Pazartesi, Mayıs 20, 2013

MÜBADELE TOPRAKLARINA SEYAHAT

Mübadele; gerçek manada gönülsüz-isteksiz-zorunlu göç ya da sürgün, her ne nedenle yapılırsa yapılsın, çok büyük ölçüde bir daha geri dönmemek üzere bir yerden bir başka yere gitme ya da gönderilme olup, insanın fazlaca sebebi olmaksızın sevdiği ve bağlandığı, toprağım dediği doğduğu toprakları terk ederek bir başka diyara yerleşmesidir. Devletin ali menfaatleri gereği diye başlayan yüksek hamaset ile şekillendirilmiş yaklaşımlarla, görece küçük bir grubun bir yerde ve şekilde karar alması sonucu milyonlarca insanın, bu insanların transferi nasıl olur, ne kadar süre de gerçekleşir, uygun sıhhi koşullar yaratılabilir mi, salgın hastalıklara nasıl engel olunabilir, muhtemel saldırılara karşı nasıl önlemler alınmalı, dahası uzun yılladır birlikte yaşam kültürü yaratmış aileler ve sülaleler parçalanmadan gideceklere yerlere nasıl ulaştırılabilir, ekonomik değerlerine ciddi bir kayıp olmadan tekrar nasıl kavuşabilirler, vs. vs. gibi detayların karar alıcılar tarafından en ince noktasına kadar düşünülerek ve gerekli önlemlerin alınması ve ehven koşulların yaratılması gerekirken, tarihin her döneminde ve her tehcirinde yaşanan trajediler, 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunan Hükümeti arasında imzalanmış antlaşmanın 1. maddesinde “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının” şeklinde genel çerçevesi çizilmiş ve 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren de başlaması kararlaştırılan ve konumuzu teşkil eden sürgün ya da zorunlu göç “mübadele”de en katmerli biçimde yaşanmıştır.
Sözlüklerde; “mübadele; bir şeyi diğer şey ile değiştirme, karşılığını verme" olarak tariflenmekte ve çoğunlukta esir olsa bile genelde insan ya da mal değişimi üzerine kullanılmaktadır. Mübadele denilince kolayca anlaşılacağı üzere de, konunun kabaca, göç ve gidilecek yere varılabilirse de yerleşme (iskan) gibi önemli 2 ayağından bahsedilebilir. Yaşadığımız toprakların da bir göçler (tehcirler-sürgünler) coğrafyası olduğu düşünülürse ve bilinen tarihlerden bu yana, Karamanoğulları’nın Yunanistan’a sürülmesi ile başlayan, Kızılbaş sürgünleri, Ermeni tehciri, Dersim sürgünleri başta olmak üzere devam eden sürekli bir gönüllü ya da zorunlu göçlere tabi tutulmuş bir kavimler kapısıdır, nerdeyse canım Yurdumun tarihi de sürülen kavimlerin acıları, sefaletleri ve yok oluşlarının bir tarihidir adeta… Muktedirlerin oluşturdukları siyasal rejime ve bağlı olarak oluşan beklentilere uygun olarak, her birisinde de şüphesiz ki sürülenleri suçlu bulacak uygun bir bahane ve makul bir açıklama uydurularak, kendi beklentilerine uygun kitlesel ıslahın gerçekleşmediği gerekçesiyle bu rezalet uygulamaları gerçekleştirmişlerdir. Şimdi yaşanan bunca elem, keder ve ızdırap ortada iken birileri de çıkar canım o günün koşullarında bu kaçınılmazdır, mutlaka yapılması elzem idi gibi, durumu makul karşılanması gereken hale çevirmeye çalışabilir, onlara da karışamayız, Allah Selamet versin der geçeriz… Ve biliriz ki, onlar bu yaşanan trajedilerin ne olduğunu pek bilmezler ya da bilmezlikten gelirler… Ve biliriz ki, bu kabil sürgünlerin sonucunda toplumsal mutsuzluklar, uyumsuzluklar ve rahatsızlıklar oluşmuşsa, insanlardan ohhhhhh ne iyi oldu sürgün geldik, ne güzel oldu kabilinden durumu olumlayacak kelamlar duyulmuyorsa, sözün bitiği noktada bulunulmaktadır. Oysa bütün dinler ve ideolojiler insanlara mutluluk vaat eder, hedefe sürekli insanları mutlu etmek konur ama sonuçta milletin çoğunluğu mutlu değilse ya yalandır bu vaatler ya da uygulamalar yalandır…
