Cuma, Ocak 26, 2024

ADANA ABİDİNPAŞA CADDESİ

Kent ve kentsel mekânlar ana konu teması muvacehesinde tarih, coğrafya, topoğrafya, folklor, kültür, sosyal hayat ve alt detayları alt temalı kitapların dizisinden okumaya devam… Bu sefer de;  Adana Kitaplığı “Abidinpaşa Caddesi” adlı Süreyya Köle’nin eserini okudum, bana göre muhteşem, edebi açıdan mı? Anlattığı olayların öneminden mi? tefrikine haddimi aşacağından hiç girmeden hemen söyleyeyim, okur iken her satırında Adana’da farklı dönemlerde farklı pozisyonlarda yaşadığımdan Adana’nın tam kendisini tıpkı ben de orada imişim gibi hissettim. Sıcağından, Eğlence hayatından, Sosyal dokusundan aklımın ilgili bölümlerine sinmiş güzelim, samimi ve içten yaşanmışlıkları bana hissettiren yazara da teşekkürlerimi iletiyorum. Okunmamış olmasının kesinlikle hele de Adanalıysanız büyük bir eksiklik olacağını garanti edebilirim. Kitap Canım Yurdumun en önemli yerel gazetelerinden biri kabul edilen “Yeni Adana Gazetesinin” 100 yılı aşmış arşivini de günümüze yazarın beğeni, tercih, istek ve hedefleri doğrultusunda seçtiği başlıklar ile taşıyan bir tarz içinde oluşturulmuş… Ben çok büyük bir keyifle okudum ve şiddetle öneriyorum…

“Ooof Lan ooof” başlıklı bölümde “Adanalı olmak demek” diye başlayan paragrafta; “10 kişiyle Toros Dağlarında Fransız Tümeni’ni esir almak demektir. Adanalı olmak demek; sana posta koyan, senden 20 cm uzun 30 kg ağır birini bir kafada kahvenin ortasına uzatmak demektir. Adanalı olmak demek; senden cılız ve çelimsiz olan sevgilinin abisinden, bile bile dayak yemek demektir… Adanalı olmak demek; 9 kişilik Özen, Topel, İtimat dolmuşuna binip bütün arkadaşlarının dolmuş parasını vermek demektir. Adanalı olmak demek; her türlü riski göze alıp Valiliğin bahçesinden sevgiliye vermek üzere gül çalmak demektir. Adanalı olmak demek; cebindeki bütün parayı Hastay’la Timurhana’a basıp Hipodram’dan mahalleye yayan dönmek demektir. Adanalı olmak demek; senden haraç isteyen iti kopuğu sandalyeyi kapıp önün sıra kovalamak demektir. Adanalı olmak demek; ülser olan birinin avuç avuç süs biberini bir çırpıda yemesi demektir. Adanalı olmak demek; evde pırasa piştiği zaman cebindeki son parayla karşı kaldırımdaki kebapçıdan dürüm yemek demektir. Ahhhh ulannn! Adanalı olmak demek; bir yazlık sinemada bir Yılmaz Güney filminin sonunda sesinin çıktığı kadar “of” çekmek demektir.” biçimi ile bir tarifi vardır, ziyadesiyle uzatılabilecek tarifi kısa keserek inanılmaz bir özet geçiyor…

Kitabın adı, esasen Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş ve Seyhan Nehrinin iki yakasını birbirine bağlayan tarihi “Taş Köprünün” şehre ve merkeze bağlantısını sağladığı bilinen ve kimi tarihçilere göre de mezkûr dönemde sütunlu bir cadde olarak belirtilen ve hamam, tiyatro, ibadethane-tapınak gibi kentsel mekânların bulunduğu ve şehir surları içinde kalan halk arasında önceleri “Doktorlar Caddesi” bugünlerde ise “Bankalar Caddesi” olarak bilinen resmi adı da eski bir Adana Valisinden mülhem “Abidinpaşa Caddesinden” esinlenmiştir. Esasen de mezkûr caddenin tarihi, kültürel ve ticari öneminden ve anlatımından ziyade “Yeni Adana Gazetesinin” bir yazarı olması hasebiyle de gazete idarehanesinin bulunmasından ötürü kitap adına dönüşmesidir.

Abidinpaşa Caddesi Seyhan Nehrini dik kesen bir konum oluştururken Taş Köprü üzerinden de karşıya ulaşır. Tepebağ, Kayalıbağ, Ulucami ve Karasoku Mahallerinin de sınırı gibi konumlanmış bir cadde durumunda olup bugün yine ticari ve idari merkez olma konumunu hala sürdürmektedir. Yaptığım okumalardan anladığım kadarı ile Cumhuriyetin ilk yıllarında caddenin sağlı sollu maksimum iki katlı binalardan müteşekkil olması ve genellikle merkezi konumu gereği doktorların muayenehane açması nedeniyle yukarıda da bahsettiğim biçimi ile “Doktorlar” bilahare de banka şubelerin tercihi ile de “Bankalar” caddesi olarak adlandırılması bile ticari ve ekonominin merkezi olmasının kısa bir tarifidir adeta… Dahası da “Küçük Amerika” olma hayallerinin patladığı ve parladığı 1950’li yılların ardından cadde hızlı bir biçimde ne yazık ki her kentin nasibini aldığı çok katlı ve birbirine bitişik binaların oluşturduğu adeta bir tünel görüntüsü vermesi de eldeki fotoğrafların kıyaslanması neticesinde biz kent korumacılığı hassasiyeti taşıyanları üzmektedir.

