Pazar, Temmuz 31, 2016

FLİT

Penguen belgesel dizilerine devam ediyoruz, memlekette demokrasi karşıtlarının “demokrasi” havarisi kesilmesinin son bulmasına kadar da devam edeceğiz, öyle gerekiyor… Şimdilerin şişirilmiş, parlatılmış ve hormonlu demokratları varken bize de bu rol düşüyor, başta da Ahmet Hakan’a selam kabilinden… Eğer ki bu dizilere, “yahu gündem ne, sen ne yazıyorsun” diye itiraz eden olursa, “arkadaş senin itiraz etme kültürün de mi vardı” diye cevap vereceğim, bundan kelli…

Bir zamanlar; şimdilerde olduğu üzere, her haşereye ya da uçucu böcek ya da sineklerle mücadele için ve de her birine ayrı ayrı olmak üzere çeşit çeşit aerosoller, spreyler ya da püskürtücüler bulunmaz idi… Tüm bunların yerine, bir tarafı ile püskürtülebilen kimyasal bir tarafı ile de bu püskürtmeyi temin eden, bisiklet pompasının ucuna sanki kimyasallar için yerleştirilmiş bir haznesi bulunan aletler kullanılmakta idi. Gerçi o dönemde püskürtme aleti denince ama ademoğlunun icadı anlamında söylüyorum tabii ki, sadece ve sadece hanımefendilerin fısfıslı parfüm şişeleri dışında bir şey akla gelmezdi… Anlayacağınız bu parfüm şişeleri dışında sıvı ya da gaz püskürtme aleti olarak tek alet, “flit”ti… Düşünün ki, kuru temizlemecilerde bile, “kola” ya da ütü yapılırken, ilgili personel, ya ağızlarına su alır püskürtür ya da yanlarındaki su dolu kaba parmak uçlarını sokar, parmak uçlarındaki suyu serperlerdi. Hele o ağızlarına aldıkları suyu dudaklarını büzerek bir püskürtmeleri vardı ki, tam evlere şenlik kabilinden, ancak “Allahları var”, haklarını yemeyelim, ütülenecek ya da kolalanacak yere doğru eğilerek, eğer geniş alanda ise de kafalarını sağa sola döndürerek ya da tam saha intikali için vücudu hareket ettirip kafayı gezdirerek suyu zerrecikler halinde, düzgün ve dengeli püskürtürlerdi. Evet, ne önemli bir alet tanıtımı yapmak adına girişilen bu girizgâhtan sonra, tekrar gelelim asrın bu önemli buluşu olan flite…

