Pazar, Haziran 28, 2020

BERBER SABİT- TIRAŞ ve SÜNNET

Sünnet toplumuzda erkek çocukları açısından koca bir ömür boyu unutulmayacak, ittifakla da aileler için “mürüvvet görme” diye bilinen, kimilerine göre olumlu kimilerine göre de olumsuz sonuçları olan bir “fazlalık aldırma” ameliyatı geleneğidir. Geleneği layığı ve kurumlarıyla yürüten eski dönem erbapları, nasıl olur da en azından 2 tanesi çok önemli sonuçlar vermeye mütemayil ciddi bilgi ve tecrübe gerektiren operasyonları kolaylıkla yürütmüşlerdir. Çok şükür ortalık, sonuçları büyük anormalliklerle dolu sünnetler, enjeksiyonlar ve ağız diş sağlığı problemlerinden geçilmez değildir, gerçi pantolon altında olan bölümü pek bilemiyoruz ama… Diğer taraftan  biz görmesek te konunun uzmanları, ehil olmayan bu zevat tarafından gerçekleştirilmiş, iğne ve aşı nedeniyle çağdaş toplumlarla kıyaslanamayacak kadar fazla olumsuz sonuç bulunduğu, sünnet operasyonlarının olumsuz ve kötü sonuçlarının sünnet olmayanlara göre had safhada olduğu, ağız ve diş sağlığı açısından ise hiç te parlak bir durumumuzun olmadığını sürekli anlatmaktadırlar, berberlikte ise ne yazık ki “Amerikan tıraşı”, Fransız “a la brosse”, Alman Nazi tıraşı ve Elazığ “tas tıraşı” arasına sıkışıp kalınmıştır.

Sünnet geleneğinin sadece tarafımıza ait olduğunu zannedenlerin varlığı ise bilgi ve ilgi seviyemizin harika bir göstergesidir, oysa okuyanlar ve araştıranlar bilir kökeni taa Sümerlere kadar dayanır tek tanrılı dinlerde ise Yahudilerle devam ettirilir. Sünnet bilindiği üzere dünyanın en eski ameliyatlarından sayılmakta olup, çok tanrılı toplumlarda ilgili tanrılara üretimden pay verilme şekli ile ilk kez Sümerlerde görülür, Hititlerde devam eder, Yahudilerde uygulanır, eski Mısırda da vardır, vardır da vardır… Hatta Afrika’da kadınların bile sünnetten yaygın nasiplendiği bilinmektedir. Öyle sadece bir inanca ya da bir etnik yapıya ait değildir, anlaşılacağı üzere. Özetle berberler tarihte ciddi manada sağlık memuru rolü ile donanmış görünmektedir, tıraş, sünnet, diş tedavisi, ufak tefek yaralara müdahale etmek, iğne ve aşı yapmak gibi benim de görme ve yaşama baht(sız)lığına düçar olduğum vaka iken yazımın ilk bölümünü okuyan dost ve okurlardan gelen bilgiler tüm bunlara ilaveten “hacamat çekmek”, “sülük çekmek” gibi faaliyetlerinde olduğu yönünde idi ki ben bu son 2 faaliyetten bihaberdim. Çok eskilerde, sağlık çantasını, berber, sıhhiyeci, sünnetçi ve dişçi faaliyetleri için gerekli olan el aletleri, müdahale ve tedavi malzemeleri ile doldurup köy köy dolaşıp ihtiyaç gideren seyyar bir ehl-i zenaat vardı ve ben bu çantalardan bir tanesini yakından görme şansına eriştim ancak ne çanta, çantadan ziyade tahtadan imal edilmiş kocaman bir bavulu andırır idi… Çanta adeta, seyyar dişçi, seyyar iğneci, seyyar sünnetçi dükkânı idi açıldığı zaman. Bu seyyar erbaplara tanıklık edip yine beni arayarak ilave görev tanımında bulunan bir arkadaşım ısrarla “nalbantlık” görevi de ilave etmek istedi, ben de yok artık dedim, yine de “olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” diyelim… Bir de bu görev tanım kalabalıklığı içinde bakıyorum da; hepsini kapsayan bir “sağlık memuru gibi” yaklaşımı var iken, iş sünnete gelince birden “fenni sünnetçi” tanımı zuhur ediyor, sanki diğer faaliyetler “fen”den azade imiş manası oluşuyor. Sanki sünnet dışında her şey “örfi” yani “ehl-i tabip” ama sünnete gelince “fenni sünnetçi” … Konu; halktaki karşılığı sağlık olunca teşkilatsız halkın karşısında teşkilatlanmanın kaçınılmazlığı gereği İstanbul’da “sünnetçi berberler loncası” olduğunu Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde okumuştum.