Sürgünlerde sürgün edilenlerin sürgün edildikleri yerlere tutku ile bağlılıkları ölünceye kadar sürmüştür, yazılı ve sözlü tarih bunların binlerce örnekleriyle doludur, yazımıza konu oluşturmasını planladığım ve bu tutkunun ya da geride bırakılanlara bağlılığın ve yaşanmış trajedinin izlerinin örnekleri olabileceğini düşündüğüm, büyük ölçüde de ata topraklarına yaptığım seyahatte yaşadığım anılardan çarpıcı birkaçını akılda kaldığı kadarıyla kısa kısa aktaracağım…
2001 yılı Ekim ayı içinde “Mübadil buluşmaları” adı altında Ata topraklarına gerçekleştirilen seyahatimizin düzenleyicisi “Lozan Mübadilleri Vakfı” idi hatırlayabildiğim kadarıyla, lideri de bir barış emekçisi olan Sefer Güvenç idi, tüm katılımcıların uğramak istedikleri her yere uğrama gibi bir incelikte yaratılmış ve bu durumdan katılımcılardan da herhangi bir karşı yaklaşım oluşmamıştı ve bu kapsamda Batı Trakya’da bulunduğumuz süre içerisinde deyim yerindeyse kasaba kasaba, köy köy dolaşılmıştı seyahat süresince…
Birgün seyahatin gerçekleştirildiği otobüsün ikmal için girdiği bir akaryakıt istasyonunda, seyahate katılanların aracın durmasından istifade ederek, istasyonun tuvaletlerini kullanmak istediğinde, Mübadillerle dolu ve Türkiye’den gelen otobüsü fark eden Yunanlı çalışanın muhtemelen milliyetçi Saiklerle işgüzarca kapattığı tuvaleti kullandırmaması üzerine, “Mübadiller Vakfı” ile ilişkide bulunması hasebiyle rehber-tercüman olarak bulunan Yunanlı mübadil dostu derhal akaryakıt ikmalini durdurarak bağırışları ve çağırışları karşısında, 2 farklı portrenin tanığı olarak, hemen yakındaki bir başka istasyona hareket edilmiş, orada da kendi atalarının Trabzon Maçka’dan geldiğini ve bu nedenle her fırsat bulduğunda ata topraklarını ziyaret ettiğini beyan eden mübadil torununun, bırakın tuvalet blokajını ilaveten çay, kolonya ve akide şeker ikramını bizzat kendisinin yapması da takdire değer bir durum idi…
Hele ziyaretlerin birinde küçük bir mübadil köyünden tam da ayrılış saatinde, Türkiye’den mübadillerin geldiğini çok geç öğrenen ve son anda kendini otobüsün önüne atarak otobüsü durduran ve bana 5 dakika verin deyip, onca yaşına rağmen bir koşuda evden kaptığı kurabiye tepsisi ile otobüse giren ve herkese tek tek bizzat kendi elleriyle dağıtım yapıp, “sizler benim kurabiyemden yemeden giderseniz, kocamın mezarında kemikleri sızlar” diye kendisinin de Bursa civarından gelen Mübadil çocuğu olduğu, çok güzel bir Türkçe ile anlatması ise herkesin gözlerinin yaşarmasına sebep olmaya yetmiştir. Portrenin diğer yüzleri ise, aşırı milliyetçi propagandanın etkisi altında kalmış, kendilerini milliyetçi diye tanımlayan, seyahatin başlangıcında seyahat esnasında yer yer ikramlarda bulunmak için Türkiye’den temin edilmiş lokumun dağıtımı için kahvehaneye girdiğimizde her hallerinden milliyetçi oldukları anlaşılan gençlerin gözlerinin faltaşı gibi açılıp, çakmak çakmak bakışlarıyla tehdit edercesine lokum ikramlarımızı ret etmelerini bugün bile anımsıyorum.
