Pazar, Temmuz 26, 2020

AĞLASUN AY ŞAFAĞI – TARİHİNİ SEVDİĞİM ÜLKEM

Geçenlerde yolumu Burdur’a düşürüp önce Salda Gölü bilahare de Sagalassos’a çıktım. Çıktım diyorum çünkü yaklaşık 1.100 rakımlı Ağlasun’dan geçip yine yaklaşık 7 km’lik yolu döne döne 1.750 rakımlı tepeye varılıyor. Varılınca da ne kadar önemli bir “Antik kent”e gelindiği hemen anlaşılıyor. Bilgi ve uzmanlık alanım olmadığı için çok detaylı anlatımlar yapabilmem şüphesiz söz konusu olamaz, kentin arkeolojisi, antropolojisi ve sosyolojisi üstüne. Ancak, ülkesinin tarihini, kültürünü merak eden ve araştıran bir vatandaş olarak, kent üstüne kelam etme olanağı verecek, büyüklük ve görkemi tespit etme açısından her antik alanda yaptığım gibi, öncelikle tiyatro ya da agora uğradığım yer oluyor, burada da önce “Tiyatro” yapısına yönleniyorum. Muhteşem bir yapı olduğu kesin, şüphesiz “Efes” ve “Aspendos”daki benzerleri gibi değil lakin şehrin nüfusunun farklı farklı kaynaklara göre 5.000 ila 30.000 arasında olduğu yazılmakla birlikte yaygın kanaat yaklaşık 5.000 olduğu ve tiyatrosununsa 7.000 kişilik olduğudur. Ayrıca şehrin üst kotlarında bulunuyor olmasının yanında Kente hakimiyeti açısından da değişik bir durum oluşturmaktadır. Diğer taraftan da Kentin kurucusunun “Marcus Aurelius” olduğu bilinmekte ve de bilindiği üzere kendisi en önemli 5 Roma İmparatordan birisi olmakla birlikte bunun yanında önemli bir feylesof ve şehir plancısıdır. Ayrıca güzel Şehrimiz İzmir’in de deprem ile büyük ölçüde yok olması üzerine kenti yeniden inşa ve ihya etmesi hasebi ile hemşerimiz de sayılmalıdır. Aynı zamanda rivayet o ki mezkûr İmparator Roma’nın fakir ve ezilen kesimlerinin yanında yer alarak zenginlere karşı tavır almış, artık nasıl oluyorsa…   

Kent, estetik kaygılar gözetilerek tasarlanmış ve o güne kadar oluşmuş estetik değerler muhteşem şekilde kullanılmış hissini her ziyaretçide ören yerine adım atar atmaz oluşturmaktadır. Uygarlık ve estetik bir kentte ne biçimde hayatiyet bulur, işte bunun adeta bir resmi geçididir, Antoninler Çeşmesi ve Agorası, Tiyatro, Kütüphane, Yamaç Evler, Lüks Mallar Pazarı, Geç Helenistik Çeşmesi başta olmak üzere mimari eserler ve yerleştirilen heykellerden söz etmek kanıt için yeterli olacaktır. Depremden ötürü oluşan muhtemel heyelan ile tamamen toprak altında kalan “Antoninler Çeşmesi”, hünerli ellerin yaptığı kazılar sonrası tamamen açığa çıkarılıp ayağa kaldırılmış ilaveten de orijinal su kaynağına yeniden bağlanarak müthiş bir görsel şölen oluşturulmuş vaziyettedir. Gerçi “su”ya harici takviyeler yapıldığının her türlü işareti de açıktan görülmektedir ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur misalinden tamamı kabulümüzdür. Diğer taraftan, uzmanı olmamama rağmen nedense “ciyak” diye sırıtan ve bana göre hiç de uygun olmayan bir kütüphane restorasyonu var ki, ilgili Bakanlıkta ehliyetsizliğin ve beceriksizliğinin bayağı mesafe kat ettiğinin ispatıdır adeta. Gerçi, burada olmasa da başka yerlerde nadide örneklerine rast geldiğimiz “restorasyonda PVC kapı pencere” kullanma becerisine sahip bir Milletin ahfadı olarak bilime, tarihe ve geleneğe takla attırmışlığımız da az değildir. Neyse burada nihayetlendirelim bu manadaki eleştirilerimizi. Diğer taraftan her türlü abuk subuk projeye, kuruma ya da uygulamaya “kaynak” bulan ya da yaratan Canım Ülkemin 4.000 civarında olduğu bilinen “antik kentlerin” ihya edilmesine kaynak bulamamasının ya da bulmamasının bir kez daha tanığı olmanın da burukluğunu üzerimden atamıyorum. Neredeyse her 200 km² ye bir antik kent düşen canım yurdumun bu varlığını tarihsel bilgiye, bilimsel veriye ve de turistik biriktirmeye dönüştürememiş olması kafaların ne ile meşgul olduğunun bir başka ifadesidir. Şüphesiz kolay değil, bir taraftan kendi yaratıp büyüttüğün problemlerle boğuşacaksın diğer taraftan da bu problemlerin uluslararası tsunamileri ile… Ve de beyt ül malı da yanlış insanlara teslim edeceksin… Vay ki vay…