Cadde; bir ucunda “Taş Köprü”, meşhur “Kale Kapısı”, “Adana Çiftçiler Birliği” ve “Adana Şehir Surları kalıntısı” bulunur iken diğer ucunda 1980’den sonra düzenlenen, “Tarihi Küçük Saat Kulesinin”, “Kemeraltı Camii” ve “Tarihi Mestan Hamamının” bulunduğu “5 Ocak Meydanına”, arada ise kendisini dik kesen Cemal Gürsel Bulvarı yönünde “Bebekli Kilise Aziz Pavlos Katolik Kilisesi” ile bugün artık başka amaçlarla kullanılan “Ermeni Gregoryen Kilisesi” ve “Ermeni Terziyan Mektebi” ile adeta bir tarihi ve kültürel harmoni oluşturmaktadır. Son Adana ziyaretim sırasında estetik ve mimari değeri ziyadesiyle tartışılabilecek lakin kentsel anıt ve mekân olması asla tartışılamayacak olan “Tarihi Küçük Saat” kulesinin bendeki hatıralarına binaen fotoğrafını çekerken, bu konudaki hassasiyetime rağmen cidden fark etmediğim birkaç polis memuru muhtemelen de kontrol görevi yapmakta imiş hemen saatin altında, birisi inanılmaz bir hışım ile koşarak yanıma gelip bağırmaya başlayınca fark ettim. Polis avaz avaz hakaretamiz biçimde “ne fotoğrafımızı çekiyorsun” deyince anladım muhteremin kaygısını, “yok kardeşim senin fotoğrafını neden çekeyim, sen kimsin ki” falan deyince de muhterem vites arttırdı… Başta çektiğim fotoğrafı görmek istemesine karşın göstermeyeceğim dememe rağmen baktım ki işin “sonu merkez nihayetinde rezalet” gösterdim fotoğrafları sadece Saat Kulesinin fotoğraflarını görünce hem rahatladı hem de beni rahatlattı lakin son derece insani olan bir özrü bile dilemeden geçti tekrar yerine… Bu ne şiddet bu ne celal diyesi geliyor adamın lakin onlarında insani hisleri var şüphesiz, anlayabiliyorum…

Kitabın bir yerinde müthiş bir tespit var; “Adanalı asla ve asla herhangi bir şeyi herhangi bir şeyin içine koymaz, ancak ve ancak katar. Pazarcı, sattığı sebze ve meyveyi poşete, hamal, taşıdığı eşyayı evin odalarından birine, kahveci, çayı bardağa, garson, salata tabağını masaya katar mesela. Koymak sözcüğünü öyle uluorta kullanmak, her sözün sonu ekleyip sıradan bir fiil haline getirmek alışkanlıklar içinde değildir Adana’da. Adanalı bu sözcüğünü neredeyse tek yerde kullanır, küfürde. O zaman da “koymak” sözcüğü kullanmakla ilgili tüm hakkını sonuna kadar değerlendirmek istercesine, ağzının dolusu ve büyük bir keyifle…” İşte bu bile Adana ve Adanalı için detay bilgi sahibi olmamıza sebep olsa gerek…

Evet, maalesef yazının sonuna geldim, kitaptan kendimce önemsediğim noktaları aktarmaya diğer yazılarımda devam etmek üzere. Adananın yolları taştan mı, Adananın arabacıları, Adanalı yazarlardan, ünlü yazarlardan Adana üstüne görüşler, Adanalının küfür etmesi, Adananın sıcağı, Adana’da yüzme sporu vs vs gibi çok çeşitli ve özgün hatırat detayı için kitabın kendisi şiddetle önerilir…

