Gazeteci,
araştırmacı yazar ve şair Yaşar Aksoy’un “Bizim Köy Balıklıova” adını
verdiği çok önemli ve enteresan hatıralarının yer aldığı kitabını okuyorum. Müthiş
hatıralar birikmiş Balıklıova’lı yıllarda, büyük bir keyifle okuyoruz. Bu
kitapta yer alan, günümüze ışık tutan hatta iddialı olacak ama kesinlikle
söyleyebilirim ki güne rehberlik edebilecek kişi ve hatıralar var ve ben
bunları yeri geldikçe yazmak istiyorum. 12 Eylül öncesinde, uluslararası
mahfillerinin yerli mümessilleri eli kanlı katillerce, darbe havuzuna su
taşımak maksadı ile yürütülen şiddet ve terör ve iç savaş ortamı ihdası
çerçevesinde, katledilen Manisalı Eczacı ve Demokrat Ege gazetesi yazarı Neşe
Gülersoy ve Balıklıova yerlisi Köy Enstitülü “Dede” lakaplı Hayrettin Karademir
ve ortak yazdıkları kitap “Topal” ile yazarların hayatlarından kesitler ve de
bence en önemlisi Nazım Hikmet’in manevi oğlu ve Moskova günlerinde
sekreterliğini yapmış büyük ve değerli yazar ve Türkolog Radiy Fiş’in “Ben de
halimce Beddeddinem” adlı kitabının yazılması serüveninin Balıklıova ayağının
aktarılması, müthiş hatıralar ve dahası ve detayları… Evet, bu detayları daha
sonraki yazılarıma bırakarak ilerlemek istiyorum. Radiy Fiş’in mezkûr kitabını
yıllar önce okumuştum ve kısa kısa notlar almışım, yazarın tespit ve değerlendirmeleri
çerçevesinde, aktarımlarda bulunmak ya da değerlendirmeler yapmak adına. Şeyh
Bedreddin üzerine “bende kendimce” Ernst Werner’den, Franz Babinger’e oradan
İsmet Zeki Eyüpoğlu’na oradan kendi kaleminden “Varidat”a kadar daha birçok
kitap okudum lakin bence en etkili ve anlamlı değerlendirme Radiy Fiş’in yazmış
olduğu “Ben de halimce Beddeddinem” adlı kitapta verilmiştir. Bu
değerlendirmenin ne kadar haklı olduğunu Yaşar Aksoy’un daha sonra detaylı
değineceğim anılarından da anlamaktayım açıkçası… Kitap yazarken neler
değerlendirilmeli, yazım planı nasıl yapılmalı ve de hepsinden önemlisi yazacaklarının
hayattaki aritmetik, fizik ve sosyal karşılıklarının neler olabileceğini, mezkûr
anılardaki “eşek hikayesinden” sonra bir kez daha çarpıcı bir şekilde anladım. Önemli
ve büyük yazar nasıl olunabiliyor bir kez daha tedris edilmiş oluyor…
Şimdi kısa kısa; bir tarafı ile Şeyh Bedreddin ve müritleri ve yoluna ölüme gittikleri hayat ilke ve değerlendirmeleri ve yol tespitleri ile taktik ve stratejilerinin mezkûr kitapta nasıl ele alındığına değinelim.
“Nice
çok yaşasan da işin sonu ölümdür
Korka
durun ölümden cümle doğan ölmüştür
Dizelerini
yinelemeyi pek severdi Abdülselam Kardeş. Hakikat yolunda ölmekse, en kutlu
kişilere nasip olan bir mutluluktu. Ve Satı’nın yüreği bir kez daha Bedreddin’e
ve yoldaşlarına duyduğu gönülborcuyla dolup taştı, ömrünün şu son günlerinde
ona bu olanağı verdikleri için.
Karaburun
-ya da Rumca adıyla Stilyarios- dendiği zaman anlaşılan, İzmir Körfezinin
girişindeki burunla burada kurulmuş kasaba değildi yalnızca, bütün bu çevrenin
ortak adıydı Karaburun. Üç yanından denizle, bir yanından da dağlarla
sınırlanan bu bölgeye, ancak gür ormanlarla kaplı daracık dağ boğazlarından
ulaşılabilirdi. Şeyhoğlu Satı bölgeye geldiğinde hem kasaba, hem de kıyılardaki
Rum köylerinden yamaçlardaki Türk köylerine kadar bütün köyler Dede Sultan’ın
adamlarının elinde bulunuyordu. Bölgede ne kadar mültezim, muhafız, korucu,
kolcu, bey adamı, Osmanlı askeri varsa tümü kovulmuş, dağ geçitleri sıkı sıkı
tahkim edilmişti. Kaldırılan ürünler dağlardaki mağaralarda oluşturulan ortak
depolarda korunuyordu. Ellerindeki silahları da bu mağaralara depolamışlardı.
