Cumartesi, Kasım 23, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–2


Sınırlar arasında program kuşağı kapsamında “Türkmenistan’ın altın asrı” adı ile bir program yaparak yağdanlık oluşturan bir ünlü gazetecimiz var, Banu Avar; bir sürü ihtiyaç malzeme ve servisi sayıyor ve bunların hepsinin bedava olduğu bir ülke var mı diye soruyor ve hemen cevaplıyor “evet var”, işte sizi böyle bir ülkeye götürüyorum diye söze başladığı programın bir yerinde, 1993 te ekmek bulamayan Türkmenistan 2008 de buğday ihraç ediyor demesin mi, bu arkadaşımıza göre sanki Türkmenler önceleri buğday üretmiyorlar ve ekmek yemiyorlardı, bu ne saflık allahaşkına, koskoca Karakum Çölüne göl yapılıyor diyor, tabii Stalin döneminde gerçekleştirilen, bu göllere su taşıyan, Özbekistan sınırındaki Amuderya nehrinden alınan bir kol ile oluşturulan yaklaşık 700 km lik yapay nehri ya da kanalı es geçiyor, tabii ki bilerek, maksat yağ olsun, Rusya bunların doğalgazını eskiden gasp ediyordu deniliyor ya da ona getirilmeye çalışılıyor ama şimdi bağımsızlar yine oraya satıyorlar acep neden diye soran yok, 600 sene devletimiz olmadı biz uyuduk, uyutulduk, sömürüldük diyor bir yetkili ve Banucum atlıyor üstüne hemen,  Sovyetler olmasaymış Afganistan’dan farklı olacakmış sanki de, ama ne gam yağa devam, ne diyor diktatörü takdiminde; şair, yazar, edebiyatçı, mühendis Türkmenbaşı, Sovyetlerin dağıldığında en yoksullarından ve yokluklar ülkesiydi diyerek diktatörün bu gelişmeler sayesinde siyasi totaliretisini olumluyor, hele Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına benzetmiyor mu, bunları bu haliyle yayınlayarak TRT de niye iyi bir kadroda programcı olduğunun adeta izahatını veriyor, bir yerde bazı insanlarla röportaj yapıyor özellikle emeklileri kastederek “onlar emekli maaşları ile rahat geçiniyorlar” demedi mi geberdim kahrımdan, batılıların politik haklar ve özgürlükler konusunda “kötülerin en kötüsü” diye nitelendirilen bir ülke olmuş olması Banu kardeşimizi hiç rahatsız etmiyor tabii ki.. Çileli bir yaşamdan derlenmiş diye nitelendirdiği “Ruhname” adlı, Türkmenbaşı’nın yazdığı kitap için güzellemeler yazan Banu Avar, Türkmenistan’ı öyle bir anlatıyor ki, bilmeyenler için sanki bir cennet, bir özgürlükler ülkesi…

Oysa dün büyük hayranlık beslediğini bildiğimiz Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer “Türkmenistan’a gitmem çünkü orası bir diktatörlüktür” dediğinde bu sözü de önemsediğini tebarüz ettiriyordu bulunduğu kanallardan…

Banu Avar en azından bu yaptığı program ile yanlış işaret fişeği olma görevini yerine getirmiş gibi görünüyor… Haydi, şimdi bizde oraları iyi bilenlerden biri olarak bakalım, nasıl bir ülkenin bize sunulduğunu ya da sunulanın doğru olup olmadığını anlamaya çalışalım…

Gurbanguly Berdymuhammedov; internete de düşmüş bir toplantıda, Türkiye’den gelen inşaat firmaları üstünden canım yurduma ciddi ciddi salvolar sallamakta iken, birden arkasındaki bakanlara dönerek, “burada aranızdan birileri sigara içmiş, kim olduğunu bulacağım, duydunuz mu beni” deyip elindeki sopayı büyük bir hınçla sallıyor ama tüm en önemli zevat yani koca koca bakanlar, deyim yerindeyse süt dökmüş kedi gibiler… İşte mezkûr gazetecinin bize allayıp pulladığı ülkenin Başkanının tavrı ve bakanlarının süt dökmüş hali, tam bir tek adam tiplemesi… Türkmenistan; çok abuk yasakların uygulandığı ülkedir tüm benzer ülkeler gibi, mesela 35 yaşın altındaki kadınların yalnız yurt dışına çıkmaları yasaktır, bu yasak ancak büyük rüşvetlerle aşılmaktadır ama sorsanız zinhar böyle bir yasak söz konusu değildir. Bakın yazılı olmayan bizzat yaşadığım bir ince yasak olayını ve tepkilerini anlatayım size, ülkeye girmeden önce pasaportumu yeni değiştirmiş ve pasaporta yapıştırılan fotoğrafta top sakalım bulunmaktaydı ancak ülkeye gidince top sakalın yasak olduğunu öğrenmiş ve hemen kesmiş idim, birkaç gün sonra ofise 2 polis geldi ve çalışma ve oturma izinlerim ile ilgili bir çalışma yapacaklardı, pasaporta bakınca sakalımı neden kestiğimi sordular bende yasak olduğunu duyduğumdan ötürü kestiğimi söyleyince, nasıl sinirlendiklerini ve böyle bir yasağın zinhar olmadığını, buranın özgür bir ülke olduğunu bir hayli sinirli ve yüksek sesle söylemiş ve gitmişlerdi.

