Pazartesi, Mayıs 20, 2013

MÜBADELE TOPRAKLARINA SEYAHAT

Mübadele; gerçek manada gönülsüz-isteksiz-zorunlu göç ya da sürgün, her ne nedenle yapılırsa yapılsın, çok büyük ölçüde bir daha geri dönmemek üzere bir yerden bir başka yere gitme ya da gönderilme olup, insanın fazlaca sebebi olmaksızın sevdiği ve bağlandığı, toprağım dediği doğduğu toprakları terk ederek bir başka diyara yerleşmesidir. Devletin ali menfaatleri gereği diye başlayan yüksek hamaset ile şekillendirilmiş yaklaşımlarla, görece küçük bir grubun bir yerde ve şekilde karar alması sonucu milyonlarca insanın, bu insanların transferi nasıl olur, ne kadar süre de gerçekleşir, uygun sıhhi koşullar yaratılabilir mi, salgın hastalıklara nasıl engel olunabilir, muhtemel saldırılara karşı nasıl önlemler alınmalı, dahası uzun yılladır birlikte yaşam kültürü yaratmış aileler ve sülaleler parçalanmadan gideceklere yerlere nasıl ulaştırılabilir, ekonomik değerlerine ciddi bir kayıp olmadan tekrar nasıl kavuşabilirler, vs. vs. gibi detayların karar alıcılar tarafından en ince noktasına kadar düşünülerek ve gerekli önlemlerin alınması ve ehven koşulların yaratılması gerekirken, tarihin her döneminde ve her tehcirinde yaşanan trajediler, 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunan Hükümeti arasında imzalanmış antlaşmanın 1. maddesinde “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının” şeklinde genel çerçevesi çizilmiş ve 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren de başlaması kararlaştırılan ve konumuzu teşkil eden sürgün ya da zorunlu göç “mübadele”de en katmerli biçimde yaşanmıştır.
Sözlüklerde; “mübadele; bir şeyi diğer şey ile değiştirme, karşılığını verme" olarak tariflenmekte ve çoğunlukta esir olsa bile genelde insan ya da mal değişimi üzerine kullanılmaktadır. Mübadele denilince kolayca anlaşılacağı üzere de, konunun kabaca, göç ve gidilecek yere varılabilirse de yerleşme (iskan) gibi önemli 2 ayağından bahsedilebilir. Yaşadığımız toprakların da bir göçler (tehcirler-sürgünler) coğrafyası olduğu düşünülürse ve bilinen tarihlerden bu yana, Karamanoğulları’nın Yunanistan’a sürülmesi ile başlayan, Kızılbaş sürgünleri, Ermeni tehciri, Dersim sürgünleri başta olmak üzere devam eden sürekli bir gönüllü ya da zorunlu göçlere tabi tutulmuş bir kavimler kapısıdır, nerdeyse canım Yurdumun tarihi de sürülen kavimlerin acıları, sefaletleri ve yok oluşlarının bir tarihidir adeta… Muktedirlerin oluşturdukları siyasal rejime ve bağlı olarak oluşan beklentilere uygun olarak, her birisinde de şüphesiz ki sürülenleri suçlu bulacak uygun bir bahane ve makul bir açıklama uydurularak, kendi beklentilerine uygun kitlesel ıslahın gerçekleşmediği gerekçesiyle bu rezalet uygulamaları gerçekleştirmişlerdir. Şimdi yaşanan bunca elem, keder ve ızdırap ortada iken birileri de çıkar canım o günün koşullarında bu kaçınılmazdır, mutlaka yapılması elzem idi gibi, durumu makul karşılanması gereken hale çevirmeye çalışabilir, onlara da karışamayız, Allah Selamet versin der geçeriz… Ve biliriz ki, onlar bu yaşanan trajedilerin ne olduğunu pek bilmezler ya da bilmezlikten gelirler… Ve biliriz ki, bu kabil sürgünlerin sonucunda toplumsal mutsuzluklar, uyumsuzluklar ve rahatsızlıklar oluşmuşsa, insanlardan ohhhhhh ne iyi oldu sürgün geldik, ne güzel oldu kabilinden durumu olumlayacak kelamlar duyulmuyorsa, sözün bitiği noktada bulunulmaktadır. Oysa bütün dinler ve ideolojiler insanlara mutluluk vaat eder, hedefe sürekli insanları mutlu etmek konur ama sonuçta milletin çoğunluğu mutlu değilse ya yalandır bu vaatler ya da uygulamalar yalandır…
