlüğüne göre Arapça “Maşhad” kelimesinden türetilen “şehitlik” anlamında zaman ve mekân ismi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır da maşatlığın neden şehitlik olduğunu biz bir türlü anlayamamaktayız. Mezar taşlarından günümüze ne yazık ki bir şeyin intikal etmediği mezarlığın dış duvarları tamamen eski haline getirilmiş olmakla birlikte mezarlık giriş kapısı konusunda ne eskiden günümüze bir bakiye var ne de bir çalışma. Kemik odası mezarlığın güney-doğu köşesinde yer alır ve tonoz yapılı bir taş bina olup içinde kemiklerin toplandığı bir kemik kuyusu bulunmaktadır.

Cumartesi, Şubat 16, 2019

EVİM - 5


Evet, güzel komşularımız ile devam ediyoruz bu haftada ne kadar detaylı hatırlayıp, ne kadar detaylı anlatsak anlaşılır bir şey olmaktan biraz uzak kalır, bu komşuluk, bu seviyeli ilişkilerin sadece yaşanılarak anlaşılabilir bir şey olduğu aşikardır. Komşular arası çekişmeler olmaz mı idi, şüphesiz vardı. Ama bugünkü kadar mekanik olmayan ilişkiler içinde mutlaka bir sosyal damar öne çıkar idi. O günler canım yurdum insanının “komşuda pişer bize de düşer” sözlerini yarattığı günlerdir, komşu bilirdi ki mutlaka komşuda pişenden ihtiyaç halinde kendisine de bir şey aktarılır idi. Eyyy gidi günler, bakın şimdi yolda yere düşene yardım etmekten imtina eder bir toplum haline gelindi, gelişme bu olmalı ya da olmamalı herhalde… Aaaa biri de çıkar “komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” ya da “kötü komşu insanı mal sahibi eder” sözünü de bu komşular yaratmadı mı derse ona da itiraz etmem ama yaygınlığı ve kapsama alanı konusundaki ısrarımı sürdürürüm.

Kendisini tanımadığım ama eşinden bir kahraman gibi bahseden ve bizim de “Horoz Kaptan” (Ahmet Poyraz) olarak birçok macerasını kendisinden dinlediğimiz bir Affa Nine komşumuz var, Affa nine kısa boylu, beyaz saçlı, yaşına göre dinamik, hafızası güçlü birisi olarak sürekli benim de yaş dönemim itibari ile hoşlandığım, eşi Horoz Kaptan’ın özellikle Hindistan taraflarına yönelik yelkenli gemi ile seyahatlerini ve maceralarını dinlemenin tadına doyamazdım. Bize her gelişinde mutlaka sorar ve anlatması isterdim, o da hiç üşenmez bir babaanne şefkati ile sürekli değişik bir macera anlatırdı. Horoz Kaptan’ın oğlu aynı lakap ile “Horoz Halil” olarak bilinirdi, kendisine ait bir tekne ile Fener ve Döküntü Fenerlerinin tüplerini değiştirir, bakımlarını yapar ve fener lambalarının sürekli çalışıyor olmasını temin ederdi. Halil abimiz Sevim ablamız ile evlendi, 2 de çocukları oldu. Artık, Affa nine, Halil abi ve Sevim abla sadece anılarımızda yaşıyorlar. Nurlar içinde olsunlar. Ama özellikle Affa ninenin bana bir torun edası ile Horoz Kaptan’ın maceralarını anlatması daha dün imiş gibi gelmektedir.  

Turgut Usta ve Kâşife Abla, hemen yan komşularımız idi, Turgut Abi, inşaat ustası/kalfası idi, hatırladığım kadarı ile Çeşme’deki birçok evin yapımında alın teri vardır. Şimdilerde yıkılmış, önünde merdivenle ulaşılan geniş pundi (teras)si olan bir evde kiracı olarak oturmakta olan Turgut usta sonradan deniz kenarında uzunca sayılacak bir sürede bizzat kendisinin inşa ettiği eve taşınmışlardı. Özellikle Kâşife abla ve annemin samimi sohbetlerini hatırlamaktayım şimdilerde. Turgut abimizin kirada oturduğu ev, Ilıca’lı Yılmaz abilerin evi idi, bildiğim kadarı ile. Bu evde altındaki damdan geçilerek girilen dar ve dereye kadar uzanan, içinde narenciye, badem, incir ve zeytin ağaçları bulunan bir bahçeye açılırdı.

