Cuma, Ağustos 31, 2012

İÇİMİZDEKİ SUUDİLER

Tarih 4 Eylül 1999 Türkiye ile İrlanda milli futbol takımları arasında oynanan “2000 Avrupa Şampiyonası” finallerine katılma yolunda büyük öneme sahip olan baraj eleme maçı öncesi yapılan yoğun ve maksadını da bir hayli aşan ve Hıncal Uluç başta olmak üzere bir kısım gazetecinin eleştirilere hedef olan dönemin Milli takım teknik direktörü Mustafa Denizli; maç sonrası finallere katılma hakkı elde edilince, rakip İrlanda’nın yanında “içimizdeki Irlandalılar” diye mezkur gazetecileri hedefe koymuştur. Oysa maç öncesi yapılan bu ölçüsüz eleştirilere cevap vermesi Mustafa Denizli’nin meşrebine uygun olmasına rağmen tüm eleştiriler karşısında sessiz kalmayı tercih etmiş ve adeta ben size maç sonunda sorarım der gibi beklemiş ve sonra da “İrlanda’yı yendik ama önemli olan içimizdeki İrlandalıları yenmek” diyerek sessizliğini bozmuştur. Nerden bilecekti Milli takım teknik direktörü Mustafa Denizli o gün sarf ettiği; “içimizdeki İrlandalılar” sözünün bilahare, sanattan, spora siyasetten ekonomiye kadar tüm alanlarda bireylerin ya da kurumların ihanetini tanımlamak, halk arasında nifak ve huzursuzluk çıkaran, sağ gösterip sol vuranları işaretlemek için kullanılacak adeta da atasözü gibi bir söz olacağını. Oysaki bu sert eleştirilerin hemen arifesine kadar, sosyetenin, hadi sosyal hayatın diyelim, iki önemli ismi olan Hıncal Uluç ve Mustafa Denizli’nin arasından su sızmamakta idi, Hıncal Uluç Mustafa Denizli’yi sahip olduğu olanaklar çerçevesinde parlatmaktadır, parlattığı sürece sorun yok tabii, ama eleştiri olursa hele de bu fazlaca ağır olursa, tukaka, maazallah olursun İrlandalı. Ama Allahı var Hıncal’ın ertesi gün kendisine soru sorulduğunda hemen “içimizdeki İrlandalı” olduğunu kabul etmiş, hazmetmiş ve içselleştirmiştir. Diğer taraftan Mustafa Denizli’ye Türk edebiyatına kazandırmış olduğu bu harika söz için teşekkür ederken, neden İ harfi yerine I harfi sesi vererek İrlandalı yerine Irlandalı dediği de ısrarla sorulmalıdır görüşündeyim, acaba Çeşme şivesi mi, İngilizce bilgisi mi, yoksa dili mi sürçtü, yoksa çok fazla sinirli olmasına mı bağlıydı? Bilemiyoruz gayri…
 
Peki; bu topraklar içimizdeki başkaları ile ilk defa, Mustafa Denizli’nin bu sözü söylediği dönemde mi tanışmıştır, acaba içimizde sürekli bizden olmayanların bir köşe başı tutmuşluğu varmıydı? Tarih bilgi derinliğim çerçevesinde açıkça söyleyebilirim ki, bu tür adamlardan bu coğrafyada kurulmuş olan her devletin içinde bol miktarda olmuştur ve ne yazık ki olmaya da devam etmektedir, görünen o ki toprağın mümbit olması nedeniyle de bundan sonra da hep olacaktır.
 
Kurtuluş savaşı veren Anadolu sürekli İstanbul merkezli içimizdeki Avrupalılar tarafından taciz ve tehdit edilmişlerdir. Kim unutabilir ki; Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Molla Sait gibilerin başını çektiği “İngiliz Muhipleri Cemiyetini” ve fakru zaruret içerisinde onurları ile Kurtuluş Mücadelesi örgütlemeye çalışan kadroları çeşitli yöntemlerle karalamaları, yetmeyince hararetli şekilde kurtuluş savaşını engellemek adına iç karışıklıklara ve ayaklanmalara destek verenleri nasıl unuturuz. İngilizlere bilgi aktarmayı önemli görev addetmiş İngiliz Muhipler Cemiyeti üyelerinin, İngiliz ajanı Frew’in talimatlarıyla, neler yaptıklarını tarih kayıt altına almıştır, merak edenler açar okurlar. Ayrıca, bu o dönemin “içimizdeki İngilizler” vasıtasıyla örgütlenen ve örtülü biçimde amaçları yukarıda kısaca belirtilen, Hürriyet ve İtilaf Fırkası başta olmak üzere yüzlerce nifak örgütlenmesi de söz konusudur, yerimiz dar olduğu için detaylara girmiyoruz.
Kurtuluş savaşı bitince; bu topraklara ihanet bitti mi, nerde, biter mi, bitmedi ve korkarım ki de bitmeyecek…
 