Bilindiği üzere; “flit” bir haşere ilaç markası olup, ilk kez Kimyager Dr. Franklin C. Nelson tarafından 1923 yılında başta sivrisinekler olmak üzere her türlü uçucu böcekler ile mücadele için petrol bazlı üretilen bir üründür. İlk önce “Standart Oil Company” tarafından bilahare de diğer firmalar tarafından üretilmiştir.
Canım Yurdumda, 1970'li yıllarda, “flit” bir hayli meşhur olan bir böcek ilacı markası olmasına rağmen, “flit pompası” denen bu alet vasıtasıyla püskürtülmesine binaen pompasının da adı flit olarak anılırdı. Flit pompası, herkesin kolayca bilebildiği bisiklet pompasına benzer ancak pompalananınca içindeki kimyasalın püskürtülmesi için de ucuna hazne yerleştirilmiş bir alettir… Mezkûr yıllarda, evlerde ve işyerlerinde başta hamamböcekleri ve uçamayan haşereler olmak üzere, yine başta sivrisinekler olmak üzere her türlü uçucu zararlılar ile mücadelede kullanılmak üzere bulunur idi. Başta DDT ve Folidol gibi zehirli ilaçlar mücadelenin kapsamına bağlı olarak değişen konsantrasyonlarda, su ile karıştırılarak, flit pompasının haznesine doldurulur, hedef haşerelerin bulunduğu taraflara köşe bucak ama ciddi bir biçimde bir taraftan pompalanarak ama mutlaka yön değiştirerek püskürtülürdü, bu işleme de flit pompasından mütevellit flitleme denirdi. Ancak, bugünden bakınca ademoğlu, bugün gelişen teknolojiye bağlı sofistike ilaçlar ya da aletler kullanmalarına rağmen, o günlerdeki kadar başarılı mücadele yürütemiyorlardı gibi hatırlıyorum… Hatta o kadar ki, sivrisineklere karşı fesleğen bitkisinin hayli yoğun yetiştirilmesi ile elde edilen başarıya, yaygın mücadele çerçevesinde henüz erişilememiştir. Mezkûr dönem itibari ile evlerin ağırlıklı ahşap ya da ahşap kâgir olmasından ötürü, haşere konusunda oldukça mümbit bir ortam bulunmakta idi ve hamamböceği, tahtakurusu, bit, pire, karasinek, sivrisinek, fare vs. gibi zararlılar için oldukça ehven bir ortam oluşturuyor idiler… Hele yaygın bit ve pire popülâsyonu karşısında, gerek evlerde gerekse de okullardaki tespit ve mücadele çalışmalarını o yılları görmüşler net bir şekilde hatırlayacaklardır, okullarda tırnak kontrolü yanında kafalarda bit kontrolleri de hayli meşhur idi. Sonra ki bir yazımda; Çeşme’de 1914-1918 yılları arasında kaymakamlık yapmış olan, Hilmi Uran’ın hatıralarından, tamamen doğal yollarla yapılmış bir pire mücadelesi hikâyesi anlatacağım. Farelerle mücadelede kedilerin öne çıktığı dönemin flit hikâyeleri de vardır şüphesiz…

Ancak; böyle muhteşem püskürtücü bir alet icat edilir de, Necip milletimizin bulunduğu topraklara gelir de, sadece bu amaçla sınırlı kalmasına müsaade edilir mi, şüphesiz hayır, derhal yeni amaçlar tespit edilir… Fazlaca sulanması istenmeyen ya da fazla suyun verilmesi halinde farklı zararların oluşabileceği yerlerde çiçek sulama başta olmak üzere ütü ve kolalama hizmetlerinde bile kullanılmaktadır… Şimdilerde ise teknoloji mezarlığında yerini almış olduğunu düşündüğümüz bu aletin yerine, mücadelede asla sonuç alınamayan ancak mucitleri ile üreticilerini zengin eden bir hayli geniş ürün gamı bulunmaktadır.  


Görüldüğü üzere; gayet makara bir yazı çıktı ortaya, insanların rüya görmesi engellemeyelim kampanyası kapsamından, bırakın rüya görmeye devam etsinler aksi takdirde gerçekler gözlerine övendire gibi girecektir. Hayırlara vesile olsun, inşallah…

Cumartesi, Temmuz 23, 2016

TROLEYBUS

Bir zamanlar, şehir içi ulaşımında; sessizliği ve hava kirliliği konusundaki cimriliği ile çevre dostu olarak ünlenen, aynı zamanda ekonomik olan bu araçların, sürücüleri yetenekli, sabırlı ve olabildiğince beyefendi belki de zamanın ruhuna uygun olarak olmuş olan ve gücü yol boyunca direkler arasına gerili vaziyette asılı olan elektrik tellerinden temin edilen ve bu tellere 2 adet boynuz biçimi bağlantı elemanı ile irtibattanmış “troleybüs” denen araçlar kullanılmakta idi.