Evet artık tekrar, “Berber Sabit”e kıralım rotayı. Bir önceki yazımda halamın oğlu olduğunu ve sünnetimi yaptığını belirtmiştim. Tabii ki gelenek ve göreneklerin yoğun etkisi altında hayatını şekillendiren ailemin dayatması karşısında sünnet konusunda da sünnetçinin karşısına savunmasız daha da önemlisi desteksiz bir vaziyette çıktım. Büyük abilerimizin anlattığı bir sürü abuk subuk ve mesnetsiz tevatürlerin etkisinden kurtulmak o yaş itibari ile hiç de kolay değildir, kolay olmadığı gibi üstüne üstlük büyüklerimizden de yalan yanlış hikayeler duyuyordum. Bunlardan en fazla aklımda kalan ve beni etkileyen de, kesilen parçanın bir etli yemeğe katılarak sünnet olan çocuğa yedirildiği uydurması idi, hadi gel bakalım et ye. Bu et yememe işi bir hayli uzun sürdü, vaktaki artık malum parçadan eser kalmamıştır kanaati oluştu ancak o zaman et yenilmeye başlandı. Artık fazla et tüketilmesin diye bizimkilerinde bu uyduruk hikâyeye katılması mı etkili oldu bu konuda bilemiyorum. Serde küçük çocuk olma durumu da var diğer taraftan ileri yaşlarda malum işi balta ile yapacaklar palavraları da var, gel de çık işin içinden o küçük başınla… Hatta bir tanıdığımız, başından geçenleri anlatırken, “usturayı vurdu, fış diye kan fışkırmaya başladı” deyince diğer tanıdık “basmıştır penisilini sorun çözülmüştür” deyince de “ne penisilini be, boca etti ince talaşı” diye cevaplayınca, hayli vahim bir badire olduğu şekillenmişti kafamızda.

Halamın oğlu aynı zamanda berberdir ya, berberin de dedikodusu eksik değildir diye bilinir ya. “Berber Sabit” berberdir ama dedikodu işinin pek yakınında durmaz ama müthiş bir mukallittir, insanlara takılmayı da severdi. Mukallit adamdır da haydi kendi deyimi ile söyleyelim, “ciddi şakacı” idi. Birilerini dalgaya almak için çok ciddi biçimde hikayeler uydurur idi hani hikâye külliyen uyduruk olsa bile ciddi bir anlatım yapardı. Bir gün elektrikler kesilmiş, nedenini soran muhteremlere “Uzunkuyu’da elektrik tellerine kartal çarpmış”, elektrikler de sürekli kesilir ya o dönemde bir başka gün de başka muhteremlere “elektrik direklerini çalmışlar” derdi. Hele birilerini tarifi vardı ki; hızlı anlatım içinde kimse farklılıkları ya da şamatayı yakalayamazdı. Tarif derken “kim” tabii ki “Ahmet”, o da uzun boylu, kısamtrak, etine dolgun, zayıfça, karakuru beyaz tenli, benzeri kelimeler arka arkaya sıralanır idi.

Bekardı, ben anlayamamıştım neden evlenmemiş olduğunu, kız kardeşi de bekardı ama onun çok ciddi mazereti vardı, felçli ve hareket edemeyen annenin bakımını fedakârca üstlenmişti. Ancak son derece bakımlı ve düzenli biri idi. Bizim hala oğlu mühim adam derdim kendi kendime, baksana berber, sünnetçi ve sıhhiyeci, 3 önemli meslek sahibi derken Adana’ya gidince gördüm ki berber, iğneci (sıhhıyeci) sünnetçi ve dişçi gibi ihtisasları da barındırıp hala oğlumu geçmiş muhteremler gördüm, lakin Adana’daki gördüklerimi de geride bırakanları bilahare çalıştığım Hindistan’da görmüş idim.

Neyse ki; artık “fenni sünnetçi” ya da “sünnetçi” uygulaması yasaklandı da, çocuklar kurtuldu lakin madem ki bir gereksinimdir, hastane ortamında ya da steril ortamlarda ve “doktorlar” marifeti ile ciddi ameliyatlar titizliği ile icra edilir hale gelmeliydi nitekim geldi de, çok şükür.