Turgut abilerin kendi evlerine taşınmasından sonra mezkûr eve Mersin Silifkeli olan ve “Sahil Sıhhiye”de görev yapan Mehmet Abi (Kurt) ve ailesi taşınmış idi, uzunca yıllar komşuluk ettiğimiz bu aile emekliliklerini müteakip memleketleri Silifke’ye geri dönmüşler idi. Bu komşuluk esnasında ilk defa tanık olduğumuz bir olay gerçekleşmiş idi, Mehmet Abinin buraya taşındıktan sonra bir oğlu doğmuş ve adını da Mehmet koymuşlar idi, şimdilerde çok yaygın olmamakla birlikte kullanılan babanın oğul ile aynı adı taşıması, bizim için dönem itibari ile çok şaşırtıcı olmuş idi. Oysa ki bizim alışkanlığımız ve davranışımız olsa olsa oğula babanın adını vermek ile sınırlı idi. Ama sonraları bunun da normal ve makul bir tutum olduğunu yaşayarak öğrenmiş idik. Yıllar sonra Silifke ziyaretimde, Mehmet abinin kendisini görememiş olsam bile kızları ile görüşüp, sağlık ve afiyette olduklarını öğrenmiş idim, tabii ki şimdilerde durum nedir, bilemiyorum.

Cici “Leyla Kabasakal” kışları İzmir yazları da Ilıca’da yaşamaya başlayınca, evlerine Fevzi abi (Ergun) ailesi ile taşındı. Oğlu Nadir Ergun ve kızı Ülkü ile o yıllara dayalı tanışıklığımız var ve Nadir ile halen devam eden arkadaşlığımız bulunmaktadır. Fevzi abi o zaman Namık Kemal ilkokulunda çalışır, ama muhtemelen bütçe kaygıları ve hedef tutturma gerekçeleri ile, yaz aylarında akşamları yakın zaman önce yitirdiğimiz Tansık Usta (Erte) ile birlikte harika hazırlanmış çerezler satarlardı, sonraları bu ekibe Ahmet Erküçük katılmıştır. Çok çalışkan ve becerikli Fevzi abimiz birkaç sinemada da makinist olarak ta görev üstlenmiştir. Bir gün denk getirebilir isem sinemadaki makinistlik günlerine ilişkin anılarını ilk elden dinleyip, yazmak istiyorum. İlerlemiş yaşına rağmen hala deyim yerinde ise dipçik gibi dolaşan abimize uzun ve sağlık dolu bir yaşam diliyorum bu vesile ile de.

Fevzi Abinin bacanağı ve sokağımızın köklü ailelerinden Öztin ailesinden Uğur Öztin ve Ayşe abla ve Uğur abinin annesi Halide Teyze ile birlikte yaşarlar idi, ailenin diğer fertlerinden önemli bir doktor olan, Namık Öztin, sonradan havacı general olan Avni Öztin, sonradan Çeşme belediye başkanı olan Hulusi Öztin, hep güzel komşularımız idi, 3. nesil Öztin’lerden, Uğur abinin çocukları torun Halide ve Hüsamettin halen sokağımızda oturmaktadırlar. Öztin ailesi de büyük bir bahçe içindeki bugün artık tescilli ve korunan bir binada yaşamışlar idi.

Diğer komşumuz, Mustafa Soma ve eşi Tasvip abla, inanılmaz derece çalışkan olup narenciye ve sebze yetiştirdikleri büyük bir bahçe içerisindeki evlerinde yaşamışlar idi, ne yazık ki artık hayatta değiller. Mustafa abinin 75 yaşında bahçede yorulmadan adeta dinlemeden çalıştığı hali dün gibi gözümdedir.

Hemen yanlarındaki evde; Şerif Soma ve eşi Havva abla yaşarlardı, oğulları Hasan Soma artık ne yazık ki hayatta değil. Hasan Soma çok değerli bir futbolcu olup Altay Spor Kulübünde de futbol oynadı ancak yaşanan talihsizlikler neticesinde futbol hayatı uzun süreli olmadı. Aynı evde daha önce Ali Sağdıç ve Ailesi, yaşamışlar idi. Oğlu Mustafa Sağdıç akranım ve okul arkadaşım idi.

Evet bu haftalık ta bu kadar, dip komşumuz Turan için ayrı bir yazı yazmayı planlamaktayım.