Sürgünlerde sürgün edilenlerin sürgün edildikleri yerlere tutku ile bağlılıkları ölünceye kadar sürmüştür, yazılı ve sözlü tarih bunların binlerce örnekleriyle doludur, yazımıza konu oluşturmasını planladığım ve bu tutkunun ya da geride bırakılanlara bağlılığın ve yaşanmış trajedinin izlerinin örnekleri olabileceğini düşündüğüm, büyük ölçüde de ata topraklarına yaptığım seyahatte yaşadığım anılardan çarpıcı birkaçını akılda kaldığı kadarıyla kısa kısa aktaracağım…
2001 yılı Ekim ayı içinde “Mübadil buluşmaları” adı altında Ata topraklarına gerçekleştirilen seyahatimizin düzenleyicisi “Lozan Mübadilleri Vakfı” idi hatırlayabildiğim kadarıyla, lideri de bir barış emekçisi olan Sefer Güvenç idi, tüm katılımcıların uğramak istedikleri her yere uğrama gibi bir incelikte yaratılmış ve bu durumdan katılımcılardan da herhangi bir karşı yaklaşım oluşmamıştı ve bu kapsamda Batı Trakya’da bulunduğumuz süre içerisinde deyim yerindeyse kasaba kasaba, köy köy dolaşılmıştı seyahat süresince…
Birgün seyahatin gerçekleştirildiği otobüsün ikmal için girdiği bir akaryakıt istasyonunda, seyahate katılanların aracın durmasından istifade ederek, istasyonun tuvaletlerini kullanmak istediğinde, Mübadillerle dolu ve Türkiye’den gelen otobüsü fark eden Yunanlı çalışanın muhtemelen milliyetçi Saiklerle işgüzarca kapattığı tuvaleti kullandırmaması üzerine, “Mübadiller Vakfı” ile ilişkide bulunması hasebiyle rehber-tercüman olarak bulunan Yunanlı mübadil dostu derhal akaryakıt ikmalini durdurarak bağırışları ve çağırışları karşısında, 2 farklı portrenin tanığı olarak, hemen yakındaki bir başka istasyona hareket edilmiş, orada da kendi atalarının Trabzon Maçka’dan geldiğini ve bu nedenle her fırsat bulduğunda ata topraklarını ziyaret ettiğini beyan eden mübadil torununun, bırakın tuvalet blokajını ilaveten çay, kolonya ve akide şeker ikramını bizzat kendisinin yapması da takdire değer bir durum idi…
Hele ziyaretlerin birinde küçük bir mübadil köyünden tam da ayrılış saatinde, Türkiye’den mübadillerin geldiğini çok geç öğrenen ve son anda kendini otobüsün önüne atarak otobüsü durduran ve bana 5 dakika verin deyip, onca yaşına rağmen bir koşuda evden kaptığı kurabiye tepsisi ile otobüse giren ve herkese tek tek bizzat kendi elleriyle dağıtım yapıp, “sizler benim kurabiyemden yemeden giderseniz, kocamın mezarında kemikleri sızlar” diye kendisinin de Bursa civarından gelen Mübadil çocuğu olduğu, çok güzel bir Türkçe ile anlatması ise herkesin gözlerinin yaşarmasına sebep olmaya yetmiştir. Portrenin diğer yüzleri ise, aşırı milliyetçi propagandanın etkisi altında kalmış, kendilerini milliyetçi diye tanımlayan, seyahatin başlangıcında seyahat esnasında yer yer ikramlarda bulunmak için Türkiye’den temin edilmiş lokumun dağıtımı için kahvehaneye girdiğimizde her hallerinden milliyetçi oldukları anlaşılan gençlerin gözlerinin faltaşı gibi açılıp, çakmak çakmak bakışlarıyla tehdit edercesine lokum ikramlarımızı ret etmelerini bugün bile anımsıyorum.