Anlatılacaklar bitmedi lakin yer bitti bir sonraki yazıya sünnet ile ilgili anıları da; Hollandalı Mühendis arkadaşımızın Türk Kızı ile evlenmek istediğinde başından geçenleri, Çeşme’nin ilk Alman damadının başına gelenleri, oğlumun sünneti konusu ve de canım yurdumda bir zamanların matah işlerinden belediyeler öncülüğünde toplu sünnet törenleri yapılması, Venizelos’un bakanlarına sünnet yapanlar için dedikleri vb gibi konuları, yetiştiririm umarım.  

 


Pazar, Haziran 21, 2020

BERBER SABİT

“Sabit Sağlam” halamın oğlu, Berber, Fenni Sünnetçi ve Sıhhiyeci yani iğneci, bakışları ve boyu, kilosu, yüz hatları, duruşu ile bende her zaman bir “Mustafa Kemal Atatürk” portresi oluşturmuştur. Bilmiyorum, bu portre başkalarında da oluşmuş mudur? Yoksa sadece bende mi böyle oluyordu? Babam en küçük çocuk ve deyim yerinde ise de tam teşekküllü “tekne kazıntısı” … Tüm yeğenleri kendisinden büyük nerdeyse, birkaç amca oğlu haricinde… Babamın ablasının oğlu Sabit Sağlam kendisinden büyük, ancak bakılınca geçen yüzyılın başındaki aile yapılanmasına çok da aykırı duran bir durum değil. Savaşlar, Tıbbın görece geriliği, erken evlilikler vs gibi daha birçok nedenden ötürü ailelerde sıkça görülen durumlar bizim ailede de kendini göstermiştir, anlaşılacağı üzere… 

“Berber Sabit” adı ile maruf halamın oğlunun berberliği yanında esas meşhur olduğu dal ise diğer 2 faaliyet alanına tur bindirmektedir, o fazlaca söylenmese de “Sünnetçi Sabit” olarak daha ön plandadır. Bayramlarda ve diğer özel günlerde Halam mutlaka ziyaret edilirdi, uzun yıllar hareket kabiliyetini yitirmiş vaziyette hareketsiz yatıyor olsa da mutlaka ziyaret edilir, eli öpülür, hürmet gösterilirdi. Kendisine, 24 saat esası ile bakacak birisinin mutlaka olması ve şimdiki gibi profesyonel hizmet sunan kurumların da olmaması, en azından Çeşme’de olmaması nedeniyle, halamın kızı Sema Ablamız, kendisini feda ederek evlenmemiş ve annesinin bakımına vakfetmiştir kendisini. Bu vesile ile başta Halam ve kızı Sema ablayı saygılarımla bir kez daha yad ediyorum. Hatırladığım kadarı ile bu ziyaretlerimizin hiç birisinde, aynı evde yaşıyor olmasına rağmen Sabit Abi ile evde hiç karşılaşmamıştık. Küçük bir detay var mutlaka bilinmesi gereken hem Sabit Sağlam hem de Sema Sağlam babamdan büyük olmalarına rağmen ben kendilerine belki de protokol gereği “Abi” ve “Abla” diye seslenirdim ve onlar ya da bir başkaları da bunu asla yadırgamazlar idi.

Sabit Abi’yi; Çeşme Çarşı İçindeki küçük berber dükkanından bilirdim, nedendir bilmem, tıraş olmak için bir kez dahi kendisine gitmemişimdir. Dükkanını bilirim, hatta aklımda kaldığı kadarı ile muhteşem bir ahşap “berber koltuğu” vardı, kendisini yakinen tanıyan, hatta kiraladığı dükkânın sahiplerinden Hüsnü Karaman’dan geçen günkü sohbetimizde öğrendiğim kadarı ile mesleği bırakmasına rağmen mezkûr koltuğu uzun süre başka başka depolarda koruyor olduğudur. Bir de masif ahşap ve kenar profilleri oyma olan kocaman aynası vardı, her berberde benzerlerinin olma ihtimalinin az olabileceği cinsten hem de.