Yöneticilerin kolayca zenginleştiği gerçekte halkın fakir olduğu Türkmenistan, genç insanların büyük ölçüde ayrılmak istedikleri bir ülkedir ne yazık ki, Rusları pek sevmezler ya da öyle gösterirler ama başları sıkışınca da başvurdukları yegâne ülkedir Rusya… Rivayet odur ki; 2 asker silahları ile birlikte askerden firar ederler, uzun takipler sonunda başkent Aşkabat yakınlarında inşaatı devam eden bir bina içinde bulundukları ihbarı üstüne, bina sarılır ama yaklaşık 1 haftalık çatışma ve bekleme sonunda hala askerler yakalanamaz, bakıyorlar ki olmuyor, Rusya’dan özel bir uçakla özel bir ekip getirtilir, 15 dakika sonra sorun çözülür… Ama bu konu kime sorulursa sorulsun, sus pus…

İşletmelerin genel olarak “kerhane”, silahın genel olarak “.arak” diye adlandırıldığı ülkede (Türkmenistanın kerhanesi ya da Türkmenistan. araklı kuvvetleri gibi),  erkekler 62 kadınlar 56 yaşında emekli olabiliyor, görüldüğü üzere öykünülen kapitalist batı gibi, ortalama ömürler de dikkate alındığında mezarda emeklilik bu ülkede de mukadderat, dolayısıyla mezkur sistem insanları iyi bir işleri olduğu dönemde, emekliliklerini de düşünerek daha iyi birer iş bitirici yapmaktadır. İş bitirici olamayan ama son derece vefakâr ve cefakâr bu güzel Türkmen kardeşlerimizin de sabırlarına olan hayranlığımızı tıpkı bizimkilere olduğu gibi bir kez daha belirtmemde fayda vardır.

Şimdi Banu kardeşimizin “onlar emekli maaşları ile rahat geçiniyorlar” takdiminin doğru olmadığını bilmediğini düşünüyor olmanın bir zul olmasından ötürü itirazımı baştan belirtmeliyim. Çalışanlardan çalıştıkları dönemde, özellikle de yabancı firmaların kadrolarında çalışanlardan %20 lere varan ciddi ciddi emeklilik kesintisi yapılmasına rağmen, emeklilik döneminde alabilecekleri emeklilik maaşı ne yazık ki 70 ABD Dolarını aşamamaktadır, kısacası anlayacağınız altı var üstü yok, öyle kimse işkembe-i kübradan sallamasın… Ve bu ülkede ne yazık ki tablo bu iken başkent Aşkabat’ı “ak şehir” yapacağım diye yola çıkıp, gerekli olup olmadığına bakmaksızın baştanbaşa beyaz mermer kaplı bir şehir yaratıp, gerisinin önemli olmayacağı yorumuyla, ülkenin tüm geliri nerdeyse buralarda harcanmaktadır, ama Banu kardeşimizin kullandığı gözlük ancak bu kadar gösteriyor. Gerçi bu yazının konusunu Banu hanımın program eleştirisi oluşturmayacak, bu ülkenin canım yurdum ile benzeşen yönlerinin tespiti ana fikirdir. Bir önceki yazımda da bahsettiğim üzere, kızlı-erkekli yaşam üstüne iz takip ettiğimiz sarih olup, emeklilik içinde rakamsal farklılıklar olmakla birlikte satınalma güç ve pariteleri açısından durumun çok farklı olmadığı da ortadadır. Tüm dünyada olduğu üzere bu ve benzer gerçeklere rağmen diktatörlerin çılgın proje paranoyalarının kurbanı olmaktadır bu güzelim ülkeler, ama ne gam, ne keder… Zaten şeffaflığın, denetimsizliğin artmasına ters orantılı bir sonuç doğmaktadır, refah ve sosyal-kültürel gelişmeler açısından, yaşamın dinamiği görmek isteyenlere bunu çok açık bir biçimde sunmaktadır. Sonuçta ileri demokrasi ile yönetilen bir ülke der isek herkes meramımızı anlayacaktır, benzerlikler açısından. Bu tür benzerlikleri küçüklü büyüklü anlatmaya devam edeceğim, durmak yok…

 