Cuma, Ocak 19, 2024

WEIMAR CUMHURİYETİ ve HİTLER’E DAVETİYE GÜNLERİ

1918 senesinin Kasım ayında “dünya paylaşımında en büyük pastayı ben yiyeceğim” iddiası ile girilen Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak yeniden toparlanma günlerinde, Almanya’nın Weimar Kentinde toplanan Almanya Milli Meclisi “Monarşi” yerine “parlamenter demokrasiye” geçişi temin edecek bir anayasa hazırlar. Yeni anayasa “Deutsches Reich” diye anılan “Almanya İmparatorluğu” deyimini de aynen muhafaza ederek liberal demokrasiye geçileceğini ilan eden irade sonuçta duvara çarpar, Hitler Faşizmine teslim olur… Yenilginin fermanı boyutunda kabul edilen Versay Antlaşmasının reddi ile birlikte başta da Almanya Thule Cemiyetinin çaktırmadan hazırladığı rejim çalışmaları da başlar… Thule Cemiyeti NSDPA’yı kurtuluş olarak görür ve tüm gücü ile çalışmaya koyulur… Bu konu ile daha önce “Hitler’in destekçisi Thule Cemiyeti ve büyük sermaye” başlıklı yazımda tüm bilebildiğim detayları yazmıştım… Neyse ilerleyelim, “Deutsches Reich” asla yenilgiyi kabullenmedi, hayretle gördüm ki, tıpkı şimdilerde Osmanlı hayranlarının ifade ettiği üzere “1. Dünya savaşında Osmanlı yenilmedi, müttefikleri yenildiği için yenik sayıldı” tezi, “Deutsches Reich’ın” ordusu tarafından da benzer bir şekilde “Almanlar 1. Dünya savaşında cephede yenilmediler, vatansız siviller tarafından hançerle sırtlarından vurulmuştur” savunula gelmektedir. Şimdi ne var bunda, savunsun savunmak isteyenler denebilir, lakin savunanların kim olduğuna bakınca da, bunun sonu “pusuda bekleyip” uygun zamanda, kaybedilenlerin telafisine delalet ettiğini görür, tüylerimiz diken diken olur… Musul’un yeniden ele geçirilme arzularını ve dillendirilmelerini daha çok yakın geçmişte, “devr-i Özal” bize göstermiş idi, Allahtan uluslararası dengeler, güç tayini ve içeride direnen askeri ve mülki ekibin deyim yerinde ise canhıraş mücadelesi mezkûr konuyu rafa kaldırmış, inkıtaa uğratmış idi çok şükür… Evet, Almanya Burjuvazisi de erketeye yatmış, ehven şartları bekliyordu bir tarafı ile Hitler ordusunu hazırlar iken… Rekabete hazırlanan Almanya Burjuvazisi Versay antlaşmasından doğan kısıtlamaları aşabilmek için ülke toprakları dışında hatta şaşırtıcı bile olabilir Sovyetler Birliği içinde bile “ordu ve mekanizasyonları” için hazırlık ve yatırımlar yapıyordu… Hemen 1. Paylaşımın arkasından adeta intikam almaya yönelik 2. Paylaşım savaşına hazırlık babından…

Tüm bunları uzun uzun yazmak kabil şüphesiz çünkü konu ve ardındaki yaşananlar o kadar sarih ve aleni ve basit ki, sadece “anlamak istemeyenler ve anlamaya direnenler” göremez… Oysaki öğretimi ilkokul, zekâsı vasat, gözü az gören, kulağı az işiten, herkesin kolayca bilebileceği üzere durum net… O günün Almanya’sından kısa bir özet yapalım… Bilindiği üzere “führer rejimine” geçiş için irade ve niyet gerek şart olup, yeter şart değildir. Tüm diğer objektif şartların da olması şarttır. Yönetenlerin yönetememesi ve yönetilenlerin hoşnut olmaması temel ilkesi; ekonomik, siyasal ve sosyal çalkantıların vukuatı adiyeden sayılması gibi göstergelerin tavan yapması şarttır. Cumhuriyetin ilanını müteakip ilk 2 yıl balım, cicim geçer lakin bilahare başta savaşın ağır tazminat ödemeleri, inanılmaz işsizlik, pahalılık, rüşvet, irtikâp, kayırmacılık, adaletsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk ve inanılmaz bütçe açıkları ve üstüne de keyfi yönetim hepsinin yanında da dış politika kaynaklı inanılmaz problemler çözülemez safhaya varmıştır. Siyasal ve sosyal çalkantıların bir iç savaş tehlikesi oluşturması da işin tuzu biberi olur… Bu atmosfer, yani diğer tabir ile “ezilen sınıfların, egemen sınıfları istememesi”, ve dahi “egemen sınıfların eski ilişkiler ile yaşayamaması” durumu, tam tamına Lenin’in devrimci durum tarifine uygundur mülahazası ile komünist gruplar “emekçilerin devrim yapmaya hazır olması” şartına bakmaksızın ayaklanmaya hazırlanır iken, diğer kanatta ise NSDPA’yı önüne katarak nazi gençlik örgütü SA’lar vasıtası ile Thule Cemiyeti üzerinden muktedirler “führer rejimini” tesis için her şeyi yaparlar… Ve ne yazık ki, her türlü hile, hurda, entrika ve yalan, dolan propagandalar ve dahi yakıp, yıkma ve saldırılar ile “Führer rejimi” gerçekleşir.