Hele bir keresinde; Gagavuz (Gökoğuz) Türklerinden bir mübadil torununun, bilindiği üzere Gagavuzlar Hiristiyan Türklerdir, Tokat civarında Jandarmanın Hıristiyanları göç için hazırlanmaları için uyarırken, mezkûr mübadilin atalarının kendisinin de Türk olduğunu göç etmek istemediğini yalvar yakar anlatmasına rağmen kurtulamadığını ahlar vahlar içinde dinlemiştik…
Sokaklardaki çocukların 2000 yılında kazanılan UEFA Kupasının etkisiyle Galatasaray futbolcularını, başta Hakan Şükür, Arif, Hasan Şaş, Hagi olmak üzere neredeyse tamamını hatırlamaları ise, doğru ve adam gibi yapıldığında sporun nelere kadir olduğunun da ayrı bir göstergesi olarak tezahür etmiştir.
Peki, göç ettirildikleri topraklara ve oradan gelen insanlara bir taraftan iyi yaklaşım gösterenler ile diğer taraftan da nefret dolu bakışlar fırlatan insanlar sadece Yunanistan’a özgü bir şey mi, şüphesiz hayır, aynı sevecenliği ya da nefreti taşıyan dillendiren insanların varlığına yakın çevrenizden açıktan tanık olabilirsiniz, kolaylıkla…
Örneğin şimdi üst yaş grubu içinde olan bir abimizin, çocukluk dönemine denk gelen, 2. Dünya savaşında Alman-Hitler faşizminden kaçarak canım Yurduma bulabildikleri teknelerle sığınmak için gelen Yunanlıların karaya çıkmamaları hatta teknelerin kıyıya yanaşmamaları için, açık ve belli ki, dönemin muktedirlerinin Alman taraflısı olmaları ya da sempatisi taşımaları nedeniyle, direk kendilerinin yapamadığı ama kolaylıkla çocuklara taş attırmak suretiyle teknelerin karaya çıkmalarının önüne geçilmesini organize ettikleri, anlatımlarından durumun bu tarafta da vahametini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan karaya ulaşabilme şansını yakalayıp ta açlık ve susuzlukla boğuşan Yunanlılara da, tarlalarında çalışan ve sadece çocukları için ayırmış oldukları ekmekleri veren insanlarında hiçte az olmadığı anlaşılmaktadır, Mübadillerin anlatımlarından… Portrenin 2 yüzü işte…
Batı Trakya’da bulunduğumuz dönem içinde Mübadil torunları ile olan ilişkilerde şaşırtıcı olacaktır belki ama iletişim dili kesinlikle Türkçe idi ve hayrete şayan bir durum oluşturmuştur en azından benim için, Türkçeyi bu kadar güzel konuşmayı nereden bildikleri sorusuna da hemen hemen her yerde sanki çalışılmış bir soru imişcesine, “babalarımız analarımız tarlada çalışırken, bize nenelerimiz baktı ve onlar Türkçe dışında dil bilmiyorlardı” cevabını veriyorlardı. Canım Yurdumda da durumun pek farklı olmadığını yaşayarak bilenlerdenim…
Ama sohbetlerimizde hep aklıma Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun “Benden selam Anadolu’ya” adlı kitabı geldi ki 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının ilk yaptığı işlerden biri de bu kitabı yasaklamak olmuştu, kitap bilindiği üzere Selçuk ilçesinin Şirince Köyünden olan ailenin yaşam öyküsüdür ve bir yerinde de kardeşinin, 1. Dünya savaşında Osmanlı saflarında, Yunanistan’ın işgali döneminde ise Yunanistan saflarında zorunlu askerliğinin trajedisini işlemektedir, savaşan tarafların her iki tarafına da askerlik yapma acılarını yaşamak nasıl bir travma yaratır insanoğlunda, Allah bilir…