1945 lerden sonra da canım yurdumu yönetenler maalesef artık savaştan, gerek coğrafi nedenlerle gerekse de ekonomik ve siyasi nedenlerle çok güçlenmiş olarak çıkan ABD (Amerika Birleşik Devletleri) tarafına avdet etmişlerdir, bir bir… Artık moda Amerikan muhipi olmaktır, bütün siyasal, ekonomik ve sosyal örnekler, kıyaslamalar yeni aidiyet üstünden yapılmaktadır. Amerika eğittiği askerlere darbe yaptırır, sonra darbe solcular tarafından yapılmıştır vaveylası ile solun itibarsızlaştırma çalışmaları çok geniş şekilde büyük propaganda ile gerçekleştirmeye çalışılır. Hülasa artık “içimizdeki Amerikalı” olmak önemli kapıların açılması için yeterlidir ve şiddetine bağlı olarak ta irtifa kazanılmaktadır.
 
Her türlü kirli işleri çevirenler, canım yurdumun baştan başa kan gölüne çevrilmesine neden olunan şartların mimarları, artık “içimizdeki Amerikalılar” dır, ortalıkta başta gerçek Amerikalılar olmak üzere bol miktarda yerli Amerikalılar dolaşmakta, siyasal ve ekonomik pozisyonlar almakta, toplumun zihnini bulandırarak yanlış yönlendirme uzmanları gibi toplumu yalanlarla, hileyle, desiseyle yönetmektedirler. Bu konuda yüzlerce kitap yazılmıştır ve kolayca bulunabilmektedirler hala, denilebilir ki bu yazılanlar külliyen yalandır, propaganda ya da ekonomik gerekçeler amacıyla yazılmışlardır, sadece etrafınıza dikkatlice bakın ve yazılanların hayat ile uyumlu olup olmadığını düşünün ve gözlemleyin yeter.
İçimizdeki Amerikalıların en önemlilerinden birisi de 5 li çete ile 12 Eylül 1980 de faşist darbesini gerçekleştiren Başdarbeci Kenan Evren dir ve bu iddiayı doğrulayan ise ABD Dışişleri Bakanının ABD Başkanının kulağına “Bizim çocuklar darbeyi gerçekleştirdi” diyerek tarihe düştüğü nottur. Artık bu konuda daha fazla söylenecek bir şey kalmadığını düşünmekteyim, kolayca anlaşılacağı üzere mezkûr zat müseccel bir markadır konu itibariyle, tıpkı öncülleri ve ardılları gibi.
 
Canım Yurdum üstüne esasen de tüm Ortadoğuya, uzunca bir süredir çöken karabasanın planlarını yapan mahfillerin başında gelen emperyal politikalar üretim merkezi Exeter Üniversitesinin çalışmaları sonuçlarını vermiş, artık canım Yurdumda ve tüm Ortadoğuda mezkur üniversite mezunları sahne almış, başrol oyuncusu olmuşlar, ülkelerin önemli kişileri Exeter de lisans ya da lisans üstü eğitimi almış ya da doktora yapmış ve ülkelerini yönetmektedir, maksat hasıl olmuş ama sömürünün devam etmesi adına da kesintisiz ve şiddeti sürekli artan bir uygulamaya ihtiyaç bulunmaktadır.
 
Yarabbim, bu nasıl oluyor, bu babtan sayılmak üzere şimdi de Damat Ferit Paşa ve Molla Sait gibilerin yeni versiyonları “içimizdeki Suudiler” sahne aldılar canım yurdumun, bağlarında ve dağlarında, bu topraklar ne mümbitmiş be, sürekli yetiştiriyor ve sürekli içimizde bir takım yabancılar yaratıyor ve yetkilendiriyor ancak bir türlü topraklarının kendisini seven yerliler yetiştiremiyor, bu ne hazin bir durum. Arapfili olan içimizdeki Suudilerin (aslında onlarda Amerikalı ya) son mevsimini yaşadığını umarım canım yurdumda, aksini düşünmek bile istemiyorum açıkçası.
 