Kalıntı ve buluntuların bu hali ve miktarı ile bile kente nasıl bir itina gösterildiğinin, nasıl bir kent kültürü oluşturulduğunun kanıtı iken kentin tamamına bir projeksiyon yapılabilmesi halinde ne muhteşem bir görüntü oluşabileceğinin hayali cihana bedeldir, misali. “Lüks ürünler pazarı” adı ile bir alanın olması ise çok enteresandır açıkçası, düşünün ki, çokça kullanılan bir kervan güzergahı üstünde değilsiniz, görece çok büyük bir nüfusa sahip değilsiniz, adından fazlaca söz ettirecek kadar zengin de değilsiniz.

Dönemin gerçekliği olmakla birlikte, her antik kente yaşadığım, “kim bilir kaç köle bu uğurda can vermiştir” ve “bu kadar mermer nereden ve nasıl taşınmış ve işlenmiştir ve bu uğurda ne kadar insan ve hayvan kaybı yaşanmıştır” sorularının bende yarattığı duygusallığın zihni yorgunluğunu ve yürek daralmasını daima hissederim. Burada ayrıca görkemli dağın yamacına kurulmuş ve nüfusu mezkûr rakamlara ulaşmış bir kentin gıda ve giyim ihtiyacı nasıl karşılanmıştır sorusu önem arz ediyor. Çok muhtemel ki “yazı”da tarım, bayırda hayvancılık yapılmış ama her halinden korunma ihtiyacının kuruluş yeri seçimine istinaden yüksek olduğu var sayılarak, tarımın kendisi ve hasadı arasındaki sürede gıda ve hayvancılık güvenliği nasıl sağlanmıştır ve bu uğurda ne kadar güvenlik görevlisi bulunmuştur, vs vs. Hülasa nüfusun ne kadarı köle rejimine tabi ne kadarı asker rejimine tabi, enteresan düşünceler şekilleniyor insanın kafasında. Her şeye rağmen kentin terk edilmesinde ya da sönmesinde ya da yok oluşunda mezkûr etmenler dışında doğanın gazabı etkili oluyor ve bir depremle yerle bir oluyor ne yazık ki ve hala insanoğlunun ders almaması nedeni ile hala kentlerini depremlerle kaybetmeleri gibi.

Ağlasun deyince de büyük şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Ağlasun Ay Şafağı” adını verdiği şiir kitabı hemen akla gelir, bizim kuşak ve cenah için, Şair, eşinin memleketi olan Ağlasun’da bir dönem yaşar ve o dönem Sagalassos’u görür. Kentin harap ve bakımsız halini görünce, buradaki uygarlık ve insanlığın binlerce yıllık birikiminin yok olması karşısında mezkûr kitapta yer alan “nehir” başlıklı ve duygularını tarihsel süreç içine yerleştiren bir şiir yazar.

Damlanın damlayı itişidir bu

Dalganın dalgaya bindirişidir

Ellerim Lagaş’tan

Hattuşaş’tan geliyor

Sesim benim

Gılgamış’tan

Homeros’tan

Dede korkut’tan

Ateşte ölmeyenim ben

Suda boğulmayanım

Ellerimde döndü dünyanın ilk tekerleği

Ilk ateşti ilk sözüm, şu ellerimdi

Mavi gök tanığımdır

Yağız yer tanığımdır

Altuni güneş tanığımdır ki

Dünyada ilk ben sevdim barışı

Atları nehirleri

Kızarmış ekinleri

Ormanlı baharları

Sever gibi sevdim

Ilk ben barışı

Yüzümde binlerce yıllık göçün

O evrensel çizgileri

Dünyada ilk ben sevdim kavgayı

Barışa varmak için

 