Cumartesi, Mayıs 11, 2013

KEBAPÇI EYÜP - YUSUF TÜRKİYE’NİN EN İYİ KEBAPÇISI

Toplumun davranış ve algılama biçimi yavaş yavaşta olsa değişmektedir canım Yurdumda, bunu bir olumluluk ya da olumsuzluk ve bir fazilet ya da faziletsizlik anlamında değil ama bir tespit anlamında gördüğümü hemen söylemeliyim, geçmişte yemek yenilecek yerlerin ve onların leziz yemeklerini anlatmak ya da yazmak ayıp olarak görülürdü, hatta dostlar arasında bile olsa, ne yediğini anlatacak kimse söze, artık bugünlerde pek kullanılmayan “ayıptır söylemesi” diye başlardı. Çocukluğumda bakkallardan alınan ürünlerin evlere taşınması sırasınd
a en yaygın taşıma aleti sepetler idi, sonraları sepetlerin yerini “file”ler almaya başlayınca ki bizim evde asla bir file olmamıştır çünkü babamın bu konudaki tavrı çok net idi, satın alınan ürünü alan var alamayan var, ya da senin aldıklarını burun kıvırarak izleyecekler var sen onu gizlemelisin yaklaşımı içinde, alınan ürünlerin görülmeyeceği sepet kullanılması devam etti gitti yıllarca…
Şimdilerde, bu mekânlara giden var gidemeyen var, bu yiyecekleri yiyen var yiyemeyen var denilmeksizin her şeyin açıktan reklamının ya da tanıtımının yapıldığı bir ortam oluştu, bir taraftan yazılı basında diğer taraftan TV’lerde konu ile ilgili reklam ya da gurme programlarından geçilmiyor, şüphesiz bu bizlerin tercihi olmasa bile dayatılan bir durumdur, bir boyutuyla konunun bu denli ticarileşmesi kapitalistlerin ilgi alanını oluştururken, bir boyutuyla da kültürleri tanıma bir bakıma kültürlerin karşılaşması adına sen gelemiyorsan biz sana geliriz yaklaşımı ile örneğin ağırlıklı İstanbul (Feshane) merkezli yöresel mutfak tanıtım günleri düzenlenmektedir.
Bunların hangisinin daha doğru daha isabetli değerlendirme olduğu gibi bir tartışmaya girmeden, durumun tespit edilmesi adına edilen kelamlar olarak görülebilir yazdıklarım. Yine de bu tür çalışmaların yapılması; Amerikan kültür dayatması “fast food” karşısında “slow food” yani benim algılama biçimimle yerel mutfak adına bir direniştir ve direnilmelidir de..
Geçenlerde; kayınbiraderim vefatı dolayısıyla gittiğim, asla değişmeyecek bir gönül bağı ile bağlı olduğum Çukurova ve Adana seyahatinde, Çukurova dışında asla yemediğim “Adana kebap” ile uzun sürelik ayrılığıma son vererek sabahları ciğer, öğlen ve akşamları kebap tercihlerimden asla ödün vermedim.
Bugün “Adana kebap” ve kebabın merkezi “Kebapçı Eyüp” ile sizleri tanıştırmak için bir şeyler yazmak istedim, yemek ve tanıtımı ile ilgili ilk ve muhtemelen de son olacak bir yazı olacaktır bu.
