Cuma, Ekim 28, 2022

İBRAHİM ETEM ATAGÖZ

Genelde insanların deyim yerinde ise “kendi yağları ile kavruldukları” dönemin ayakkabı imalatçılarındandır İbrahim E. Atagöz büyüğümüz. Çeşme nüfusuna göre “inanılmaz ama gerçek” denilecek kadar fazla sayıda ayakkabı imalatçısı olduğunu hatırlıyorum. Benim hatırladığım kadarı ile tüm Çeşmeli ayakkabı ustaları İhsan Özbay, Osman ve Hadi Gür’ün rahle-i tedrisatından geçmiş olup her birisi konu ile ilgili kendi tarz ve zevklerini işlerine yansıtmışlardır. Hatta babam Tito Yaşar’ın da bir dönem Hadi usta yanında çıraklık ettiği ve kısa bir süre de olsa İzmir’de, şimdi neresi olduğunu hatırlamadığım bir atölyede ayakkabı imalatında çalıştığını duymuş idim bir vade. Hatta annem ve babamın evliliklerinin ilk günlerine denk gelmesi ve İzmir Çeşme ulaşımının kolay olmadığı bir dönem olması itibari ile hem kendisinden hem de annemden döneme ve konuya yönelik şikâyetler dinlemiş idim. Nitekim çok kısa süre içinde babam İzmir’deki işi bırakıp Çeşme’ye dönmüş.

İbrahim Usta; şimdi Çeşme Belediyesinin bulunduğu binanın hemen yanındaki dondurmacının bulunduğu yerdeki dükkânında faaliyetlerini sürdürmüştür. En büyük kızı dışındaki tüm çocukları ile arkadaşlığımız olmuş ve halen de sürmektedir. Özellikle İsa Atagöz ile birkaç günde bir mutlaka yolumuz kesişir, genel ve yerel gündem üstüne değerlendirme ve yaşananların haberleşmesi üstüne muhabbetlerimiz olmaktadır. İsa esasen Çeşme’nin gerçek manadaki ilk kırtasiye ve kitapevi sahibidir. Büyük oğlu Süleyman Atagöz ise halen Çiftlik’te ikamet ediyor ve eskisi gibi olmasa da zaman zaman karşılaşıp hal hatır sorarız. Küçük oğlu Nihat Atagöz’ün de plastik sanatlar ile ilgilendiğini duymaktayım. İbrahim Ustanın günün her saatinde dükkânında olduğu ve aralıksız çalıştığına tanıklık etmiştir, yaşları uygun olan herkes. Bir istisnası vardı bu yoğun çalışma temposunun şüphesiz. Dönem itibari ve devran nedeni ile insanlar öğlen yemekleri için küçük istisnalar dışında mutlaka evlerine gider akabinde işlerine tekrar dönerler idi. Yemek üstü kısa uyuma ve dinlenme geleneği gereği dükkânın önüne atılan şezlongda yaklaşık 1 saat ve genel de tüm Akdeniz ülkelerinde olduğu üzere “siesta” faslından şekerleme ise olmazsa olmazdır. O kadar ki, siesta vakti dükkana gelen müşterilere de müstehzi bir üslupla “usta yok” demekten de geri kalmazdı. Çok uzun yıllar mezkûr dükkânda faaliyet gösterir iken hemen yanı başında da Eczane ve Eczacı Ender Gönüllü ile diğer yanında Berber Ahmet Özocak ile komşuluk ve esnaf dayanışması göstermiştir. Sonraları nedenini bilmesek de muhtemelen dükkân sahibi ile düşülen anlaşmazlık sonucu buradan ayrılır, eski Akdeniz Oteli yanındaki çok eskiden karakol olan ve şu anda da turistik hediyelik eşya satılan yere geçer. Burası artık mesleki faaliyet açısından son adresi olacaktır. Maalesef makûs hastalık kendisini de esir almıştır, tedavisini üstlenen doktor kadrosunun da tespiti gereği çok uzun yaşama şansının olamayacağının bilinmesine rağmen, tıpkı eskisi gibi sabah dükkâna gidilip açıldı, akşam kapatıldı, sembolik ve moral manasında faaliyet yürütüldü, şüphesiz bu da fazlaca uzun süremedi. Mesleğini ziyadesi ile sevmesine rağmen çocukları üstünde mesleğinin takipçileri olması anlamında hiç ısrarcı olmamış tam aksine okuyarak başkaca faaliyetler üstlenmelerini de büyük bir istekle salık etmiştir her daim.

Esnaf arkadaşları başta olmak üzere tüm tanıdıkları için mutemet rolünü de hiç eksik etmemiştir. Gerçi dönem itibari ile tüm ahali benzer ahlak ve adap ile mücehhezdir lakin İbrahim Atagöz Büyüğümüzün merkezi bir yerde bulunması ve hızlı ulaşılabilir olması münasebetiyle de bu kabil vecibeler üstlenmesi daha da bir zaruridir sanki. Örneğin; “Sucu Ahmet” ya da “Bandocu Ahmet” olarak bilinen Ahmet Büyüksomalı adlı bir başka büyüğümüzün adeta kasası durumundadır. Bandocu Ahmet büyüğümüz her eline geçen parayı getirir, kendisine ait ve İbrahim Ustada bulunan teneke kutuda biriktirilmek üzere teslim eder ve paralar o kumbarada birikirdi.    