 

 

Çarşamba, Şubat 13, 2019

TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSA İDİ

TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSAYDI
AlmanyaTorstein
ArapEbu el Tor 
ArnavutlukTorolosh
BelçikaTorolki
Bosna HersekTorkach
BrezilyaTorinyo
BulgaristanTorov
ÇeçenistanTormaşal
Çek CumhuriyetiTorelek
ÇinTorai
DağıstanToroçvili
DanimarkaTorolson
ErmenistanTorolyan
EskimoTorasshole
FinlandiyaTorpink
FransaToroj
GürcüstanTorovili
HırvatistanTorolevski
HindistanTorolanje
HollandaTorkrijk
İranTorşems
İskoçyaTorkichus
İspanyaToroles
İsrailTorgud
İsveçTorkechi
İtalyaTorelli
İzlandaTorkiluss
JaponyaTorohomo
KamboçyaTorokiri
KazakistanTorkoch
KoreTorsumi
Kürt - KırmançiTorolmerdo
Kürt - ZazaToreşk
LatinceTorinçiyus
LazToruşak
LitvanyaTordelyus
MacaristanTorfolosh
MoğolistanTorpusht
MoldavaTorkichyus
NijeryaToroche
NorveçTorkis
ÖzbekistanTorbogk
Papau Yeni GineTorkinos
PolonyaTorkodosh
PortekizTorpero
RomanyaTorolesku
RusyaTorolov
SibiryaTorçanka
SlovakyaTorlesku
TaylandTorpich
TürkmenistanTorbeg
UkraynaTordanos
YunanistanTorolaki
ZuluToru
KızılderiTortop

Pazar, Şubat 10, 2019

EVİM - 4


Çocukluğumun geçtiği evin hallerine yönelik yazdığım; yaşam zorluklarının bolluğu yanında huzur, bereket ve mutluluk dolu sürecin tüm sokağımıza, hatta kentimize, hatta hatta tüm yurdumuza şamil bir durum oluşturduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Sosyal ve ekonomik imkanların çok sınırlı ve kısıtlı olmasına rağmen hayatın tariflenemez kadar keyifli olmasının hayatiyeti bizim mutluluk tarifimizin kısıtlı ya da sınırlı olmasına mı bağlı idi bilemem ama insanların daha mutlu olduğu tüm beşerî ilişkilerin seviyesi ve kalitesinden bilinir ve anlaşılırdı. Yokluk ve mutluluk ile varlık ve mutluluk kıyaslaması yapıldığında görülecektir ki bu tuhaf tezat durum ve tenakuzun ne tarafında durursanız durun mutlaka karşının durumu daha özlenesi ve daha hedeflenesi bir cazibesi bulunacaktır. Şimdi çok çeşitli işlemleri oturduğumuz yerden kalkmadan bir tuş ile halledebildiğimiz bir üst teknolojik seviyede yaşıyoruz, herkesin cebinde yeterince para var, harika adalet saraylarında adalet dağıtıyoruz da ne oluyor, bir bakın Sağlık Bakanlığı verilerine, antidepresan kullanımı bir önceki yıla göre %25 artmış, son 10 yılda yaklaşık 2,5 kat artan bir sakinleştirici ilaç kullanımı söz konusu, yani istikrarlı bir ruh hali bozulmasının artışı, örneğin 2016’nın ilk 9 ayında 33 milyon 368 bin 916 kutu antidepresan tüketilmiş, bir önceki yıl yaklaşık 10 milyon kişi ruh ve sinir hastalıkları doktorlarına başvurmuş, demek ki tenakuz devam ediyor!!! Peki nedir bu kesif mutsuzluğun sebepleri; artan yoksulluk ve yolsuzluk, işsizlik, gelecek kaygısı, göç, tabii ve insani travmalar, madde ve alkol kullanım kaynaklı bozukluklar, toplumsal çatışma ve bölünmeler, belirsizlikler, vs vs… Neymiş demek ki “para ile saadet olmuyormuş” … Neyse; bu detaylar bu yazının hedeflediği konuyu aşmaya ve başka disiplinlerin iştigal alanını işgale başlamadan duralım. Aslolan beşerin beşer ve tüm doğa  ile iletişimi diyerek, çocukluğumun komşuluk ilişkilerine ve o güzelim komşularımıza gelmek istiyorum. İnsanlar o zamanlarda farklılıklarının beşerî ilişkilerinin önünde engel oluşturmadığını, amasız ve fakatsız salt “hemşehri” salt komşu olduğu için iletişmenin zorunluluğunu “komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözü ile formüle etmiştir. Bahse konu devir, “çat kapı misafirlik” devridir, kimse kimseye önceden haber vermeden misafir olur, habersiz gelinmesine rağmen büyük bir hoşgörü ile misafir edilirdi. İşte bu şeraitte çocukluğumdaki komşularımız ve komşuluk ilişkilerimiz üstüne hatırladıklarımı yazmak istiyorum.