Hayvanlar ortaklaşa sürülüyor, her köyün kadınları toplanıp bütün sürüden
sağdıkları sütle hep birlikte yoğurt, peynir, yağ yapıyor, bölüşüyorlardı.
Avlanan balıklar, herkese dağıtılıyordu.
Bütün
köylerde ve kasabanın her mahallesinde önemli sorunları karar bağlamak üzere
kurullar oluşturulmuştu. Seçimle işbaşına gelen bu kurullar adına Karaburun’u
başlarında Abdülselam’ın bulunduğu üç kişi yönetiyordu. Bu üç kişi herhangi bir
konuda uyuşamazlarsa, gerek en yaşlıları, gerekse öğretmene en yakınları olduğu
için, son söz Abdülselam’ındı.”
Neymiş mesele, insanları görece daha paylaşımcı daha toplumcu daha ortaklaşmacı yaşatmanın yollarının aranması sürecinde daha adil ve daha insan olabilmenin yolunun tayini imiş. Bu uğurda istenmeyen ilan edilenlerin “bölge dışına kovulması-çıkarılması” ile sorun aşılabiliyor… Ama daha sonra göreceğimiz üzere Osmanlı’ya karşı savaşı kaybetmelerinin akabinde kendilerine reva görülen muamelenin acımasızlığı, şiddeti ve vahşeti karşısında ne kadar da insani kalmış olmaları…
“ - Vakt irişti!
Gayrı
dağlarda gizlenmek yoktu, gayrı bendinden boşalmış bir sel gibi aşağılara
inmenin vaktiydi. Bütün topraklara el konulacaktı, Karaburun örneğinde olduğu
gibi, tarlalar, meralar, korular, bağlar, bahçeler, bütün zenginlikler,
kadınlar dışında, herkesin ortak varlığı olacaktı. Bir de şunu ekledi Satı; Her
köy, temsillerini seçmeliydi; yalnız bu işi yaparken aklın yaşta değil başta
olduğu unutulmamalıydı. Gelip Karaburun’da olup bitenleri bir görsünlerdi bu
temsilciler; çünkü bir kez görmek, bin kez duymaktan daha etkileyiciydi.”
“Sultanın
egemenliğini pekiştirmeye hizmet edecek bir adaletle, Bedreddin’in anladığı
adalet arasında dağlar kadar fark vardı. Sultanın amacı, kırılması, paramparça
edilmesi gereken tekerleği onarmaktı”
Evet, tekerlek onarılacaktı. Lakin önce “allahsızlara ölüm” naraları ile önerilen yeni nizam öncüleri tenkil edilmeli idi… Yeni nizam öncüleri yenilmişlerdi…
“Daha düne kadar bir kardeş sofrası olan bütün bu yerler, şimdi Osmanlı müfrezeleri tarafından beylere ve sultanın sadık kullarına dağıtılıyordu. Köyler, yakılmış, yıkılmıştı. Ne bir çocuk sesi, ne bir horoz ötüşü ve ne de bir köpek havlaması… Çatıdan kopmuş tahtaları sallayan, saman tozlarını bir burkaç gibi ıssız yollarda sarmallayan rüzgarlar ve hafif bir yanık kokusundan başka bir şey yok.
Timur,
başka halkların üzerine saldırıyor, yabancı ülkeleri yağmalıyordu. Bunlarsa
kendi ülkelerine, kendi halklarının üzerine saldırmışlardı. Yolları üzerinde
bir canlı varlık bırakmamacasına… Bu toprakların tanık olduğu güzellikleri bir
kan denizinde boğmak, yangınlarla küle çevirmek istercesine…”
Evet, Radiy Fiş, 430 sayfalık son derece yalın, anlaşılabilir hızlı okunabilir bir kitap yazmış, güzel Türkçemizi ünlü bir Türkolog vasfı ile mütenasip taçlandırmış adeta…
Peki;
yaşananlar yaşanmışlıkları ile kaldılar mı, nerede, canım yurdum uyduruk
iddialara dayalı bu talanlardan ve tenkillerden, pek çok kez daha gördü bu
zulmü ve bu vahşeti…