Eşi, Perihan Ablamız, Çeşme’nin dönem itibari ile en ünlü kadın terzisidir. Mezkûr dönem “öyle kalk gidip filan mağazadan elbise alalım” kolaylığının olmadığı bir dönemdir. Kolaylık diyorum şüphesiz ki bu tanımlama fazla beklemeden, renk, model seçiminin hemen yapılabileceği manasındadır. Kumaş seç, terziye git, bekle, teyelli hali ile prova yap, uygun ise finalde kalıcı ve kesin dikişe geç sürecinin harfiyen ve sırası ile yerine getirildiği dönemdir. Tıpkı ayakkabı imalatında olduğu gibi bu uygulamanın adı da “ısmarlama” elbise idi. Bayramlar, düğünler ve seyranlar öncesi hiç durmadan dikişlerin dikilmesi mukadderat gibidir adeta. Bu nedenle de çok önceden siparişlerin verilmesi (ısmarlanması) ise beklentilerin zamanında karşılanması için bir zorunluluktur. 

Perihan Ablamızı,  bu yoğun geçen çalışma günleri haricindeki yaz akşamları akşam yemeğinden sonra dükkânın önüne çıkarılan sandalye ve masada hazırlanan çayları içmek üzere hazırlık yaptığını sık sık görmekteyiz. Esasen Çeşmelilerin de yegâne eğlence kaynağı, şüphesiz ki iş ve çalışma rejimlerinin münasipliği dairesinde, akşam saatlerinde gelip taa meydanın ortasına kadar atılmış masalara kurulup çay içmek ve sohbetler etmektir. Bu arada çocuklar kendi aralarında oyunlar oynarlar bazen de çaktırmadan kadınların arkalarından yaklaşıp başörtülerini çekiştirmek gibi yaramazlıklar da yaparlardı.

İbrahim Atagöz Ustamızın çok iyi bir kösele ayakkabı ustası olması yanında “Bodrum sandaleti” diye bilinen ham köseleden yapılan sandaletlerin mini modellerini kolye olarak kullanılmak amacı ile imal ettiğini biliyoruz. Artık, kendileri ile birlikte ayakkabı imalatı faaliyetlerinin de sona geldiğine tanıklık ettiğimiz bu süreci yazar iken, şimdi artık maalesef ki aramızda olmayan, Hadi usta (Gür), Tahsin Usta (Gür), İhsan Özbay, İbrahim E. Atagöz, Perihan Atagöz, Damaroğlu Hakkı, Kahveci Hilmi, Kahveci İbbrahim, babam Tito Yaşar, Ahmet Büyüksomalı başta olmak üzere tüm büyüklerimizi nurlar içinde olmaları dileklerimizle bir kez daha saygı ile yâd ediyoruz.

Cuma, Ekim 21, 2022

İBRAHİM TÜTÜNCÜOĞLU

Hemşehrim” diye seslenirdi bayağı yüksek perdeden beni gördüğünde, çok sevinirdim baba dostumun gösterdiği bu yakınlıktan. Mahallemizin abilerinden biri idi, İbrahim Tütüncüoğlu. Bisiklet kazası bakiyesi olduğu söylenen bir ayak aksaması vardı. Bu nedenle de kendisine bir lakap takılmış idi bu engeline istinaden lakin bunu kendisi için kullanmak istemiyorum. Esasen bu lakap incitici bir şey olmamakla beraber herhangi bir vücut engeline dayalı lakapların takılması bence münasip değildir ve olmayacakta.

Çeşme tarımının Çeşmelilerin ana ya da önemli faaliyetinin olduğu dönemin bana göre çok önemli figürlerinden birisidir, benim hemşehrim İbrahim abim. Esasen mezkûr dönemin Çeşmelileri ne iş yaparlarsa yapsınlar mutlaka her birisi ayrı ayrı küçük çiftçi kapsamında değerlendirilecek tarımsal faaliyet içerisinde olmuşlardır. Yerli olup Hükümet erbabı memur iseler dahi mutlaka yöreye ait nerdeyse tüm ürünleri kendilerine yetecek kadar yetiştirme çaba ve becerisi göstermişlerdir. Bir kısmı ise bu baptan olmak üzere tarımsal faaliyetlerini ticari manada yürütmüş ve medar-ı maişeti haline getirmiştir. Bunların önemli temsilcilerinden biri de İbrahim Abim olmuştur. Her türlü sebze yetiştirme konusunda çalışmış olmasına rağmen enginarcılığı ile ziyadesiyle öne çıkmıştır. Bugünlerde imar uygulamaları artığı çok önemli bir miktar kalmamış olan bahçesinden yetiştirdiği enginarlar ile Çeşme sınırlarını aşan birkaç küçük çiftçiden birisidir. Sahip olunan bahçenin büyük olmaması gibi ciddi ve önemli bir sınıra rağmen inanılmaz bir verimlilik yakalamış diğer Çeşmeli küçük çiftçiler gibi “az alandan çok verim performansı” yakalamıştır.

