Pazar, Kasım 28, 2021

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK- 13 ALTYN ASYR

 

Canım Yurdumun bahtının tayinine “16 kez gidip 17 kez gelmiş” özelliği ile damga vurmuş pek muhterem ve muhteşem Süleyman’ın meşhur ettiği bir slogan vardır, bilenler bilir, “Nurlu Ufuklar” … Bu sloganın muadili Türkmenistan’da, “Altyn Asyr” dır. Her muktedir grubu takipçilerini oyalayacak, gaza getirecek bir slogan üretmekte mahir vesselam. Esasen Türkmenistan bir sloganlar ülkesi olup hayatın her veçhesi slogan bombardımanı ile vatandaşı adeta “slogan manyağı” haline getirmiş görünmektedir. Türkmenistan’ın ne yazık ki; kamuyu ilgilendiren, kamunun ilgi gösterdiği hiçbir şeyin özgürce konuşulamadığı bir ülke olduğunu, vatandaşların “kulaktan kulağa” fısıldama konusundaki maharetinden kolayca anlayabilirsiniz. İlaveten yine bu mazlum vatandaşların “işaret dili” konusundaki mahareti hiçbir şekilde gözden kaçmaz. Mübarekler bir parmak ya da el işareti ile bir sayfalık meram ve murat ihzar eylerler ki evlere şenlik. Bu manada Türkmenistan; artık bir yanı göçmüş dünyada, tek yanı ile yol bulmaya çalışan mazlumları zapt-ı raptı altında hizaya ve sigaya çekme uzmanı dünya liderlerine muhteşem bir örnek teşkil etmektedir. Orada her türlü abukluk âsâr-ı kudsiye artık… Ben bu sıradanlıkları yaza yaza, söyleye söyleye bitiremedim de ona yanarım… “Altyn Asyr”ın lideri şimdilerde bir kitap yazmış ve onu çantasında taşımayan öğrencilerin okullarından atılmalarını ferman eylemiş… Daha neler görecek vatandaşları neler!!!… Hani pek meşhur bir darb-ı mesel vardır; Hitler’in “teslim olalım” önerisi yapan generale söylediği, “bu onların tercihiydi. Bizi onlar seçti, elbette ölecekler.” Hani; Sovyet Kızıl Ordusu artık Berlin içerisine girmiş, sokak savaşları başlamış, insanlar öbek öbek ölüyorlar, Hitler’in generali girer yanına ve artık umudun olmadığını, şehir içi çatışmalarda genellikle, sivil halkın öldüğünü, teslim olmanın belki de hayırlı olacağını önerdiğinde tarihe geçmiş söz. Neyse bu konu Türkmenistan halkının meselesi deyip geçelim ve gözlem ve tespitlerimize devam edelim. “Hamamda türkü çığırmak” babından şimdilerde bakıyorum, Türkmenistan’ın durumuna da, hay Allah… Gösteriş ve caka adına memleketi bir inşaat şantiyesi gibi yönettiler, adeta bir film setine çevirdiler, debdebe ve şatafattan geçilmez kıldılar. Parklar, bahçeler, heykeller, konutlar, saraylar, vs vs… Turisti genel manada kabul etmeyen bir ülkenin, bu öykünmesinin, bu şatafatının, bu gösterisinin kime yapıldığına dair kırk sosyolog bir araya gelse bu taşı çıkaramaz, bence… Şüphesiz ki, kendi vatandaşını psikolojik ezmeye yönelik bu edimin karşılığı var, tüm dünyada benzerlerinde olduğu üzere, vatandaşın ekonomik durumu ortada iken, yapılan bu manasız yatırımlarla övünmesinin yolu açılmalı idi ve açıldı da… Memlekette, gece saat 10 dan sonra sokağa çıkmak yasak, Devlet Başkanının geçtiği yol üstünde bulunan otobüs duraklarında beklemek yasak, sigara içmek yasak dahası alım satımı da yasak, 35 yaşından genç kadınların yurtdışına çıkışı yasak, dolar alım satımı yasak, internet yavaş ya da yasak, özel gazete yasak, özel tv yasak, yasak ta yasak, say say bitmez… Ama bu hali unutup, övünmek ve öykünmek serbest hatta destek konusu, iğne ilaç kâr etmez durumu…