Hele bir keresinde; Gagavuz (Gökoğuz) Türklerinden bir mübadil torununun, bilindiği üzere Gagavuzlar Hiristiyan Türklerdir, Tokat civarında Jandarmanın Hıristiyanları göç için hazırlanmaları için uyarırken, mezkûr mübadilin atalarının kendisinin de Türk olduğunu göç etmek istemediğini yalvar yakar anlatmasına rağmen kurtulamadığını ahlar vahlar içinde dinlemiştik…
Sokaklardaki çocukların 2000 yılında kazanılan UEFA Kupasının etkisiyle Galatasaray futbolcularını, başta Hakan Şükür, Arif, Hasan Şaş, Hagi olmak üzere neredeyse tamamını hatırlamaları ise, doğru ve adam gibi yapıldığında sporun nelere kadir olduğunun da ayrı bir göstergesi olarak tezahür etmiştir.
Peki, göç ettirildikleri topraklara ve oradan gelen insanlara bir taraftan iyi yaklaşım gösterenler ile diğer taraftan da nefret dolu bakışlar fırlatan insanlar sadece Yunanistan’a özgü bir şey mi, şüphesiz hayır, aynı sevecenliği ya da nefreti taşıyan dillendiren insanların varlığına yakın çevrenizden açıktan tanık olabilirsiniz, kolaylıkla…
Örneğin şimdi üst yaş grubu içinde olan bir abimizin, çocukluk dönemine denk gelen, 2. Dünya savaşında Alman-Hitler faşizminden kaçarak canım Yurduma bulabildikleri teknelerle sığınmak için gelen Yunanlıların karaya çıkmamaları hatta teknelerin kıyıya yanaşmamaları için, açık ve belli ki, dönemin muktedirlerinin Alman taraflısı olmaları ya da sempatisi taşımaları nedeniyle, direk kendilerinin yapamadığı ama kolaylıkla çocuklara taş attırmak suretiyle teknelerin karaya çıkmalarının önüne geçilmesini organize ettikleri, anlatımlarından durumun bu tarafta da vahametini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan karaya ulaşabilme şansını yakalayıp ta açlık ve susuzlukla boğuşan Yunanlılara da, tarlalarında çalışan ve sadece çocukları için ayırmış oldukları ekmekleri veren insanlarında hiçte az olmadığı anlaşılmaktadır, Mübadillerin anlatımlarından… Portrenin 2 yüzü işte…
Batı Trakya’da bulunduğumuz dönem içinde Mübadil torunları ile olan ilişkilerde şaşırtıcı olacaktır belki ama iletişim dili kesinlikle Türkçe idi ve hayrete şayan bir durum oluşturmuştur en azından benim için, Türkçeyi bu kadar güzel konuşmayı nereden bildikleri sorusuna da hemen hemen her yerde sanki çalışılmış bir soru imişcesine, “babalarımız analarımız tarlada çalışırken, bize nenelerimiz baktı ve onlar Türkçe dışında dil bilmiyorlardı” cevabını veriyorlardı. Canım Yurdumda da durumun pek farklı olmadığını yaşayarak bilenlerdenim…
Ama sohbetlerimizde hep aklıma Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun “Benden selam Anadolu’ya” adlı kitabı geldi ki 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının ilk yaptığı işlerden biri de bu kitabı yasaklamak olmuştu, kitap bilindiği üzere Selçuk ilçesinin Şirince Köyünden olan ailenin yaşam öyküsüdür ve bir yerinde de kardeşinin, 1. Dünya savaşında Osmanlı saflarında, Yunanistan’ın işgali döneminde ise Yunanistan saflarında zorunlu askerliğinin trajedisini işlemektedir, savaşan tarafların her iki tarafına da askerlik yapma acılarını yaşamak nasıl bir travma yaratır insanoğlunda, Allah bilir…

Hiç yorum yok: