Çarşamba, Haziran 28, 2017

TARTIŞMASIZ TARIM ÇOK ÖNEMLİ

"Kim tarımla kalkınmış?", "Sanayiyi bırakıp, tarımla mı yetinelim?" "Ucuz üreten başka ülkeler varken, patatesi, soğanı, pamuğu muzu, sütü, eti biz neden üretelim?", "Otomobil yerine patates üretmeye devam mı edelim?"… Bu sözler dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ait olup, Sakarya Ovasına TOYOTA Otomobil fabrikasının yer seçimi döneminde bürokrasi içerisinde direnen bir takım unsurları direnemez hale getirmek için, hamaset kabilinden TV’lerde, Radyolarda, mitinglerde, yerel yöneticilerin, hükümetin, sendikanın ve halkın fabrikanın yapımına destek verdiği beyanı ile özellikle de gariban halkı gaza getirme planı doğrultusunda verdi mehteri, verdi mehteri, verdi de verdi… Mehter ile mest edilen necip milletimiz de, hem de sanki otomobil fabrikasının patronu edası ile muarızlara karşı yer yer saldırgan tutumlar bile takındı… Oysa ki, dönemin Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bürokrasisi, sulanabilir birinci sınıf tarım toprağının sanayi bölgesi olarak değerlendirilmesine şiddetle karşı çıkar, aynı bölgede 11 yer (yazı ile onbir yer) alternatifli olarak önerilir,  Tarım ve Köyişleri Bakanlığının Bürokrasiye uyarak izin vermemesi üzerine de, hiç ilgisi alakası olmayan Yüksek Planlama Kuruluna bir karar aldırılır, mezkur bakanlık ve de direnen bürokrasi bypass edilerek, otomobil fabrikası inşa edilmesinin önü açılır.
SONUÇ canım yurdum “Patates ithal” eden ülke konumuna geldi, hem de nereden dersiniz, Yunanistan’dan… Sarımsak Çin’den, Pamuk Mısır’dan, vs vs… Ne diyelim şimdi…

Peki, akıl zedelenmesi bununla sınırlı mı, zinhar… Bilahare, aynı Ulu Türk büyüğümüz, Süleyman Bey, FORD Otomobil tesisi için, yine arazinin, jeolojik yapısı göz ardı edilerek, ekolojik ve tarımsal önemi yok sayılarak, direnen ziraat, inşaat ve jeoloji mühendislerini baskı altında tutabilmek, gariban halkın karşısına hedef olarak oturtacak bir yaklaşım göstererek, "Türkiye’nin sesini duydunuz, benim sesim zaten belli, eğer bu sazlık bataklık araziyi, bu tesis için vermezseniz, ben Çankaya Köşkü'nün bahçesini vermeye hazırım" diye konuşmuş idi. Sonuç ortada… Hani kısaca değinelim, bu Ulu Türk Büyüğü aynı zamanda dönemin çok önemli bir miktarı sayılacak parayı da, “verdiysem ben verdim, kime ne” diyerek, sanki babasının parası imiş de, o parayı usulsüz satışa havale etmiş idi…

Peki; bunlar dündü ve bugüne örnek teşkil etmez diyeceğiz ama o da ne, bir başka Ulu Türk Büyüğü, “Zeytin mi daha önemli yapılacak tesis mi daha önemli Türkiye'nin geleceği açısından?” Ne diyelim şimdi… Valla laf tükendi… Sınırlı da olsa bir kesim ki, onlar bu işin radikalleridir ve sürekli “zeytin ağacı, Yahudi ağacıdır” deyip dururlar, bekliyoruz ki karikatürize ederek söylüyorum, taa dünyanın öteki ucunda sokak çocukların bile oyunlarına müdahale edenler bu subukluğa dur desinler, nerde, bırakın, durun oturun oturduğunuz yerde, abuk-subuk konuşmayın demeyi, görünen o ki, çaktırmadan ellerini ovuşturarak durumun keyfini çıkarmaya çalışıyorlar. Peki, bu abilerin içten içe sevinç naraları atıyor olmalarını anlıyoruz da, Yahudileri anlamıyoruz, neden duruma itiraz etmezler, ki o Yahudiler, eften püften nedenler ileri sürerek Filistin’de çocukların bile kollarını taş ile vurarak kıranlar olsun.

Yol güzergah seçimleri, HES seçimleri, RES seçimleri, Endüstriyel Tesis inşa alanı seçimleri, sanayi site alanlarının seçimleri, maden arama tercihleri, imara açılan bölgelerin tayinleri konusunda yapılan “kamu yararı gözetilmektedir” izahlı, “acil kamulaştırma” tatbikatına dayalı hatalar neticesinde, gıda üretiminde ve güvenliğinde yitirilen büyük irtifa, kaybedilen kendi kendine yeterlilik iddiaları, toprak kirlenmesi, erozyonun olumsuz etkileri vs. toprak-tarım-çevre-kalkınma olgularının, akşam akla geldiği biçimi ile liyakatsız ve öğrenimi bol ama eğitimi nerdeyse sıfır ekiplerce değerlendirilmesi neticesi, tarımsal üretim düşmüş, hayvansal üretim düşmüş, çevre kirlenmiş, vs vs… Ne gam, ne keder… Bir takım andevüller hala tarımla kalkınma mı olurmuş deyip ortalıkta, göbeklerini kaşıyarak dolaşırlar.

Ne demiş Kızılderili Kabile reisi Seattle; “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak”. Bu sözün önünde saygı ile eğiliyorum ve bugünkü deve dişi kabilinden abilere, hem de koca koca üniversiteler bitirdikleri iddiasıyla ortalıkta gerdan kırarak dolaşanlara asla ve kat’a örnek teşkil etmeyeceğini bilerek.


Hani şimdilerde Katar savunuculuğunun paraya tahvilinin en kolay günleri ya, çıkıp bilmem kaç milyar m3 doğalgazları var, kişi başına 130.000 ABD Doları GSMH’ya sahipler gibi, at atabildiğin kadar kimsenin ölçemeyeceği miktarlar ile konuş… Ama bu zevat, Hollanda gibi canım Yurdumun yüzölçüm bazında 20 de biri olup, tarımsal ihracattan yıllık yaklaşık 150 milyar dolar gelir ettiğini söylemez, bilmezler mi domuz gibi bilirler ama işlerine gelmez…. Eeee be hocalarım, eyyyy çok bilmişlerim, Katar’a konulan ambargo ile 2 günde (yazı ile iki günde) inanılmaz bir gıda krizi yaşandığını biliyor musunuz, biliyorsunuz, dua etsinler hayvancılığı dibe vurmuş canım yurduma da, muhteremlere ilk etapta hava yolu ile 400 büyükbaş hayvan başta olmak üzere gıda malzemeleri gönderdiler de, gıda krizi geçici çözüldü… Tüm bunlar övendire ola bata diye beklenir ama nerde… Aaaa bunlar doğru değil mi diyorsunuz, açarsınız muvafık ya da muarız tüm matbuatı da, lütfeder bakarsınız…

Cumartesi, Haziran 17, 2017

GÜVEY - İÇ GÜVEYSİ – DAMAT


Güvey ya da Damat, her ikisi de çok eski dönemlerden itibaren kullanılan 2 sözcük olup, Güvey, eski Türkçe önceleri "Güdegü" bilahare de ses değişikliklerine uğrayarak "gövegü" haline gelmiş ve düğün sahibi ya da davet sahibi anlamında kullanılmıştır, damat ise yine benzer anlamlarda lakin "Farsça" kökenlidir. Güdegü sonraları gövegü; Türkçe lehçelerinin neredeyse tamamında yer almakta olup, bidayette, evlendiği kızın ailesinin hizmetini gören, ailenin hayvanlarını güden çoban anlamında kullanılmış olup, bilahare de mezkur  hizmetlerin unutularak ya da "içgüveysi" pozisyonuna devredilerek, sadece evlendiği kızın kocalığı manasına gelen bir statü olarak kalmıştır. Evlilik törenlerinin önem kazanması ile birlikte de, evlilik öncesi güveyi eğlen(dir)mesi, güveyi gezdirmesi, güveyi hamamı, güveyi tıraşı, güveyi yemeği, güveyi yumruklaması, gibi törensel ara aşamalar da zaman içinde ihdas olunmuştur.