Daha önceki bir yazımda tek başına kendisini konu ettiğim ve kendisine “cici” dediğim Leyla Kabasakal ve ile “dede” diye hitap ettiğim Tevfik Kabasakal en yakınımızdaki komşumuz idi ve nerede ise karşılıklı hakkımızda bilinmeyen birkaç mahrem şey dışında herhalde hiçbir şey yoktu. Yakın komşumuz olmamasına rağmen, günde en az 2 kez gördüğüm ve selamlaştığımız, babamın akranı İbrahim Tütüncüoğlu (Topal İbrahim), ki oğlu yaşında olmama rağmen bana bir yetişkin adam muamelesi yapan hatırladığım ilk kişi, ama mutlaka karşılıklı hitabımız “hemşehrim” idi. Ne güzel ve ne çalışkan bir abimiz, bir amcamız idi İbrahim abi, hergün sabah erken saatte sahibi olduğu “katır”ın sırtında bahçesine/tarlasına gider gün boyu orada çalışır ve eğleşir, akşam da geç saatte tekrar evine dönerdi. Başta enginar olmak üzere mevsimine göre her türlü sebze yetiştirme işini çok başarılı bir biçimde gerçekleştirdi tüm hayatı boyunca.

Yine bana yetişkin adam muamelesi yaptığını hatırladığım 2. önemli kişi ve komşumuz Marangoz Nuri Sağırbay abimiz/amcamız idi. Büyük bahçe içerisinde sulama havuzunun üstünde inşa edilmiş bir evde yaşar iken 1969 depreminde evin hasar görmesi nedeni ile bu sefer sokağa daha yakın bir yerde yeni inşa edilen bir evde oturmakta idi. Ancak, sağlık nedenleri ile uzunca bir süredir hukuki değil ama fiili emekli hayatı yaşar iken, tüm sokağımızı kedere boğan 1971 yılında elim uçak kazası olur ve oğlu pilot üsteğmen Ali Rıza Sağırbay abimiz vefat eder, bu vahim gelişme zaten ciddi sağlık sorunları yaşayan Nuri abimiz daha da çöker artık sadece evinin penceresinin önünde oturur, gelen geçen ile merhabalaşır, bazen de kısa sohbetler eder idi. Her görüşmemizde bana mutlaka “birader” diye hitap eder, bizde kendisine ve yaşamına hürmeten büyük saygı besler idik. Ailenin diğer fertleri aracılığı ile narenciye ve enginar tarımını da sürdürdüler uzunca bir süre, 2. oğlu, Zafer Sağırbay da havacı oldu ama şu anda gerekçelerini hatırlamadığım bir şekilde erken emekli olarak yurt dışına çıktı. 3. oğlu ise benim akranım Danış Sağırbay idi ve halen arkadaşlığımız tıpkı çocukluğumuzdaki gibi sürmektedir. Ne güzel ve iyi bir insan idi, Nuri Sağırbay abimiz. Şimdi görüyorum ki biz o tarihlerde babamızın akranlarına hatta daha da büyüklerine bile “abi” diye sesleniyormuşuz, bilemem gayri onlara kendilerini genç hissetmeleri için yardım mı ederdi bu yaklaşım yoksa çok ta anlamı olmayan bir yaklaşım mı idi.