Yahu bu memlekette içimizde bol miktarda; Amerikalı, Rus, İngiliz, Fransız, Arap, İrlandalı, Alman, Avusturyalı, Hollandalı varda asıl olması gerekenlerden yok galiba… Neden acaba? Topraklarda mı sorun var acaba?

Pazartesi, Ağustos 27, 2012

PAPAĞAN BİR HAL’İL ya da BİR HAL’İL PAPAĞAN

Ne diyor bu adam; CIA ve yerli işbirlikçileri tarafından 1 Mayıs 1977’de gerçekleştirilen ve 12 Eylül Faşist darbesine yol açmada önemli bir kilometre taşı olan katliam için  “kontrgerilla yok, solcular birbirini vurdu”. Sevsinler seni Papağan gibi adamsın Halil; bu söylediğin palavraları öncülün olan Nazlı Ilıcak ablan gibiler çok söyledi, ama tarihi gerçekler senin zannettiğin kadar kolay örtülemiyor, değiştirilemiyor hele senin gibilerin çabası da buna hiç katkı sunmaz, gerçi bunları bilmiyor olduğunu düşünemiyorum, sen akıllı ve zekisin, bu çabalarının bir başka gerekçesi olmalı, kamuoyu senden bu konuda açıklama beklemektedir ayrıca, gerçi açıklamasan da herkes kestirebiliyor bu gerekçeleri… Gerçi her zaman iktidar yanaşmaları ve nemazadeleri çıktı senden önce de ve muhtemel senden sonrada çıkmaya devam edecektir. Binbir yalan, dolan, hile, desise, dolap demagoji ve propagandaya rağmen, muktedirlerin her türlü gücü ve zenginliği ve eli uzunluğu, sizin gibilere destek verse de, tarih ne bu katliamı planlayanları ve gerçekleştirenleri unutacaktır, nede sizin gibi bunu temizlemeye ve aklamaya çalışanları affedecektir, bunu bir defa daha böylece bilin.
Bu yazı asla; Halil Berktay, Oral Çalışlar ve çeşitli türevlerini aydınlatma gibi bir görev taşımaz hatta taşıyamaz, çünkü onlar ve benzerleri esasen yeterince berrak bir hafızaya sahiptirler konu ile ilgili ama bugün yüklendikleri misyon gereği böyle davranmaktadırlar, en azından böyle anlaşılıyor. Halil Berktay; “tarihçi kimliğimle gerçekleri açıklamak durumundayım” derken zannedilir ki, adam aslında ta ilk günden itibaren konuyu tüm detayları ile biliyor ama ilk kez, vicdanının sesini dinleyerek açıklıyor. Zinhar, yok böyle bir şey. Söylediği ve iddia ettiği tüm laf ve görüşler, katliamın akabinde, dönemin MC (Milliyetçi Cephe) iktidarınca, Amerikalı ajanlar ve içimizdeki Amerikalı provokatörler vasıtasıyla, başta iktidarın borozanı niteliğindeki TRT olmak üzere, ellerinde ki tüm basın araçları ile yaymaya çalıştıkları gibi, miting meydanında mitinge katılanlar arasında bir çatışma asla ve kata olmamıştır, tamamen halk düşmanlarının, 12 Eylül faşist darbesine gidilecek süreçte, tamamen faşist darbecilere yol açma ve hazırlama çalışmasından ibarettir. Nerden mi anlıyoruz, özet olarak diyelim; ne diyor baş darbeci anılarında, “şartların oluşmasını bekledik”. Ama çocuklar; Propagandanın babası Göbbells’in izindeler ya; “yalan ne kadar büyük ve sık tekrarlanırsa inanan o kadar çok olur” felsefesine sarılmışlar son çare olarak aldıkları desteklerle…
Oysa yaşı bugünlerde; 50 ve yukarısında olan hemen hemen herkesin kolayca hatırladığı gibi; 1 Mayısı kutlamaya gelenlerin daha miting alanına varmadan ne tür provokasyonlarla karşı karşıya kaldığını son derece açıktır. Eğer fırsatını bulabilseler idi bu ortamı hazırlayanlar, devrimci grupların bir kısmını meydana almadan işi bitirecekler idi, ısrarlar neticesinde de planlanan olmayınca bu sefer plan B devreye sokulmuştur, daha önce mezkûr alanlarda pusuya yatmış halk düşmanı provokatörlerin yaylım ateşi ise korkunç bir panik yaratmıştır, ölümlerin önemli bir kısmı da bu panik ortamında yaşanılan ezilmeler ve panzerlerin altında kalarak oluşmuştur.