Hele; son yaşanan Afganistan operasyonları neticesinde Afganistan ve Türkmenistan sınırında, Türkmenistan tarafından yapılan tahkimat ve tedbirler üstüne takdim edilen haber detaylarına bakınca insanın hayrete düşmemesi imkânsız. Sevkiyatın adeta bir tören düzeneği içinde verilmiş olması güzel şüphesiz de, arada gerekirse Rusya’dan da yardım talep edileceği belirtilince insanın algılama dengesi de bozuluyor gibi… Orada çalıştığım dönemde “kulaktan kulağa” haber ajansının yayımladığı bir haber vardı, aklın ayaklara düştüğü nokta… Aşkabat Havaalanı yolu üstünde ve yakınında büyükçe bir inşaat bulunmakta idi o dönem… Rivayet o ki; Türkmenistan Ordusunun (.a.aklı kuvvetlerinin) 2 askeri firar eder, hem de silahları ile birlikte, firarilerin peşine takılır ilgili kuvvetler, firariler mezkur inşaata sığınır, etraf çevrilir, fakat direnç büyüktür, Türkmenistan özel kuvvetleri devreye girer, 2 gün 3 gün, 2 piyade askerin direnişi kırılamaz, artık çaresiz Rusya’dan yardım talep edilir, Rusya kendi özel kuvvetlerinden bir timi derhal sevk eder, saniyeler içinde büyük direnç gösteren 2 piyade sağ ve salim teslim alınır. Eğer bu hikâye, sadece tevatür değil ise kaydı ile, övünmenin sınırının ne olması gerektiği üzerine ciddi manada tefekkür gerektiren bir kıssa ve hissedir. Bilmem tebarüz ettirebildim mi? Öyle içeride mazlum ve masum vatandaşa caka ve subliminal mesaj marifeti ile “kulaktan kulağa” ajanslarına meyletme çaresizliği yaratmak kolay. Yapabiliyorsan ve yiğit isen, garip 2 piyadeyi yardım istediğin ülkenin askerinin teslim alma süresinde kendi imkân ve kabiliyetlerin ile gerçekleştireceksin. Yoksa ineğe öykünen kurbağa hikayesini behemehâl tedrisata dahil ederler ve buna da kargalar güler sonra…

İyide fiili durum bu iken; hamamda çığrılan türküler ne söylüyor; neredeyse yapılan tüm kamu ve özel binalarda, en yüksek yerinde; “Halk, Watan, Beyik Türkmenbaşı”, “Beyik Serdar”, “Beyik Serdar yüreklerde baky yasar”, “Dövlet adam üçındır”, vb cilası güzel lakin toplumsal karşılığı sıfır sloganlar yer alıyor ve bu şekilde yol bulunuyor. Rivayet o ki; devri “Altyn Asyr Türkmenistan’ı” şimdi tarihini hatırlamadığım bir tarihte Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ziyaret ediyor, havaalanından Devlet Başkanlığı sarayına kadar yolda mezkûr sloganları görünce şaşırıyor, yaa o bile şaşırıyor, Başkanlar arası görüşmede de söylüyor bu gözlemini… Cevap mı, kolay; “ben mi yazıyorum onları, halk yazıyor” … Kelamın dama olduğu nokta…

Ne diyor; propagandanın babası Hitler’in “Halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Joseph Goebbels; “eğer bir yalanı yeterince uzun, yeterince gürültülü ve yeterince sık söylerseniz, insanlar inanır. İnsanları, bir yalana inandırmanın sırrı, yalanı sürekli tekrar etmektir” üstüne de “insanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediğimizi yapabileceğimizi anladık” gelince, tadından yenmiyormuş…

 