Cumartesi, Kasım 16, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–1


Geçenlerde gazetelerden birinde okuduğum bir haber vardı ve anlayabildiğim kadarı ile de “Türkmenistan’da kadınlar artık restoranlarda kadın kadına içki içemeyecek” şeklinde idi, sıradan küçük bir haber gibi durmaktaydı. Mezkûr ülkede bir dönem çalışmış biri olarak kesinlikle yadırgamadım, çalışma ve sonraki seyahatlerim süresince sürekli yeni bir şeyler uydurulup toplumun zapt-ı raptının dozajının arttırıldığına tanık oldum. Gerçi, Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) 2003 verilerine göre 1 yıl içerisinde kişi başına tüketilen alkol miktarı İsviçre’de 11 lt, İngiltere’de 12 lt iken Türkmenistan’da 1,2 ve Türkiye’de 1,4 lt gibi ciddi kaygılar uyandırmayacak boyuttadır, ama dert o değil ki, amaç toplumun zapt-ı raptı adına her başlık sonuna kadar kullanılacak ve zorlanacaktır, durmak yok yola devam…

Şimdi birileri çıkar da, ne var bunda son derece masumane bir durum, biz beğenmiyor olsak ta bir ülkede hayat üzerine bir tasarruf oluşturulmuş ve uygulamaya konulmuş, diyebilir… Bilemiyorum, belki öyle belki değil, ama ben canım yurdum ile bazı benzerlikleri, bazı kesişmeleri görünce bir not düşülsün istedim… Acaba Türkiye de Türkmenistanlaşıyor mu? Herkes muasır medeniyet batıdadır diye düşünürken…

Türkmenistan’da da tıpkı bizdeki gibi hayatın doğal akışına uygun olmayan, hayatla uyuşmayan ve sosyal yaşamı gerileten kararların her gün uygulamaya konuluyor olması hiçbir zaman için sürpriz olmaz ve kimse de tepki göstermez, neden böyle oluyor gibisinden… Her türlü yasağın en abuk haliyle bile karşılaşsanız itiraz etmeyeceksiniz ya da şaşırmayacaksınız, örneğin bu ülkede açık alanda sigara içilmesi yasak ama kapalı alanda içilmesi serbesttir. (Çilim çekmek gadagan). “Yaşulu” diye adlandırılan Devlet Başkanının geçtiği yollarda evlerin kaçıncı kat olursa olsun yola bakan pencerelerin geçiş saati öncesi açılması yasaktır vs. vs.

Türkmenistan’ın doğalgazdan sonra en önemli ekonomik faaliyeti inşaat işleridir, çok şükür orada da 2 dönemdir bulunan yürütmenin başı olan muhterem zatlar, her 2 si de inşaat işlerinden çok iyi anlarlar ve bu faaliyetleri tek başlarına üstlenir ve yürütürler, bakanlar ve kurumların başlarında bulunan zevat yürütme açısından bir önem arz etmez, bakanlar kurulu toplantılarında ilgili zatların çocuk gibi azarlanmalarına rağmen, istifa ya da işten ayrılma ya da küsüp ben oynamıyorum deme şansları yoktur, hemen hemen hepsinin sonu işten alınmak/atılmak ve sonunda da kamuda çalışan herkesin yolu medrese-i yusufiye, onların deyişiyle “türme”… Orada da önemli zevat başkalarına yedirilmez ancak kendisi kolayca yer… Bugün Bakan olan yarın bakanlıkta işçi olarak karşınıza çıkabilir rahatlıkla, bu durumu da kimse yadırgamaz. Yaşuli ya da yaşulu diye anılan Devlet Başkanı (President) toplamış tüm Bakanları güncel konular tartışılıyor, koca koca adamlar, hani sürekli karşınıza Bakan diye çıkan zevat var ya, her birinin elinde ajanda toplantı süresince “aman bir kelime atlamayayım” korkusu ya da edası içinde pasa kalem ayakta olmak üzere tıpkı ilkokul çocukları gibi not alırlar, sorulabileceği ve tekrarlanamayacağı korkusu ile kelimesi kelimesine alınır bu notlar… Karayollarının nereden geçmesi gerekiyor, köprü ya da viadük mü yapılacak bir nehre, konut ya da işletme binalarımı yapılacak, fabrikalar mı yapılacak, enerji santralleri mi yapılacak, hastane mi yapılacak, hastaneye hangi tedavi amaçlı makineler alınacak, hangi TV kanalları seyredilecek, nereye akaryakıt istasyonu yapılacak, binaların kaplamaları kaç cm kalınlığında ve nereden getirilecek mermerle ile kaplanacak, nereye havuz yapılacak, nereye fıskiye yapılacak, parklar nerede ve nasıl olacak, havaalanı inşaatı nerede ve nasıl olacak, nereye hangi tür ağaç dikilecek, Türkmen ne yemeli ne içmeli, Türkmen kaç çocuk yapmalı, Türkmen nasıl yaşamalı vb. hepsinin kararı yürütmenin başı “Yaşulu” (President) tarafından kararlaştırılır, sakın yanlış anlaşılmaya, ben bunları eleştiri olsun diye değil, çünkü bu eleştiriye değer bir konu olamaz maazallah eleştiriye ayıp olur, sadece bir durum tespiti adına yazıyorum. Diyelim bir idare ile sözleşme imzaladınız, bu sözleşmenin geçerli olması için “yaşulu” (President) onayı gerekmektedir, aksi takdirde geçerli değildir, peki “Yaşulu” (president) onayı aldınız işe başladınız, sonra birden mermer beğenilmedi, oraya konulan buzdolabı beğenilmedi, binanın önüne konulan bayrak sayısı sözleşmede olmasına rağmen yürütmenin başı tarafından eksik bulundu, bina tüm projeleri onaylı olmasına rağmen beğenilmedi, yandı gülüm keten helva, haydi her şey baştan bedeli mi o nu da siz düşünün… Eeeeeeee tabii ki “Hörmetli President”imiz her konuda bir bilge düzeyinde karar verebilen bilgi donanımına haiz ya, sözleşmeye ne gerek her adımda kendisi görür, değiştir der, kendisi fikir değiştirir haber gönderir vs vs, fetva hazır “gatı gowvu bolmalı”… Bu konularla ilgili olmak üzere birkaç kez daha yazma planım olduğundan şimdilik bunlarla iktifa ediyor, bizde de çok güncel ve sıcak olan bir konu üstünden benzemeye çalışma çabalarımızı sizlerle paylaşmak istiyorum… Benzeme olup olmadığı tespiti ise keyiflerinize kalmıştır şüphesiz, evet çok benziyor ya da hadi ya hiç benzemiyor diyebilirsiniz, darılmam ve üzülmem…