Bilindiği kadarı ile ilk troleybüs Almanya’nın Berlin kentinde 19 yüzyılın sonlarına doğru kullanılmış olup Canım Yurdumda ise 1947 yılında ilk defa Ankara’da kullanılmaya başlamıştır. Güzel İzmir’de ise 1954 yılında kullanılmaya başlamış ve nasıl ki en son kullanılmaya başlanmış yer olmuş ise son kullanılan yer olarakta 1992 yılına kadar kullanılmıştır. Dile kolay; tramvayların yerini alan bu boynuzlu araçlar yaklaşık 40 yıl hizmet vermişlerdir. Tramvayların trafiği tıkadığı kararına varılarak, devrim niteliğinde araçlar nitelemesi ile “troleybüsler” devreye alınmış ve Alman Siemens firması tarafından aracılık edilerek temin edilen kredi vasıtasıyla, ilk kez Güzelyalı- Konak arasına döşenen hatlarla başlayan serüven, sembolik olarak bırakılan son hattın da sökülmesiyle, maç petrolcüler lehine sonuçlanmış olur. Raylara bağımlı tramvayların yerine yıldızları parlayan troleybüslerin yıldızları bir anda parlıyor ama çevre dostu olan bu araçların serüveni denizin dibini boylamakla da bir anda kararıveriyor. Yaklaşık 75 yıllık tramvay saltanatına son veren troleybüs ise ancak 40 yıla yakın dayanabilmiştir, İzmir yollarında, İzmir’in büyük politikacılarına… Artık seferden kaldırılan “troleybüsler” balıklara yuva teşkil etsin diye koca koca ve çafçaflı törenlerle körfeze atılmış ve balıkçılarımızın her nereden öğrenmişler ise talepleri karşılanmıştır.

Ekonomik olmadığı, trafik tıkanıklığına yol açtığı varsayılarak, burun kıvrılarak, devre dışı bırakılan bu araçlar, hem yatırım hem de işletme maliyetleri açısından yerine ihdas edilenlere göre daha uygun oldukları daha sonraki yıllarda anlaşılacaktır ama her konuda benzer davranışı gösteren necip milletimizin gadrine de uğramaktan kurtulamayacaktır. Az bilgi ve düşünme ile çok proje uydurmakta üzerine toz kondurulamayacak durumda ki mahir önemli şahsiyetler ekonomik olmamayı hangi hesaba dayandırırlar bilinmez ama km başına yaklaşık 2 KwA(kilovat) elektrik tüketimi olan bu araçlar taşıdığı minimum 100 kişi ile de kişi başına en az enerji tüketen araçlar olarak bilenlerin zihinlerinde yer etmeye devam edeceklerdir. Üstelik söylenildiği ya da iddia edildiği gibi de yavaş ilerleyen araçlar da olmayıp, bugün yerine ihdas edilmiş araçların hiç gerisinde de değillerdir. Elektrik kesilmelerinin önüne geçememiş necip milletimiz, sık sık boynuzların kablolardan kurtularak, sürücüsünün hemen aşağıya inerek yeniden yerine yerleştirmesi işine de haylice bozulurlardı…

Şimdilerde; mezkûr büyük politikacılar, bir “devrim” ile troleybüsler tarafından saltanatına son verdikleri “tramvayların” yeniden kullanıma alınacağının açıklanması ve şehir içi ulaşımın kanser haline getirmiş olduğu trafik sorunun tek çözümünün olduğunu savlamaktadırlar. Madem öyle idi, neden kaldırdınız ve neden yeniden ihdas ediyorsunuz. Maksat ekonomik aktivite olsun, cepler dolsun… Benim oğlum okur, döner de bir daha okur… Mehter marşının bu topraklarda icat edilmiş olması boşuna değil, bir adım ileri, iki adım geri…