Cumartesi, Kasım 20, 2021

EGEMEN KADIGAN

Kısaca “Ege” diye seslendiğimiz çocukluk arkadaşım Egemen Kadıgan, ne yazık ki artık aramızda değil… Oysaki ne kadar da güzel olurdu aramızda olsa ve 60’lı, 70’li yılları anılarımız üzerinden konuşuyor olsa idik, şimdilerde artık ve tam da iyi becerebildiğimiz biçimi ile. Hele ki 70’li yıllar, meşhur İmren Lokantası üstüne, Bazaar 33 üstüne, İmren Otel üstüne ve de en önemlisi o günlerde bizim nelere göz diktiğimiz, kulak kabarttığımız ve de neler yaptığımız üstüne… Tam da, bizi bulunduğumuz yaş itibari ile rahatlatacak, konuştuğumuz ve andığımız her konu üstüne ağız dolusu gülebilme katkısı ve becerisiyle…

Babamın arkadaşı Abdürrahim Abi’nin oğlu (şüphesiz ki amca), sonradan üniversite döneminde Adana’da aynı okulda olmasa bile hemşericilik bahanesi ile sık sık buluştuğumuz ve konuştuğumuz arkadaşım Recep Kadıgan’ın kardeşi, benim taa ilkokul ilk sınıftan ortaokul sona kadar hep aynı sınıflarda bulunduğum bir arkadaşım idi Egemen… O, mahallesinin dar alanından, ne yazık ki şimdi hayatta olmayan Recep (pejo) ve yine ne yazık ki aramızda olmayan Mahmut (gazteci) başta olmak üzere şimdilerde hala görüştüğümüz İbrahim (çekirge), şimdilerde kendi tercihi neticesinde konuşmadığımız adı da lakabı da aslında çok önemli lakin zikredilmesi hukuki sorun teşkil edecek biri daha hep birlikte gelirler ve giderlerdi okula… İlkokula, şimdilerde artık yıkılmış, yerine de park planlandığı söylenen 16 Eylül’de başlamış idik hep beraber…

Babamın arkadaşı demiştim ya; Abdürrahim Abi, o zaman lezzetleri ile bir hayli ünlü ve şimdilerde de nostaljisi ile geçmişine ayna tutma iddiasında olan “İmren Lokantasının” Fadıl Kadıgan Abi ile ortak sahibi… Mutfakta ve yönetimde bulunan Abdürrahim Abi sayesinde gerçekten çok güzel yemekler yedik… Fadıl Abi, ağırlıkla ve özellikle lokantanın hemen önündeki ekmek fırınında, Sakıp Taylan Abi ile birlikte faaliyet göstermekte idi… O devirde annem ve babam tütün dikim zamanlarında sürekli olarak Çiftlik’te bulunurlardı ve okulumuzun da Çeşme’de olması nedeni ile haftanın 6 günü gündüzleri ben Çeşme’de yalnız olur idim, lakin akşamları mutlaka Çiftlik’e gider idim. Nurlar içinde olsun babam, Abdürrahim Abi’ye, “çocuk” orada öğlen yemeklerini yesin, ödemesini sonra hallederiz demiş… Ben, o güzelim lezzetleri, o güzelim insanların elinden yemeye daha o günlerden başlamıştım ve hala devam edebiliyorum, bu az bir şey mi… Hayata tam da bu yüzden çok borçluyum… Bu vesile ile de; Abdürrahim, Fadıl ve Sakıp abilerimiz başta olmak üzere, Pejo Recep, Gazeteci Mahmut arkadaşlarımızı da saygı ve sevgi ile yad ediyorum bir kez daha… Esnaflığın gerçek manada terbiye, ahlak ve saygı çerçevesinde de yapılabileceğini anılarımızda kalarak da olsa bir kez daha hatırlıyor olmanın keyfini yaşıyorum.  

İmren Lokantası Kadıgan kardeşlerin büyük çabası ile 70’li yıllardan itibaren, Çeşme’nin lezzet duraklarından biri olmayı başarmıştır. Hatırlayanlar vardır şüphesiz, o yıllarda gerek yabancı turistlerin gezi notlarında, yazılarında gerekse de Türkiye’yi tanıtım çabasındaki Tur şirketlerinin broşür ve ilanlarında Çeşme’den 2 yer hep öne çıkmıştır. Biri “İmren Lokantası” diğeri ise “Altınkum plajının” meşhur olmasının temelini hazırlayan Turgut’un Yeri’nin kurucusu Turgut Erol işletmesidir. İşte böylesine kalite tutturan lokantanın sahibi olması Egemen açısından övünülecek bir durum olmakla birlikte hayat alışkanlıkları açısından da ciddi manada bir değişikliğe yol açmıştır. Belki de hayatının çok fazla olamamasına yol açmış bu değişikliklerin bugün artık söyleniyor olmasının fazlaca da bir manasının olduğunu düşünmemekteyim. Ama şurası muhakkak ki Çeşme’nin bir markası haline gelen İmren Lokantasının bir efsane markaya dönüşmesinde de katkılarına yakından tanıklık etmişimdir.