İç güveysi; gelin evinin daha zengin olması nedeniyle damadın gelin evine gelmesi ya da getirilmesi biçiminde edinilen statü olup, birçok toplumda değişik biçimlerde görülebilen durumdur. İç güveysi konusunda çok çeşitli rivayetler vardır, kimsesiz kalmış fakir ama çalışkan tiplerin kız babaları tarafından feodal toplum örfüne uygun biçimde "güvey gelmesi" durumudur. Drahoma da bir çeşit iç güveysi uygulamasıdır, adeta statünün moda deyimle "özelleştirmeye" tabi tutulmuş halidir, Yahudi cemaati içinde çok yaygındır, diğer taraftan Hindistan’da da Hindular arasında yaygın bir uygulama olarak karşımıza çıkar. Bir filmde izlemiştim şimdilerde adına “iç güveysi” denilmeyen ama aslında tam da o olan bir pozisyondaki delikanlı, kişiliğini ve ruhunu fazlaca rahatsız etmeyen bir pozisyonda, deyim yerinde ise bir eli balda bir eli yağda, elini sallayınca adeta “tatlı cadı” maharetleri gösteren bir rolde hayatını idame ettiriyor, ama ne idame, bazen mezkur ailenin eblek çocukları yerine rol yapmak için ikame edilmiş de olabiliyorlar. Ancak öyle filmlerde olduğu gibi değildir bu fakir oğlan ya da kız ile zengin kız ya da oğlan hikayeleri, gerçekleşme ihtimali en az olan yöntem budur, Yeşilçam filmlerinin aksine. Ancak iç güveysi pozisyonu; tam da gerçek manada, kişiyi ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan iradesiz kılarmış ama olsun zaten Yüce Rabbim rab –ül alemin kulunu iradesini elinden alarak yaratmamış mı, evet yaratmış, eee o zaman ne keder ne gam… Varsın bu nokta itibari ile de irade sende olmasın, sen sahip olduğun, sahte de olsa itibar ya da güce bak… Ne demiş ulu Türk büyüğü Sülüman bey; “meseleleri mesele etmezseniz, mesele diye bir meseleniz olmaz”, vesselam. Gerçi bu durumu üzülecek bir durum diye nitelendiren bir grup çapsız, kişilikli delikanlı da vardır bu dünyada ama onlar bir avuçturlar esameleri mezkur zevat tarafından okunmaz… Ama diğer taraftan da halk arasında, “nasılsın” sorusuna ehhh işte manasında “iç güveysinden halliceyim” diye bir cevap varsa da, buradan iç güveyliğinin kötü bir şey olduğu zinhar çıkartılamaz… Diğer taraftan yerleşmiş anlayış gereği, sanki Allah vergisi imiş gibi, “gelinin” erkeğin evine gidecekmiş gibi kabul edilmesi ile başlayan iç güveysi pozisyonunu yerme ve hakir görme geleneğine siz asla ve kat’a inanmayın, ya ilk “gelin” vakasında güvey gelin’in evine gitse ve böyle bir gelenek başlasa idi, hiç gelinin evine giden güveye iç güveysi denir mi idi, ciddi bir tartışma konusu olurdu. Belki de “gelin gitme” deyimi yerine “güvey gitme” deyimi kullanılıyor olur ve iç güveysi tanımı olmaz ya da makul karşılanır olurdu… vs vs. Şimdi moda olan güveylik ise bunların bitamam terkibi olup, bir sürü delikanlının hayalini süslemektedir, yeter ki verilen rolü iyi anla ve uygula. Güvey olmanın yaratacağı kabalığı telafi etmek üzere canım yurdumun insanı "enişte" diye bir sözcük daha üretmiştir. Artık milli enişte mi ararsın, mühim enişte mi, büyük enişte mi, küçük enişte mi, seç seç al gariii... Toplumda kast sistemi varsa, bu kabil sıfatlar hiçte rahatsız edici olmaz, ancak, özgürlük, kişilik, demokrasi, çekirdek aile gibi kavramlar görece öne çıkıyorsa rahatsızlık başlar ve rahatsızlığın boyutuna binaen rahatsız olunan sıfatlar terk edilir, seve seve ya da sevmeye sevmeye…