Doğru olup olmadığı kolay teyit edilemeyecek olsa da uluslararası kuruluşlarca yapılan çalışmalar neticesinde, işsizliğinin %60 lar civarında olduğu, “istihdam” sıralamasında ise dünya çapında sondan 2. olduğu anlaşılmakta olup, çalışanların yarısının polis ve asker diğer yarısının da onlara bilgi aktardığı, ciddi yanıltıcı sonuçlar yayınlanmasına rağmen toplam gelirin % 8i tarımsal üretiminden (pamuk-buğday) geri kalanının sadece doğalgaz ve petrol ürünlerinden oluştuğu tevatür edilen mezkûr ülke, özellikle Türkmenbaşı (Saparmurat Niyazov) döneminden sonra, hayatın bu kabil ciddi ve önemli sayılabilecek sıkıntıları dururken, dikkatler yabancıların Türkmenistan kızları ile birliktelikleri konusuna yoğunlaşmış ve adeta sadece ve sadece bu önemliymiş gibi, yürütme taa yukarıdan aşağıya bu işlerle iştigal eder duruma getirilmiştir. Varsa yoksa evlerde kızlı erkekli yaşam var mı yok mu takibi, soruşturulması ve kovuşturulması… Hem de başşehrinin adı Aşkabat olacak hem de bu konuda büyük bir yüksünlük içinde çırpınacaksınız, adama derler, dalga mı geçiyorsunuz diye. Bilindiği üzere Aşkabat; aşk ve abat sözcüklerinden oluşur ki abat şehir anlamında kullanılır yani sonuçta aşk şehridir… Türkmenbaşı (Saparmurat Niyazov) döneminde kendisine sürekli anlatılan ve Türkmenistan kızlarının yabancı erkeklerle olan birlikteliklerinden ya da beraberliklerinden yakınılan konu ile ilgili fetva vermesi istenince, “dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek köpek peşine takılmaz” diyerek konuyu büyük ölçüde hafifletmiş ancak ölümü ile birlikte yerine gelen Gurbanguly BerdyMuhammedov, abuk subuk davranışların gösterilmesine ön ayak olan fetvasını vermiştir, artık herkesin görevi ya bu durumu ihbar etmek, ya yakalamak olmuştur. Konu ekmek parası kazanmaya gelmiş, turist olarak bu ülkeye gitmek neredeyse olanaksızdır kaldı ki turistin ne işi olur burada o da ayrı konu ya, ancak buradaki güzel kızların duygulu ve samimi duruşları karşısında da gerek evlenmek üzere gerekse de birlikte yaşamak üzere karar veren ve görece iyi geliri olan yabancılar olunca, konu ile ilgili kanun uygulayıcılarına da gün doğmuştur artık… Sonuçlar ise, ya büyük ölçüde rüşvetlerle konunun üstü örtülmekte ya da uygulayıcıların kabul edebileceği kadar rüşvet verilmesine rıza gösterilmediği anlarda da, 15 günlük hapis, para cezası ve sınır dışı edilme şeklinde tezahür etmektedir. Yabancıların da ağırlıkla Türkiye’den gidenler olduğu göz önüne alındığında, doğal olarak artık polisin ve ispiyonların gözü bizim topraklardan gidenlere çevrilmektedir.