Bir ara CNN Türk TV’sinde dudak çatlatan lezzetler spotuyla “Lezzet Durakları” adlı bir yemek programı yapan Mehmet Yaşin’in programında, bizim “soğan yahni” diye bildiğimiz ama “papaz yahnisi” diye takdim ile detaylarını ve hazırlanma hünerlerini anlatırken izlemiştim dostum Egemen Kadıgan’ı… Ne de güzel ballandıra ballandıra anlatıyordu… Sonradan bir ara oğlumun yaz aylarında Çeşme’ye gidişlerinde, bir şekilde Egemen’in oğlunu arkadaş edindiğini öğrenince çok sevinmiştim. Şimdi artık ne Egemen ne de oğlum aramızda değiller, yüreklere ateş topu gibi düşerek gittiler… Artık ruhumuzun ve vücudumuzun en önemli parçaları eksik kalmıştır, çaresizlik… Anıları önünde saygı ile eğiliyorum.

Egemen’in ilkokul ve ortaokul öğrenciliği de “5 ten şaşma 6’yı aşma” teknik ve taktiği ile geçmiştir. Zaman zaman derslerde muzipliği hat safhaya çıkar ortalığı kırar geçirirdi gülmekten… Bu manada sayısız anım olmasına rağmen bir tanesini anlatarak geçmek istiyorum. Yine artık aramızda olmayan aslında matematik öğretmeni iken din dersi de veren Haydar Hoca (Cihangir) vardı… Yaşamı son derece mütevazi ve hoşgörü katsayısı hayli yüksek olan lakin her türlü sportif ve kültürel faaliyete katılan bir öğretmen idi… İyi ve iddialı voleybol oyunlarının hemen hemen 1 numaralı katılımcısı idi hatırladığım… Kendisini de bu vesile ile saygı ve minnetle anıyorum. Hayatının son günlerine kadar görüşür muhabbet ederdik… Neyse, Din dersinde bir gün konu dua ezberi ve okunmasına gelmiş ve sıra da Egemen de idi… Haydar Öğretmen Egemen’e haydi “sübhaneke”yi oku bakalım dedi… Egemen başladı okumaya, lakin dışarıda arkadaşlar arasında herkesin de bir ölçüde yaptığı üzere yani tekrarladığımız biçimi ile; “Sübhânekellâhümme ve bi hamdike, ve tebâre kesmüke” girişini “annem keçi babam teke” diye nihayetlendirdi… Haydar Öğretmen ne yapacağını şaşırdı, Egemen ise diğer öğrencilerin bir kısmının kahkahayı basması, bir kısmının kızması arasında, kıpkırmızı olarak sustu kaldı… Şimdi bundan zinhar başka mana çıkarılmasın lütfen, biz çocukken işin ciddi manada şamatasında idik, öyle bugünkü gibi koca koca ciddi devlet büyükleri gibi makara kakara peşinde değil idik… Sevgili kardeşim, dostum Egemen, nurlar içinde ol, yıldızlar yoldaşın olsun…