Benim, her bizim cenahtan çocuğun olduğu gibi, tüm hayatımı etkileyen yakın ve fiili tanışıklığım halam oğlu ile, sünnetimdir. Henüz 9 yaşında hayatın gerçeklerinin fazlaca öğrenilemeyeceği evresinde bu Atatürk portreli adam o güne kadar hala oğlu iken birden önümde elinde usturası ile “nazik aletimden” kendilerince fazlaca olan bölümünden birazcık kesmek üzere hazır ve nazır iken ben de tıpkı bir cenderede kıpırdama şansımın olmadığı bir halde, hatta İsa’nın çarmıha gerilişini bile kıskandıracak bir vaziyette kapanda idim. Hayal edin Allah aşkına, adamın biri bir ayak bileğinden bir diğeri ise diğer bilekten mengene gibi kavramış bir diğeri ise arkadan kolları çapraz istikamette kavramış ve olanca kuvveti ile geriyor, bir başkası ise elinde kocaman bir lokum ile bağırır iken ağzını açmanı bekliyor ki bağırdığın anda ağzına kocaman lokumu tıkacak. Tablo bu. Zaten sünnetin olacağı söylendiği andan itibaren mahallede yaşça biraz büyük abilerimiz, sol elinin diğer parmakları kapalı vaziyette iken işaret parmağını uzatarak sağ elinin işaret ve orta parmaklarını makas ile kesiyormuşçasına bir hareket çekerek diğer taraftan da yüzlerini iyice zorlu bir durum yaşanacağını tebarüz ettirircesine “kopsi kefali” demeleri zaten sizi yeterince germiş vaziyette iken bir de üstüne bu tablo… Sünnet olacağının açıklandığı günden itibaren olumlu sayılabilecek bir destek olmadan hatta dalga geçercesine yaklaşım gösteren günlük ilişkilerin, arkadaşlıkların, son anda yaşadığın İsa’nın çarmıha gerilişinden daha da azametli görünen sonuçları ağır olan tablo… Tüm bu yaşananlardan sonra da “artık sende erkek oldun” geyikleri, bu tablonun mezkur yaşlarda kaldırılabilecek bir ruhsal tablo olduğunu dün de düşünmedim  bugünde düşünmüyorum. Zaten kimilerine göre abuk subuk kimilerine göre de ciddi bir merasim olan sünnet yöreye, varsıllığa, itikata, görgüsüzlüğe göre, çok çeşitli biçimleri ile icra edilmektedir. Kimilerine göre 40 gün 40 gece, kimilerine göre 3 gün 3 gece kimilerine göre de oldu da bitti maşallah…

Evet tekrar hala oğluna gelelim. Yaklaşık 1 aydan beri artık sünnet olacağım belli iken, görece büyüklerimiz “kopsi kefali” teraneleri ile dalga geçer olmuş, sünnetlik adı ile maruf beyaz pantolon, beyaz gömlek ve üstüne benzer evsafta bir pelerin giydirilmiş, şimdi nereden temin edildiğini hatırlamadığım bir at bulunmuş ve günün önemine binaen süslenmiş, bir davul ve bir zurna günün moda müziklerinin icraatıyla, sokak sokak gezdirilmiş idim. Bütün bu fasıllar kısacık sürse de “hala oğlumun” sen çarmıha gerilmiş vaziyette iken önüne matah bir iş yapacakmış sırıtmasıyla oturmuş olduğu anın bitimsiz olduğunu yaşamaktasın, bitsin bu ızdırap Allahım diyorsun ama senin dışında herkes rolünün tadını çıkarmaktadır. Her şey gibi bu fasıl da bitiyor, sonra arkasından sanki çok ihtimam gösteriliyormuşçasına birkaç da pansuman, haydi geçmiş olsun. Tüm bu safahatın sonunda yaratılan mucize, ki bu sana göre, pisuvarların icadı ve milletin yan yana çövdürmeye başlaması ile sükût-u hayale dönüşür, çünkü kıyaslamalı olarak herkes sünnet öncesi dümdüz defettiklerinin artık ya sağa ya da sola gittiğine tanıklık eder. Güzelim aletten geriye bu kalmıştır ve ilgili herkes bununla idare edecektir gayri.

Dönem itibari ile seçenek, Sünnetçi Sabit ile Sünnetçi Bekir ile sınırlıdır, seç seç al, mezkûr muhteremlerin de mesleki erbablıkları nereden gelir, nasıl bir eğitilmişlikleri vardır, kimse bilmez. Kerametleri kendilerinden menkuldür. Berberlik bilinebildiği kadarı ile usta çırak ilişkisine dayanır da sünnetçilik nasıldır, akıl sır ermez. Mesela usta, çırağına bak oğlum izle çükü böyle tutacaksın, fazlalığı böyle gereceksin, pensi böyle sıkıştıracaksın, usturayı böyle vuracaksın, penisilini böyle boca edeceksin, sargıyı şöyle yapacaksın, pansumanı böyle yapıp sargıyı şöyle yenileyeceksin, gibi bir tedrisat uygular mı, uygularsa da nerede yapılır bu uygulama, meğerki sünnet anında orada değilsen ve tanıklık etmemişsen nasıl öğrenilir. Geriye bir şey demek kalıyor, Allah vergisi, doğuştan bahşedilmiş yetenek…

Sünnetten kaçan çocuklar mı ararsın, gerçi bu kanla biten merasimden sayılan kurban safahatından inekler bile kaçıyor ama bunun psikolojik çözümlemesinin yapılabilmesi için daha birkaç bin yıla gereksinim olduğunu aşikardır. Neyse daha bu konuda yazılacak çok şey var, şimdilik bu kadar ve bu vesile ile halam oğlu Berber Sabit’i hayırlarla yad ediyorum.