Türkiye’den gidenlere o kadar kötü muamele ederler ki, bu kötü muameleyi tüm Türkiye polisi başta olmak üzere tüm devlet büyüklerimiz bilir ama kör-sağır numarasına yatarlar, bu konuda konuştuğum, konuyu bilen ve özelliklede mütekabiliyet konusu üstüne tefekkür eden her polis ne yapılması konusunda fikir beyan eder ama siyasi otorite suspustur, sınırdışı etme (deport) işlemi o kadar yaygın ve yoğundur ki, nerdeyse 1.000 yıl önce bu topraklardan ayrılan ataları gibi gruplar halinde göç etmektedirler.

“Dünyanın her yanına kargo taşıyoruz” diye övünen DHL’in bile çalışma izninin iptal edildiği bu ülkeye, öykünerek ne kadar benzedik ya da benzeme niyet ve kararımız var, etrafınıza şöyle bir göz atarak karar verin bakalım.

Pazar, Kasım 10, 2013

GALATASARAY DEĞERLERİ


TV kanallarında kimsenin sayısını bilmediği spor programlarının değerleri sadece kendilerinden menkul yorumcularının neredeyse tamamı, başta da Şansal Büyüka, Ahmet Çakar, Sinan Engin, Rıdvan Dilmen gibi en abukları olmak üzere, Galatasaray’ın teknik direktörünün işine son verilmesi üzerine açtılar ağızlarını yumdular gözlerini, hepsi farklı taraflarından bakarak yorum yaptı iseler de hepsinin birleştiği nokta; “efendim bu hareket Galatasaray değerlerine uygun düşmedi”. Yani bunları tanımayan birileri izliyor olsa, kesin her biri için “derin Galatasaray uzmanı” derler hatta derin feylesof, derin ulema, derin hoca bile diyebilirler, oysa biraz izleseler kararları hemen “bildikleri yanıldıklarına yetmiyor”a evrilecektir, çünkü bilgilerinin sığlıkları, çapsızlıkları karşıdan hemen sırıtmaya başlıyor bu zevatın ama ne gam…

Fatih Terim nasıl olurmuş ta “eleman” olurmuş, tabii ki bu çocuklar ilkokulu bile torpille bitirmişler, ortaokulu ise nasıl bitirdikleri hala belirlenemeyen, sonra artık önemi kalmaması itibariyle de gerisi gelmiş olduğundan, bu sözcüğün bile anlamını bilebilecek bilgilere haiz olamadıklarından, bildiklerini zannettikleri ile ancak evlerinin ve ceplerinin yolunu bulmaya yarayabilecek kişiler ta başından itibaren, her neden olduğu pek bilinmiyor gibi zannedilse de dedikodusu kulaktan kulağa yayıldığından akla uygun bir durumu olan izaha dayalı bilinen konuda kayıtsız şartsız diretiyorlar… Yahu bu adamlar anlaşılmaz (ama tahmin edilebilen) bir biçimde Terim’ci olmuşlar, ısrarla ve koro halinde “madem Fatih Terim’i getiriyorsunuz, kulübün anahtarlarını ona vereceksiniz” teranesini tekrarlar dururlar, bunlara göre “eleman” kelimesi o kadar kötüdür ki, duyduklarında zührevi hastalıktan söz ediliyormuşçasına bir hal almaktadır yüzleri, ısrarla sarfedilen cümleye göre ortaya çıkan anlama bakıp konuşmak gerekiri bile göz ardı ederek, bu sözcükten anladıkları anlayabilmeleri ile sınırlı olunca yapılacak bir şey kalmıyor…

Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamıştır, eee tabii ki, bunlar gücü yaratıp güce tapan cinsinden olan Şansal Büyüka, Sinan Engin ve Rıdvan Dilmen gibiler ise söyleyemezler ve ilaveten mezkûr gazeteci de başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Tabii ki yazının başında belirtilen zevat başta olmak üzere tüm benzerleri için, “bunu da çek” Galatasaray değeri oluyor ve herkes yine hep beraber susuyor… Yuh olsun size be yuhhhhhhh… Hala yaşanan bu kötü olayın üstünden bu kadar zaman geçmesine karşın, bakıyorum da bazı Terimci kalemşörler ve kelamşörler, ki bunlar ciddi biçimde suyun başını tutmuş durumdalar, lafı eğip bükmekle, kelimeleri durumu kılıfına uydurma noktasında sündürmekle meşguller, ne diyelim seviye bu işte… Yine bu köşe başlarına oturmuş, yağdanlıktan kaleler, yok oradaki gazeteci değilmiş, miş, miş deyip duruyorlar, yahu güldürmeyin insanı be yalakalar, peki Osman Tamburacı da mı gazeteci değildi, ne yaptınız peki o konuda… Ben kendi adıma, kavli beladan beri bir Galatasaraylı olarak, Galatasaray değerleri, tenasül organlarını gösterip bunu da çek demek ise, bu yaklaşımı şiddetle ret ediyor ve bunu sindirenlere de yeniden kocaman bir yuhhh diyorum… Ayrıca, anlaşıldığı kadarı ile yasalara uygun olmakla birlikte, yine anlaşılabildiği kadarıyla da borsada alavare dalavere çevirerek, bütçesel rahatlamalar yaratılmasının da ahlaklı bir davranış olmadığını iddia ediyor ve bunu olumlayan Galatasaraylılara da yahu benzer kötü bir şey başınıza gelmeden de karşı çıkmayı başarabilmelisiniz önerisinde bulunuyorum. Anlayın gari biraz da az kelam ile yetinin…

Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde, iddia ediyorum yine de gelecektir, canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, bir önceki yazımda, ne sözler verdi ve neleri yaladı yuttu konusunda bir hayli fazla örnek vermiş idim, tekrar etmeyeceğim, bir Galatasaraylı asla düşünmeden konuşmaz, konuştuğu şekilde de davranış gösterir olmalıdır diyorum… “Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, kaybettiği anda da terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, hatta normal şartlarda mahkeme konusu olacak hakaretleri ediyorsa sağa sola, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır” diyemedi bu köşe başlarını tutmuş somun pehlivanları, oysa ne demeleri gerekirdi yeter artık bu kadarına da pes vallahi… İsviçre, Belçika ve Ermenistan maçlarında yaşanılan utanç manzaraları sonunda yapılması gereken buydu, hadi olmadı Mersinidmanyurdu maçında olmalı idi, o da olmadı… Eeeee tabii ki bunlar futbol değerleri idi, Galatasaray değerleri idi ya, olmaz tabi ki…

Kafalarda soru kalmayacağını iddia ederek düzenlediği basın toplantısında diyor ki adam; “bende burada telefon kayıtlarını mı çıkarayım, bende telefon kayıtlarını mı göstereyim” aman kalsın beyefendi, sen basın mensuplarına gösterdin göstereceğini, onlardan da ses çıkmadığına göre gördüklerinden de memnunlar ya… Diğer taraftan görünen ve anlaşılan o ki tarafların birbiri hakkında söylediklerinin hepsi doğru, sadece taraflar karşı tarafta kendi gördüklerini söylüyorlar ama bizim tarafımızdan da görünen şu ki; “birbirleriniz hakkında söyledikleriniz olayın tamamını teşkil ve teşmil ediyor”

Tabii Galatasaray değerleri; bir başkanın çıkıp bir yönetim kurulu üyesi için bir futbolcu transferinden 50.000 euro komisyon aldığını iddia etmesi karşısında, mezkûr yönetim kurulu üyesinin de mezkûr başkanı hedef alarak kulüpten aldığı 2.000.000 doları Galatasaray menfaatleri için kullandığını umuyor olmasının söylenmesinin üstünden neredeyse 5 yıl geçmiş olmasına rağmen, ne Galatasaray kongresinden ne de bu mezkûr ahlak komitelerinden ses çıkarılamamış ise, zedelenmiştir, irtifa kaybetmiştir ve ne yazık ki, artık Galatasaray değerleri adına tabii ki diyecek ilave bir şey kalmıyor… Canım Yurdumda liderlik kursu verecek adam kalmamış gibi, magandalığın, sığlığın ve hatta küstahlığın temsilcisi birisinin TÜSİAD üzerinden tüm işadamlarına hitap etmesi ve ağızlar açık vaziyette dinlenilmesi gibi abukluklar yaşanıyorsa ve dolayısıyla her şeyin bu kadar değersiz olduğu günümüzde “Galatasaray değerleri” nasıl olur da değişmez, bükülmez ve eğilmez olur. İşte oldu, siz çok yaşayın… Artık kimse 3 kuruş para kazanıyor diye bizi uyutmaya kalkmasın, artık ne Galatasaray ne Fenerbahçe ne Beşiktaş değeri kalmıştır ne de futbol değeri, Allah Rahmet eylesin… Futbolumuza artık tam bir magandalık, cehalet ve bilgisizlik ve de ilaveten saygısızlık, sevgisizlik ve hoşgörüsüzlük hâkim olmuş durumda, ne dersek diyelim durumda değişmiyor, çünkü gündemi bu seviyedeki muhteremler belirliyor ve bunların da asla ve kata “değer” gibi bir dertleri yok, bunlar için sadece dönen para önemli, buradan ciddi manada nemalanıyorlar ya, onlar için her şey mubah, yeter ki musluklar akmaya devam etsin… Bunlara sorun bakalım, ne oluyor bu doping hikayeleri, ne oluyor bu şike hikayeleri, hemen yalan ya da zinhar yok diyeceklerdir. Sahibinin sesi bu guguk kuşlarından “değer” öğrenecek kimse olabileceğini düşünemiyorum… Varsa da, Allah selamet versin onlara…

Salı, Kasım 05, 2013

İHTİYACA BİNAEN YENİDEN


Gündemi tam anlamıyla yansıtacağını düşündüğüm, 17.12.2012 tarihli yazımı tekrar yayınlıyorum.