Cumartesi, Kasım 13, 2021

BİR GECEDE CAHİL BIRAKILMAK

“Bir gecede cahil bırakıldık” söylemi üzerinden “Harf devrimine” bile kara çalmaktan murat, muhtemelen bizim göremediğimiz ama iyi bildiğimiz mahfillere mesaj babından olsa gerektir. Tüm bunlara rağmen gerçeklerin böyle olmadığı ya da olamadığı da zinhar ayan beyandır. Bir gecede cahil bırakıldık diye referans gösterilen tarihte, söylediğini yazabilme, yazdığını okuyabilme oranı ne yazık ki %3 idi (yazıyla da yüzde üç), sen daha ne anlatıyorsun ilaveten derler adama… Senin durumun bu iken, muhtemelen de tüm hayatını 50 kelimelik bir dağarcık ile idame ettirir iken, alfabenin şu ya da bu olmasının, zengin ya da fakir olmasının, yerli ya da yabancı olmasının nasıl bir manası olabilir ki… Ayrıca öykünülen hayatın ve mezkur hayatın idame ettirildiği coğrafyada, kabristan ve kabir taşının hiçbir önemi yokken birden ortaya atılan bu savın zaten yeterince karışık olan aklımızın tamamen karıştırılmasına yönelik olduğu yeterince sarihtir. Ama neyse bu sadece anlayana…

Benimle çalışanlar ve gezenler bilir, ben hangi ülkede, hangi şehirde olursa olsun, hangi dinden ya da hangi inançtan olursa olsun kabristan ziyaretine önem tayini ile zaman ayırırım. Mesela, ben Karahanlılar başkenti Balasagun ile Büyük Selçuklunun merkezi Merv’e gittim ve ne yazık ki oradaki mezar taşlarını da okuyamadım, gerçi taşlarda da bir şey yazmıyordu ya neyse, şimdi kalkıp bizi bir gecede cahil bıraktılar atalarımızın mezar taşlarını da okuyamıyorum diye mızıldanmadım. Mezkûr mahalde yatanlar, bizim atalarımızdır, bizim geçmişimizdir mütalaasıyla tarihine ve geçmişine çok önem verdiğini durmaksızın tekrarlayan yöneticilerimizin dikkat ve önemini anlamaya çalışırım bu ziyaretlerde… Konumuz Canım Yurdum olunca bu daha da bir önem arz eder.  Eski kabristanların yeterince değer bulmadığı çok açıktır lakin konumuz bu değil… Osmanlıdan bize intikal etmiş ve o tarihten itibaren el değmemiş bir kabristan gördüm bu yılın başlarında hemen durdum ve ziyaret ettim. Yer Ödemiş ilçemizden Bozdağ’a doğru giderken solda bir yerde bulunmaktadır. Yeterince de detaylı fotoğraflar çektim… Yüzlerce mezar taşı var, yer yer hoca sarıklı mermer işleme taşlara rast gelinmekle birlikte çok büyük çoğunluğu bazalt taşlardan oluşmuş vaziyette. Lakin bu bazalt taşlardan olan mezar taşların üzerinde hiçbir yazı ve işaret yok… Kimdir, kimlerdendir hangi tarihte yaşamıştır, hangi tarihte defnedilmiştir gibi bilgiler yazılmamış. Bu yazı özelinde mezkûr kabristanı yazıyorum benzeri yüzlerce kabristan daha gördüm Canım Yurdumun değişik yerlerinde… Ya yazmayı önemsemiyor ya yazmayı bilmiyor ya da kabristanda bu kabil not düşmeler düşünce ve itikatlar açısından münasip görülmüyor, vs vs… Şimdi harika Arapça ya da Osmanlıca bilseniz ne olacak, okunacak bir şey olmadığı sürece…