 

 


Pazar, Haziran 14, 2020

GİRİTLİ OVASI ve DERESİ, HARMANLAR YANI

Bugün “Giritli Ovası”, kimilerince “Harmanlar Yanı” diye hatırlanan Ovanın yağmur sularını toplayan dere, Karadağ’ın Çiftlik yamaçlarından gelen suyu en az 3 kolu ve Değirmen Dağı tarafından yine en az 3 kolu ve Ovanın yağmur sularının fazlasını denize aktarmaya, maalesef bazı kollarının imar uygulamalarına kurban edilmesine rağmen hala devam etmektedir. Derenin köy içindeki bölümü cumhuriyet öncesi yapılmış ve erozyona karşı koruma amaçlı taş duvar ile iki yanından korunmakta iken bugün artık her idarenin ittifakla kabul edip kullandığı ama rezil bir görüntü vermekten de kurtulamayan beton perde haline dönüştürülmüştür… Çocukluğumda hatırlarım bu derenin birkaç yerinde dereye ulaşmak için taş merdivenler ve derenin diğer tarafına geçmek için tahta köprüler var idi. Sonuç tarihimizi koruyoruz, tarihimize sahip çıkıyoruz bühtanına sarılarak tahrip olunan geçmiş… Bilenler kıyaslayabilir iken bilmeyenler de kıyaslamadan bugünkü görüntünün sakilliği konusunda tartışmasız hem fikirdir. Dereleri ıslah ediyoruz himmeti ile kolay, ekonomik ve görece sağlam tesisler yapılma gayretleri ne yazık ki karaktersiz yapılar üretme hafifliğine düşmemize kaçınılmaz olarak sebep olmaktadır. Neyse tekrardan Ovanın ve Derenin bendeki hatıralarına dönelim.

“Harmanlar yanı” da denilirdi demiştim ya; kimler, nasıl ve neden idi çok net hatırlıyor olmamama rağmen genellikle hasat dönemlerinde burada harman kovmak (dövmek) için köylülerimiz vaziyet alırdı. Bizim aile mutlaka her yıl burada ancak kendi tarlasında oluşturdukları harmanda gereğini hallederlerdi.  Bir ara “Futbol sahası” olarak da kullanılan Çevre Yolunun Mezarlık karşısına denk gelen ve halen Belediyenin ariyet deposu olarak kullandığı alan yaygın harman yeri idi. Hububat hasadını müteakip insanlar ekinlerini beygir sırtlarında demetler halinde buraya taşır idiler. Harman yeri yapması ise enteresan bir işlem idi, öncelikle daire şeklinde bir alan belirlenir, burası biraz sulanır, taş silindir ile sıkıştırılır, sonra üzerine biraz saman serpilir, tekrar sulanır ve tekrar sıkıştırılır bu işlem düzgün ve sert bir satıh elde edilene kadar tekrarlanır idi. Artık zemindeki toprak sap ve samanla karışmayacak hale gelmiştir ve sıra daha önce ekim-biçim yapılan tarlalardan demetler halinde beygirlerle taşınan ekinlerin kovulması (dövülmesi) işlemine sıra gelmiştir. Kendi sapından oluşan demet bağları şöyle bir silkelenerek kopartılmak sureti ile ekin harman yerine dengeli ve düzenli bir biçimde dağıtılır idi. Yine beygirlerin tekli ya da ikili bir biçimde uygun ve gerekli koşum takımları ile hamut’un her iki yanından bağlanan urganların gerideki bir denge çubuğu marifeti ile asıl dövücü parça olan “düven”e bağlanması ve hatırladığım kadarı ile “çakmak taşı” dediğimiz yeterince sert ve kesici taşların düvenin altına sıkıştırılması suretiyle oluşan düven ve üstüne yeterince konulan ağırlık ile çekilmesi neticesinde ekinler parçalanır, tahıl ve saman karışımı haline getirilirdi. Düvenlerin altına sıkıştırılmış taşlar, haliyle güneşin altında fazlaca kaldığından ve sıkıştırılan yarığın da genişlemesi ile sık sık düşer, düven altında taşın azalması ise yapılan dövme işinin verimini azaltır olduğundan mutlaka yedek taşlar bulunurdu her düven için, düşenler ise harman savrulması döneminde bir sonraki yıl için kullanılmak üzere toplanırdı. Düven üstüne ağırlık oluşturması için düzgün kesitli taşlar kullanılırdı bazen de ağırlık oluşturma görevi biz çocuklara düşerdi. Yakıcı güneşin altında “dön baba dönelim” misali düven üstüne oturup dönmek çok kolay değildi her daim hoplayıp-zıplayan biz çocuklar için. Ancak diğer taraftan beygirlerin kontrolü de size geçince yani beygirlerin yönlendirmesi size kalınca keyifli hale gelirdi bu iş. Bazen büyüklerimizin tercihi neticesi işi ele alan kuzenin diğerleri tarafından kıskanılması ve bu manada da büyüklere kapris yapılması da sık yaşanan bir durum oluyordu, böyle durumlarda da hemen tüm kuzenlerin hayvanseverliği çaktırmadan yakalanılır ve beygirlere sık sık metal kovalar içinde “su verme” görevi verilerek kıskançlıkların ve kaprislerin önüne geçilirdi. Diğer taraftan sıcak, hızlı düven sürmek gibi nedenlerle hızlıca küçültülen ekinlerin dirgenle alt üst edilmesi gibi bir görev ile yeni ekin takviyelerin yapılması için istiflenen demetlerden harmana ikmal yapılır ve bu görevde biz çocuklara düşerdi. Demetlerin gerek biçildiği yerlerde gerekse de harmana yakın istiflenen yerlerinden taşıma işinde en sıkıntılı sonuç ise “akrep” sokmalarıdır, yakıcı sıcaktan sadece biz ve beygirler değil aynı zamanda akreplerde korunma ihtiyacı duyar ve görece serin yer demet altları olurdu. Eğer dikkatsiz olur iseniz demeti kaldırır iken, canınız tahmin edilemeyecek kadar yanardı, bunun şimdiki gibi ilacı falan da olmazdı ya da bizlerde bulunmazdı, yine de ölümcül vaka hiç hatırlamıyorum. Allahtan bizim yöredeki akreplerin zehiri bu kadar güçlü kudretli değilmiş.