Babamın bir değerlendirmesi vardı, gerçi bu konuyu mütekamilen kapsamaz ama önemli bir tespit ve değerlendirmedir bence. Çeşmelilik üstüne olunca hem fazlası ile komik hem de sosyolojik bir tespiti yansıtmaktadır. Çeşmelilik babama göre 3 çeşittir, "Yanaşma çeşmeliler", bunlar bir anlamda “iç güveysi” durumunda mütalaa edilecek tiplerdir, Çeşme’ye bir nedenle gelirler ve anlaştıkları bir Çeşmeli kız ile evlenirler ve buraya yerleşirler. Yanaşma Çeşmeliler, Çeşme’ye gelme konusunda irade sahibi değillerdir, tayin, askerlik ya da bir iş yapma adına gelirler ama yerleşme konusunda irade sahibidirler, çünkü burada kalmanın yolu çeşitlidir, istifa edersin, kalırsın, kendi işini kurar kalırsın vs vs... İrade gerekmektedir, netekim... Ancak tüm sahil kasabalarında yaşanan hikaye burada da öne çıkar, zamanında işe yaramaz, tarım yapılmaz diye tarlaların deniz kenarında kalanları kızlara verilir, içerlerde ve tarıma görece daha uygun yerler oğlan çocuklarına verilir... Enişteler artık içselleşmeye başlayan güveylerdir. Gerçi artık sahil yağmaları tamamlandığından bu da para etmemektedir ya, neyse... Sonradan olma Çeşmelilere; bunlar ise tamamen kendi iradeleri ile Çeşme’yi memleket tayin ederek buraya yerleşirler. Gerçek Çeşmeliler, bunlar ise “doğma-büyüme” buralıdırlar ve yazımızın konusunu hiç oluşturmayacak kesimdir.

İç güveysi ya da damat olmaktan ziyade, kime olunduğu önemlidir diyerek, günümüzü işgal eden güveylerle hiç ilgisi olmayan yazımızı sonlandıralım... İyi haftalar...

Pazartesi, Haziran 12, 2017

ÇEŞME HİKAYELERİ- 5 "SAAT SATINALAN ZENCİ"


Bir gün birkaç müşteri ile ilgilendiği bir anda her halinden çok acelesi olduğu ve üzerinde beyaz ve şu anda hangisi olduğunu hatırlayamadığı Yunanistan'a ait Ege Adalarından birinin haritası ve Yunanca yazılar yazan, tshirt bulunan, giysisine mütenasip görüntü içinde bir hayli gelişmiş vücudu ve kol kasları ile bir zenci girer, diğer müşterilerin cevaplarının arasına, hemen kendi merhabasını yerleştirir ve aceleci tavırlarını devam ettirerek bir saat almak istediğini söyler ve gösterilen birkaç saat içinden hiçte müşkülpesent davranmadan birini seçer, saati alır ve Hüsnü Karaman'ın Yunan Drahmisi cinsinden söylediği saat bedelini öder ve aceleci tavırlarını sürdürerek gider. Diğer müşterilerin de çıkmasını müteakip, Zenci müşterinin Yunan Drahmisi cinsinden bıraktığı  parayı sayan Hüsnü Karaman, bakar ki Zenci talep ettiğinden 1000 Drahmi fazla para bırakmış, hemen dükkanı kapatır, yola Zencinin peşine düşer ve Çarşıda ya da Meydanda olabilir mi diye sağa sola dikkatlice bakar ama adam yoktur ortalarda, tam o sırada kaleden bir grup zenci turist kafilesi çıkar, onlara da umutla bakar ve tek hatırladığı beyaz, üzerinde Yunanistan'a ait Ege Adası haritası ve Yunanca bir şeyler yazılı olan tshirt'tür ama ne yazık ki bu kabil bir muhterem yoktur aralarında...