Şüphesiz “küçük çiftçilik” önemine yeri gelmiş ve böylesine verimli ve başarılı sonuçlar almış İbrahim Abim söz konusu olmuş iken değinmemek olmaz, en azından kişisel görüşlerimi aktarmış olayım. Canım Yurdumun tercih ettiği kapitalist sistem prensipleri ile fazlaca uyuşmayan bu üretim tarzı esasen 1950’lerden sonra Amerikan hayranlığı ile hızlıca tasfiye sürecine girmiş, 12 Eylül faşist darbesi ile de sondan bir önceki darbe vurulmuş nihai darbe ise Turgut Özal döneminde ve devamı süreçte bu günlere gelinmiştir. Mezkûr dönemde taleplerin neredeyse tamamı yerelde karşılanır iken şimdi domatesi, biberi, patlıcanı, salatalığı Antalya’dan bekler hale geldik… Emeği geçen yöneticilerin ve onların alkışçılarının vebali ve günahı ziyadesiyle fazladır, gelinen bu günlerin… Mesela kendi adıma büyük ve zincir marketlerden kuru soğan alınıyor olmasını hiç anlamam… Dünyada belki de en kolay yetişen soğan hele ki Çeşme’mizin meşhur soğanı yerine pazarlarımızda ve marketlerimizde ithal edilmiş soğanların arzı endam ediyor olması en zoruma giden şeydir. Meşhur ve güncel ifade ile; “neredennn nereye, neredennn nereye”… Canım Yurdum tarımsal ürünlerde kendi kendine yeten ilk 7 ülke içinde iken düşülen çaresizliğin Güzel Çeşme’mizi teğet geçmesi beklenemezdi elbette nitekim geçmedi de… İzmir’in en önemli enginar yetişen alanı olmanın imar uygulamalarına kurban edilmesinden sonra Bölgenin enginar temin yeri artık Aydın ve Muğla olacak gibi görünüyor. Kocaman Ovacık Ovası bile artık enginar yetiştirilen bir yer olmaktan çok öteye gitmiştir. Birkaç sevdalı ya da alternatif üretemeyen yerliden başka bu işi yapan kalmamıştır, ne yazık ki… Hele şimdi kapitalizmin harami güçlerinin ısrarla ve vazgeçmeden bastırdıkları “jeotermal” kamulaştırmaları tehdidi altında artık işin zorlukları ve tarımdan geçinememe gerekçesi de eklenince bıkan küçük çiftçi enginardan da diğer ürün yetiştiriciliğinden de uzak durmaktadır. “Paramız var ki ithal ediyoruz” kafası elbet bir gün anlayacak paranın yenmez bir şey olduğunu lakin çok geç olacak… Bu kafayı kabul etmesem de anlayabiliyorum da bunların sadık ve değişmez taraftarlarını bir türlü anlayamıyorum. Yahu cebinde para olsa ne olur enginar yoksa domates yoksa buğday yoksa… Bakın bugün Avrupa’ya, gıda güvenliği tılsımlı kelimesi ardında, Rusya bize buğday göndermiyor feryatları nasıl da yankılanıyor bizim duvarlarımızda… Hem Rusya’ya her türlü yaptırımı yapacaklar hem de karşılıksız buğday sevkiyatı bekleyecekler, heyhat… Gıda çok önemlidir, dün de böyleydi, bugün de böyle ve emin olunsun ki yarın da böyle olacaktır. “Sürdürülebilir kent tarımı” bu baptan çok önem arz eder, hele nakliye ve ulaşım maliyetlerinin de yeterince yüksek olduğu göz önünde tutulunca sorunun yerel çözümlerinin mutlaka bulunmasının kaçınılmazlığı ortadadır. Neyse biz bu ara tespitin ardından tekrar ana konumuz, İbrahim Abimize dönelim.

Ovacık yolunun toprak kaplı halinde, iki yanına “keletirlerin” bağlı olduğu katırlarının biri üzerinde de kendisi olmak kaydı ile sabah çok erken saatlerde bahçeye gidişi akşam da geç saatlerde bahçeden dönüşü, toz kaldırarak olurdu. Hatırladığım kadarı ile Çeşme’de katır sahibi olan birkaç kişiden biridir. Katır, şüphesiz bilinir, at eşek karışımı bir hayvan olup zor iş ve hayat şartlarına hayli dayanıklı bir hayvandır. Çeşme’de neredeyse her ailenin bir eşeği ve birkaç atı olurdu lakin İbrahim Abimizin tercihi ise katır sahipliği olmuş idi. Babamın da iyi arkadaşlarından birisidir, İbrahim Abi. Dönemin kahvehanelerinden gerek Damaroğlu Hakkı, gerek kahveci Hilmi gerekse de Kahveci İbrahim’in orada işlerin görece azaldığı dönemlerde kendilerini aynı masada “kıraat” ederken sıkça görürdük.

Dün olduğu gibi bugün de Tütüncüoğlu Sülalesinin bir bölümünün evlerinin olduğu bölge, dönemin tek Ovacık ve Çiftlik Köylerine bağlantı yolu olarak da kullanılan, şimdi sahilde ihdas edilen yeni yola paralel bir iç bölgedeki Musalla Mahallesi yolu üzerindedir. Bugün artık yerinde yeller esen, küçük ama şirin olduğunu hatırladığım 2 katlı evinin hemen yanında, büyükçe kapısı direk yola açılan hayvan damı vardı. Dönem itibari ile evlerin kapılarının bile doğru dürüst kilitlenmediği gerçeğinin yanında hayvan damının kapısının nasıl olabileceği kolayca hayal edilebilir. Katırlar sürekli olarak akşamları buraya bağlanır ve yoldan geçenleri mütemadiyen huysuzlukları ile uyarır vaziyettedirler. O günün Çeşme’sinde kolay rastlanmayacak olmakla birlikte birkaç kez katırların çalınma girişimlerini de işitmiştik.