Cuma, Temmuz 17, 2020

ÇEŞME’NİN GEORGE BEST’İ; KURUPA MEHMET

“Çok fazla param var ve ben paramı alkole, kuşlara ve hızlı arabalara harcıyorum, geriye kalanı da saçıp savuruyorum” diyor, geçen yüzyıla damga vuran futbolculardan birisi olarak George Best. Sadece bu manada değerlendirme yapılıp, George Best deyip geçilebilecek birisi değildir çünkü futbol yetenek ve zekasını izah için tribünlerde her zaman açılan bir pankart ile taraftarlar ittifakla “Maradona Good, Pele Better, George Best” şeklinde görüş bildirmişlerdir. Şüphesiz bu görüşe katılmayanlar da vardır ve olacaktır. “Futbol zekâsı” ve futbol oynama becerisi ve de özellikle dripling ve çalım atmadaki yüksek başarısı konusunda gelmiş geçmiş tüm otoritelerden sürekli tam puan almış olup bu meziyetleri ile de taraftarların gözünde ve gönlünde taht kurmuştur. Lakin bu kadar yüksek meziyet ve beceri sahibi olan bir insanın bir o kadar da futbol disiplininden uzak olması nasıl izah edilir bilemiyorum açıkçası. Gerçi Best’in futbolculuğunu canlı seyretme şansına hiç sahip olamadım çünkü çocukluk dönemime denk gelmiş ve futbolsever bir çocuk olsam bile devir itibari ile Tv yayını henüz başlamamış sadece kısa filmler halinde sinemalarda o da çok önemli maçlardan ve önem atfedilen kişilere yönelik fragman tadında gösterimlerden bilirim kendisini. Lakin dönemin en önemli     belki de yegâne futbol dergisi “Türkspor”dan (adı başka olabilir ama ben böyle hatırlıyorum) satın al(a)mamak ve sadece gazeteci de göz geçirmek kaydı ile uzaktaki futbola bile ilgim bir hayli yüksekti, hala da öyledir. Şimdilerde ise her futbolcunun sayısız tanıtım ya da hatırla(t)ma filmleri mevcuttur, başta “youtube” olmak üzere sosyal medyanın bir dolu mecrasında. Best anlat anlat bitmez kabilinden biri olup bir tarafı ile futbolculuğu bir tarafı ile de özel yaşantısı ve dahi oradaki disiplinsizliği üzerine. Kendi ağzından özel hayatı ile ilgili, “1969'da içkiyi ve kadınları bıraktım. Hayatımda geçirdiğim en berbat 20 dakikaydı” demiş olması hayata bakışı üstüne bir tespittir. “Eğer çirkin olsaydım kimse Pele ve Maradona’yı hatırlamazdı” diyerek futbolla ilişkisini delillendirmesinin yanında unutulmaz Fransız Futbolcu Eric Cantona’nın “cennetteki ilk antrenmanında sağ açığa geçip, sol bekteki tanrının başını döndürmüştür. Bana takımında yer ayırmasını çok isterim” demesi ile durumu taçlandırması asla ve kat’a unutulamaz. Sıradışı yeteneği ve devrinde gündemden hiçbir türlü düşmeyen yani sıradışı özel hayatıyla George Best, 1968 de Avrupa’da yılın futbolcusu ödülünü alır ama ne yazık ki bu disiplin sürmez. Oysa; futbolun ordinaryüsü sayılan Sir Alex Ferguson “Best, tartışmasız futbolumuzun ürettiği gelmiş, geçmiş ve gelecek en yetenekli futbolcuydu” diyerek unutulmazlar tahtına oturtur kendisini, diğer taraftan da ünlü İskoçyalı futbolcu Gordon Mcqueen “Futbol oynamıyordu, şiir yazıyordu ve bizlerde dinlerken kendimizden geçiyorduk” sözleriyle Best’e hayranlığını ifade edecekti. Ama ne yazık ki Best’in tek aşkı futbol değildi...

 