Nazilerin fikir babası olarak kabul edilen, bir Yahudi düşmanı, beyaz ırk üstünlüğünün savunucusu, iş insanı, siyaset adamı, casus ve aynı zamanda Canım Yurdumdaki muadilleri vasıtasıyla Türkiye vatandaşlığı da olan bir Alman olarak bilinen ve asıl adı başka bir şey olmakla birlikte Rudolf von Sebottendorf adını kullanan bir muhterem bu işlerin başrol oyuncusu olarak muktedirler tarafından tayin olunmuştur… Bu muhteremin 1934 yılında İstanbul’a gelmiş, 1945 yılında ölünceye kadar burada yaşadığını söylersek, belki durum bazıları açısından daha net anlaşılır. Nazilerin politik olarak rahle-i tedrisattan geçtikleri, gizli Thule Cemiyeti’nin de kurucusu da olan bu muhterem bir dönem de Amerika, Finlandiya, İsveç, Norveç, Hollanda, Danimarka, Belçika, Avusturya ve İngiltere’de ırkçılığın enternasyonal örgütlemesine dair yoğun çabalar sarf eder. Hitler’in de kılavuzu hatta yaratıcısı sayılacak, Rudolf von Sebottendorf bakın neler diyor daha 1929 yılında; “Kadim çağlar bir sır perdesiyle örtülü fakat bildiğimiz bir şey var ki o da İnsanlık medeniyetinin Kutsal İmparatorluk ile yeniden doğmuş olmasıdır. Ben de Kutsal İmparatorluğun bugünkü tecellisi olan Reich’ın bir vatandaşıyım. Kutsal Alman ulusu, Kutsal İmparatorluğun kutsal baltasıdır ve Kutsal İmparatorluğun kutsal Kartalı Alman ulusunun bizzat kendisidir. Bu Almanlar ve diğer tüm Cermanikler için bir onurdur. Soysuz alçaklar bunu idrak edemezler. Ancak soysuzlar kölelik yapar. Bilakis kutsal Alman halkı ve tüm soylu Cermenikler, sadakat, çalışkanlık ve ihtişam dolu ruhlarıyla Kutsal İmparatorluk Reich'ın amansız bağlısıdır. Sonsuza kadar.

Yaklaşan bir savaş ve sonrasında yeni bir nizam artık açıkça görülmekte. Medeniyet yapıcıların medeniyet yıkıcılarla hâlihazırda verdiği mücadele, çok gayret ve çok çalışma ister, epey ağır bir yüktür. Dün birbirimizi tanımadığımız ve daha sonra tanımak istemediğimiz ve savaşmaya mecbur bırakıldığımız bizler, bugün artık birbirimizi tanıyoruz. Düşmanımız aynı ve bir o kadar kadim. Eğer İngiltere, Fransa, Rusya ve hatta bize İngilizlerin kapılarını kapatmak istedikleri Birleşik Devletler'in idarecileri gafil halklarını bizim dünya için tehdit olduğumuza ve yok edilmemiz gerektiğine ikna ettiyse artık bugünden itibaren savaştan başka tüm kapıların kapandığını ve tam bir istişare ve ittifak içinde olmamız gerektiğini anlamamız gerekecektir. Ve inanıyorum ki, İtalya ve Reich, Türkiye'yi ve Japonya'yı da yanına alarak düşmanlarına karşı muazzam bir Mihver oluşturacaktır.” (dönemin birkaç dergisinden wikipedia’da özetlenen hali ile)

1937 yılında bir dergiye verdiği röportajdan bir alıntı ile sona gelelim; “Adolf'u ben seçtim. NSDAP’nin her mensubu artık birer kahraman olmaya hazır. Bana soylu biri değil, Alman ulusunu hedefim doğrultusunda ilerletecek bir lider lazımdı. Bana korkak ve çekingen aristokrat oğlanları ve kızları değil, vatansever ve aydın çocuklar lazımdı. Onları ben seçtim, dostlarıma talimat verdim ve bugün emin adımlarla hedefe ilerliyoruz. Almanya kaybetmeyecek. Yenilse bile kaybetmeyecek. Bizim ikinci bir sığınağımız var. Cephede hayal kırıklığı yaşarsak orada yolumuza devam edeceğiz. Almanya kaybetmeyecek. Her şeyi hazırladım. Almanya kaybetmeyecek.”

Evet, hayaller, propagandalar ve palavralar sınırsız… Bu kabil insanların peşinden gidenler, sonradan haberimiz yoktu, bilmiyorduk, duymamıştık vs gibi sadece durumdan sıyrılmak adına savunmalar yaptılar. Ama gerçekler maalesef hiç de öyle değil… Peki, bu yaşananlardan ders alındı mı? Nerdeeeee…

 


Perşembe, Ocak 11, 2024

VELİ USTA ve ÇEŞME MEYDAN SAATİ


Veli Usta (Karaman) “mübadele” ile yerinden yurdundan koparılmış, doğdukları toprakları bir daha görememe bahtsızlığı yaşamış kuşağın temsilcilerinden biridir. Temsilci de derken, zannedilmesin ki bahse konu insan sayısı 3 ya da 5, yaklaşık 500.000 kişinin temsiliyetinden bahsetmekteyim, hem de her biri yekdiğerini nizamı ile. Çeşme’nin sembol isimlerinden biri olmanın yanında bir münevver, bir batılı, bir asri çınarı ve dahi tekmilen misalidir de, Veli Usta, Girit’te ailesinin ekonomik ve sosyal durumu mükemmeldir, tıpkı benzerleri gibi desek diğerlerini üzmemek adına lakin en iyi durumda olanıdır ailesi… Türkiye’ye gelince artık eski mükemmel günler geride kalır, maalesef… Veli Usta Türkçe konuşmakta da her muhacir kadar sıkıntı yaşar lakin ne zaman ki Rumlar ile bir iletişim söz konusu ise adeta tek tercüman olarak hemen ilk akla gelen kişidir. Halen oğlu Hüsnü Karaman’ın saat ve gözlük satış ve tamir işleri yaptığı yerdeki dükkâna yerleşir Veli Usta, uzun yıllar orada, mesleki bilgi ve disipline haiz vaziyette lakin yüksek esnaf ahlakı ile esnaflığa devam etmiştir. Dönemine uygun tamir işleri ilaveleri ya da değişiklikleri hep olmuştur, mesela TV’ler çıktı, o işin de sorumluluğunu uzun seneler yürütmüştür.

Veli Ustanın saat tamirciliği esasen mübadele ile Türkiye’ye intikalden sonra başlar. Girit’te kendilerine ait dükkânların hemen yakınında “Fanuraki” adlı bir Rum saat tamircisi vardır. Veli Usta çocukluğunda ziyadesiyle ilgisini çeken bu ustayı ve çalışmalarını sıklıkla gider dışarıdan camekândan izlermiş… Çocuklukta alaka ile oluşan bu muhteşem sevgi, mübadele sonrası hem radikal yer değiştirmenin yarattığı çaresizliğin yerele mütenasip çaresi, hem de medarı maişet arayışının kesiştiği noktada saatçiliğe dönüşür, esasen tamir bakım işleri sadece saat ile sınırlı da değildir, her türlü alet edavat tamiri de söz konusudur zaten saat kullanımı da yaygın olmaması sebebiyle tabiidir böyle olması… Hatta bir ara nedense Belediye dükkân sahiplerine tabela asma mecburiyeti getirince tabelayı yazacak muhteremin ne yazayım sorusu üzerine “saat vesaire tamiratı” yazdırmıştır, eee her şeyin tamir edildiği yerin tabelası da böyle olur kabilinden… İşte bu ahvalde Çeşme Meydan Saatinin bakım, işletme ve kalibrasyon işi ile de ilk akla gelen kişidir.


Çeşme Meydan Saati, İstanbul Çemberlitaş’ta adı soyadı “Mustafa Şemi Pek” olan bir imalathane sahibi bir saatçinin imalatı olup, Çeşme’ye kesin kuruluş tarihi bilememekle birlikte 1950’lerin başı olması çok muhtemeldir, Veli Usta’nın oğlu Hüsnü Karaman’a anlattıklarından bunu hatırlıyoruz. İmalatçı Mustafa Şemi Pek imalatı müteakip Çeşme’ye gelip saati monte ediyor ve bilahare de gerekecek ayar, bakım ve kalibrasyon hizmetlerinin temin ve tedariki işini Veli Ustaya devrediyor. Kuruluşu ve işletmesi Çeşme Ziraat Bankası tarafından finanse edilen, Çeşme Meydan Saati elektrikli bir motora sahip olup elektriklerin uzun süreli kesilmesi halinde saati kuran sarkacın bağlı olduğu ipin ucundaki ağırlık dibe kadar iniyor ve oraya yerleştirilen zifte yapışıp kalıyormuş. Esasen zift oraya sadece tecrit malzemesi diye konmuştur lakin sonuçta maalesef mezkûr neticeye sebebiyet oluşturmaktadır. Hele ki saatin gövdesi metalden imal edilmiş olmasından mütevellit sıcak altında zift hemen yumuşar ve adeta tutkal haline dönüşür ki… Nasıl ki “guguklu saatlerdeki” ağırlığın belli zamanlarda kurulması gerekmekte iken uzun süre kurulmaz ise sarkacı kuran ağırlık taaa dibe kadar inmektedir ya, tam da öyle bir şey işte… İşletme sürecinde bir imalat hatası da tespit eder Veli Usta zamanla ve imalatçıya bir mektup yazarak durumu ve çözüm yollarını ve imalatçının mutabık olması halinde bu hatanın kısa sürede giderilebileceğini anlatır. İmalatçının iznine mukabil hata da giderilir. Hata ise “dört adet saat kadranı doğal olarak en üste ve saati çalıştıracak makine ise en alta yerleştirilmiş ve makine volan görevi gören bir mil vasıtasıyla da kadranlardaki akrep ve yelkovanı hareket ettirir vaziyettedir”, milin ağırlığı nedeniyle zamanla dönüşe bağlı oluşan atalet sebebiyle mil çalışamaz hale geliyor dolayısıyla da saat duruyor… Çözüm ise rulmanla oluşturulan bir mekanizma ilavesi ile temin edilir. Rulman marifeti, dönüşün atalet yaratmayacağı şekilde düzenlenince de artık hurdaya çıkana kadar bu kabil bir arızaya rastlanılmaz. Esasen “meydan saatleri” basit birer düzenekten ibaret olup meydan saati imal ve işletmesi de ilk başlarda “İngiliz demirciler” tarafından başlatılmıştır. Diğer taraftan dişlilerin çalışma irtibatı şimdiki bisiklet zincirlerinin bir benzeri lakin minyatürü şeklinde kurulmuştur oysaki üzerinde başka meslek erbapları çalışmış olsa çok muhtemel ki dişlilerin birbirlerine direk irtibatları ile teçhiz edilebilirdi. Peki, bir markası var mı idi sorusunun cevabı ise marka yok üzerinde sadece Ziraat Bankası yazmakta idi. Burada verilen tüm teknik ve idari bilgilerin kaynağı Veli Usta’nın küçük oğlu Hüsnü Karaman olup kendisinden farklı zamanlarda dinlenerek not edilmiştir. Yoksa ben nereden bileceğim bunları…