Kapitalizmin içine düştüğü dünya çapındaki krizden nasibini alan canım Yurdumda, 12 Mart faşist darbesinin de çözemediği sorunların artışı üzerine muktedirlerin; esasen de okyanus ötesi suflörlerin sufleleri neticesinde, diğer taraftan da toplumsal muhalefetin de yaşanılan ekonomik ve siyasi sıkıntılar karşısında mücadele direnç ve azminin yükselmesi üzerine yeniden bir ara rejim arayışına girdikleri bu döneme denk düşer 1 Mayıs katliamı, işte tam da bu nedenle, 1 Mayıs katliamının öncesi ve sonrasında gerçekleştirilen diğer kanlı olaylar izahta vareste tutulamaz, tutma gayretleri de beyhudedir. Muktedirler kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaların artışına ve yoğunlaşmasına paralel, 12 Mart faşist darbesinin de çözemediği ya da çözümde tam istenilen noktaya ulaşılamayışı karşısında, denenen defalarca seçimlerden de arzu edilen sonuçlar çıkmayınca, yeni 12 Martların önünü açacak, gelişini çabuklaştıracak (başdarbecinin ifadesiyle de şartların oluşmasını bekleme süreci) genelde CIA çıkışlı provokasyonları; gerek direk kendileri gerekse de yerli ortak ve uzantılarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede; canım yurdum boydan boya kanlı olaylara gark edilmiştir, deyim yerindeyse kan gövdeyi götürmüştür. 5.000 e yakın insanın ölümüne, onbinlerce insanın sakat kalmasına neden olunmuştur.
Bu Türkiye solunun geçmişini itibarsızlaştırılarak, gözden düşürülmesi gayretlerinin, hemen katliamın ardından başlayıp bugünlere kadar devam ediyor olması da tesadüf değildir, esasen Halil Berktay gibilerin de bu itibarsızlaştırma süreci içindeki rolü kendilerine çok şık düşüyor açıkçası, hani bizim yaşımız uygun bu muhteremlerin o tarihlerde de, kimlerle ve hangi amaçlarla ittifak yaptıklarını ya da yapmanın caiz olduğunu beyan ettiklerini, kimlerle dirsek temaslarında bulunduklarını, hatırlamak için, bunlar dün de sürpriz değillerdi bugün de…
Bana bak; “sen âlemi kör ve aptal mı zannediyorsun” derler adama, beri gel, bu senin iddia ettiğin gibi sol içi bir çatışma olsa idi, o tezgâhı ayarlayıp kuranlar, hiç şüphen olmasın ki biraz üstüne katar ve belgeleri ile yayınlarlardı, Sular İdaresi binası ve İntercontinental otelinin üstüne uzun namlulu silah yerleştirip kullananlar solcular olsaydı, bunların da fotoğraflarını yayınlardı ve bilesin ki büyük bir şitayişle de ve asla devlet sırrı damgası vurmadan ve her isteyen mahkemeye de bunları sunardı. Halil denen bu çocuk olsa olsa, o tarihlerde Nazlı ablalarının dediklerini bugün tekrarlayarak, tarihi gerçekleri muktedirlerin ağzıyla ve muhtemelen de yine aynı muktedirlerin sunduğu sınırsız ve kendisi için çok faideli olduğunu zannettiğim olanaklar çerçevesinde prim yapmaya çalışan birisidir, hadi ordan, saygısız adam… Hani sözde tarihçi olduğu iddia edilen bu zat; kolayca bilineceği üzere metod olarak dava dosyasından, görgü tanıklarından, delillerden ve ifadelerden hiç faydalanmadan, bu konuda fetva verir durumda hissediyorsa kendini, kendisi için kendisine nasıl bir kulp takar bilinmez, ama tarih karşısındaki durumu da kocaman bir hiç olacaktır.
Söylenen bütün yalanlar Kanlı 1 Mayıs katliamının, halkın üzerine ateş açan halk düşmanı güçlerin bir tertibi olduğunu ve oldubittiye getirerek propaganda ile de sol içi çatışma diye gösterme çabalarını, gizleyemez ve gizleyemeyecektir. Tarih, Halil Berktay ve türevlerinin çabalarını da hiçbir zaman ciddiye almayacaktır.