Futbol aynı yıllarda ülkemizde de çok sevilir, futbolcular yakından takip edilir ve hatta sohbetlerde de yeterince şöhret olamamış futbolcular şöhret olmuşlara benzerlikleri ile eşleştirilip şöhretlerin isimleri eşleştirilenlere lakap olarak verilirdi, gerçi şimdilerde de sürer bu gelenek… Kimisi top oynama becerisi kimisi de özel hayatları ile eşleştirildi ama mutlaka bir benzerlik bulunurdu. Diğer taraftan Çeşme mezkûr yıllarda çok önemli futbolcular yetiştirmiştir ne yazık ki bunların çok azı ulusal düzeyde şöhreti yakalayabilmişlerdir. Örneğin, Altay’lı Mustafa Denizli, Adanaspor ve Malatyaspor’lu Malik Gençalp, Bolusporlu Süleyman Kocakara, Tirespor’lu Şerif Gün, Altınordu’lu Mehmet Ergin bunların en tanınırları olmuştur. Bir de futbol becerileri ve zekâları ile şöhret olma şansını yakalayıp da özel hayat tercihleri ya da futbol talihsizlikleri ve sakatlıklar nedeniyle daha yolun başında iken futboldan kopanlar olmuştur. Çeşmespor’un o yıllarından buna uygun onlarca futbolcu sayılabilir, Çoşkun Kalkan, Hasan Soma, Mehmet Erküçük ve Ergun Mütevellioğlu bunların en önde gelen temsilcileridir. Hele bir Mehmet Erküçük efsanesi ile tanıştı ki Çeşme, futbol talihsizliği olmasa belki de şu anda adı Metin Oktay gibi altın harflerle yazılacaktı bir yerlerde. Deyim yerinde ise “leblebi gibi gol atardı” Mehmet Erküçük…

 

Evet fazla uzatmadan başlıkta takdim ettiğim Mehmet Çağlayık’a, nam-ı diğer Kurupa Mehmet ve de Çeşme’de futbolculuğu ve hayatının bir parçası ile eşleştirilen “Çeşme’nin George Best’i”ne gelelim. Gerçekten hatırlayanlar olacaktır, Mehmet Çağlayık Çeşmemizin George Best’i olarak bilindi, söylendi ve tarihe öyle yazıldı, en azından biz bilenler nezdinde. Futbolculuğu ne yazık ki çok kısa sürdü lakin onun kısa futbolculuğunun yegâne nedeni aşırı duygusal olması idi ve ne yazık ki futbolda bu boyutta bir duygusallığa yer yoktur, olamadı da. Futbol oynama becerisi, futbol zekâsı, bir ceylan edası ile koşması, koşarken saçlarını bir aslan yelesi gibi sallaması, orta sahada başlayan oyunculuğunu daha geriye çekilerek devam ettirmiş ve de futbolun gerektirdiği kadar sert ve şairimsi yumuşaklığı ve duygusallığı yeni mevkiinde yakaladığı başarıya karşın yeterince uzun sürmemiştir. Maalesef ömrü de futbolculuğu kadar uzun olamamıştır, yakınlarda kaybettik kendisini ve bu vesile ile “Çeşme’nin George Best’i Mehmet’i” yıldızlara uğurlamış iken, sevenlerine, dostlarına, arkadaşlarına ve yakınlarına bir kez daha baş sağlığı ve sabırlar diliyorum. Onu her zamanki sakinliği ile ama kendisini anlamayan attığı pası değerlendiremeyen arkadaşlarına ellerini beline kayarak söylenerek eleştirme sahnesi ile hep hatırlayacağız. Attığı pası anlamayan, anlayamayan, topa koşmayan, pası değerlendirmeyen hemen herkese kızar ve söylenirdi, harika paslar atar ve bu harika pasların harika değerlendirilmesini beklerdi takım arkadaşlarından gerçi nihayetinde bir oyun ve amatörce yapılırdı o kadar amatördü ki herkes kendi formasını evde yıkar gelirdi. Duygusallığı inanılmazdır, Mehmet’in. Favoridir galip gelir ağlar, mağlup olur ağlar, sürekli bir duygu patlaması, bir Seferihisar maçında 3-0 mağlup iken maçın bitimine az kala oyuna giren Mehmet Erküçük’ün attığı 3 gol sonrası, Mehmet’in Mehmet’e sarılıp dakikalarca ağlaması hala hatıralardadır. Duygusallığını aşabilse idi muhtemelen o da futbol tarihindeki yerini layığı ile alacaktı. Saçlarını ki o dönem uzun saç moda olup kendisi de uzun saçlı idi bir sallayışı vardı tıpkı George Best, Best kadar uzun oynayamadı ama benzer kaderleri paylaştı dersek çok aykırı ve yanlış kelam etmiş olmayız. Çeşme’nin George Best’i Mehmet Çağlayık’ı bu vesile ile bir kez daha yad edip, nurlar içinde olmasını dilerken, “Hayatımda her şeye çalım attım ancak alkol hariç” diyerek ne yazık ki bu nedenle de hayata veda eden George Best’i de özlemle yad ediyorum.