Diğer taraftan çok sık tekrarlandığı ve iyi bilindiği üzere; Atalarımızın anayurdu Orta Asya’da kullandığı yazı dili “Göktürkçedir” ve Göktürk alfabesi 4 ünlü ve 34 ünsüz toplam 38 harften oluşmaktadır. Sağdan sola doğru yazılmaktadır. Ve yine bilinmektedir ki; Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen ve Rus Türkolog Vasili Radlof tarafından 1890’larda çözülmüş ve tebliğ edilmiştir. Diğer taraftan Arap Alfabesi ise tamamı sessiz olmak üzere toplam 28 harften oluşmakta iken Osmanlının Arap Alfabesini kullanmaya başlaması ile de yerel ve hayata özel ve ilave ihtiyaca binaen sayılabilecek katkılarla alfabe 36 harfe kadar yükselmiştir. Yani ses ve sesin tarifi adına kısıtlılık harf sayısından bile anlaşılabilecektir, lakin… Evet, tarihsel süreç içinde kendi alfabeni bırak kabul ettiğin dinin yüzü suyu hürmetine diğer bir alfabeye geç yıllar sonra tekrar köklerine dönülünce de feryat figan… Dile ve dilin kaydı alfabeye yönelik daha çok iddialı laflar edebilirim de, bu işin uzmanların yanında haddimi bilerek bununla iktifa edeyim. Anlaşılacağı üzere, kopan fırtına ne dil ne anlamak ne anlamamak ve de okuyamamak üstüne değil tamamen dünyaya bilimsel konularda daha yakın olabilmek adına alfabenin değiştirilmesinin tercihi üzerinedir. Mesela; Arap Alfabesinden mürettep Osmanlıca halis muhlis Türk Boyu Osmanoğullarında halis muhlis Türkçeye tercih edildiğinde, herhangi bir Osmanoğlunun “biz şimdi mezar taşlarımızı nasıl okuyacağız” diye vaveyla koparıp koparmadığını hep merak eder dururum. Bilenler de varsa beni aydınlatırlarsa çok mesut olurum. Mesela yine bu başlatılan manasız tartışmanın, “ben cahil milletin ferasetine inanır ve güvenirim” önermesi ile ne kadar alakalı olduğunu da oldum olası merak ederim….

Aslolan cehaletin kutsanması ise bakın şimdi size ben bir cehalet fışkırmasının canlı örneğini anlatayım da görün…

Çeşme’de sahilde dönemin Belediye Başkanı Nuri Ertan tarafından yapımı ve yerleştirilmesi gerçekleşen bir heykel vardır. Sonraları da, yine dönemin Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu tarafından yeri ve yönü azıcık değiştirilen bu heykel, Türkiye Cumhuriyetinin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü’nün elele tutuştukları bir heykeldir. Bu heykelin hemen arkasındaki küçük parka arkaları dönük vaziyette 4 adet bank bulunmaktadır. Bu heykelin ve bankların yerleşimi ve yönü konusunda herkesin söyleyebileceği farklı şeyler olabilir. İlaveten de öndeki plakette kimlerin heykeli olduğu yazılmaktadır, şüphesiz okuması yazması ve dikkati olanlara yönelik. Hem de İsmet Paşa’nın tarihe geçmiş veciz sözü ile “Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur” … Bir güneşli ve rüzgârsız günde hemen yandaki gazete bayiinden aldığım gazeteyi okumak üzere o banklardan birine oturdum, okuyorum. Derken bir genç kızın olabildiğince yüksek bir ses ile telefondan birine bulunduğu yeri tariflediğini anlıyorum. Şimdi çok net hatırlamıyorum lakin çeşitli referanslar veriyor ve olmuyor, derken birden heykeli fark ediyor olsa gerek ve cehaletin dama dediği kelamı ediyor. “Hani sahilde yaşlı karı-koca heykeli var ya, oradayım” … Artık burada, sevmek, saygı duymak gibi duyguların varlığının bir önemi yok ki… Burada artık yegâne mühim hikâye; bilmek ya da bilmemektir. Esasen de cehalet…    

Hocam haydi bir gece de Arap harflerinden vazgeçtik ve bu yüzden cahil olduk. Peki, alfabe değişti lakin dil aynı yani dilin söylediğinin kâğıda aktarılmasının yöntemi değişti. Peki sen hayatı algılamada, yorumlamada, betimlemede ve anlatmada kaç kelime kullanıyordun, bir de ona bakın bakalım. Bu manada zuhur eden ve paçalarımızdan akan cehalet için hiç öyle bahane aramamak gerek aksi taktirde “gaz çıkarmanın çavdar ekmeğine bahane” edilmesinin önüne geçmekte zorlanırız, maazallah… Bu olsa olsa; çamur atmanın binbir yüzünü sergileyeceğim diye maskaralığa düşmenin binbir halleri olur, Allah Muhafaza…



 