“Kebap” etimoloji sözlüklerinin tespitine göre; Arapça kökenli sözcük olup, Türkçede ilk kullanımının 1300’lü yıllar olarak belirlendiği anlaşılmaktadır ve genellikle ateşte pişirilen et ilk akla gelmekle birlikte, ateşte pişirilmiş her türlü yiyeceği kapsamaktadır aslında.
“Adana kebap” olarak bilinen ve Çukurova’ya; başka bir yazıya konu olacak Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın Osmanlı İmparatorluğuna karşı başkaldırısı sırasında Oğlu İbrahim Paşanın Çukurova’da Fransız tekstilcilerinin beklentilerine evsaf ve miktarda pamuk yetiştirilmesi çalışmaları için ve ağırlıklı Suriye’den getirilen Araplarla birlikte geldiği aşikâr olan kıyma kebabı kolayca anlaşılacağı üzere bir Arap mutfağı ürünüdür. “Kebapçı Eyüp” olarak ünlenmiş kebapçının bugünkü işletmecisi ve başustası oğul Yusuf böyle bir göçün içinde yer almış bir aileden gelmekte olup kendisi ile dostluğum uzun yıllar öncesine dayanmaktadır ve yolumun Çukurova’ya düşmesi halinde yakınım uzağım demeden mutlaka uğradığım, kendime işletmenin standart olan kıyma kebabından ziyafet çektiğim bir yerdir. İşletmenin sahibi olan Yusuf kardeşim, kesinlikle kebap imalatını bir başkasına bırakmadan bu küçük ama sıcak işletmede, gelen her müşterisini bizzat son derece kibar ve nazik üslubu ile karşılamaktadır zaten mekâna girerken de kendisinin hiç ayrılmadığı ocağın ve mutfağın içinden, yapılan çalışmayı ve ürünleri yakından görerek içeriye adım atarsınız.
Kendi anlatımlarından anlaşıldığı kadarıyla ve kısaca; kökeni çok daha eskilere dayansa bile Mahmut Ağa Vakıf kira kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla, taaa 1918’lere dayanan bir kebapçılık geçmişi olduğunu öğreniyoruz, baba Eyüp ile diğer kardeşleri kendilerini bugünlere taşıyacak kebapçılığa neredeyse aynı dönemde başlarlar, kendi web adreslerinden daha önceden bilmediğim aile safahatına göre ise, 4 kardeşin en büyüğü Süleyman dönemin meşhur kebapçısı Hannavi (Kınacı) ustanın yanında yetişir ve kendisini geliştirir ve mesleğinde ilerler, usta olur. Hannavi Ustanın ölümünden sonra, dükkân Süleyman Ustaya kalıyor o da kardeşi Eyüp’ü yanına alıyor, Süleyman ustanın sağlık sorunları nedeniyle zamansız hayata veda etmesi neticesinde Eyüp Usta mekânı devir alıyor, artık “Kebapçı Eyüp” Tarsus’un ticari merkezi olan buğday pazarındaki mekânında 1987 yılındaki vefatına kadar sürdürür kebapçılığı, ölümünü müteakip oğlu Yusuf halen aynı mekânda gelenekselleşmiş zırhlarla hazırlanan el kıyması ile yapılan lezzetli kebaplarıyla halen hizmet vermeye devam etmektedir.