Pazartesi, Ağustos 13, 2012

AHLAKLI İNSAN OLABİLMENİN TEMEL TAŞLARI

Türkiye mühendislik ve müteahhitliğinin önder firmalarından STFA’nın kurucuları ve ortakları Sezai Türkeş ve Fevzi Akkaya, mühendislik mektebinden 2 okul ve sınıf arkadaşının, dayanışarak nasıl bir dünya devi olunacağının tarihi oluşturmaktadırlar.
Sezai Türkes Feyzi Akkaya arkadaşlığının ve ortaklığının, çalışma yaşamları süresince hem dünya çapında, hem de ülkemizdeki inşaat sektörünün vardığı noktayı ve seviyeyi gösteren ve sektöre katkı sunan ve mühendislik literatürüne geçmiş bulunan, hatta bir kısmı dünyada Türk tezi olarak anılan yüzlerce yeni uygulamanın icadını gerçekleştirmiş ve uygulamışlardır.
Örnek olarak Feyzi Akkaya’nın, Erzincan demiryolu inşaatında 44 no.lu köprüye keman telleri baglayıp, ''la'' sesine akort ederek, çelik elemanların fazla gerilip gerilmediğini izlemesi, günümüzde aynı is için kullanılan ''Meihak Gauge''lerin ilk habercisin olmuştur. (online e-inşaat dergisinden alıntı)
Diğer taraftan ise; mesleğimizin duayeni Fevzi Akkaya’nın kaleme aldığı ve ilgisi ile oluşturduğu bilgisinin kapsadığı alanın genişliğini göstermesi bakımından değerlendirilmesi gereken ve 11 ciltten oluşan “Şantiye el kitabı” hala güncelliğini koruyarak meslektaşlarımıza yol gösterici konumundadır.
Neredeyse tüm hayatını adadığı mühendislik ve taahhüt sektörüne ve sektörün neredeyse tüm sorunlarına ilgi göstermiş, sadece ilgi göstermekle kalmayıp edindiği bilgiler ve deneyimler neticesinde de, icat edilen yöntemler yanında, taahhüdün can damarı olan zaman ve proje yönetimi konusunda yüzlerce yeniliğe öncülük ederek, 1940 lardan 1970 li yılların ortasına kadar, yurtiçinde köprü, iskele, liman, baraj, tünel ve yüksek gerilim hatları STFA tarafından inşa edilmiş olup başlıcaları da Sivas-Erzurum TCDD köprüleri, Kuşadası, Bartın ve Ereğli limanları ve Kadıncık Hidroelektrik Santralarıdır. 1970 li yılların ortalarına doğru, Libya'da Trablus Limanı inşaatının yapımını herkesin malumu bir gelişme neticesinde üstlenmişlerdir, bilahare de, Libya, Suudi Arabistan, İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Tunus başta olmak üzere Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Uzak Doğu’da önemli sayılabilecek ihaleler kazanmışlar ve artık bir dünya devi omlulardır. STFA, Türkiye'de, 2. Bogaz Köprüsü ve çevre yolları, Orhaneli Termik Santrali, Haliç Tünelleri, Galata Köprüsü gibi projeleri de gerçekleştirirken, Feyzi Akkaya akademik hayatına devam etmiş ve Doktora ve Fahri Doktorluk unvanlarını da almıştır.
Şimdi bu kadar gücü elinde bulunduran bir Firmanın reklamı gibi görünecek bu yazıyı neden kaleme aldım, bir defa bu grubun benim reklam yazısı yazmama ihtiyacı asla olamaz, peki; neden böyle bir ihtiyaç oluştu derseniz de, yine uzun yıllar şirketleri bünyesinde inşaat mühendisi olarak hizmet ettiğim bu gruba dâhil olan herkese bir şekilde öğretildiğini bildiğim ve adeta ahlakın kilometre taşlarını oluşturan ilkelerden biri olan “beton yer altında da kalsa betondur” ilkesidir ve görünse de görünmese de mutlaka ve mutlaka aynı özen gösterilmelidir, işte elinde bu kadar güç varken, yapı üretimi disiplini konusundan taviz vermeyen bu tutumun, bir dünya görüşü haline gelmesinin hikâyesinin bugün artık ne yazık ki çok az patronda kaldığına işaret etme ihtiyacıdır.