Cumartesi, Kasım 06, 2021

ŞAHADETNAME

Kazakistan’a yaptığım seyahatlerin birinde, akşam dost sofrasında konu nasıl ve nereden geldi ise şimdi hatırlamıyorum, “diploma” sahibi olmaya geldi dayandı… Kazakistan’a yerleşmiş bir iş insanı arkadaşım, “Abi sana bir yüksek lisans diploması alalım, artık yüksek mühendis ol” dedi, haydaa… Şaşırdım, program takip etmeden, devam zorunluluğunu yerine getirmeden, gerekli sınavlarda başarılı olmadan, nasıl oluyor bu diploma edinme süreci… Muhabbetin ilerleyen bölümünde, baktım ki diploma edinmek çok kolay, şaka ile karışık “yahu ben bir de hukuk diploması edinmek istiyorum” dedim. İşi kolay halledeceğini beyan eden muhterem, tamam dedi, “paha” tayini ile, yüksek lisans 500 dolar, hukuk lisans ise 1.000 dolar, dedi… Peki nasıl olacak deyince, “devam föylerinden, program takiplerine, sınavların başarı ile deruhte edildiğine dair her türlü safahatın bihakkın ve dökümante edilerek arşivlenecek şeklinde olacaktır” idi cevap… Daha da önemlisi, “dil konusu” nasıl izah edilebilir sorusuna verilen cevapta saklı idi, “dilin ne önemi var be abim”… Yani anlayacağınız; öğretim kurumunca öğretim süresince aldığınız dersler, dersleri aldığınız dönem, mezkûr dersin sınavlarında aldığınız notlar, not ortalamaları vs vs gibi bilgileri içeren “transkript” ile… Bundan iyisi Malatya’da kayısı, tarzı…

Sonraları fark ettim, projelerimize çalışmak üzere müracaat eden mühendisler ile görüşür iken müracaat eden bazı Hindistan vatandaşlarının diploma, bröve ve sertifikalarına bakınca merak etmiştim. Adamlar bir CV dosyası hazırlıyorlar, ben bakarken komplekse kapılıyordum vallahi, yalan değil. Sonra yolum Hindistan’a düşünce, gördüm bu diploma, sertifika edinmenin kısa ve kolay yollarını…

Sonra gördüm ki, sahte diploma ya da belge beyan ettiğin kurum, “senin beyanın” ile sınırlı kalınca; yani, şaibe ve istek anında kontrol edelim diye soran olmuyorsa zaten sorun olmuyor ki… Mesela, yaptığım iş gereği gördüm ki, sahte “iş bitirme” belgeleri, sahte “banka referans mektupları”, sahte “bilançolar” ile alınan milyonlarca dolarlık işler var, sadece bizde mi, nerde, tüm dünyada yaygın vaziyette… Yeter ki, ilişkiniz ve gücünüz buna münasip olsun… Aaaa siz görülme, kullanılma sıklığı açısından bakıyoruz derseniz, ona bir şey diyemem… Bir ara da diploma kiralaması, iş bitirme kiralaması gibi abukluklar vardı eczane bile kiralık eczacı diploması ile açılıyor gösterirsin onu müdür oldu bitti maşallah… Ayrıca, memlekette o kadar sahte üretim var ve tüm çabalara rağmen önü alınamıyorsa, sahte diplomayı neden mesele edelim ki, değil mi?... Sahte bal, sahte rakı, sahte likör, sahte et ve et ürünleri, sahte yağ, sahte baharat, sahte çay, sahte kahve, sahte çikolata, vs. vs. bu listeye daha yüzlerce ürün eklenebilir… Zaman zaman gazetelere yansıyan; sahte doktor, sahte imam, sahte öğretmen, sahte avukat, sahte dişçi, sahte mühendis, sahte polis, sahte savcı, vs vs, o kadar çok ki, say say bitmez… Yüce Rabbim, esirgemeden ziyadesiyle verdikçe vermiş… Gerçi topraklarımızın da yeterince mümbit olduğunu ıskalamayalım… Ayrıca ve ilaveten aslından ne hıyr gördünüz de sahtesine bu kadar çemkiriyorsunuz derler adama, maazallah… Lakin çok şükür ki sahte müteahhit yok, demek ki asılları ile iktifa ediliyor… Bu kadar sahte’nin içinde sahte diplomaya bu kadar takılıyor olmak da bir abeslik, efendim, hayatımızı etkilemeleri farklı olur izahı da çok tatmin edici değildir benim nezdimde, ne yani, sahte rakı bu kadar can alıyor, hayatımızı etkilemiyor mu… Vs, vs…  