 

Çok konuda kendisi ile aynı düşünmesem de, sosyal faaliyetlerine katılmış olmasam da, ömrünün son günlerinde sabah yürüyüşleri anında gazete satınalmadan sonraki ayaküstü de olsa 5 er dakikalık muhabbetlerimiz, birbirimize saygımızın, sevgimizin ve anlayışımızın adeta bir ifadesi idi. Ruhun şad olsun, Mehmet…


Cumartesi, Temmuz 11, 2020

ÇEŞME EŞEK ADASI

Eşek; insanoğlunun doğasından koparıp, haydi ehlileştirdiği diyerek durumun vahametini küçültelim, çok amaçlı olarak başta da tarım, taşıma gibi alanlarda kullanmaya başladığı yegâne hayvandır, bilindiği üzere. Tek başlarına üzerlerine konulan semerler vasıtası ile taşımacılıkta kullanıldıkları gibi, “arabaya koşularak” daha organize taşıyıcı rolü üstlenirken bazı yerlerde de nadiren “çift sürmede” kullanılırlar. Yani kolayca hayal edilebileceği üzere, “eşek gibi” her şeye koşturulurlar. Daha önce “eşek metaforuna katkılar” başlıklı yazımda “eşek” deyip burun kıvıranların birçoğunun “aslan” dediklerinde müthiş gururlandıklarını yazarak konuya girip, insanoğlunun çok geniş kullanımı olan atasözlerine ilham kaynağı olduğunu yazmıştım. “Eşek sudan gelene kadar dayak”, “acemi nalbant gâvur eşeğinde öğrenir”, “aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz”, “anasını eşek kovalasın!”, “eşeği kulaklarından, aptalı konuşmalarından anlarım”, “eğer üç kişi sizin eşek olduğunuzu söylüyorsa, bir semer kuşanın”, “geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” başta olmak üzere derin manalı onlarca atalar sözü yanında “eşek kadar adam oldun” diyerek çocuklarının büyümesini ve akıllı davranmasını kast ederek söyledikleri bir sözün olduğunu da unutmamak gerekir. Hülasa eşeklerin davranışları ve hafızaları üzerine yapılan uzun ve ciddi araştırmalar sonucunda, eşeklerin oldukça zeki, dikkatli, arkadaş canlısı, rol yapma kabiliyeti yüksek, duygusal ve öğrenmeye meraklı ve yatkın oldukları anlaşılmıştır. Peki bunun yanında insanoğlu mütenasip bir yaklaşım gösterir mi mezkûr hayvanlara, nerde… Bazen eşeklerin semerlerinden bile kıymetsiz olduklarına rastlıyoruz bazı aktarımlarda. 1914 – 1918 tarihlerinde Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın “Hatıralarım” adlı kitabında; “Rumlar Çeşme’yi terk ederlerken birlikte götürecekleri eşyalarını eşekleriyle deniz kenarına kadar götürüyorlar ve kayığa binerken de eşeğin semerini sırtından alıp semeri de birlikte kayığa aldıktan sonra eşeği başıboş bırakıveriyorlardı. Sokaklarda başıboş sahipsiz dolaşmaya başlayan bu eşekleri toplatarak kalenin burcu altındaki muhafazalı bir avluya hapsettirmiştim. Fakat yüzlerce eşeğin bir araya gelmesi onları huysuzlaştırdığından vaveylalarından o civarda durulmaz olmuştu.” denilerek terk edilmiş eşek sayısının ne kadar fazla olduğunun altını çizmiştir. Demek ki zor durumda ilk terk edilecek hayvan “eşek” oluyormuş. Peki halen Anadolu’da bu terk edilme devam ediyor mu? Evet ne yazık ki, hayvanseverlik payesi tahtında kedisini, köpeğini çok seven halkımız eşeğini kışın bakım masrafı ağır geldiğinden doğaya terk ediyor. Gerçi bu terk edilişin tarihsel kökenleri de vardır, deyim yerinde ise “ekonomik ömrü” dolan at ve eşek gibi hayvanların doğaya serbest bırakılması bir gelenektir. Bu gelenek ağırlıklı olarak bakım masraflarından yırtmak içindir çünkü necip milletimizin ahde vefası ve kadirşinaslığı böyle tecelli etmektedir, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek vukuat-ı adiyedendir ne de olsa. Tam da bu nedenle kullanılan çok güzel bir sözcük vardır; “yılkı”, bir anlamı da at ya da eşek sürüsü olsa da esasen çalışma ve faydalı olma ömrünü tamamlamış hayvanın doğaya salıverilmesidir. Sahibinin, bakım masrafından kaçınmak bazen de elde olmayan nedenlerle, kudret ve güç yetmediğinden sadece kış aylarında doğada kaderine terk edip, yaz aylarında ihtiyaca binaen tekrar sahiplenilen, tabii ki şansı yaver gider de kurda kuşa yem olmadan sağ salim kışı atlatabilen ve bulunabilenler ya da geri dönebilenler için, bu durum geçerlidir. Canım yurdumda bu uygulamanın istisnasını bir zamanlar, İzmir ve Mardin Belediyeleri gerçekleştirmiş idi, hani araç giremeyen sokakların atıklarını toplamak için çalıştırılan eşekler kullanılır idi ya, çalışma gücü kalmayanlara emeklilik gibi bir uygulama başlatmışlardı. Ne kadar da duygusal ve ahlaki bir uygulamadı idi, insani diyemiyorum, malum nedenlerden ötürü.   