Bugün artık aramızda olmayan, mahallemizin saygın, sevilen ve takdir edilen abisi, İbrahim Tütüncüoğlu, tıpkı dün olduğu gibi bugün de gözümün önüne, katırı üstünde heybeti ile oturur vaziyette geçer iken “hemşehrimmmm” diye seslenir hali ile gelir ve artık yokluğunu bir eksiklik değerlendirir olduğumuz büyüğümüzü bu vesile ile saygı ve minnetle anıyorum 

Cumartesi, Ekim 15, 2022

HAKLIYIZ AMA HEP KAYBEDİYORUZ

Bir tarihlerde, Ankara’da yaşadığım dönemde, otomobil ile çok önemli hatta trafiğinin abuk subuk düzenlendiği bir kavşağa yaklaşıyoruz lakin otomobili kullanan arkadaş hızını hiç azaltmıyor derhal uyardım “lütfen yavaşla, burada sık sık trafik kazası oluyor”. Kime söylüyorum hiç tınmadan ilerliyor gerçi kabul edilen sürat dâhilinde gidiliyor lakin o kavşakta belki de düzenlemenin de yanlışlığı nedeniyle trafik ışıklarına rağmen kim önce girecek kim önce geçecek sürekli bir karmaşa halinde ya bizim sürücü de genel karmaşaya mütenasip ilerliyor. “Ya lütfen yavaşla aksi bir gelişme halinde ölürüz” dedim lakin el cevap “görmüyor musun bize yeşil yanıyor” deyince ben de “haklı ölüm ile haksız ölüm diye bir ayrım yok, bilesin” diye devam etmiş idim. Yani ve özetle kırmızı ışık ihlalinin ziyadesiyle yapıldığı bu kavşakta milletin dikkatsizliğinin kendi dikkatini biraz daha arttırarak azaltmanın mümkün olacağının altını çizmiş oldum. Hülasa, haklı olmak hayatta kalmak için yetmiyor, akıllı olmak, gaza gelmemek, provoke olmamak, duygularla hareket etmemek, sizden öncekilerin tecrübelerine önem atfetmek, konuya yönelik bağıtlanmış sözleşmeleri bilmek ve onlara değişmediği sürece sadık kalmak vs vs gibi ilave şartların da hep göz önünde bulundurulması gerekiyor.

 Bir de futbol üstünden bir başka referans oluşturalım. Mesela bir kaleci düşünün sürekli “ben çok iyi kaleciyim” diyor. Bakıyorsunuz her sezon ortalama 90 gol yiyor. Adama derler sen nasıl iyi kalecisin… Muhterem saydırıyor, sol bek kötü, stoper kötü, libero kötü, o kötü, bu kötü… Peki, sen? Ben, muhteşem…

Kuzeyimizde bir savaş yürüyor, insanlar ölüyor, o işgale uğradık, o saldırıya uğradık, o insanlarımızı öldürüyorlar, diyor, diyor da diyor. Sonuç, sen sarayında oturmuş verilen sözlere belki de iddia edilenler doğru ve mezkûr ortaklıklarına binaen, senden önce yapılan anlaşmaları yok sayıyorsun, tüm dünyanın ziyadesiyle bildiği paramiliter güçleri bir devlet başkanı kararnamesi ile resmi ordu mensubu yapıyorsun, sivilleri öncelikle ülkelerinden göç etmeleri için devlet terörü uyguluyorsun ya da uygulanan teröre göz yumuyorsun, binlerce yurttaşınızın farklı etnik kökten olduğu için öldürülmelerine göz yumuyorsun, sonra da “dur bakalım usta” denilince de gak guk… İşte aktör Reegan özlemi ile yanıp tutuştuğun ayan beyan belli de eksiğin ABD devlet başkanı olmaman. Hani fıkradaki gibi sen garip bir zurnacısın senin neyine gümüş zurna… Belki de senin de bu işten bir şey anlamadığın da sarih lakin bunun ayartına nasıl ve ne zaman varacaksın. Bugün seni yalnız bıraktığını açıkladığın ortaklarının, dostlarının aslında seni yalnız bırakmadıklarını biz buradan görüyoruz, sakın dünyaya martaval anlatma… Son derece modern silahlar emrine tahsis ediliyor hem de “efendim bize eski püskü silahları veriyorlar” gibi mağdur ve mahzun görünmeni temin edecek emrindeki yanlı ve yandaş medyanın uzun, ucuz ve ucube propagandalarına rağmen gerçekler sırıtıyor. Çok muhtemel ki; dünya jandarması ülkenin dünya egemenliği adına beslediği her çeşit görüş ve inançtan terör unsurlarının bu sefer ki zinde tutulma sahası olarak ülkenizi tahsis etmişsiniz. Sizin umurunuzda bile değil insanların ölmesi… Derdiniz varsa yoksa ortaklığınızın ayyuka çıktığı laboratuvarların çalışıyor olması, dünyanın lanetlediği azov taburlarının faaliyetleri ve nihayetinde 2. Paylaşım savaşı sonrası kapitalizmin içine yuvarlandığı en büyük bunalımın çözümüne erketelik... Bilindiği üzere, en azından benim bildiğim kadarı ile sermayenin krizi aşmasının en kolay ve hızlı yolu savaştır. Detaylı bilgi edinilmesinin başlığı ise, ekonominin askerileştirilmesi ve bu uğurda fabrika ve saha çalışmaları üstüne üstatların yazıları ve analizleri olacaktır. Lütfedilir kısacık araştırılır ise meram ve muradım daha kolay anlaşılacaktır. Çünkü savaş ve ekonomisi geriye en hızlı dönüş sağlayan bir kriz çözücüdür ve bu yüzden kapitalistlerin çaresiz başvurdukları yöntem olup direk ilgili olmayan kendi dışındaki tüm sektörlere can taşır dünya halkları kan kaybederken. Bu yöntemin en sadık takipçileri de kontrol altındaki ülkelerde devamlı desteklenirler ve siyasal düzenin yüzünü oluştururlar. Düzenin bu yüzü arkasında da sermaye temerküzü ve sahiplerinin el ovuşturmaları… Diğer yanda ise bu savaşların hiçbir yerinde olmayan veya olamayacak çocukların da canlarını ortaya koymaları ve hatta daha da korkuncu canlarını bu uğurda kaybetmeleri… Rezaletin daniskası lakin bunu gören var mı? ya da görmek isteyen var mı? varsa ne kadarlık bir kısımdır, görüp de anlatana itibar var mı? Vs vs…