Kapitalizmin kutsadığı; “hür teşebbüs” adı altında da sürekli kafalara nakşettiği ve bilinçli yalan söyleyen ve propaganda yapanlar haricindekilerin de anlamadan da çok anladığını zannetmeleri neticesinde biat ettiği çok basit bir kurallar manzumesidir ve amentüsü de sadece ve sadece de “karların maksimizasyonudur”. Deyim yerindeyse “köftenin çakılması” üzerine şimdi aynı kapitalistler, kapitalizmin vahşetini gizleyebilmek adına; sosyal sorumluluk adı altında, çalışanlara da kapitalizmin pençesi altında ezilmelerini şirin ve mazur gösterme adına bir yeni program uydurmuşlardır. Artık ve zorunlu olarak Friedman’ın “İş hayatının tek ve biricik sosyal sorumluluğu kârı arttırmaktır” ilkesi, fazlaca sırıtmasından ötürü kendi içlerinde ve sıkışan alttakilerin gerek sendikal düzeyde gerekse de farklı platformlardan şimdilerde çok fazla tepki vermeye başlamaları üzerine, firmaların yaptığı ticaretin aslında sadece para kazanmak olmadığı, verilen hizmet ya da malın kalite, ayıpsız ve ekonomikliği de, işletme çalışmalarının ahlak ve etik değerleri ön plana çıkmalı görüşü de, lafta savunma noktasına getirmiştir kapitalizmin temsilcilerini. 
Kapitalizmin temsilcilerinin sosyal sorumluluk kavramı adına öne sürdükleri ve tartışma yaratan en önemli kuralın; kişisel ahlak ile kurumsal ahlak arasındaki ilişkinin, kişisel ahlakın kurumsal ahlaksızlık karşısındaki tavrının, ya da daha açık ifade ile kurumun çalışana dayattığı ahlaksız davranma şablonu karşısındaki tavrın tarifi olduğu anlaşılmaktadır. Aksi takdirde, kurumsal yapıların lafta ve kandırmacanın güzel ambalajı altında; çalışanlara, müşteri velinimettir diye gaz verip gerçekten böyle düşünüldüğü yanılsaması yaratarak, rezilliğin bini bir para rezalet davranış sergileme modelleri kendilerine eğitimler ve kurslar adı altında verilmezdi. Hele bir de yapılan ticaretin; insanlara hizmet etmek adı altında yapıldığı yalanı var ya, inanılmaz bir palavra, ayrıca yine bu tanımlar kapsamında, bazı sanatçılara, müzelere, tiyatrolara, senfoni orkestralarına, eğitim kurumlarına, spor kulüplerine mali destek vererek şirin görünme çabaları var ya, daha da bir inanılmaz palavra…
Şimdi 1. bölümde “ahlakın kilometre taşları” denilebilecek şekilde yeraltında bile olsa, görünmese bile betona nasıl davranılması gerektiğini söyleyen, öğütleyen işadamlarından, müşteriyi kazıklayarak krizden kurtulmayı maharet sayan işadamlarına terfi edildi canım yurdumda. Peki, söylenenleri teyit etmek zor mu? Hayır, hem de aksine çok kolay…
Bakın etrafınıza dikkatlice, Turkcell, Avea, Digitürk, Arçelik, Beko ve daha binlerce benzeri firma ürün ve hizmetlerinden kaç kişi şikâyetçi, konunun boyutu hemen anlaşılır. Oluşturulan müşteri hizmetleri; müşteri memnuniyetsizliğini ortadan kaldırmak için yalan üretme hizmetleri haline gelmişken, hele birde çalışanların kafalarına, “ne yapalım ekmek paramız”, “yoksa bizi işten atarlar” korkusu yerleştirilmişken, onlarda işten atılmayayım, çoluğum çocuğum mağdur ve perişan olmasın derken, başka binlerce insanın mağdur ve perişan edilmesine aracılık ettiklerinin kaygısını ve vicdan azabını hiç yaşamazlar. Gelin geçen yıl uydurulan, Türkiye Futbol liginde olan playoff (süper final) maçlarını başka türlü izah edin de görelim, bakalım…
Peki; bir bilinse ki biz yani tüketiciler olmadan, onların fabrikaları ve işletmelerinin bir anlam ifade etmeyeceği, hatta kısa süreli protestolarda bile nasıl krizler yaşayabilecekleri bir hatırlanabilse, en alttakiler biraz güçlerinin farkına bir varabilseler, hayat az da olsa daha güzel olacak ama nerde…