Lise öğrenciliğimin geçtiği yıllarda, sıklıkla kullandığım, Güzelyalı-Konak-Alsancak hattındaki troleybüslerin, biletleri troleybüs içerisindeki bilet satıcısından temin edilir, bilet satıcıları troleybüsün her kapısından giriş çıkış yapılabildiğinden, önceleri içeride dolaşarak bilet verir, para toplar iken bilahare de, sadece ön kapıdan girilip diğer kapılardan çıkıldığı dönemlerde orta kapının yanında tahta bir korumanın arkasında oturur, yeni binenler önünden geçerek bilet alır ödeme yaparlardı… Böylece bilet satıcısının tüm mesai boyunca ayakta bulunması sorununu da çözmüş oldu, canım yurdumun canım sendikacıları… Oysaki biletçinin serbest dolaştığı zamanlarda, o troleybüsün içerisinde, iyi günler, günaydın, iyi akşamlar ve iyi geceler dileklerinin iletilmesi eksiksiz olup bitimsiz bir hoşluk katardı seyahate… İnsanların büyük ölçüde birbirlerini tanıyor olması ya da göz aşinalığına binaen, birbirlerine hitabı da bir başka idi o devirlerde, Muhterem, Üstat, Azizim, Mirim gibisinden hitaplar başlarda gelirdi, hatırladığım kadarı ile. Yaşlılara yer verilmesini bir kenara bırakın insanların kendilerinden az da olsa büyüklerine yer veriyor olmaları vukuat-ı adiyeden idi… O dönem rahatsız edici tek şeyin, körüklü ve havalı kapıların “bammmmm” diye yüksek bir sesle kapanıyor olması idi hatırlayabildiğim kadarı ile… Diğer taraftan, sürücü acemiliğimi idi bilemiyorum ama bazen kalkışlarda yolcuları silkelemesi, ya da durur iken ani frenlere bağlı savrulmalar da olurdu ama bugünkü otobüslerdeki şöförleri ve sundukları rahatsız yolculukları asla tercih haline getrimeyecek kadar idi… Hele koltukların, sert formikadan oluşu ama asla bizi rahatsız etmediğini hala hayretle hatırlarım, belki de oturma organlarımız o dönemlerde daha da yumuşak olup bir rahatsızlık duymamızın önüne geçerdi, kim bilir, açıkçası o tarihte herhangi bir yaşlıya bu konuyu sormayı da akıl edememişim…


Penguen belgesel dizilerine devam, şimdilerin parlatılmış demokratı Ahmet Hakan’a selam…

Pazartesi, Temmuz 18, 2016

RODOS

Rodos; 12 adaların en büyüğü, Yunanistan’ın adaları içerisinde de en büyük 4. Adası olup, en çokta akıllarda, ünlü Rodos şövalyeleri ve New York Özgürlük anıtına da esin kaynağı olduğu varsayılan, antik çağın 7 harikasından biri kabul edilen, Yunan Güneş Tanrısı Helios'un sembolize edildiği Rodos liman heykeli, “Kolossos” ile yer etmektedir. 32 mt. yüksekliğinde ve tunçtan imal edildiği anlatımlardan edilen bilgilere göre varsayılan heykel, Rodos Mandraki Limanının, bugün yerinde sütunlar üstüne yerleştirilmiş karşılıklı “2 ceylan” heykelinin yer aldığı yerde ve bir bacağının liman girişinin bir tarafına, diğer bacağın ise diğer tarafına bastığı düşünülmektedir.

Rodos; geleneksel kapitalist turizm anlayışı açısından, Yunanistan adına, tam bir “amiral gemisi” gibi duruyor anlaşıldığı kadarı ile… Genel kabul görmüş turizm faaliyetleri içerisinde her şey dâhil sistemi buraya uğramamış, neredeyse 15-20 dakikada bir uçak inen, birkaç limanında ciddi miktarda Kruvaziyer gemisi bulunan, birkaç marinası ağırlıklı yabancı bandıralı yatlarla dolu olan, Türkiye’den bile yıllık 250.000 turistin gittiği ada halkının 120.000 olan toplam nüfusunun %70’sinin 6 ay boyunca sadece ve sadece hizmet sektöründe çalıştığı söylenmektedir. Plajlarının tıklım tıklım dolu olduğu, sokaklarında özellikle de “ortaçağ kent” bölgesinde insanların neredeyse 24 saat esası ile iğne atsan yere düşmez kabilinden kalabalıklar oluşturduğu kentte, eğer burada sivil giyim ile görev yapmıyorlarsa, pasaport kontrolü dışında polis görmek zor mesela…