Bir de bu uygulamalara alkış çalan milli ve yerli olduğunu iddia eden abiler sorunu var. Hem de bunların alayı Türkiye’nin soydaşlarına Kıbrıs’ta yapılanlar karşısında gösterdiği reaksiyon ve Kıbrıs savaşına tereddütsüz alkış çalanlar… Hani adına barış hareketi deniyor olsa da resmen bir savaş… Peki, ne olmuştu da Türkiye ekonomik ve politik sonuçları ciddi derecede ağır olan bu harekâta girişmiş idi… Tıpkı bugün Rusya’nın da “özel operasyon” demesine benzer bir yaklaşım gösteren Türkiye “Kıbrıs barış harekâtı” adını verdiği bir savaş planı uyguladı. Yunanistan’da “albaylar cuntası” adıyla maruf bir askeri faşist darbe ile yönetimi üstlenen ordu evvelemirde Kıbrıs’ta anayasaya aykırı, uluslararası antlaşmalara aykırı hülasa ve sonuç olarak insanlığa aykırı bir gizli operasyon başlatıyor. Konu uzun lakin özetleyelim, Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesi hedefi olan General Grivas tarafından kurulmuş EOKA-B adlı faşist bir örgüt ile yaklaşık 1950’li yılların başından itibaren, komünistleri ve Türkleri hedefine alıp küçük küçük katliamlar yapmakta iken ilerleyen zamanda ve hem yerel hem de Yunanistan’daki siyasal destekçileri ile toplu mezarlar oluşturan katliamlara girişmiştir. Hatta o kadar ki; sonradan Yunanistan’da darbe yapmak ile görevlendirilen Albay Sampson Kıbrıs’a gelir ve EOKA-B destekli darbe yapar. Peki, bu Grivas’ın nasıl bir geçmişi var diye bakınca, Türkiye işgaline katılan genç bir Yunanistan subayı olarak Sakarya önlerine kadar gelmiş olduğunu, Nazi Almanya’sının Yunanistan işgali sırasında Faşistlerle işbirliği içinde olmuş olduğunu, sonrası da Kıbrıs ve malum sonu görüyoruz. Türkiye’nin Kıbrıs’ta Türkler katlediliyor feryatları o günün dünyasında kimse tarafından duyulmuyor haliyle, tıpkı bugün 2016 dan beri Rusya’nın Ukrayna’nın Donbas Bölgesindeki Rus soydaşlarının katledilmelerinin dile getirilmesi karşısında dünyada kimsenin duymaması gibi. Peki, katiller kimler, Kıbrıs’ta nazi artığı Grivas önderliğindeki faşist güçler, Ukrayna’da da nazi artığı Banderas’çı faşist güçler… Fazla lafa gerek yok sanki… Ama yerli ve milli abilere de “lütfen tutarlı olun” demek görevimizdir. Orda öyle burada böyle, olmuyor…

Evet, muhterem ve muhteşem batı taşeronu bey, sen kendince haklısın ama topraklarının en gelişmiş ve verimli bölümü artık senin kontrolünde değil. Geçmiş olsun… Bu yaşananlar umarım, öyle yok ben bu anlaşmayı tanımam, yok ben gelirim oraya ayaklarını kırarım gibi abuk subuk tavırlar takınan dünyanın çeşitli yerlerinde iktidar koltuğuna oturmuş tüm ABD taşeronu muhteremlere aydınlatıcı, kafa açıcı birer örnek olur… Olur mu? Zinhar olmaz… Umarım bir gün biz “yaşasın barış” diyenler “yaşasın savaş” diyenlerden fazla oluruz.


Cuma, Ekim 07, 2022

ÇEŞME KALE ÖNÜ DÜZENLEMESİ

Çeşme Meydan düzenlemesi kapsamında, önceleri Lunaparkın bulunduğu yerde, daha önceki Belediye Yönetimi ve Başkan Muhittin Dalgıç döneminde planlandığını duyduğumuz ve bildiğimiz bir uygulama şimdiki Belediye Yönetimi ve Başkan Ekrem Oran tarafından gerçekleştirildi. Muhtemelen de düzenlemenin sonuna gelindi herhalde, görünen o. Geçen akşamüzeri yapılanları yerinde görmek için mezkûr alana gittim. Hatta bir miktarda üst kotlarda oturdum ve bir de tarihe kayıt adına, Çeşme’nin muhteşem görüntüsünü küçük bir video haline getirdim, hem Facebook’tan hem de instagram’dan paylaştım. Gelen beğeniler ve yorumlar temelde olumlu görünüyordu. Alandan ayrılırken, Belediye Başkanı Ekrem Oran ile karşılaştık, hal hatır derken, tebrik ettim, ısrarla beğenip beğenmediğimi sorunca, “kesinlikle eski hali ile tartılamayacak kadar güzel lakin gerekli mi idi bilemiyorum” dedim. Ne idi o ucube lunapark, gerçekten bu manada iyi oldu. Diğer taraftan ise buradaki düzenlemenin dönemin Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ın planlamasına ne kadar sadık kalınarak yapıldığını bilemiyorum. Şimdiki Başkandan anladığım kadarı ile değişiklik sadece 1 adet 24 m2’lik yerine 4 adet 6 şar m2’lik hizmet mekânı değişikliği olduğunu öğrendim. Beyan bu minvalde. Bana kalsa idi, Çeşme Kalesinin mütemmim cüzü babında, Osmanlı Rus Deniz Savaşını da kapsayan bir açıkhava müzesi talebinde bulunurdum, olamıyorsa da yine açıkhava heykel müzesi düşünürdüm. Gerçi sonuçta bunların tamamı birer tercihtir, adı üstünde tercih, ben olsaydım böyle başkası olsaydı böyle misali şimdi karar sahibi de Belediye Başkanı Ekrem Oran bu tercihi yapmış, hayırlısı olsun… Ama tartışmasız eski haline göre bir adım ileride ve daha güzel… Daha güzeli olur mu idi, şüphesiz…