Yeterince ayrışan ve incelen ekinler harmanın orta yerinde yığın olarak biriktirilir ve harman kovma sonunda, harman savurma işlemine hazırlanır idi. Harman savurma işleminde, uygun ve ehven rüzgâr altında, yabaların kullanılması ile yaklaşık bir insan boyu havaya savrulması ve rüzgârın gücü ile tanenin yakına, samanın görece uzağa düşerek ayrılması sağlanırdı. Harman yerinin süpürülmesi fasıllarında ise hemen Karadağ eteklerinden keserek ya da sökerek toplanan çalılardan yapılan süpürgeler kullanılırdı. Tane ile samanın ayrı ayrı birikmesi neticesi artık çuvallanarak depolanacak yere taşınmaları gerekirdi. Samanlar görece büyük “harar” dediğimiz çuvallara sıkıştırılarak doldurulur ve beygirler vasıtası ile bizim “samanlık” dediğimiz yere götürülür ve orada hararlardan boşaltılmayı müteakip fazla yer kaplamasın diye yine biz çocuklara üzerinde zıplayarak sıkıştırma görevi düşerdi ki bu bir manada da bizim için oyun idi. Bu samanlar arasına bizim “kışlık” kavun dediğimiz şimdilerde ise “Çeşme Kavunu” denilen kavunlar saklanmak maksadı ile yerleştirilir idi. Sonra samanlıkta kavun arama fasılları da bir başka safahat idi. Genelde mezkûr kavun asılarak korunsa da böyle de bir saklama ve koruma yöntemi de var idi. Harman yerinde, harman kovma işlemi yaklaşık 1 hafta 10 gün sürer idi, ilaveten geceleri harmanın beklenmesi de biz çocuklara düşerdi, akşamları nöbetleşe uyunur, yan tarladaki bostana kavun ya da acur yemeye gelen tavşanlara av niyeti ile bakardık. Diğer taraftan tüm kuzenlerin akşam olunca yenilen akşam yemeği sonrası harman üstüne sırt üstü serilip, pırıl pırıl ay ve yıldız ışıklandırması altında, uzay, yıldızlar ya da futbol ya da bizim için ne önemli ise onların üstüne muhabbetler bir harika olurdu. Hele tahılın çuvallara doldurulur iken uykulu göz kapaklarının ağır basması ya da dikkatsizlik sonucu çuval ağzının iyi açılaması nedeni ile büyüklerimizden “uyuma çuval ağzı aç” diye ikazı vardı ki bu sözü sonraları başka manalarda da kullanmaya başlamıştık, asla unutulur anılar değildir.