 

İNADIN, TELAŞIN ve HAYALKIRIKLIĞININ LİDERİ FATİH TERİM

İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir Fatih TERİM, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur ama ne yazık ki bunun ne kendi farkında nede aklı bir karış havada olan ve imparator yaratıp önünde diz çökmeye hazır basın mensuplarından, siyasetçilerden ve işadamlarından oluşan taraftarları farkında. Ama asıl şaşılası durum ise, bir insan şansıyla, lobisiyle ve siyasi yardakçılarıyla da olsa bu kadar çok başarı elde eder ve bu kadarda gündemde kalır da, nasıl hala olgunlaşamaz, hoşgörü sahibi olamaz, işte bunu anlamak mümkün değil… İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur, dedim ya, Milli takımı çalıştırırken kendi takımlarında oynamayan oyuncuları milli takıma seçerek, şimdi de Galatasaray’da formsuzları, hadi diyelim seçti güvendiği için ama her maçta şapkadan tavşan çıkarmak uğruna onlara sonuna kadar katlanıyor olması hiçbir zaman anlaşılmamıştır hatta anlaşılamayacaktır. Galatasaray’da çalıştığı 2 dönemde de teknik direktörüne güvenen aslında kendilerine güven(e)meyen yönetimlerin büyük bedeller karşılığında kendisine teslim ettikleri büyük ve geniş kadroları yönetme konusunda son derece etkisiz birisi olduğunu dünya aleme ispatlamış ama ne gam Canım Yurdumun iş adamları kendisini “liderlik” paneline çağırıyor, neyin liderliği ise bu, toplamda 24 futbolcuyu yönetmekte zaaf göstermektedir.

Aslında okuma yazma kursuna göndermeli onu, Galatasaray yönetimi, sahaya bir takım sürüyor tuttu tuttu, tutmazsa yapacağı ve yaptığı bir şey yok, oyunu okuduğunu yalaka basın bize yutturmaya çalışsa da okuma bilmediği sırıtmaktadır, yaptığı oyuncu değişiklikleri de tesadüfen sonuç getirince basında ki Terim goygoyları başlıyor tılsımı anlatmaya, yahu kim bu takımı sahaya sürse bu sonuçları alır diye düşünen yok… Hele maçlardan sonra, sanki bindirilmiş kıtalar görüntüsü veren basındaki ekipten gelen ve genelde yenilgilerden sonra futbolcuların aslanlara atılmasının çanağı durumundaki sorulara cevap verirken futbolcuları korur görünen ve adaletli baba edasıyla asıl iplerini çekmesi yok mu, insanı çileden çıkartır cinstendir vallahi…

Kendisinden çok şey beklenen ve arkasına sığınılarak yöneticilik yapılabileceği inancındaki yönetim; 2002 yılında deyim yerindeyse kulübün anahtarları teslim edilerek koca bir takımı olduğu gibi değiştirerek büyük bir ekonomik krize neden oldu, şimdi de tüm takımı değiştirdi sanki bu çocukları kendi transfer etmemiş gibi yeniden transfer istiyor, Terim’in GS yi sokacağı kaos “yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir” in ispatıdır ama Allahtan bu sefer yönetim para ve borsa oyunlarını iyi bilenlerden oluşuyor da, bir denge görüntüsü oluşturuluyor.

Adam harcama konusunda bir uzman olan; üretmekten çok yıpratmayı iyi bilen bir taktisyen, tıpkı siyasetteki benzerleri gibi şişinip duruyor, neymiş penaltı çalıştırmazmış, istatistiklere inanmazmış, seçilmezmiş seçermiş, ders almazmış ders verirmiş, Vallahi haklı ne diyelim!!!

Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, hadi bu çok uzun geçmiş, daha geçen sene ne dedi, tam da Orduspor maçından önce, “Arda’nın gideceğini bilseydim, Culio’yu göndermezdim” peki sonuç, kadroda değişen bir şey yok, o kanada yeni oyuncu da alınmadı ama Culio yine gönderdi…

4 yıl şampiyonluk konusunda eski bir yazımda bahsettiğim detaylar üstüne kısa bir hatırlama yapalım;


1. 1996-97 sezonun 30. haftasında Beşiktaş – Galatasaray maçında son dakikalarda Beşiktaş kalecisi Fevzi topu ayağının altından kaçırıp maç 1-1 berabere biter ve Galatasaray şampiyon olur. Fatih Terim  şampiyon olur, kahraman olur, imparator olur. Peki Fevzi o golü yemese idi ve Beşiktaş şampiyon olsa idi, eminim ki bu basın mensuplarına göre Rasim KARA imparator olacaktı.