Seyir terasının cüzü ve devamı yüzme terası ise inşa edildiği yer itibari ile Çeşme’nin en güçlü rüzgâr ve dolayısı ile dalgası Batı ve Poyraz rüzgârlarının ardışık toslarına tam cephe dolayısı ile herhangi bir tedbir düşünülüp düşünülmediğini ilerleyen zaman içerisinde göreceğiz. Düşünülmüş ise alkışlayacağız, yok eğer düşünülmeden sadece estetik kaygılarla inşa edilmiş ve her sene yeniden elden geçirilecek ise o zaman da bizim paralar böyle berhava oluyor diyeceğiz, sayım suyum yok… Umalım ki düşünülmüş ve tedbir alınmış olsun… Unutulmasın ki; Çeşme Sahilinde çok önceleri yüksekliği yaklaşık 1 mt. olan ve boydan boya uzanan bir duvar var idi.  Ayrıca Seyir Terasının poyraz yönünde kayaların üstüne gelen yerdeki temel ve mesnetleri ile ilgili görüntüde de olsa bir narinlik hissedilmektedir. Umarım beton bloklara ankrajları isabetli ve doğru hesaplar neticesinde yapılmış olsun aksi takdirde maazallah Canım Yurdumun pratiğinde sık rastlanan ve sorumluların üzüntülerini beyan eder açıklamalar duyarız. Genel düzenleme içinde 4 adet hizmet mekânları daha önce yazdığım üzere benim tercihim olmaz idi. Mutlaka yapılması da elzem ise, mobil uygulamalar ile ya da daha köşeye ahşap lakin daha küçük bir mekân inşa edilebilirdi. Hani diyorlar ya Çeşme Kalesinin siluetini bozuyor buna katılmakla birlikte çok daha önceleri aslında da hiç dokunulmaması gereken 4 binanın büyüklükleri ile kıyaslanınca da fazlaca önem arz etmiyor ve göze batmıyor. Ama dediğim gibi tercih ve yoğurt yeme tarzı… Düzenleme kapsamındaki “yol kaplaması” seçimi, yine bana göre isabetli olmamakla beraber eskisine göre gayet geniş kaldırımlar düzenlenmiş olması hasebiyle yaya ağırlıklı planlanmış olması ve gezi alanı düzenlemesi havası verdiğinden isabetli olmuştur kanaatindeyim. Seslendirilmiyor olsa da, muhtemelen özellikle bu tercih yapılmış gibi, bir tarafı ile daraltılmış yol bir tarafı ile araçların, deyim yerinde ise ciğerlerini yerinden oynatacak yüzey kaplama tercihi ile trafik azalması hedeflenmiş. Bu amaca matuf bir fayda olabilir mi? Göreceğiz lakin olma ihtimali ziyadesiyle yüksek…

“Kent Müzesi” olacağı söylenilen mekân Çeşme’ye değer ve önem katacaktır, şüphesiz. Ancak gerçekleşme olmadan da fazla kelam etmenin manası yok… Çünkü öyle son dakika golleri yenildi ki, Canım Yurdumda erken konuşanların her dediklerini yuttukları da aşikârdır. Mesela; Çeşme’nin karakter binalarından sayılan, Çeşme’nin önemli kent değerlerinden “Buz Fabrikası” satın alınırken dönemin Başkanı Muhittin Dalgıç’ı alkışladık, sonra da bir anda hem de saçma sapan gerekçelerle yıkıldığını görünce eleştirilerimizi yazdık ve yaptık lakin yaşanılan kayıp ile de ziyadesiyle üzüldük. Bekleyelim görelim, Kent Müzesi konusunu, umarım zengin bir aileye ya da bir şirkete isim hakkı üstünden düzenleme hakkı ve yetkisi verilmez.

Genel düzenlemenin bir diğer cüzü, Kervansaray önü düzenlemesi daha iyi olabilir mi idi evet lakin bu haliyle de bana göre gayet iyi, kabul edilebilir düzeyde. Mesela, Çeşme’nin önemli değerlerinden “Güneş saati” ve sonraları işlev devir alan “Meydan Saati” bu düzenlemenin bir yerlerinde olmalı idi, bana göre. Lakin bunlar akla gelmiyor demek ki, ya da çalakalem tasarım ve planlama, bilemiyorum. Şüphesiz bir şeyler unutulabilir, gözden kaçabilir, lakin bu unutmalar ve gözden kaçmalar biz vatandaşların az düşünüp, az insanla düşünüp, az kafa yormasıyla tahakkuk eder şeylerdir. Lakin devlet aklı, düşünme tarzı ve usulü böyle mi olmalı, zinhar…

Genel düzenlemeye ve düzenleme prensiplerine aykırı duran tek yapı “Küçük Camidir”, bana göre… Caminin ilk dönem restorasyonunda cephenin ziyadesiyle eskimiş, dökülmüş sıvası sıyrıldı, muhteşem taş duvarlar açığa çıkarıldı, derzleri yenilendi, bunu gördüğüm zaman ise “bravo, bu teşkilatta da bu iş layığı ile yapılabiliyormuş demek ki” dedim. Keşke demez olaydım, birkaç gün sonra yerleştirilen sıva iskelelerini görünce bravo’yu geriye aldım, gereken kelamı ettim. Şimdi o güzelim taş duvarları öne çıkarılmış Caminin böylesi bir sıvaya mı ihtiyacı vardı da yaptırdınız, tam bir komedi vallahi… Bence karar vericiler behemehâl toplanıp Cami duvarlarını kaplayan o kötü sıvaları söktürüp yeniden taş duvarlı düzenlemeye dönmelidir. Ancak Caminin mezkûr sıva kaplamasına hiç ses çıkarmayan ve susan insanların kocaman bir düzenleme içinde yol kaplaması ile 4 adet 6 şar m2 toplamda da 24 m2’lik yapılara da fazlaca efelenmemesi gerekir, diye düşünmekteyim. Ayrıca Caminin hemen önündeki “Su Çeşmesinin” de ne yapılıp edilip eskisine ya da aslına sadık kalınarak yeniden restore edilmesi kaçınılmazdır.