Evet, bana ayrılan yerin sonuna geldim yine, haftaya Derenin Balcı Hilmi, Kara Hasan ve diğer komşuları ile anlatılmasına devam edeceğim.

 

 


Pazar, Haziran 07, 2020

CEMAZİYEL EVVEL 12- SINIR ÖTESİ NİYETLER

Canım Yurdumun makus kaderidir “Osmanlıcılık” fikriyatı ve bu bap’tan sayılmak üzere her hükümet kendini birazda olsa Osmanlının mirasçısı kabul ederek mezkûr coğrafyadaki gelişmelere kulak kabartır, gücü yeterse el uzatır daha da güçlü hissederse el koyar vs vs. Haaa, bu niyetlerin ve girişimlerin uluslararası bir karşılığı var mı, zannetmiyorum ama ulusal düzeyde ciddi manada karşılığı var ve bunu her daim gözlemlemekteyiz. Bu hissiyatın ve fikriyatın hayatiyet bulması mümkün mü, dünyanın 20. ve 21. Yüzyıl nizamında neredeyse imkânsız görünmekte olup hele dünya jandarmasının talebi ve onayı olmaması halinde de güzel ve ham bir hayal olma ötesine geçemez.

 

Meslektaşım ve arkadaşım Haluk, babası ve Canım Yurdumun yeni konsept özel harp teşkilatının önemli bir kişisi İsmail Tansu’nun “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” kitabının yeni ve 3. baskısını imzalatarak 2014 yılında bana hediye etmiş idi. Hemen okudum. Bir devrin en önemli kişilerinden aynı zamanda da en merak edilen hamle kuruluşunun içinden, yaşadıklarını, tanıklıklarını anlatıyordu muhtemelen de kendisi ile kabrine gidecek mahremiyete haiz konu ve hamleleri kendisine tutarak. Bu vesile ile bana piyasada kolaylıkla bulunmayan kitabını imzalayarak hediye etme nezaketini gösteren ve ne yazık ki artık hayatta olmayan İsmail Tansu’yu rahmetle anarken kitabı da tarafıma ileten Haluk’u sevgi ile anıyorum. Kitap ciddi manada değerli bir başvuru kitabı, hatırlama ve hatırlatma yapma adına kitapta en az 40 yer işaretlemişim, neler yok neler. Kitabın dış kapağında adının hemen altında, spot olarak “Yeraltında silahlı bir gizli örgüt, hem de devlet eliyle… TMT” yazarak aslında ve bir hayli geniş biçimde Türkiye’nin yaklaşık çeyrek yüzyıllık “Kıbrıs faaliyetlerini” yürüten “Türk Mukavemet Teşkilatının” sergüzeştlerini anlatmaktadır. Canım Yurdumun; Kıbrıs konusunda tutumu, çalışmaları, başına gelenleri konusunda her vatandaşımızın asgari bilgi sahibi olduğunu biliyorum ve bu nedenle kitabın bu bölümü için herhangi bir şey ilave etmek istemiyorum. Lakin, özel harp, gizli faaliyet ve yurt dışı niyetler ve girişimler söz konusu olunca hemen bu teşkilatın akla gelmesi ve görevlendirilmesi de kaçınılmazdır. Bana göre kitabın en önemli bölümlerinden birisi de askeri darbe neticesinde tutuklanan komşu ülke Irak’ın kralı Faysal, Kraliyet naibi Abdülilah ve Başbakan Nuri Said Paşa’nın düzenlenecek özel bir askeri girişim ile kurtarılarak Canım Yurduma getirilme safahatıdır.