Ama hatıralarımda en müstesna yerlerden birini de; komşumuz Nazikter Teyze ve Osman Amca tutar. Onlarda büyük bir bahçe içerisindeki evlerinde oturur, narenciye üretimi ile ilgilenirlerdi, başka bir ekonomik faaliyetleri var mı idi hatırlamıyorum. Bir torunlarını hatırlıyorum, adı Remzi, akranım idi ve Urla’da yaşıyorlardı, sonraları hiç yolumuz kesişmedi ve görüşemedik. İmar denen illetin mahallemizi yok etmesine kadar onların taş evi orada durmuş idi. Sonra ne mi oldu, hepimiz imarın nimetlerinden yararlanarak, narenciye ve sebze üretiminden vaz geçtik, evler yapıp kiraya vermeye başladık, durum bu… Bize deyim yerinde ise “çat kapı” gelen 2 büyüğümüz idi, Osman Amca ve Nazikte Teyze, bakmayın amca ve teyze dediğime aslında onlar dedem ve nenem yaşlarında idi. Ama bu misafirliklerin benim için en keyifli yanı, Osman Amca ile oynadığımız iddialı “dama” oyunları idi, zekâ, sabır, taktik, strateji, suhulet, hızlı düşünme, oyun planlama ve gerçekleştirme gibi disiplinleri gerektiren dama benim ileride satranç sevgisine dönüşecek ilk oyunum idi. Dama sevgisi, daha sonraları bizim gerçek dama ustası olarak ilk tanıdığımız İsmail Denizli abimiz ile dama oynamak için komşu şehirlere ve kasabalara gidişimize bile neden olmuş idi.

Cuma, Şubat 01, 2019

EVİM - 3


O zamanlar kamu kurumları şimdiki gibi iyi değillerdi, o zaman her şey büyük oranda bedelsiz olarak gerçekleştirilirdi, buna “hara” diye bildiğimiz İlçe Tarım Şefliği ya da Müdürlüğüne bağlı şimdiki “Migros”un yerinde bulunan hayvan ıslah, aşılama ve tohumlama merkezindeki tüm hizmetler de dahildir. Zamanın “Sakız Koyunu” türünün ıslahı ve daha verimli ve yararlı bir ortak haline getirilmesine yönelik çalışmaların üretici ile yüz yüze geldiği bu yer fazlaca hatırlamamama rağmen önemli bir yer idi biliyorum. Bazı çiftçiler, koyunlarını, keçilerini, ineklerini, beygirlerini getirirken eşeklerini bile getirenleri hatırlıyorum… Orada çalışan bir İsmail abimiz var idi, şimdilerde emekli ve zaman zaman karşılarız yolda, selamlaşır hâl hatır soruşuruz. Biz koyun ve keçilerimiz için hizmet alırdık oradan. Tavuklarla ilgili hizmet veriliyor mu idi hatırlayamıyorum. Sonradan kamunun hizmet anlayış ve şekli değişti ve artık oraya ihtiyaç ta kalmadı, zaten hayvancılık ta kalmadı, Belediye marifeti ile yıkılıp yerine bugün düğün salonu başta olmak üzere diğer hizmet alanları inşa edildi, çok şükür. Gelişme dediğin budur işte. Emeği geçenleri kutluyorum. O zamanlar ortaokulda tarım dersi diye bir ders vardı ve mecburi idi. Her çocuk asgari ve imkanlar ölçüsünde toprak, meyve, sebze ve hayvanlar ile ilgili bilgiler edinirdi, tabii ki gelişmemiş (!!!) ama mutlu idik, şimdiki öğrenciler gelişmiş ama mutsuzlar, artık hangisini tercih ederseniz, buyurun.

Ben bu anlamda kuşağımın birçok temsilcisi gibi birçok eksiğimize rağmen doğa ile iç içe ve son derece mutlu idim. Yavrulayan keçilerin “çepiş”lerini, koyunların “kuzu”larını kucaklayarak, onları bazen de emzikli şişelerden süt ile besleyerek, tavukların kuluçka dönemlerinde altına yumurta koyarak, yumurtadan çıkan “civciv”lerin ilk seslerini duyarak, büyüme bahtiyarlığını yaşamış biriyim. Kuluçka dönemlerinde tavukların yumurtaların soğumaması için, hiç kalkmadan yumurtaları sıcacık tutma içgüdülerinin gözlemcisi olmak kadar bilahare yumurtadan çıkan civcivlerin sendeleyerek yürümelerine tanıklık etmek, daha da sonra görece büyüyen civcivlerin “badi badi” yürümelerinin, annelerinden kırık buğday tanelerinin nasıl yenileceğinin, altlarındaki samanların nasıl eşeleneceğinin, suyun nasıl içileceğinin öğrenilme süreci ise tam bir eğitimdir. Horozun geniş aileye reislik etmesi, kocaman bahçede gezerek beslenilmesi, civcivlere sahiplenilmesi, kedilerin civcivlere bakışları, havanın kararmaya başlaması ile birlikte tamamının kümese kendiliğinden dönmesi, izlenilmesi gereken bir başka güzellik idi, şimdi bakın bakalım kimler bunlara tanıklık edebiliyor. Kümesin küçük bir pencerecik ile ayrılmış telli bölümünde ki burası da bu sayıdaki tavuğa bir hayli yeterli bir alan idi, gün içinde evde bulunmadığımız dönemlerde tavuklar, pencerecikteki kapağın açılması ile bu bölüme bırakılırlar, buraya yeşil taze otlar atılır, üstüne de buğday ya da mısır yemi de atılır, su ihtiyacı ise içinde yeterli su bulunan bir “taş yalak”tan karşılanırdı. Kümesin bu bölümüne taze ot toplayıp atmak, yalak’a su doldurmak benim görev tarifim içerisinde idi. Aynı zamanda ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan Veteriner (herkes baytar der idi) Süleyman Bey, tavukların aşılarını yapardı, aşı günleri mutlaka ben beklerdim gelmesini, bedel beklentisi olmaz idi bu hizmet karşılığı velev ki babam önceden ya da sonradan vermeye.