Şimdi sayılan eksikler için Belediyeden ve Belediye Başkanından çeşitli mazeret beyanları gelebilir, mülkiyet hakkı, alan tahsisi, proje onay yetkisi vs vs gibi lakin bu sonucu değiştirmiyor ve eleştiriden muaf tutmuyor kendilerini, böyle biline… Bu projenin daha önceki Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç ve Belediye Meclisi üyelerinin ittifakla tercih ettikleri, en azından büyük ölçüde böyle bilinen bir proje olduğunu göz ardı etmeden o düzenleme ve bu gerçekleştirmeye bu gözle bakılması gerekmektedir. Belediye Başkanı Ekrem Oran’a da, düzenlemelerin toplamı açısından bu gözle bakılmalıdır. Diğer konulardaki eleştiri hakkımı saklı tutuyor ve de yeri gelince de çekinmeden yazacağım. Bu duygu ve düşünceler ile düzenlemenin toplamda kötü sayılmaması gerektiğini düşünüyorum, lakin çok daha iyisinin yapılabileceğini bilerek… Sonuçta Başkan O ve tercihleri O yapıyor, beğendiklerimiz de beğenmediklerimizi de yazdık, yazıyoruz ve yazacağız.

 

Cumartesi, Ekim 01, 2022

SUAT EROL

 Kamil Hocanın mahdumu diye takıldığımız çocukluk arkadaşım, Suat Erol birkaç yıl önce hazin bir şekilde hayata veda etti. Suat bir tarafı ile baba kökeni ile dayım, annem ve teyzemlerin arkadaşı, babamın da direk arkadaşı olarak tanıdığım Öğretmen Kamil Erol’un oğludur. Bugün Çiftlikköy de “Langusta” adlı balık restoranın sahibi Tuğrul Erol ve şimdilerde aramızda olmayan Altınkum’un (Arkadeniz) efsane ismi Turgut Erol’un kuzeni olan Suat son derece mütevazı lakin gayet mutlu bir çocukluk dönemi geçirir.


Öğretmen Kamil Erol’un oğlu olmak benim gördüğüm ve hatırladığım kadarı ile hiç kolay değildir ve olamamıştır da, Kamil Hoca sert mizaçlı biridir hatta çok sert birisidir adeta çelik gibi. Gerçi ben kendisini sadece okuldan yakın tanıyorum, öğrencilerle ve öğretmen arkadaşları ile ilişkilerindeki tavizsiz ve uzlaşmasız tavırlarından… Kamil Hoca’nın şahsıma yönelik bir tek bağırış ve hakaretini ve tokadını dahi hatırlamıyorum lakin diğer sınıf arkadaşlarıma yönelik inanılmaz haşin ve sert olmuştur. Mesela; bir defasında bizim sınıfın ben dâhil yaklaşık tüm erkek öğrencilerini, şimdi aramızda maalesef olmayan Peco Recep, Gazteci Mahmut, Egemen Kadıgan, Komünist Kemal ve halen görüştüğüm Çekirge İbrahim, Mehmet başta olmak üzere hepimizi üst kattaki harita odasında tek sıra halinde topladı, “yer misin, yemez misin” faslından, ben hariç herkesi “eşek sudan gelene kadar” gereken uygulamaya tabi tuttu… Hatta şimdi aramızda olmayan Gazteci Mahmut Karabulut’a hafifçe dokunması ile Mahmut havada kısa bir uçuş ile kenarda duran haritaların üzerine sert bir iniş yapmış idi. Bunları neden yazıyorum, adı geçenlerin affına sığınarak yazıyorum lakin dedim ya böylesi bir öğretmenin çocuğu nasıl olunur ve nasıl bir ortamda hayat yürütülür, ortaya çıksın diye… Ancak Kamil Hoca bununla birlikte emeklilik döneminde de cebinde taşıdığı “kâğıtlı şekerlerden” her tanıdığına dağıtıp belki de bir anlamda geçmiş sertlik dönemini şekerli hale dönüştürmek niyetinde idi bir anlamda… Evet, Çeşme’nin bu anlamdaki önemli değeri öğretmen Kamil Erol’u da bir anlamda hatırlamış ve bir durum tespiti yapmış oluyoruz.