Başlıktaki “Türkiye’nin en iyi kebapçısı” spotuna bakarak, benim konunun uzmanı havası yarattığımı düşünenlerin ve bu yüzden bana kızacakların her birinden peşinen ve tek tek özür dilerim, kimse bu konuda kendi beğenimin ukalaca yansıması zannetmesin bu tespitimi, elbette konunun uzmanları kalkar kendileri açısından çok başka kelamlar edebilirler hiç itirazım olmaz, ancak, damak tadı ya da ağız tadı kişisel bir şey olmakla birlikte bir mutluluk hissidir de aynı zamanda… Böyle değerlendirilmesi dileğiyle…

Salı, Mayıs 07, 2013

SİZİ VATAN SEVİCİLER SİZİ

12 Eylül askeri faşist darbesinin 5 li çetesinin başı general her gün ziyaret ettiği herbir kentimizden kendisini dinlemek üzere zorla miting alanına toplanmış insanlara, devrimcileri ve onların önderlerini hedef alarak sürekli onları tahkir ederek halkın gözündeki prestijlerini sarsmaya yönelik “Kanı bozuk, Sütü bozuk, Ahlakı bozuk, Soyu-sopu bozuk, Dini bozuk, Cibilliyetsiz, Nesepsiz, Milliyetsiz” gibi ucuz ve anlamı kişiden kişiye, dönemden döneme bir hayli fazla değişkenlik gösteren sıfatlarla suçlayıp durdu… Hedef ve kasıt neydi, hedefteki devrimciler ve onların yiğit önderleri bahse konu sıfatları taşıdıklarından vatanı satma konusunda hiç tereddüt etmezlerdi o çüçük beyinlerine göre ve işte bu yüzden konuyu sürekli “asmayıp ta beslesinler miydi” sonucuna getirip, cesaret edip tamamını bir türlü yok edemediği için cesaret takviyesini halkın alkış ve lehteki tezahüratlarında aramakta idi sürekli, bu çete… Kendilerini hiç hak etmedikleri halde sürekli “vatan sevme konusunda” üstad-ı azam yerine koyarak, kendilerini ister ciddi ister sıradan ve çok basit konularda bile olsa eleştiren herkesi “vatan hainliği” ile suçlamakta idiler kolaylıkla, memleketi babalarının malı ve mülkü zannıyla, arkalarındaki emperyalizmin kalesi ABD’nin ve yerli ortaklarının dayattığı, sermayeye dikensiz gül bahçesi yaratma amacı ve kendi yaşamlarına da yönelik janjanlı beklenti büyüklükleri gözlerini kamaştırmış olmalı ki, memleketi toptan bir cezaevine dönüştürmüş, önüne geleni işbirlikçi ilan etmiş ve çanakçıları marifetiyle işkenceden geçirtmiş, olmadı mahpus damlarında çürütmüş, olmadı idam etmiş, olmadı kaçtı deyip kimsenin görmediği yerlerde infaz edip toplu mezarlar oluşturmuşlar ve bu perdenin arka tarafında da dünya nimetlerinden şahsi ikballeri için her biçimde “bir onlara bir bize” aritmetiği uyarınca olanak devşirmişler, önce basına yansıyan şimdilerde ise mahkemedeki dosyalarını süsleyen raporlardan geçilmez durumdadır.
 
Oysa o günlerde tüm devrimcilerin dilleri döndüğünce, güçleri yettiğince, sesleri çıktığınca her ortamda haykırdıkları biçimiyle; bunların başta çete lideri olmak üzere, Amerikan emperyalizminin vurucu ve askeri görünüşlü siyasi gücü NATO bünyesinde ve hemen mücavirindeki ülkelerde devrimci örgütlenmelere ve emperyalizm karşıtı halk iktidarı taleplerine karşı kurulan ve bu saikler çerçevesinde her türlü operasyon kabiliyetine haiz donatılan halka karşı olması nedeniyle de yasadışı ilan edilmesi gereken silahlı-külahlı kuvvetlerin genel ve gayri hukuki boyutu olan “STAY BEHİND” komutanları olduğu gerçeği o günlerin hayhuyu içinde tıpkı bugün olduğu üzere hep gizlenebilmiştir. Manipülasyon, korku ve şiddet üçlüsünden oluşan ortamın kara propaganda ile yoğrulması neticesinde, doğrular eğri, eğriler doğru gösterilerek yaratılan kamuoyundan, emperyalizmin ve yerli uzantılarının kendilerine uzun yıllardan beri yazılı verilen talimnameleri uyarınca, canım yurdumun bugünkü duruma düşmesine yol açmışlar ve dizlerinin üzerine çöker duruma getirmişlerdir. Bundan sonra toparlanmanın ve tekrar ayaklarının üzerinde dikilmenin ne kadar zor olacağını anlatmanın kolay olmadığı aşikâr olup, konunun uzunluğu nedeniyle de bir başka yazının konusunu oluşturacaktır.
 