Nuri Ertan Abimizin Belediye Başkanlığı döneminde realize edilen “meydan düzenlemesine” kurban edilir Çeşme Meydan Saati, ne yazık ki… Şimdi nerededir onu da Allah bilir… Esasen biliniyor da… Muhtemelen şehir planlamasından hiç anlamayan, kent mobilyaları, tesisleri ve teçhizatlarından bir haber kişilerin suflesi ile de estetik bulunmayan saat derdest edilmiştir. Oysa kim nereden bilecek, nasıl anlayacak bu önemli bir karakter yapısıdır, Çeşme’nin merkezine yerleştirilmiş… Sana mı kaldı be adam “estetik mi” olup olmadığı diyeceksin, o da olmuyor işte… İşte değneksiz gezenlerin marifetleri…

Veli Ustanın bir de “top tamir hikâyesi vardır ki” tek kelime ile muhteşem… Ben hikâyeyi tüm detayları ile biliyorum lakin benden önce “o mükemmel anlatımı ve süslemesi” ile yine Çeşmeli büyüğümüz yazar Mehmet Culum Abimiz yazdığı için ben sadece hatırlatma kabilinden geçeceğim. Hikâyenin tamamını okumak isteyenler de Mehmet Culum Abimizin internetteki https://www.culum.com/docs/saatci.html adresine müracaat etmeliler. Problem çözmenin karşılığı, hem de çok dar ve zor dönemlerde olmasına rağmen abuk subuk bir kanun maddesine istinaden yaşananlar…

Köylü toplumunda saat özellikle de meydan saati bulunması ihtiyacı da nasıl bir ihtiyaçtır hiç anlamadım gitti… Tarla da çalışıyorsun, ki tarladaki çalışmaların dönem itibari ile de “gün doğdu gün battı” düzeninde olması hasebiyle kimin ne işine yarardı bilemedim. Esasen saat devlet adına, kamu adına çalışanların mesai saati düzenlemelerine ve “devlet dairelerinde” işi olanların ilgili daireye girmeden önce meydan saatine bakarak “aaa mesai bitmiş” ya da “aaaa halen çalışıyor olmalılar” demelerine ciddi manada yardımcı olduğu konusunda yazılar okumuş idim… Çeşme’de bu saatten önce de bir adet “Güneş saati” bulunmaktadır. Güneş saati de, Çeşme’nin ilk “Hükümet Konağı” şimdilerde ise Ertürk Feribotlarının merkez yazıhanesinin bulunduğu yer ile, ki sonradan Belediye Dükkanları diye inşa edilen sıradan bir yapıdır, Çeşme Emniyet Müdürlüğü arasındaki alandadır. Şimdilerde Güneş saatinin kaidesi maalesef Kervansaray karşısındaki süs havuzunun içinde fıskiye bazası olarak yerleştirilmiş vaziyettedir. Hani tarihimize çok önem veren abilerimiz ve siyasetçilerimiz yönetiyor ya Çeşme’mizi, biz de onları efsane diye anıyoruz ya, Allah selamet versin…

Yine Hüsnü Karaman’dan dinlediğim enteresan bir hikâye var; genellikle köylüler Cuma günleri Çeşme merkeze inerler, ihtiyaç olunan her türlü iş görülecek ve her türlü malzeme temin edilecektir. Bir gün saat tamiri için gelen birkaç köylü, saati Veli Ustaya gösterirlerken birisi saati bozuk olana seslenir; “o saati tamir ettireceğine parmağını güneşe şu şekil tut, zamanı daha iyi anlarsın”… İşte hayatın en basit hali…