Rodos bizler açısından; hem tarihi hem de kültürel bir hazine değerindedir ve Fethi Paşa Saat Kulesi ve Süleymaniye Cami'ininde içinde bulunduğu, başta da Rodos Ortaçağ Kenti bu yüzden UNESCO tarafından “Dünya kültür mirası” listesine tereddütsüz alınmıştır. Ancak bu kadar değerli olmasının yanında, turizme ve ticarete kurban edilmiş görüntüsünden de kurtulamamıştır. Kapitalizm için dur durak yoktur, sahip olunan ve korunması gereken değerlerin, ticaret malzemesi haline getirilme konusunda ve Rodos tam da bu yüzden ne yazık ki çok kötü bir örnektir, bana göre. Her türlü kültürel ve tarihsel yapı birer ticarethane haline getirilmiş ve kimisi kafe, kimisi taverna ve kimisi de hediyelik eşya satılan dükkân haline dönüştürülmüş… Gerçi bu bazı ziyaretçiler açısından, hem alışveriş, hem de aynı zamanda tarihi mekân gezme gibi güzel bir durum oluşturuyor olsa da, fazlaca banal görüntüden kurtulamıyor.

Tarihe 1. Dünya savaşı diye geçen, sömürge paylaşım savaşları içerisinde, sömürgecilerin anlaştıkları ve kararlaştıkları üzere, İtalya tarafından, Osmanlı İmparatorluğunun, başta Kuzey Afrika’daki toprakları olmak üzere, savaş içerisinde hedef olmuş, bilahare de savaş sonrasında Güney ve Güney-Batı Anadolu hedef tutulmuş ve bu kapsamda içlerinde Rodos Adasının da bulunduğu 12 ada işgal edilmiştir. Bugün hala kullanılan ve genellikle kamu binalarının çok büyük çoğunluğunu oluşturan yapıların, İtalyan işgal güçleri tarafından yapıldığı bilinmektedir.

Ekonomik krizin hayatı ne kadar etkilediği konusunda; ironik ama son derece sade anlatım ile bir tarife kulak misafiri oldum ki, muhteşem idi ve ben bunu burada ne kadar anlatabilirim bilemiyorum ama deneyeceğim. Katıldığım bir gezi sırasında, Tur Otobüsünün şoförünün hemen yanımdaki masada oturduğunu gördüğüm ve tura katılan ve sonradan İtalyan olduğunu anladığım 2 hanımefendinin yanına gittiği ve Yunanistan’da durumların nasıl olduğunu sorduğu anda, İngilizceyi muhteşem tatlı Yunan aksanı ile ama şamata ve abartı içinde yaya yaya konuşmasını bildiğimden kulak kabarttım, el cevap, yaşasın Komünizm, yaşasın Chipras Komünizmi diye başlayıp, “katıldığınız bu tur geçen yıl 6 euro, bu yıl ise 12 eurodur”. Artık söylenecek laf bitmiş, yeni konuya geçilmişti bile…

Sabah erken saatlerde; yürüyerek şehrin hemen dışındaki panorama tepesinin yanındaki antik stadyuma gittiğimde, korunaksız ama bakımlı olduğu, insanların adeta tarih soluyarak sabah koşularını yaptıklarını gördüm, muhteşem büyülü bir atmosferde sabah sporu yapıyor olmanın mutluluğu “good morning” deyişlerine yansımakta idi, anlatılır gibi değil…

Gökçeada’lı bir Rum asıllı Yunanistan vatandaşı ile sohbetimde, adadan, tarlalarına el konularak nasıl göçe zorlandıklarını ve bundan nasıl rahatsız olduğunu üzüntü ile dinledim, ancak hem Adnan Menderes, hem de şimdi ki Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’dan nasıl memnun olduğunu duyunca da hayrete düştüm… Büyük bir talan hareketi olan 6-7 Eylül olaylarının, düzenleyicilerin başının A. Menderes olduğunu biliyor olmasına rağmen bu takdiri anlamak mümkün değil idi şüphesiz, şimdi ki yönetimin ise “Ruhban okulu” izni için sevildiğini anlayınca da, suyun hem bu tarafında, hem de o tarafında düşünme organını yeterince kullanmayan ne çok insan olduğunu, tekrar acı acı anımsadım.