Hayvanların damındaki, haydi gübre diyelim, gübreleri temizlemek, toparlamak ve bahçede uygun bir yere taşımak görevlerim arasında olup bilahare de sık sık gübre aktarma denilen işleri de yapardım. Şimdi gerekçesi ne idi, neden yapılırdı hatırlayamıyorum ama gübre yığını uygun bir örtü ile örtülürdü, zaman zaman bu örtü kaldırılır, kürek ile gübre hemen yan tarafına kürek kürek atılarak aktarılır idi, aktarma işinin “gübrenin yanmasının” önüne geçmek içindi, öyle denirdi, onu hatırlıyorum. İçindekilerin organik atıklar olması hasebi ve oluşan mikroorganizmaların biyolojik ve kimyasal parçalanmaları ile inorganik hale dönüşen gübrenin yeterince bekletilmesi gerekir çünkü yabancı ot ve hastalık yapıcı unsurların yok olması hedeflenir. Tüm bu işlerin karşılığında, hazırlanan yoğurdun ve yumurtaların fazlasının satılması yolu ile elde edilen gelirin, harçlığa ilave olarak bana verilmesi de bu işlerden hoşlanmasam da, şikayetçi olma hallerimi mutedil kılıyordu.

Havuzun etrafında rengarenk boyanmış gaz tenekelerinden yapılmış saksılar içinde yetiştirilen çok çeşitli karanfillerden bahsetmiş idim önceki yazımda, orada her renk karanfil bulunur idi. Sadece kuruları ayıklanır, “çiçek dalında güzeldir” ilkesi gereğince kesilmezdi. Gerçekten şimdilerde o halleri hatırladığımda bir başka keyf kaplar içimi, dalar giderim su motoru çalışırken suyun havuza akarken çıkardığı ahenkli sesler, karanfillerin kokusu, hay Allah. Karanfillerden çiçek yürütmenin yolunu bulduğumda bile zımnen yakalanırdım babama, çok sert olmasa bile fırça yerdim, ama dinler miyim, serde gençlik var, karanfiller 2 şerli 2 şerli yürütülüp genç kızlara verilecek. Yıllar sonra artık torunlar gelmeye ve karanfillerden kesmeye başlayınca, ben “aman dedeniz kızabilir” dediğimde, dedenin adeta efelenerek “karışma çocuklara, bak çiçek seviyorlar, ne güzel” deyip beni susturur idi. Aynı şeyi ağaçtan mandalin kestiğim dönemde de mutlaka makas ile kesmemi isterdi, ben kestirmeden direk koparınca da kızardı, “neden makasla kesmiyorsun” diye, ancak ileri dönemlerde torunların makassız kesişlerine ise, “aferin çocuklar, kesin yiyin, aferin” deyişlerini de asla unutamayacağım. Bana hoşgörüsüz tutumun torunlara gösterilmemiş olması, “Tito” nun “dede”liğe terfi etmesi mi?, torun sevgisinin çok fazla oluşu mu? Yoksa yaşlanmanın oluşturduğu duygusallık mı? ne olduğu ve nasıl izah edilebileceğini bilemedim gayri. Babamın, çocuklarımın halleri…

Son söz, canım yurdumda küçük çaplı yürütülen aile tarımı ve hayvancılığı denilen “küçük üretici” faaliyetlerinin bırakın desteklenmesini, kösteklenmesi halinde geçmişin yad edilmesinin önünde burun çekmelerin eksik olamayacağı aşikardır.