Mezkûr kitabın, 90. Sayfasından özetle; “8 Temmuz 1958 günü Irak’ta General Kasım tarafından yönetilen bir askeri ihtilal yapılmıştı… Aynı gün başkanımız Karabelen Paşa acele Genelkurmay’a çağırılmış ve dönüşünde bana şunları anlatmıştır. Çok kritik bir gündeyiz. Hükümet ve Genelkurmay çok hareketli. Irak’a askeri müdahale düşünüyorlar. Güneydoğu’da askeri birlikler hareket halinde. Müdahale gerçekleştiği taktirde dairemize düşen görevler sözlü olarak tebliğ edildi, not aldım. Ayrıca Irak’a bir hava operasyonu planlanıyor ve bu operasyona bizden de bir subayın katılması isteniyor. Bu operasyonla Irak Kralı Faysal, Kraliyet naibi Abdülilah ve Başbakan Nuri Said Paşa’nın kurtarılması amaçlanıyor…” Diğer taraftan Irak’ın devrik muktedirlerinin Ürdün’e geçme ihtimaline karşın, içlerinde İsmail Tansu’nun da bulunduğu bir operasyon timi Başkent Amman’a hareket eder. Tansu devamla; “Ertesi sabah 9 Temmuz 1958 günü planlandığı gibi saat sekizde Etimesgut’tan havalanmıştık. Kıbrıs Adasının doğusundan güneye doğru uçarken iki İngiliz jet uçağı etrafımızda dönmeye başlamışlardı. Sorularını cevapsız bırakmıştık. Bizi beş dakika kadar takip ettikten sonra uzaklaşmışlardı. Lübnan açıklarına geldiğimizde Amerikan 6. Filosuna mensup savaş gemileri Lübnan’a doğru seyrediyorlardı. Amerikan gemileri birkaç gün sonra Lübnan’a asker çıkarmışlardı. İsrail üzerinden geçerken bir sorun olmamıştı. Uçuş iznini bildirerek geçmiştik. Bizi karşılayanlar Ürdün Hükümeti yetkilileri idi. İçlerinden üçü de Bakan idi…Türkiye’nin Amman Büyükelçisi Mahmut Dikerdem’de bizi karşılayanlar arasında idi. Bizi alıp Büyükelçilik’e götürdüler… Irak Kralı Faysal ve Kraliyet ailesi ihtilalci subaylar tarafından sarayları basılıp öldürülmüşlerdi. Irak Başbakanı Nuri Said Paşa da sığındığı bir evden çarşaf örtünerek kadın kıyafetinde kaçarken bir ihbar üzerine o da yakalanmış ve öldürülmüştü… Irak Genelkurmay Başkanı da ihtilal yapıldığından habersiz bizim Amman’a gelmemizden önce Irak’a dönmüş olduğundan o da yakalanmış ve idam edilmişti… Bu durumda Ürdün’den elimiz boş dönecektik.”

Neler oluyor hayatta neler… Osmanlıcılık fikriyatının fiiliyata evrilmesinin cesareti, nereden ve nasıl ve de hangi denk düşmelerle dışarıda komediye, içeride ise coşkun seller gibi desteğe dönüşürün fazlaca yoğunlaşılan konu olması halinde makus kader her zaman ve kaçınılmaz olarak tecelli ediyor. Oysa biz biliyoruz ki, 1955 yılında, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da etkin olmasını önlemeye yönelik olarak CENTO adında bir teşkilat kurulur ve mezkûr ülkelerin hepsinin gizli bilgi akışı dünyanın yeni jandarması ABD’nin elinde toplanır ve mezkûr coğrafyanın da istasyonu Türkiye’dir. Farklı farklı anılarda, başta da Türkiye’nin 27 Mayıs darbesindeki kudretli Albay Alparslan Türkeş olmak üzere, önemli bir süre Dışişleri Bakanlığı yapmış İhsan Sabri Çağlayangil’e kadar, herkes bu iddiayı doğrularlar. Peki ne idi ve amacı nasıldı bu CENTO’nun, ki bilindiği üzere hem Irak’taki mezkûr darbeciler hem de canım Yurdumun darbecileri darbe sonrası ilk beyanatlarında “… CENTO’ya bağlıyız…” demelerinin esbab-ı mucibesi neye bağlı idi. Hem de darbeye muhatap olup hayatını kaybeden Başbakan Nuri Said Paşa kuruluş kararının ve sürecinin en ateşli sözcülerinden olsun hem de muhatabı… Enteresan hem de çok enteresan… Tıpkı bizim 27 Mayıs darbesi gibi, NATO’nun hem ateşli sözcüsü ol hem de muhatabı ol… Sürekli bir akıl ayarlarımızla oynama hali…

Evet; hissedilen o ki, Osmanlıcılık pek de öyle yerli ve milli bir şey değil galiba ve uluslararası ciddi rabıta, illiyet ve iltisakları bulunmaktadır. İlaveten bu darbe yapılması halini salt karşı olunanı devirme hali olmaktan azade değerlendirilmesi gereken bir durum kabul edeceğiz gibi çünkü içlerinden çoğu da daha iyi hizmet edeceklere yol açma ve mıntıka temizliği kabilinden gerçekleşmiş görünmektedir. Bazen vuslat adına tıpkı bir merdivenin basamaklarının döşenmesi gibi geçiş yönetimleri darbelere istinat teşkil edebilmektedir. Yoksa küçücük ve oldukça karışık aklımızla bu muhteremler daha da fazla oynayacak gibi görünüyor.