Cuma, Ocak 05, 2024

ÇAĞDIŞI İNFAZ; İDAM

Geçtiğimiz günlerde, 13 Aralık 1980 tarihinde 12 Eylül’cülerin “asmayalım da besleyelim mi” naraları ile idamını gerçekleştirdiği Erdal Eren’in sene-i devriyesi vardı… Darbecilerin başının bu kabil ettiği hukuk tanımayan, “şartların oluşmasını bekledik” sözü ile de adeta bugünleri bekliyormuşçasına sarf ettiği sözleri bir araya getirsek bir kitap olur, emin olun… “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk” ve “Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk.” gibi rezil rüsva bir hukuk garabetinden tutun da “İdamları imzalarken ellerim hiç titremedi.” benzeri bir başka hukuk garabetine… Say say bitmez, peki haydi bu baylar “derece-i zekâvet” adına “dûn” faslından öteye apolet takamamış diye kabul edelim, peki nasıl olurda bu ülkenin anlı şanlı profesörlerinin de yer ve rol aldığı asırlık İstanbul Üniversitesi, hem de yine bu şimdi artık korkaklıkları sebebiyle adlarını bile açıklamaktan çekinen mezkûr profesörleri, mezkûr zat’a “haiz olduğu ahlaki faziletler” ve dahi “ilmi kıymet ve meziyetleri” için “fahri profesörlük” ve “hukuk doktoru” unvanı verdiler. Adlarını açıklamıyor olmalarını, çocukları ve torunları adına bir utanç mirası bırakmak istemiyor olabilir diye açıklamak mümkün olabilir lakin emin olun hiç de utanacak çapta ve vasıfta adam değillerdir… Ayrıca, acaba çocukları ve torunları bu koca koca profesör baba ya da dedelerinin bu abuk kararlarını nasıl değerlendiriyorlar, onları göğüslerini kabartarak savunabiliyorlar mı?, bilmek isterim doğrusu… Mezkûr tarihte bu şaklabanlığa karşı çıkıp muhalefet şerhi düşerek karşı oy kullanan, Prof. Dr. Nedime Ergenç, Prof. Dr. Sırrı Erinç ve Prof. Dr. Kemal Kurtuluş’u, hukukun üstünlüğüne, bilimsel değerlendirmelere sadık kalmalarından ve dahası “mangal gibi yüreğe” sahip olmalarından ötürü bir kez daha saygı ile anıyorum. Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yılmaz Altuğ’un “Okulun ihtiyaçları vardı. Kadro lazımdı, para gerekliydi” gibi bu diplomayı rüşvet olarak verdik mealinden izah edip kabul oyu verenleri de Kenan Evren’in mirasçılarına havale ediyorum… Artık onlar “babamız rüşvet almazdı, vermezdi” deyip dursunlar… Aksini iddia edenler varsa da, haydi onlar çağrı yapsınlar gerek Üniversiteye gerekse de belgeye sahip olanların mirasçılarına, açıklayın bu elit profesörleri diye, haydi görelim… “Bizim çocuklar” diye zamanında onlara sahip çıkan ABD bile işleri bitince adeta kullanılmış mendil gibi kenara attı bunları… Neyse aslında bahsetmek istediğim konu bu karanlık ilişkiler sahibi ve “ABD’nin çocukları” olmaktan öteye gidememiş darbeci generaller değil, lakin idam ve katliam deyince maalesef aklıma başkaları gelmiyor ve oradan da başlamak gerekiyor…

İdam cezalarının devamı ya da yeniden ihdası gibi abuk subuk tartışmaların sürdürüldüğünü hayretle izlemekteyim. İdam cezasının korkunçluğu yanında yeni suçların işlenmesine engel mahiyetinde bir misal da oluşturamadığı ve dahası oluşturamayacağı da tüm dünyada ittifak ile kabul görmüş durumdadır. Birkaç misal verip ilerleyeyim; suç diye bilinen davranışların en ağır cezalandırıldığı ülke bilindiği üzere Suudi Arabistan’dır, bazı ülkelerde suç bile kabul edilmeyen davranışların cezalandırılması mezkûr ülkede en hafifinden Cuma günleri cami cemaati önünde ağır kırbaç cezaları ile cezalandırılırken, yine bazı ülkelerde tedavi ile tecziyesi ifa edilen bazı davranışlar bu ülkede kılıç marifeti ile baş kesilmek sureti ile cezalandırılmaktadır. Peki, suç kabul edilen davranışlarda azalma eğilimi var mıdır? Zinhar… Olamaz da… Peki; idam cezası ile cezalandırılan ve infazları gerçekleşen, sabık başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları bugün aynı muameleye tabi tutulabilirler miydi? Hiç zannetmiyorum…  Cezanın korkunçluğu ve şiddeti ve dahi misal kabilinden büyük kitleler önünde gerçekleştirilmesi de caydırıcı olmaktan çok uzaktır. 