Esasen Suat ile çok ciddi ve kesif bir samimiyet ile yürüttüğümüz ilk gençlik buluşmalarımız olmuştur. Ailemin şu anda Fener Burnu’ndaki plajın tam kenarında, Fener Pansiyonun önündeki, deniz tarafındaki tarlada “bamya” yetiştiriciliği yaptığı dönemde, babası Kamil Hoca’nın amatörce lakin son derece iddia ile yaptığı olta ve paragat balıkçılığının en önemli girdisi olan yem ana kaynağı “Deniz Patlıcanı” avcılığı için her gün ve aksamasız, paleti, şnorkeli ve elinde patlıcan koymak için çuvalı ve ayağında mayosu ile uzun saatlerini, dalıp çıkıp patlıcan toplamak ile geçirdi. Öğlene doğru girdiği denizden akşamüzerine doğru çıkar, gerçi ara sıra mola ya da kaytarma babından kenara gelip muhabbet ettiğimiz zamanlar hiç de az sayılmazdı. Suat’ın bu zevkli ıstırabı yem çıkarmak ve hazırlamak ile biter mi idi, nerde. Sabah erken saatlerde Kamil Hoca’nın en büyük hobilerinden olan paragat balıkçılığının küçük teknelerinde kürek çekicisi olarak da Suat görev üstlenirdi. Rüzgâr var, dalga var hiç dert değil dört çeker Suat var. Suat bu zoraki ve ciddi ağır sabah sporları neticesinde son derece sportif ve güçlü görünüme sahip bir durumda görünürdü, o kadar ki, satın aldığı gömlekler vücuda tam oturmasına rağmen omuz ve pazu tarafları sürekli gömlek dikişlerinin patlamasına yol açacak kadar fazla gelişmiş idi.  

Suat bir dönem Çeşme’nin ilk tatil sitelerinden biri olan “Atilla Polat”ta çalışmış, o dönem neredeyse her gün görüşmemize karşın şu an oradaki görevi ne idi hatırlayamıyorum, sanki puantör gibi bir görev olmalı. Bu görevi nedeni ile zaman zaman kâh muhabbet kâh denize girmek amacı ile yanına giderdim. Hatta oradaki ahşap iskele üstünde şimdi bulamadığım ama mutlaka bir yerlere sakladığım bir fotoğraflar sinsilemiz olduğunu hatırlıyorum. Şimdilerde bir garip yapı gibi görünmek ve değerlendirilmekle birlikte dönem itibari ile Çeşme’ye turizmde de yol açmak babında değer katmış bir site olarak tarihteki yerini alacaktır. Mezkûr sitenin izin vericileri,  kat sayısı, şekli ve yoğunluğu açısından bugünden bakınca söylenecek çok fazla şey olmakla birlikte neredeyse ilk olması ve bir yerden bir şekliyle başlaması gereğine inananlar tarafından verilmesi fazlaca günah yüklememizi engellemektedir. 

Kamil Hoca da Çeşme’nin ilk otomobil sahiplerinden biridir ve dönem itibari ile bir hayli prestijli Murat 124 marka beyaz bir otomobili var idi. Kamil Hoca yaşlılığında uzun yürüyüşler yapıyor olmasına rağmen gençliğinde şimdi Ulusoy İskelesinin hemen karşısındaki evinden bugün artık maalesef yıkılmış bulunan 16 Eylül İlkokuluna mezkûr aracı ile gelirdi. Bizler, dışarıdan Kamil Hoca ve mahdumu Suat arasında özellikle balık avcılığı nedeni ile görüntüde çok sıkı bir baba oğul ilişkisi varlığına kanaat getirmekte iken otomobilin kullanılmasına gelince böyle olmadığını itiraf etmiş ve kendisinin adeta şaka bir yana kürek mahkûmu olduğunu anlatmaktaydı. Örneğin ben Kamil Hocanın oğluna bu otomobili bir kez bile kullanmak için verdiğini hatırlamıyorum varsa da ben görmedim. Ya otomobil çok değerli, ya oğluna şoförlük konusunda güvenemiyordu, artık neyse… 

Suat, askerliğini İskenderun’da yaparken, yanılmıyorsam 1978 yılı sonbaharında öğrenciliğim nedeni ile bulunduğum Adana’dan kendisini ve birlikte bulunan yine çocukluk arkadaşlarım iki diğer muhteremi ziyarete gittim. Bilemediğim için ziyaret yerinde birinin adını yazdırdım, birinin adı anons edilince diğerleri de orada iseler mutlaka duyar ve merak ederek gelirler düşüncesi ile olsa gerek… Aynen de öyle olmuştu. Bu ziyarette Suat’ın güneş altında ve İskenderun sıcağında bir talim anında yere düşüşünün taklidi ile geçen bir görüşme oldu dersem de abartma olmaz, ne gülmüş idik…

Benim Üniversite nedeni ile Adana’ya gitmem neticesinde arkadaşlığımız görüşmelerden mektuplaşmalara evrildi bir dönem. Mezkûr dönem içinde akrabam da olan lakin siyaseten ta başından beri hiç aynı düşünmediğimiz bir abi ile sıkı ilişkileri neticesinde siyaseten de ayrı düştük. Sanırım bu sıkı muhabbetleri siyasi ve memuriyet hayatını ziyadesiyle etkilemiş durumda idi ki, Suat artık devlet memuruydu. Artık benim tatil için Çeşme’ye geldiğim dönemlerde rutin 2 çocukluk arkadaşı olmanın ötesine geçemedi muhabbetlerimiz ne yazık ki. Bundan sonraki hayatı ve ilişkilerimizi yazmıyorum çünkü karşılaştığımızda hal hatır sormanın ötesine geçemiyorduk, anlıyordum ki artık Suat daha önceki bir görüşmemizde “içinde hissettiği boşluğu” doldurmak ile meşgul idi. Evet bir gün “içimde birden bir boşluk hissettim” diyerek 5 vakit namaz kılmaya başladığını beyan etmiş idi. Ama anlaşılan o ki, içindeki boşluğu da ne yazık ki pek dolduramamış ya da boşluk doldurma için tercih ettiği yöntemin yeterli olmadığını hayatının sona erişi sırasında tercih ettiği biçim ve ettiği kelam açısından anlaşılmıştır. Bu vesile ile bu vefakâr ve cefakâr çocukluk arkadaşımı saygı ve sevgi ile anıyorum, nurlar içinde olsun diyorum.