Kısa ve hızlı bir durum değerlendirmesi neticesi, gitme ihtimali olan yerlere taksi ile gidilmesi büyük ihtimal olduğu için hemen Kale'nin yanında bulunan taksi durağına gider ve taksicilere adamın tarifini yapar, taksicilerden de, Ilıca Taksiden bir taksicinin Zenciyi götürdüğünü öğrenen Hüsnü Karaman, hemen telefonla Ilıca Taksiyi arar ve taksiciyi bulur ve taksiciden muhteremin Altınyunus Otele gittiğini öğrenir derhal bir araç temin eder ve otele gider, önce reception görevlilerine adamı tarif eder, görevliler hemen tanıdıklarını ancak otelde kalmadığından kaydının olmadığını söylerler, neyse sağa sola bakılır adam yok... Ancak muhterem oralarda bir yerlerdedir, peşine düşer... Tesadüfen, yine çocukluk arkadaşlarımızdan Uğur Özdil'e rastlar, yapılan kısa bir tanıtım sonunda, evet, Uğur da adamı tanımaktadır ve adamın otelde kalmadığını ve bir yat kaptanı olduğunu, Marina'da konaklayan Yunanlı birinin teknesinde çalıştığını, muhteremin ise birkaç saat önce Marinadan ayrıldığı öğrenir. Tekne ile edinilen bilgilere göre, tekne Sakız Adasına bağlı Koyun Adası Belediye Başkanının teknesidir ve mezkur muhterem de o yatın kaptanıdır.

Evet, görünen o ki, 1000 Drahmi artık iade edilemeyecektir. Aslında dönem itibari ile, yaklaşık 10 Amerikan Doları civarında olan paranın miktarsal olarak bir önemi yoktur, ancak iyi bir yurttaş ve esnaf olmak üzere, yetişmiş her insanın yapması gereken yapılmaktadır, Hüsnü Karaman tarafından. Bugün çok rahatlıkla ve üzerinde düşünülmeyecek kadar önemsiz bir miktardır ve iade etmek için herhangi bir ekstra çaba gösterilmesine değmeyecek durumdadır. Ancak, dönemin ruhuna uygun olan aile ve okul eğitim ve öğretiminden geçen ve bundan gerçek manada nemalanan insanların yapması gerektiği yapılacaktır ve yapılmalıdır da... Konunun en azından bu boyutu itibari ile, 1 memnun turist, 1000 turist demek olduğu şiarı ön plandadır. Peki; bugün için turist gelmesinin bir önemi var mıdır, gelmesi ve gelmemesi uğruna ne güneşler batırılıyor, varın siz düşünün gayri... Diğer taraftan, bu kabil bir parayı ve tutarı iade etmek için kaç insan bu çabaları gösterir, bilemiyorum...

Hayattır bu, nerede ve ne zaman neler öğrenileceği önceden kestirilemez... Yıllar sonra günlerden bir gün, muhtemelen de 2000 li yılların başı, Hüsnü Karaman'ın dükkan komşusu bir gümüşçü, Yunanlı bir müşterisinin beklentisini tam anlayabilmek için, Hüsnü Karaman'ı tercüman olarak yardıma çağırır... Yunanlı Müşterinin beklentisi öğrenilir ve karşılanır, alışveriş bitmiştir ve artık azıcık sohbet yapılacaktır. Yunanlı müşterinin, Yunanistan'ın Sakız Adasına bağlı Koyun Adasından olduğu öğrenilince, hemen çok yıllar önce yaşanılan ve yukarıda detayı verilen olay anlatılır... Yunanlı Müşteri, Belediye Başkanını iyi tanıdığını, Başkanın artık eski hayatını sürdüremediğini, bırakın yat'ı ve kat'ı olması durumunu, geçimini sürdürmekte bile sıkıntı çektiğini, söyler... Çünkü, mezkur Zenci Kaptan, Belediye Başkanının, tüm serveti sayılacak, para, pul ve ziynet eşyalarını çalar ve ortadan kaybolur. Başkan artık meteliksizdir.

Kıssa bu kadar, hisse nedir ve ne kadardır, adama göre değişir diyerek, yazıyı sonlandıralım... "Aydınlanma; kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir" diyen pozitivist felsefenin babası İmmanuel Kant'ın bir başka sözü, rol modelleri, Tatlıses, Avşar, Erbil ve Ilıcalı olanlara, gelsin, nokta... "Eğitimle kişilerde aydınlanmanın temelini atmak kolaydır; ne var ki genç insanları böyle düşünmeye erkenden alıştırmak gerekir. Buna karşın tüm bir dönemi aydınlatmak uzun bir zaman gerektirir; çünkü böyle bir eğitime engel olan ya da onu zorlaştıran bir sürü dış engel vardır."