2. Bülent Korkmaz, Ulrich Van Gobbel, Iulan Filipescu, Georghe Hagi, Gheorghe Popescu, Taffarel, Tugay Kerimoğlu, Okan Buruk, Ümit Davala, Hakan Ünsal, Suat Kaya, Ergün Pembe, Ufuk Talay, Hakan Şükür, Adrian Ilie, Arif Erdem, Adrian Knup gibi dönemin müthiş futbolcuları olmamış olsa idi, tıpkı Ankaragücünde elde ettiği başarıları elde edebilirdi ancak…


4. 1996-97 sezonu Galatasaray’ın şampiyonluğu ile sonuçlanınca; hemen yukarıda röntgeni verilen basın tarafından 2. yarıya 9 puan geriden başlayan Fatih Terim, Türkiye’ye takımı 9 puan geriden alıp şampiyon yapmıştır diye servis edildi; sanki 9 puan geriye de bir başka teknik direktör düşürmüş gibi hayret… Faruk Süren ve ekibini, Mehmet Ağar faktörünü, o dönemdeki rakiplerin kötülüğünü kimse hatırlamak bile istemiyor ya, hayret vallahi…

Geçmişte kendisini; Milli Takımı çalıştırırken başarısız sonuçlar üzerine eleştiren bir basın mensubunu telefon ile arayarak, “senin bıyığını s….…” demiş ama kendisine basın mensubu denilen, ama canım yurdumun durumunu yansıtan, bu güruhtan ses çıkmamıştır.

Son olarak ta, Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamış, mezkûr gazeteci başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır. İsviçre ve Belçika maçlarında yaşanılan utanç sonunda yapılması gereken buydu ama nereden başlanırsa erkendir lafı öngörüsüyle şimdi zamanıdır.

Şimdi merakla bekliyorum başta spor basını olmak üzere tüm basın kuruluşları bu olay karşısında nasıl davranacaklar, olayı görmezden gelip ya da gak guk diye mideden konuşarak unutacak ya da unutulmasına mı hizmet edecek, yoksa basın mesleğine hakaret kabul ederek, Terim’in peşini bırakmayacak mı? Peki; Futbol Federasyonu ne yapacak acaba yaşanan bu ayıp hatta ahlaksızlık karşısında? Peki, Galatasaray kulübü ne diyecek? Ne yapalım o da insandır sinirlenebilir, onun da sabrı sınırsız değildir diyerek savuşturacak mı, yoksa ahlakın spordaki vazgeçilmez kuralını hatırlayıp, Terim hakkında gereğini yapacak mı? Bu spor yazarları nasıl adamlarmış be kardeşim, adam hepsini çocuk azarlar gibi azarlar bir Allahın kulu bir şey demez, yazıklar olsun vallahi… Bunu bir kenara koyun, tam tersine yalaka basının yalaka üyeleri 2. yarıda kazanılan maçlarda özellikle “devre arasında soyunma odasında ne dediniz de takım iyi oynadı”, o da kasınarak “ne korkuyorsunuz, korkmayın arkanızda ben varım” diyerek kendine pay çıkarıyor, ha be adam madem senin bu lafın bu futbolcular üstünde çok etkili maça başlarken söylesen bu lafları da kimse ekranları başında ölüp ölüp dirilmese demiyor, yazıklar olsun vallahi… Terim’e bakıyorum artık 60 yaşının olgunluğu beklenirken normal olarak, üslup, tavır, çalım, kasınma aynı, o öfkeyle karşılık veren öfkeyle yaşayan birisine çok benziyor, ondan alınan ilham ve feyzle, eleştiriye öfkeyle karşılık veriyor, önüne gelen herkese ders vermek sanki kendisine ilahi bir görev…

Hele Avrupa Kupası finalleri sırasında “biz liyakatı halktan aldık” demez mi? tam bir rezalet ve daha büyük rezalette kendisine ne yapıyorsun diyemeyenlerden gelmekteydi, “yahu Fatih sen seçimle mi geldin de liyakati halktan aldık” diyorsun diyemeyenlerden. Kendisini besbelli ki çok fazla şişinmesinden olsa gerek haddinden fazla önemsemektedir, ama bilmiyor mu ki liyakati Futbol Federasyondaki lobisinden aldığını dünya âlem biliyor.

Belki birileri çıkar ve benim Galatasaray düşmanlığı yaptığı söyleyebilir ama asla ve kata böyle değildir, ama Fatih Terim Galatasaray’a gelmeden önce de Galatasaraylıydım şimdi de, ama onun Galatasaray’a gelmeden önce Galatasaraylı olmadığını tanıyan herkes bilir.

Bütün bunları neden Fenerbahçe galibiyetinden sonra yazdığımı insanlar merak edebilirler, şimdi kompleksler imparatorunun maçı nasıl kazandığı üzerine, bir sürü koca koca adam destanlar yazacak ya da anlatacaklardır, ben de şimdi soruyorum, eğer Fenerbahçe’yi Fatih Terim yendiyse, acaba 1461 Trabzon’a kim yenildi? Kardemir Karabükspor’a kim yenildi acaba? Kurtlar vadisi dizisinden fırladığı her halinden belli olan felsefesinin sığlığının ifadesi olarak basın toplantısında söylediği sözdür; “büyüdükçe küçülmesini bilmeliyiz”. Gülüyoruz ve yemeye de devam ediyoruz üstüne de hemencecik unutuyoruz… Böyle başa böyle tarak işte, ne diyelim…