Neyse; biz başlığımıza doğru girizgaha devam edelim. Çeşme geçen yüzyılın başında olduğu gibi yüzyılın ortalarından itibaren benim de tanıklığımda küçük çiftçiliğin gereği olarak hemen hemen her evde bir eşeğin bulunduğu bir dönem yaşamıştır. Hatta 70 li yıllarda; Güzel Çeşme gerçek manada yabancı turistlerin tercih ettiği bir destinasyon idi ve o yıllarda şimdi “Eski Çeşme Harabelerini” gezmek için eşekli turlar düzenleniyordu. O yıllarda Çeşmespor’un kaleciliğini gayet başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş ve şimdilerde İsveç’te yaşayan Arap Ekrem (Ekrem Çimen) gerek kendisinin gerekse de komşularından aldığı eşekler ile konvoy oluşturup “Eski Çeşme” gezisine çıkarır idi  turistleri. Enteresan bir aktivite oluşturmasının yanında ulaşım sorunu olan bu yere, turist taşımanın egzotik ve otantik ama çok eğlenceli bir yolunu da bulmuştu kendince.

Ege adaları içinde hemen hemen her ilçeye yakın bir eşek adası da vardır ve her birinin haritalarda yeri olsa da olmasa da bir gerçek ve kayıtsal adı vardır ama yerelde “yılkı eşekleri” için kullanılmasından ötürü de yaygın biçimde “eşek adası” olarak bilinirler. Bizim Çeşme’nin de böyle bir adası vardır ve gerçek adı “Kara Ada”dır. Bu ada yaklaşık 6,5 dekar büyüklüğünde olup doğal hayatın bulunduğu her yerde örneklerine rastlanılacak her türlü yaban hayvanını barındırır. Buraya eşek adası adının verilmesinin gerekçesi ise yılkı eşeklerinin buraya getirilip bırakılmasıdır. Atalarımız şimdilerde olduğu üzere kış ayları yılkı oluşturmazlar, emeklilikte dingin ve vasat yer önemlidir onlar için, eşekleri adına. Şimdilerde bakıyorum bazı uyanıklar uzun etaplı planlarına ve hesaplarına müteallik, yok “burada eşekler yiyeceksiz kalıyor, susuz kalıyor” iddiaları çerçevesinde adanın kullanım amacını çaktırmadan değiştiriyor. Sanki sadece kendileri hayvansever, doğasever kasınmalı edalarıyla uzun vadeli planlar ya da hayaller kuruyorlar, en azından görünen o. Sanki atalarımız, konu hayvan defetmek olduğu halde çok daha yakın adalar olmasına rağmen bu görece uzaktaki adayı mazoşistliklerinden seçmişler, ya bırakın Allahaşkına, bu suyu yoktur, otu yoktur iddialarını. Orada Ege’de yaşayan her türlü hayvanın ve bitkinin örneklerine denk gelmek her daim mümkündür. Atalarımız onları meşakkatli bir yolculuk ile oraya emeklilik hayatlarını geçirmeleri için bırakır iken bugünkünden daha “hayvani” ama daha sevecen bir ortam olduğu için tercih etmişlerdir. Yazının eki olan fotoğraftaki görünenler artık ne yazık ki yoktur, ve artık eşekler alçak akımlı elektrikli teller arkasındadır. Aaaaaaa, sonraları “hayvansever” görünümlü abilerimiz hayvanları kafeslere tıkıp insanlara para karşılığı gösterme maksadı ile hayvanat bahçeleri tanzim edince de, yırtıcı hayvanların besin ihtiyacı için ne yazık ki bu eşek adaları ilk akla gelen yerler olmuştur. Gerçi ahlakı yüksek kişilerce sucuk imalatı için de hedef oldukları ve ne yazık ki bunun bir hayli yaygın olduğunu da günlük basına yansımalardan anlamaktayız.