Yasa yapıcı tarafından suç olarak adlandırılan davranışlara ceza yaptırımları da tanımlanmaktadır. Kim yapıyor bu tanımlamaları; yasa yapıcı, peki kim bu yasa yapıcılar, ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, kral, padişah, führer gibi tek kişiler yanında partiler tarafından tayin edilerek oluşmuş meclisler… Peki; kim aksini iddia edebilir ki, bu muhteremlerin, tanım ve karar oluşturma süreçlerinde, eğitim, öğretim, sosyal statü, dini ve etnik yapıları, içinden geldikleri örf ve adetleri, ananeleri, görenekleri, aile yapıları etkili olmaz da yegâne şık safiyâne ve medeni hukuk nosyonları etkili olur… Binaenaleyh, suç tanımı ve karşılık gelen cezaların bile şiddetinden toplumların beşeri durumunu anlamak mümkündür…     

Burada; şimdilerde ne zaman izlediğimi hatırlamadığım BBC’den bir haberden bahsederek bir geçiş yapmak istiyorum… Yer İngiltere, yaşlı lakin hatırlı bir kadının “kedisinin kayıp olması” ve polisi araması üzerine, polis ve itfaiye olay yerine intikal eder, tabii ki basın da… Yaşlı kadın kedisinin çalındığı konusunda çok emindir, hatta çalanlar konusunda bile kesin bir kararı vardır. Gazetecinin sorduğu; “sizce kedinizi kim çalmış olabilir” sorusuna tereddütsüz “tabii ki Almanlar”… Şimdi düşünün bu kadının, hâkim olduğunu, savcı olduğunu, kanun yapıcı olduğunu, şahit olduğunu, “yandı gülüm keten helva” tarzında bir sonuç…

Evet, esasen ceza, suç işleyene mukabil bir yaptırımdır lakin söz konusu “idam cezası” ise, cezalandırmanın en ağır biçimi olup sonuçlarının düzeltilme imkânı olmayan ve asla ve kat’a telafisi de bulunmamaktadır.

Ölüm cezasının, vicdanen adaleti ve bu adalete olan güveni tesis ve temin ettiğini, dolayısıyla da en caydırıcı ceza olduğu, bu cezanın misal olması babından oluşturduğu korku ve dehşete ihtiyaç olduğu esasen de tanrısal bir ceza sayılması gerektiği maalesef ki dünyanın her yerinde muktedirler tarafından hep savunuldu. Şimdilerde sevinerek görüyoruz ki; idam cezasının temel yaşam hakkının ihlali olarak ve artarak kabul gördüğü, insan onuru ile bağdaşan ceza olmadığı ve dahası da beklenen caydırıcılık etkisini asla ve kat’a yapmadığı, yapamadığı yeterince örnekle ispat edilmektedir. Bu konuda kanıt mı görmek istiyorsunuz, buyurun, ABD’deki suç oranlarına karşılaştırmalı bir bakın, artış var mı yok mu görün, idam cezasının olmadığı ülkelerdeki suç artış oranları ile kıyaslayın, meramım ve muradım daha da netleşecektir.   

Aslında bu giriş ile “izleme listemde” olan lakin uzunca bir süredir izleyememiş olduğum bir filmden bahsedecektim, ama giriş maalesef uzun kaçtı, film konusu ve üzerine düşündüklerimi bir sonraki yazıma bırakıyorum. Film; dünya sinemasının önemli yönetmen ve yapımcılarından olan Alan Parker’a ait, “The life of David Gale”… David Gale ölüm cezası karşıtlarının en önemli isimlerinden birisidir ve idam cezasının kaldırılması için büyük çaba sarf etmektedir. Kendisi gibi idama karşı çıkan Constance Harraway adında bir kadın tecavüze uğrar ve vahşice öldürülür. Lakin filmin ilerleyen bölümünde ortaya çıkacağı üzere yaşanan bu trajik olayın sorumluluğu, esasen fail olmamakla birlikte kurgu gereği suçlu imiş gibi gösterilen David Gale’nin üzerinde kalmış olmasıdır. İdam cezasına çarptırılır, film daha da ilginç bir hal alır. İdam karşıtı bir organizasyon ve gösterilerin kahramanları olan ikiliden birinin ölmesi ve diğerinin onun cinayetiyle suçlanması ve idam cezası alması oldukça enteresan ve gerilim yaratan bir hikâye. Hikâyenin diğer bir enteresan tarafı ise David’in idamına üç gün kala kendi seçtiği Bitsey Bloom adlı bir gazeteciyle röportaj yapmak istemesi ve de yapması… Esasen, tüm tanıkların, delillerin ve kararın nasıl uydurma ve önyargılarla ve dahi talimatlarla, olayın nasıl gerçekleştiğine bakılmaksızın alındığının ve bu zırvalıkların bir idama sebep olduğunun hikâyesidir… Gerçek bir olayı mı? Hayali birini mi? sorgulaması ötesinde izlenince, vay halimize hem de vay vay ki vay…