Oysaki, Türk Ticaret Kanunu (TTK) madde 55 kapsamında durumu haksız rekabet olarak nitelemektedir, “paye, diploma veya ödül almadığı hâlde bunlara sahipmişçesine hareket ederek müstesna yeteneğe malik bulunduğu zannını uyandırmaya çalışmak veya buna elverişli doğru olmayan meslek adları ve sembolleri kullanmak” ne diyelim, kifayet-i müzakere… Çok şükür… Bu nasıl bir kabiliyettir Allah aşkına yapılan her yasanın ardına dönebilme, üstelikte te düzenlemenin, yasanın, yönetmeliğin cevazı ile becerilebiliyor, şapka çıkarılması gereken bir kabiliyet…

İnternette; Google Abi’ye “sahte diploma” yazınca neler çıkar diye baktım. Enteresan. “Sahte Lise Diploması”, “Aileye Göstermelik Diploma”, “Sahte Lisans Diploması”, “Sahte Vize Diploması” ve “Sahte Üniversite Diploması” başlıkları ile nerdeyse her ihtiyaca yönelik bir arzın söz konusu olduğunu gördüm. Doğru ya da yanlış, uygulanır olabilir mi, bilemem. “Sahte üniversite diploması için yıllardır hizmet vermekteyiz. 2017 yılından bu yana Türkiye’de iş bulamamış gençliğe iş bulması için diploma, ailesine okulu bitiremediğini söyleyemeyenlere çare olduk.” sunumu ile “Diploma Özellikleri” başlığı altında ise, “Diplomalarımız, kalın kâğıda matbaamızda yüksek kalite dijital baskıdır, Diplomaların yanında noter belgesi de ücretsiz gönderilir, Türkiye’de bulunan tüm üniversitelerin çalışmasını yapmaktayız”, denilmektedir. Akıllara zarar… Şeytana pabucunu ters giydirir hamle… Pes ki pes… Bir de denilmiyor mu ki; “Tüm hazırlanan diplomalar ıslak imzalı, noter tasdikli, apostilli bir şekilde hazırlanmaktadır. Hologramlar kabartma, diplomalar aslına uygun boyut ve özelliktedir”. Pes’in karesi gayri… Gerçi bu kadar çok üniversitenin bulunması, bu kadar çok öğrencisi olması, bu kadar öğretim affının yaşanması, yani ve hülasa, girmenin kolay, bitirmenin kolay olmasına, diploma sahibi olmanın kolay olmasına rağmen hala “sahte diplomacıların” icra-i sanat eyliyor olmaları olsa olsa insanımızın aceleci olmasına bağlanabilir.

Çok şükür ki; bizler daha Amerikan kontrol ve destekli FETO tutmalarının Üniversitelerimizin köşe başlarını tutamadıkları dönemde tahsil eyledik ve bihakkın diploma edindik. Aksi taktirde düşünsenize bunlarla rakip olduğunuzu, yarış halinde olduğunuzu, bu güruh oyun içinde kural değiştirmeyi kural haline getirmiş kuralsızlar olarak rakibin olacak kazanma şansınız baştan itibaren körelmiştir kaçınılmaz olarak…

Sürekli diploma değerlendirmeleri yapanları hedef alan eleştiri ve şikayetler kadar bir de bu kabil diploma arayışları içinde olanları “es” geçiyor olmak da bir başka zafiyet değil midir? Aaa efendim zaten kollanıyorlar diyorsanız onu da bilemem vallahi… Mesela sahte diplomaları salt bir hobi babından biriktirsen sıkıntı yok, en azından benim açımdan bir sorun teşkil etmez lakin durum öyle mi bahse konu uyduruk belgeler ve diplomalarla köşe başları tutuluyor ve ahkam kesiliyor bu ciddi manada sıkıntı doğuran bir durumdur, en azından benim için… Ayrıca, bazıları “orijinal sahte diploma” yerine direk sahte diploma kullanmayı neden tercih ederler çok merak ederim…

Sahi, nasıl oluyor da, bu kadar sahte ürün, sahte meslek ve sahte tutum Canım Yurdumda baş tacı ediliyor ya da yaptırımsız atlatılıyor, anlamak çok zor…