Karakaçanlara, daha insanilik, daha hayvanseverlik adına yapılanlara bakınca insanın yüreği burkuluyor. Uyuz eşek derler ama kutsal olduğu söylenen develerin kervanına rehberlik, önderlik eden bu hayvanata biraz daha saygı…

 


Pazartesi, Temmuz 06, 2020

CAVİT KÜRNEK

“Yalnız isem çok yaşamayı neyleyeyim, maksat dostlar, sevenler ve kadirşinas insanlar ile çok yaşamak olmalıdır” ilkesi ile dolu dolu bir ömür geçiren, tam teşekküllü bir sanatçıdan söz etmek istiyorum bu yazımda. Cavit Kürnek olarak bilinir ama tam ismi İsmail Cavit Kürnek’tir. Hikayeci, Romancı ve Fotoğraf sanatçısıdır.  Hele foto-röportaj tarzı çalışmaları hayatın dinamiklerini yansıtması açısından gerek camianın içinden gerekse de dışından ilgili insanların takdirini her daim kazanmıştır. Yerelde nerede kültürel ve sanatsal bir faaliyet varsa içinde olmaya özen göstermiş birisi olarakta “Çeşme Kültür ve Sanat Derneği” içinde Türk Sanat Müziği Korosu’nun kurucusu olarak bilinmektedir.

Hikayeci, romancı, şair ve fotoğraf sanatçısı Cavit Kürnek, duyarlılıkları ve tercihleri neticesinde görece daha iyi, daha dingin ve daha müreffeh bir hayat yerine daha sorumlu, daha duyarlı ve daha faydalı bir insan olmayı tercih etmiştir. Karaburun kökenli olarak bilinmesine rağmen uzun yıllarını Çeşme’de geçirmiş ve bu nedenle de Çeşmeli sanatçı olarak bilinmiştir. 

Kitaplarının kendisi için yazılmış takdim ve tanıtım bölümünde; “Kıbrıslı Salih Suphi Bey ile Sakızlı Leyla Hicran Hanım’ın çocukları olarak, 14 Nisan 1933 tarihinde İzmir’de doğdu. Gümrük Muhafaza Memuru olarak babasının görevi gereği, 1936 yılında İzmir’in öksüz ilçesi Karaburun’a gitti. İzmir’e karayolu bile olmayan bu cennette tam 10 yıl yaşadı. Kız kardeşleri Cavidan ve İmren burada doğdu. Karaburun’da gerekli eğitim kurumlarının olmaması nedeniyle, 1946 yılında yeniden İzmir’e döndü. Orta öğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra, bir süre Ankara Kırıkkale’de teknik eğitim aldı. İklim koşulları nedeniyle hastalanıp, okuldan çıkarıldı. Askerlik görevinden sonra, İzmir’in en büyük basımevlerinden birinde çalışmaya başladı. Mesleği kısa zamanda kavrayıp ustalaştı. Durmadan okuyor, sinemaya, tiyatro gösterilerine gidiyordu.” diye yazılmıştır, hayatını ve uğraşılarını özetlemek adına.

Dünyaya ve yönetimlere ve de yönetenlere mesafeli ve eleştirel bir yaklaşım gösterme tercihi kendisini giderek muhalif biri haline getirir. Basın-yayın ve matbaacılık dünyasında yer alırken, sendikacılık görevi üstlenmekten de geri durmaz. Basın-iş sendikası İzmir Şube Başkanlığı görevini üstlenir, bu nedenle de başı sürekli olarak ağrır, ilkini yazdığı bir öykü nedeniyle geçirdiği sorgulamalar giderek artar ve ağırlaşır ve nihayetinde Canım Yurdumu dizlerinin üstüne çökertme operasyonu olan 12 Eylül Darbesinin kadrine de uğrar, mapushane ile tanışır.

16 yaşında iken bir arkadaşının fotoğraf makinesi ile başlayan fotoğrafçılık hayatı, İzmir’in ilk renkli fotoğraf laboratuvarını kurmayla devam ederken, çeşitli defalar çektiği fotoğraflardan oluşan “fotoğraf sergileri” düzenler. Çektiği fotoğraflardan kartpostallar üretilir, vs vs.

“Sardunyanın adı Maria” adlı kitabında; “Annem Leyla Hicran Hanım ve aile bireyleri, 1923 yılında Sakız Adası’ndan göç etmek zorunda kaldıkları zaman, mübadele gereği bu ev ve tarla verilmiş onlara. Aile kim? Anneannem Sakızlı Terzi Fatma Hanım, dayılarım Tenekeci Harun ile Mehmet, teyzem Hatice ve annem Leyla Hicran!” diyerek Çeşme’nin köklü ailelerinden olduğunun bağlarını da sıralar iken geçen yüzyılın başında yaşanan ve çok zorlu geçen mübadele bilgileri de aktarmaktadır.