Cuma, Haziran 02, 2017

ÇEŞME HİKAYELERİ; BİR TURİST, BİN TURİST


İsveçli turist; kapıdan içeri girdi, elindeki saati göstererek muhtemelen bakıma ihtiyaç olduğunu ya da bozuk olduğunu anlatmanın derdinde, dert edilen konu anlaşılıyor ama işlerin yoğunluğu nedeni ile ancak gün içinde 5 saate bakılabileceğini, dilinin döndüğünce anlatıyor Hüsnü Karaman, ancak bırakırsa ertesi gün gerekli işlemin yapılacağını da ilave ediyor. Sene 1979 dur ve Çeşme'nin şansı ve bahtı o yıllarda yabancı turistten yana bir hayli açık ve parlaktır. İş ahlakı ve etiği gereği, günde servis verilebilecek saat sayısı 5 olduğu içinde, eğer acele bakım talebi olursa da servis verilemeyeceği lisan-ı münasiple anlatılır müşteriye...Neyse saati bırakmak istemeyen adamcağız ayrılıp gidiyor, 15 dakika sonra Veli Usta (Karaman)  dükkana geliyor, aaa o da ne, elinde 15 dakika önce İsveçli turistin elindeki saat, şaşırıyor ne olmuşsa, muhtemelen de Hüsnü'nün abisinin orada mezkur turist ile karşılaşılıyor ve geliyor saat dükkana, yapılacak bir şey yoktur, bir şekilde gerekli işlem yapılacaktır. Saat dönem itibari ile bir hayli prestijli saat olan "Seiko5" ve artık arada baba Veli Usta vardır, behemehal gereği yerine getirilecektir. Sonuç itibari saat bakımının duayeni Veli Ustanın da bizzat yardımı ile bu serviste sorunsuz halledilir, müşteri İsveçli turiste teslim edilir, aynı zamanda diğer müşterilerinde işleri halledilmiştir.

Dönem itibari ile; gelen İsveçli turistler ya Ertan Oteli ya da Altın Yunus otelinde tatillerini geçirmektedirler. Ertan Ailesine ait Ertan Otelinin plajı ise, harika bir denizi olan "Ayayorgi" plajıdır ve Otelin servis aracı karşılıklı otel-plaj arası müşterileri taşımaktadır. Ayayorgi plajı, bugünde aynı güzelliğinde olmasına rağmen, artık eskisi gibi sıradan insanların da gidebildiği yer değildir, "beach club" cenneti olup sadece bu faaliyete yüklü miktarda para ayırabileceklerin cennetidir adeta... Mezkur dönemde, eğer ulaşım dertleri yok ise herkesin kolaylıkla gidebildiği yerdir, sadece büfeden temin edilen yiyecek ve içeceklere bedel ödenerek plajdan faydalanabiliyordu insanlar.

Evet, biz tekrar konumuza dönelim, saatini tamir ettiren İsveçli de plaja geldiği bir gün, eşyalarını kenarda bırakıp, denize girer ancak bilahare de saatin yerinde yeller estiğini görür, sorar soruşturur, bir sonuç alamaz. Çaresiz bir şekilde İsveçli turist Hüsnü Karaman'a gelir ve durumu detayları ile anlatır ama asıl detay araya halen İsveç'te yaşayan Ekrem Abimiz giren ve konu tam anlaşılır.