Şimdi bakıyorum herkese giydirilen deli gömleğinin de yarattığı şaşkınlık ve aptallık ortamında; gömleği giydirenlerden birisinin de bugün hocalığı ile nam salmış ikameti uzaklardaki muhteremin; bu çetenin liderinin cennetlik olduğu iddiasıyla da kaim durum yaratılmış, çalmanın çırpmanın uhrevi boyutu da oluşturulmuş, bugünlere taşınmış dayatmalara hayatiyet kazandırılmış ve “vatan sevmek mezkûr zatı ve ardıllarını sevmektir” e dönüşmüştür konu, yaratanlara Allah selamet versin gayri… Şimdi bakıyorum da mezkûr muhteremlerin ardıllarının ağızlarına pelesenk olmuş durumda bu hainlik suçlaması, ne diyorlar hiç sakınmadan birbirlerine “Kanı bozuk, Sütü bozuk, Ahlakı bozuk, Soyu-sopu bozuk, Dini bozuk, Cibilliyetsiz, Nesepsiz, Milliyetsiz” haydi buyurun bakalım şusu busu bozuk edebiyat külliyatı, oku dur… Diğer taraftan hepsi birbirlerini bu kadar kendilerinden geçmiş vaziyette bu aptal sıfatlarla suçluyorlar ya, aman dikkat hani bizim saha içerisinde durum pek kolay çakılmaz da, dış sahadakiler sonra demesinler ne mümbit topraklar var bunlarda, boyuna vatan haini yetişmiş, eeeee ne de olsa bir bildikleri de vardır bu birbirlerine iddialı çıkışlarında deyiverirler Maazallah…
 
Bir tarafıyla; “Vatanı sevmek” bir partinin peşine takılıp nemalanmayı, sahip olduğun ve namusun sayılan oyunu satmak için makarna, kömür, çorap ya da ayakkabı beklemeyi, seçimden seçime oyuna talip olanla pazarlık etmeyi, oya talip olanın isteğini yerine getirmeyi kabullenmek değildir, diğer tarafıyla “Vatan sevmek” nutuklar atarak, uğruna can vermek olduğunu sürekli vurgulayarak, canı verenler başkaları olurken, cüzdanı kalınlaşanlardan da olmak değildir, sevsinler böyle vatan sevmeği derler adama… Vatanı sevmek bir karşılıksızlık eylemidir, kafada planları olanın işi asla ve kata değildir, gece yarısı merkez bankasını açtırıp silah alıyoruz numarasıyla çil çil dolarları cebe indirmekte hiç değildir, Vatanseverlik kendisi gibi düşünmeyeni cibilliyetsiz nesepsiz kansız diye kolayca suçlamak ta değildir. Oy verirken iş bekleyen, iş bulamayınca da vatan satıcı ilan etmemektir de ayrıca… Hülasa muktedirlerin icraatlarının sevilmediğinin ve beğenilmediğinin beyanı karşısında, beyan sahiplerinin derhal vatan haini ya da terörist ilan edilmesi vatan sevmek olmamalıdır, bunu yapanlara ya da yeltenenlere asla ve kata yüz verilmemelidir, ama hoş bir rüya içerisinde olduğumun da bilincinde olabilecek kadar da kafasız değilim hani…
 
Vatanseviciler, vatan hainliklerini vatanseverliğe tahvil etmeyi her daim becermişlerdir, bakın bakalım şöyle son bir yılın gazetelerine neler görülecektir neler, kendilerini vatana adadıklarını her konuşmalarında öne çıkaran 5 li çetenin banka hesaplarının hareketleri bile silinmiş kolayca… Tam vatansevicilere göre bir hukuk kurulmuş kolayca anlaşılacağı üzere… Aksi takdirde; miras ta kalmadığı aşikâr görünen bu muhteremlerin bu servetleri öyle devlet memuru maaşıyla izah edilebilir değildir…
 
Sizi cebini düşünen vatan seviciler sizi, ama sizin kabahatiniz yok biz sizin nasıl vatan haini olduğunuzu anlattığımız dönemde bile, size %92 oy verenler düşünsün gayri, durumun vahametini…
 
Son söz yine büyük vatansever Nazım Hikmet’e…
 
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.