Edebiyat dünyamıza kazandırdığı; “İnce Çimene Su- Öykü”, “Sardunyanın adı Maria – yaşam öykü”, “İzmir’in İnce Gülü – Roman”, “Dalgaları Saymak – Roman”, “Eşek ile Zeytin Ağacı – öykü”, kitapları ile okuyucuların dikkatini çekmiştir. Öykülerinde tasarlanmışlıktan ve kurgudan ziyade, sosyal hayatın ve doğanın gözlemi ile yaşanmışlıkların ve tanıklıkların aktarılmasına özen göstermiştir. Seyrekte olsa öykülerinde efsanelere yer vermiştir, örneğin “Sardunyanın Adı Maria” adlı kitabındaki “Tanrının gözyaşları” başlıklı olanında, bir nergis çiçeği diyarı olan Karaburun’da küçük küçük gölleri ile nergis ve efsanelerin bir karışımı vardır. “Kiralık Duvak” başlıklı ilk şiiri Ege Ekspres gazetesinde, diğerleri ise çeşitli zamanlarda Varlık, Dost, Evrim, Dönemeç ve Menteşe dergilerinde yer almıştır.

Vefatından önce imzalayıp verdiği “İzmir’in İnce Gülü” adlı kitabındaki tanıtım bölümünü aynen aktarmak istiyorum ki, bağlılık, duygu derinliği çok daha iyi anlaşılsın.

“Kordonboyu'nda atlı tramvaya binişimiz, kıyıdaki bir restoranda yediğimiz öğle yemeği, sonra çok süslü ve çın çın öten faytonla İzmir sefası!

'İzmir çok güzel!' diye bağırıyor, oturduğum yerde duramıyordum. 'Hep burada yaşamak isterdim!'

'Bağırma!' diyor Aleksi, 'seni duyabiliyorum!'

Bu sefer kulağına ağzımı dayıyor ve sessizce mırıldanıyorum:

'Seni çok seviyorum!'

Tam duyamıyor, tekrarlamamı istiyordu. Ben de olanca sesimle haykırıyordum:

'Seni seviyorum!'

(…..)

İzmir!

Mavi Ayaklı Güvercin!

Ne zaman İzmir'i betimlemeye kalksam, hep kuşa benzetirim! Rengi hep beyazdır ve bir damla yaş gizlenir gözünde!

İzmir'e aşık mıyım? İnsan bir kente âşık olabilir mi? Yani taşa toprağa ağaca, caddelere evlere, sarı otobüslere faytonlara, eskilerde de kalsa çın çın ve şiirsel sesli tramvaylara?

Yine de bir şehre tutulmanın ağaçla, denizle ve mavi bir gölgeyle olacağını sanmıyorum! Beni İzmir'e sırılsıklam tutkun edenin mahallemizde açan ve kokusuyla burun direğimi kıran bir yasemin olduğunu neden yadsıyayım? Gözleri bol kirpikliydi ve gövdesi sedef kakmalı bir udu andırıyordu.”

Bir “Panait Istrati” hayranı olduğunu kütüphanesini elden geçirirken anladım ve ayrıca Kürnek’in başarılı bir öykücü olmasında ciddi manada katkısının olduğu da gayet anlaşılır durumdadır.

Çeşme’nin sevilen insanı, fotoğraf sanatçısı, hikayeci, şair ve romancısı Cavit Kürnek, 86 yaşında 21.02.2019 yılında hayata veda eder. Geride birçok eser bırakır, bunlardan biri de değerli kütüphanesidir. Yeğeni Arda Gönül, Dayısının bu hazinesinin bir bölümünü tarafıma hediye etmiştir. Cavit Kürnek’in direk kendisine elden, mesaj ve posta yolu ile özel not ya da mesaj düşülerek hediye edilmiş, verilmiş ya da gönderilmiş olan manevi değeri çok yüksek olanlar hariç diğer kitapların genel edinebilme ve bulunabilme konusunda sıkıntı yaşanmayan bu bölümünün hediye edilecek gerek kamu gerekse de özel adaylar arasından tarafımın teveccühü büyük bir onur olup manevi değeri çok yüksek bu kitap hazinesine sahip olmanın büyük mutluluğunu yaşamaktayım. Mezkûr kitaplara Cavit Kürnek adına gözüm gibi bakıp kollayacağım ve de şüphesiz ki Canım Yurdumun bilgi birikimine ve hatıra ile hafızasına katkıya her zaman devam edeceklerdir.