Salı, Ağustos 07, 2012

BİR REKTÖR PORTRESİ “MEHMET PAKDEMİRLİ”

Hatırlanacağı üzere dönem, üniversite öğrencilerinin bir türlü yemesi gerektiğini akıl edemediği ve düşünemediği ayrıca tüm öğrenim hayatları boyunca yumurtanın faydalarının öğretmenleri tarafından bir türlü anlatılamadığı, yumurtalı eylemlerin yaygın olduğu bir dönem ve son 3 Hükümetin ağır toplarından Bülent Arınç’ın Celal Bayar Üniversitesine ziyareti var gündemde, rektör olduğu biraz zor anlaşılan ama eski önemli bakanlardan Ekrem Pakdemirli’nin mahdumu Mehmet Pakdemirli beyefendi, muhtemelen aldığı bir istihbarata ya da aldığı bozuk yumurta kokularına dayanarak, ziyareti protesto etme ihtimali olan öğrencilerin yanına giderek, “eyleminize bu uyarıdan sonra devam ederseniz sizi okuldan atarım” gibi diyerek, kendisine eylülist bir profesör olarak çok yakışan ama asla bir rektöre yakışmayacak bir biçimde, ileri demokrasimizi yeni bir boyuta taşımıştır, hayırlı uğurlu olsun… Ama adama bravo bahse konu öğrencileri üniversiteden atmıştır, burası benim üniversitem, burası babamın malıdır edasıyla, her şeye rağmen bu karar mahkemeden dönmüştür Allahtan, hani be adam sizin cenahtakileri muhalifiniz görünümlü aslında sizin öncülünüz olanlar üniversiteden böylesine cahilce atınca, yaptığınız çıkışlar, unuttunuz değil mi, evet çünkü konu artık siz değilsiniz tabii ki.
Devir Özal’ın fırtınalar estirdiği dönem ve karşısında muhalefet lideri Erdal İnönü, hani yanlış da anlaşılmayacaksa ve deyim yerindeyse tam da dişine göre bir rakip ve kendisine hakaretamiz yaklaşımlara dahi gülerek sadece kendisinin espri dediği üslupla cevap veriyor, İktidarın başı muhalefet liderini bir anlamda tahkir ve tahrik etmek için olsa gerek bir toplantıda “babası İsmet Paşa olmasaydı bu üniversite bile bitiremezdi” benzeri bir laf etmişti ya şimdi de ben Celal Bayar Üniversitesi Rektörü bu beyefendinin babası ANAP ın kurucularından ve lokomotiflerinden Ekrem Pakdemirli olmasa idi kesinlikle Anadolu Lisesine giremezdi, üniversiteye giremezdi ve üstüne üstlük Profesör unvanı alamazdı, bütün bunları bir şekilde başarsa bile asla ve kata Üniversite gibi “özgür aklın, özgür vicdanın, özgür irfanın, özgür imanın” ve “düşünce açıklama özgürlüklerinin başkenti” olması gereken kuruma rektör olamazdı diye bir his var içimde dersem ne olur acaba, tabii ki birileri de çıkar ve tüm bu iddiaların doğru değildir diyebilir, ama ne yapayım işte bende hislerimi açıklıyorum.
Bir tarafıyla da; mezkûr beyefendinin öncülleri ve yandaşları “adam gibi adamdır” gibi bir takım cilalama faaliyetlerine tam yol girişse de, yine bu taifenin tüm karalama kampanyalarında hedef gösterilen tek parti döneminin Ankara Valilerinden Nevzat Tandoğan’ın meşhur hikâyesindeki “bu memlekete komünizm gerekirse biz getiririz size ne oluyor” yaklaşımının bir benzeri ve ne yazık ki ilk örnekte de olduğu üzere hedefi yine “Atatürk’ün görevlendirdiği biz öğrenciler cumhuriyeti korumaya çalışıyoruz” diyen öğrencilere “cumhuriyeti ben korurum”, tepeden bakmacı, nobran, her şeyi sadece kendilerinin bildiğini zanneden, kendi bildiklerinin tek doğru olduğunu zanneden zihniyetin bir başka renge bürünmüş devamı olmaktan kurtaramamaktadırlar kendilerini. Kerametlerinin kendilerinden menkul olduğunu zanneden bu ve benzeri taifenin, başarılarının ardında acaba; artık sosyal medyanın gelişmesi, yaygın ve etkin kullanımı sayesinde gizleyemedikleri ÖSS sınavlarındaki, kayırmacı-dayanışmacı, medyan adı altında yandaşa şifre ya da cevap anahtarı verme gibi durumlardan etkilenmiş olmalarının aklımıza gelmediğini mi zannediyorlar, bu benzer taifenin önemli bir bölümünün intihalci olduğu da yine bu kadar ayan beyan ortada iken, bu yaklaşımları âlemi aptal yerine koyduklarının bir ispatımıdır acaba? Vallahi yemiyorlar artık…