Bu ülke gündeminde bu yazı da ne şimdi diyenlere cevap, bu da bizim "penguen belgeseli" olsun, Ahmet Hakan'a kapak olarak... Sarı öküzü sakın kaptırmayın denildiğinde hiç kulak asmadınız ya, ahaada size penguen hikâyesi…

Bir şiirinde, “RODOS HEYKELİ” benzetmesini yapan tüm zamanların en büyük şairi Nazım Hikmet ile son…

Ayağına 45 numro Amerikan kundurası geçirmiş
bir RODOS HEYKELİ gibiyim!
Sigorta şirketleri
…………            sigortalıyor beni 101 seneye.
Herkes
          …………gözlerinin bebeğine sığmayan
…………          vücudumu yekpare mermer sanıyor.
Halbuki ben
         …………dev gövdemin

         ……………kof bir alçı kalıp olduğunu biliyorum.

Pazar, Temmuz 10, 2016

ABDÜLHAMİT HAN

Son dönemimizin en fazla parlatılan ve gündeme getirilen, kerameti hudutsuz addedilen, Cumhuriyet karalayıcılarının verdiği isimle sözde “cennet mekân Abdülhamit Han Hazretleri”, özlemle peşine takılıp hedeflerine hilafeti getirmeyi koyanların sunumu ile hudutsuz hedefleri, ufku, hayalleri ve projeleri olduğu beyanı ile sempatik bir halife ve padişah portresi yaratılmak istenir. Yaşanılan dönemin sorunlarını kesinlikle görmek istemeyen bu aveneler, “Ulu Hakan” adını verdikleri muhteremi de, derin bir strateji ve diplomasi kurdu, siyaset cambazı ve büyük devlet adamı ve de hatta bir dünya lideri olarak anlatırlarda anlatırlar… Bu “herkesi kör, âlemi sersem” zanneden, sahip olduğu tek kitabı bile layığı ile okumamış azınlık güruh, bilmez mi ki, biz ne derin strateji uzmanları, ne siyaset cambazları ve ne diplomasi kurtları görmüş bir neslin ahfadıyız… Ayrıca bilmezler mi ki, bize kakalamaya çalıştıkları, gördüğümüz ve okuduğumuz bu muhteremlerin her biri aldıkları görevleri ellerine yüzlerine bulaştırıp, bırakıp kaçmışlardır ve tarih boyunca bunların izlerini takip etmekten de bu millet yorgun ve bitap düşmüştür. Neyse ardıllarını bir kenara bırakıp, yine bazılarına göre “Ulu Hakan” a dönelim; 31 Mart vakasının yaratıcısı kimler, hasta adamı yaratan kimler, tarihe 93 harbi diye geçen Rusların ve Bulgarların ta İstanbul kapılarına dayanmasına yol açan felaket savaşını planlayan ve her şeyi ile teslim olan kimler, Kıbrıs adasını İngiltere’ye veren kimler, Girit adasındaki çatışmaları bahane edip küçücük Yunanistan’a savaş açıp hemen ardından mütareke isteyen kimler, Osmanlı donanmasını Haliçte çürümeye terk eden kimler, Meclis-i Mebusanı kapatan kimler, Ortadoğu’da bugün bile huzur bulunamasının temellerini atan kimler, hala kahredici ve yok edici zaptiye yöntemleri bugüne bile ilham veren kimler, yargısız infazların müsebbibi kimler, bir türlü sonu gelmeyen sürgünlerin planlayıcısı kimler, her muhalif sesi hapislerde süründüren kimler, bugün bile sırıl sıklam hissedilen sansür uygulayıcısı kimler, vs vs diye azıcık tefekkür edilse, hala ulu denilir mi yoksa hemen kızıl tanımlamasına mı geçilir, görürüz… Ne diyor bu Göebbels eğitimli avanak aveneler;  “Abdülhamit Han, güzel ahlaklı, dinine çok bağlı, hayâ ve edep sahibi, akıl, izan, ilim ve irfan sahibi, adaleti yüksek, ümmeti adına gece-gündüz durmadan çalışır, düşmanlarına bile iyilik yapar, vs. vs.” öne çıkarılarak anlatılır da anlatılır, ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar çok inananı olacağı tespitiyle bıkmadan usanmadan, tekrarlanır. “Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika oyuncaklar ve mobilyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırır, son derece şefkatli bir insan olan Sultan Abdülhamit kendisini öldürmek isteyenleri bile bağışlar, eğitim ve kültüre önem verir” gibi yaklaşımlar olsa olsa tam bir Nihat Hatipoğlu anlatımı, gözler yaşlı ya da nemli, sözcükler boş ama düşünmeye hoş ancak tılsımlı, vay ki vay, canım yurdum… Hele modern Türkiye’nin temellerini atan padişah demezler mi, meşruiyeti ilan etti demezler mi, hay Allah, edebiyatta buna ne denirdi bir anda unuttum, aklıma gelince yazacağım yeniden…
Şimdilerde bakıyorum başta “Osmanlı Oğlanları” olmak üzere, bindirilmiş kıtalar ve onların mıntıka temizleyicisi durumundaki yalaka akademisyen, uyduruk tarihçiler, matbuat kalemşorları, siyaset erbapları vb. aveneler savaş açıp, hemen ardından Batılı Güçlerin dayatması sonucu barış anlaşması yapmak zorunda kalmasını kendisinden ziyade dış güçlerin oyununa bağlamaktadırlar. Evet, bu aklı evveller bizi de kendilerine benzer zannettiklerinden, aslen de isimlerinin önünde torpille ve intihallerle edindikleri her halinden belli akademik unvanlarını öne çıkararak ve ne söylenirse yediğimizi düşünerek,” hani siz çok güçlü idiniz ne oldu baskıya dayanamadınız” gibi itiraz edilebileceğini göz ardı ederek, sıkıyorlar da sıkıyorlar…
Dış güçler tarafından ayarlanan komplolar ve hareketlerle tahtan indirildiği iddia edilen bu padişahın, devlet adamı olmaktan çok uzak, yönetim ehliyetine, keyfiyetine ve zafiyetine bakmadan, “paranoyaklık” düzeyindeki tüm ruhunu kaplamış korkuları ve vesveseleri nedeniyle istihbarat ve polis teşkilatı üzerindeki tahakküm kurması sonucu ortaya çıkan istibdadın, hafiyeliğin ve sansürün bugünlere bile kötü örnek teşkil etmesine neden olarak, sadece ve sadece kendisine dokunulmasının önüne geçebilmek adına yapamayacağı hiçbir şeyin olamayacağını göstermiştir.
Bu anlamda, Sultan Abdülhamit; ne Ulu Sultandır, ne ermiş ne de başka bir şey, sadece ve sadece ardıllarına din bezirgânlığı geleneğini miras bırakan bir kilometre taşı olup, dini duyguları sömürme ve bununla yaşama, ayakta kalmanın talihsiz bir örneğidir.
Onun kulağına bir şey söyle, bunun kulağına başka bir şey söyle, sonra hepsini inkâr et, sonra memleketi ne kadar güzel yönettim diye övün.

Ziya Paşa’nın “Terkib-i bend”inden birkaç beyit ile nokta…

En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?

Bir gün gelecek sen de perîşân olacaksın,
Ey gonca bu cem’iyyeti her-dem mi sanırsın?