Ertesi gün saati çaldığı sonradan anlaşılan çocuk, ki Ertan Oteli adına Ayayorgi plajında çalışan birinin yakını olup misafiridir aynı zamanda, kordon ayarlatmak ya da basit bir başka işlem için Hüsnü Karaman'a gelir. Saate yakından bakan Hüsnü Karaman, saatin 2 gün önce elinden geçen ve bir gün önce de çalındığı ihbarı gelen saat olduğunu görünce, hemen halledemeyeceğini söyler, saati bırakır ise de, bir gün sonrasında sorunu çözebileceğini beyan eder. Ertesi gün saati getiren çocuk gelince de, polisin kendisine aktardığı bilgilere göre yaptığı kontrol sonucu saatin kayıp listesinde olduğunu tespit ettiğini, Ertan Otel'in müşterisi olan bir İsveçliye ait olduğunu ve hemen şahsın kendisine iade edilmesi gerektiğini, aksi takdirde emniyet ile sorun yaşanacağından saati veremeyeceğini söyler, çocuk hemen atılır ve kendisinin Ertan Otel plajında çalıştığını, zaten saati de Otelin plajında bulduğunu, Otelde kalan müşterinin adını verirse, hemen Otel resepsiyonuna bırakacağını ya da müşterinin kendisine iade edeceğini oldukça ikna edici ve inandırıcı bir biçimde aktarır. Gerek herkesi kendi gibi bilme gerekse de gençliğin verdiği tecrübesizlik ile çocuğa inanır saati teslim eder ancak makul bir süre sonra da Oteli aramayı da aramayı ihmal etmez, saatin teslim edilip edilmediğini kontrol eder, ne yazık ki iade edilmemiştir, bir vade sonra tekrar telefon eder ama iade edilmediğini anlayınca, kandırıldığını anlar, tam da o sırada, dönem itibari ile Çeşme-İzmir otobüsleri çarşı içinden geçmektedir, bakar ki otobüs geliyor, hemen girer tek tek yolcuları gözden geçirir ve olayın kahramanı (faili) yoktur ve sonraki otobüs 1 saat sonra olduğundan 1 saat vakti vardır ve çocuğu bu süre içinde bulmalıdır. Hemen Çarşı ve Meydan hızlı kolaçan edilir ama yoktur çocuk... Son çare çalıştığını söylediği yer olan "Ayayorgi plajıdır" bakılması gereken yer ve oraya gidilecektir. Artık konu bir anlamda da, kandırılmış olmanın verdiği duygu ile inat meselesi olmuştur. Bulunan ilk araç ile hemen plaja gidilir, daha içeriye adımını atar atmaz, saati çalan çocuğun arkadaşı Hüsnü Karaman'a bağırıp çağırmaya başlar. Bu arada bağırma çağırma seslerini duyup hemen dışarıya çıkan Otelin sahiplerinden Kaya Ertan, Hüsnü Karaman'ı görünce çocukları azarlar ve gönderir... Hüsnü, Kaya Ertan'a durumu detayları ile anlatır, bilahare Kaya Ertan çocukları çağırır ve saati derhal kendisine teslim etmelerini söyler ve saati alır. Hüsnü'ye sarf ettiği çabalar için teşekkür eder ve gereğini yerine getireceğini, merak etmemesi gerektiğini söyler. Ne yazık ki o sabah, tatil dönemi sona eren İsveçli turist artık memleketine dönmüştür ve yapılacak bir şey kalmadığı söylenir Otele ziyarete giden Hüsnü'ye, tam o sırada konuya kulak misafiri olan Otelin diğer sahibi Nuri Ertan, Hüsnü'ye bu hüsnüniyeti için teşekkür eder, kendisinin Eylül Ayı sonunda İsveç'e gideceğini, mezkur İsveçliyi ziyaret edip, saatini iade edeceğini söyler. Nuri Ertan söylediği tarihte İsveç'e gider, saat artık sahibine iade edilmiştir. Hüsnü Karaman, artık çok mutludur ve memnundur, hem çabaları boşa gitmemiş, hem ahlak ve erdem sahibi olmanın gereği yerine getirilmiş, hem de taaa çocukluğundan beri öğretilen değerlere uygun davranmıştır. Şüphesiz bu davranışın "bir turist, bin turist" hipotezini ispata yetip yetmediğini ölçmek mümkün değildir ama öğrenilmişliğin hayata geçirilmiş olmasıdır esas mutluluk veren...

İsveçli turist Hüsnü Karaman'a sürekli olarak her yılbaşında üstünde İsveççe "tusen tack" (bin teşekkür) yazan kart gönderir. Ancak son yıllarda kesilmiştir, kart göndermeler...

Kimse sormasın gayri, neden polis yoktur bu öykünün hiç bir yerinde... Satır aralarında anlaşılacaktır umarım, bu olmamanın gerekçesi...