Bademcik bıyıcıklarıyla; aidiyetinin özellikle öne çıkmasını planlayan, ileri demokrasinin savunucusu olarak ne kadar öğünse azdır diyebileceğimiz, üniversiteye rektör değil ama sahibinin sesi YÖK e rektör olmuş (belki de tektör) ziyaretçisi kendi yandaşı olunca koruma içgüdüsünün tavan yaptığı bu uğurda gözünün ne kadar kara olduğunu hiç sakınmadan gösteren, gelecekte önce YÖK başkanlığının bilahare de Milli Eğitim Bakanlığının önemli adaylarından olduğu zannıyla manevralar ve idmanlara şimdiden başlamış, kendisini Maho Ağa, bekçi Murtaza, Üniversiteyi babasının malı, öğrenciler de çiftlikte maraba, fabrika da amele zanneden hukuk ile guguku, demokrasi ile mamokrasiyi karıştıran bu muhtereme babası bir üniversite kursaydı da bu hallere düşmeseydi demekten başka çare görünmüyor, en azından şimdilik. “kıta dur Mehmet sende dur” kabilinden Atatürk’ün “öğretmenler, (bu arada rektörler de mecburen dâhildir herhalde) cumhuriyet, sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, nesiller ister" sözünü Mehmet beyefendiye söylememiş (Mehmet senden de şeklinde yani) olduğundan, ya da Atatürk’ün yüksek öngörüsü nedeniyle atlama ihtimali yok diyorsanız da bu çocuğun duymamasından ötürü, bu tür yanlışlıklarını hoş karşılasak ta ama ele güne karşı ayıp oluyor demekten de alamıyoruz kendimizi…
Adam rektör değil sanki istihbaratçı, polis, savcı ve hâkim edasıyla her şeyi tespit etti ve kanuna uygun yargıladı ve attı, yahu bu taife bir de çıkıp Kaddafi’yi, Saddam’ı ve Esad’ı suçlamazlar mı, insanın karnına ağrılar giriyor gülmekten, ağrı geçince bir bakıyorsunuz kargalar da gülüyor, hayda yeniden gül ve yeniden karın ağrısı… 70 li yıllardan beri bu ülkenin yüzü aydınlık, fikri aydınlık ve zikri aydınlık insanlarının “bakın üniversiteleri Kuran Kursu” seviyesine indirmeyin diye tüm uyarılarına “komünistler Moskovaya” diye karşılık verirseniz, üniversiteler de ya davulcuya ya zurnacıya kaçar işte…
İşin şamatası bir kenara, birde böylesine havadan sudan ve hukuki olmayan sebeplerle (kanuni değil) okuldan atma yetkisi varsa bu insanların, vay gelmiş canım yurdumun başına, ama ileri demokrasinin cilveleri işte ne diyebiliriz ki… Üniversiteleri, intihalciler ve şifreciler ele geçirmişse, dün karşı çıkılanın bugün makul ve normal olduğu iddiaları ayyuka çıkmışsa, bu üniversitelerden ne beklenir Allahaşkına… Bir de bunlara gazetelerde dünyalar kadar köşe tahsisi yapılmış, TV ler de boy göstererek bilim arz ederler, peki Allahaşkına, bunlara bilim adamı dersek, Einstein, Hawkins gibi gerçek bilim adamlarına ne demek gerek…
Bir de daha önceki rektörler de benzeridir gibi kıyaslamalar yaratarak bu durumu olumlama telaşına düşmüş olan bir taife var, ezeli ve ebedi komedi durumundalar emin olun ki, hadi söyleyin bakalım bize, dün bu rektörler böyle atanırlardı, dün bu rektörler karşı fikirlere tahammül etmezler, saygısızca hatta saldırganca davranırlardı, dün bu rektörler icraatlarını bu yönetmeliklere göre yaparlardı, peki bugün olumlamaya çalışılan bu durum ile dünün ne farkı var, seçim yöntemi aynı, tahammülsüzlük aynı olunca; fark, badem bıyık ve renk farkı oluyor galiba, biri kara biri yeşil, ama unutulmasın ki, yeşilden kara karadan da yeşil üretmek mümkün olabilir, tıpkı bunların birbirlerine dönüştükleri gibi…