Salı, Haziran 12, 2012

SADECE DİYARBAKIR CEZAEVİMİ

İnsanın Kürt olarak doğmuş olmasından yani kendisinin hiçbir şekilde dahli olmamasından ve asla değiştiremeyeceği bir özelliğinden ötürü zulüm ve işkence görmesini normal bir insanın normal görmesi normal değildir, ilaveten bu olanları normal görenlerde normal değildir. Mevzubahis olan 12 Eylül zindanlarında işkence ve zulüm görenlerin sadece Kürt olup olmadığı ise, nereden baktığınıza bağlı olarak bu soruya evet te hayır da demek mümkündür. Örneğin; “Türkçe konuş çok konuş” gibi aptalca ve hatta alçakça konulan bir kuraldan hareketle evet demek mümkün iken, Türkiye solunun tamamen yok edilmesi için yapılan işkencelerin ve zulümlerin boyutu hatta savaş hali uygulamaları ile yok etme politikalarından hareketle, Mamak, Mersin, Adana, İstanbul Metris ve İzmir Buca’dan bakarsanız kaçınılmaz olarak hayır dersiniz, işte bu karmaşa içerisinde asıl gözlerden uzaklaştırdıkları külliyen solu Kürt ya da Türk ayrımı yapmaksızın yok etme taarruzu idi.

Tutuklamalarda ve gözaltılar da savaş hali koşullarını uygulayarak yarattıkları iç savaş koşullarını zımmen kabul ederlerken, gerçekte de yüzlerce fersah üzerinde uygulamalar yapıldı, hatta cezaevlerinin tamamı Nazi toplama kamplarını aratır hale getirildi, Nazi toplama kamplarından tek farkı krematoryumun olmaması olmuştur, hani meşhur “geceyarısı ekspresi” filmi var ya o dönemin cezaevleri yanında yıkanmış yunmuş kalır, “asmayalım da besleyelim mi” diyen leş özlemli kişilerin devleti yönetmesi söz konusuysa eğer, varın zindanları yöneten iktidarsızların yapabileceklerini hayal edin gayri siz, şeytanın bile aklına gelmez bunların yaptıkları ve bunu reva gören alçakların dışında bunu herkes anlayabilir.

Mamak cezaevindeki Raci Tetik, Metristeki Adnan Özbay, Adana cezaevindeki Selçuk Değer gibi yüzlerce de benzerleri olanlar özel olarak seçilmedi de sadece Diyarbakır’daki bu işkenceci Esat Oktay Yıldıran özel olarak seçildi havası verilmek isteniyor ve ne yazık ki bu da çok bilinçli bir yaklaşım ve de başarıya ulaştı maalesef; oysa hedef olarak, tüm devrimci, demokrat, yurtsever güçlere şiddetin bütün biçimleriyle saldıran bu azgın işkencecileri yöneten, bunun plan ve politikalarını yazan-çizen, tüm toplumu kişiliksizleştirme konusunda toplum mühendisliği yapan tüm bu faşist darbecileri ve yandaşlarını ve bunları bilipte görüpte ses çıkarmayanları görmek gerekir

Evet, kabul etmek gerekir ki Diyarbakır cezaevi işkencenin doruk noktasıydı, işkencecilerin ise kendilerini atayanları mahcup etmemek adına hızlı bir şekilde işkence konusunda doktora yapabilmeleri için en uygun zemindi. İşkencenin her türlüsünün hatta işkence şeytanının bile aklına gelmeyenlerin 24 saat devam ettiği bu medreselerde Türklerin bile Kürtleştirildiği bir vakadır.

Kim unutmuştur cezaevlerinin bodrum katlarındaki hücreleri; kocaman Cardonları (büyük fare), lağım suları içinde sürünerek yenilen dayakları, memleketine doğru eğilerek sokulan copları, kazma sapları ile yenilen dayakları, susuz bırakılmaları vs. vs.
Kim unutmuştur, Mamak cezaevindeki tabutlukları ve orada ancak bu alçak işkencecilerin yapabileceği işkenceleri;
Kim unutmuştur yakınları ya da avukatları ile görüşmeye giderken yüzlerce metrelik koridorlarda sağlı sollu gardiyan ve askerlerin attığı dayağı, bu anlamda avukatın ve görüşmecinin gelmesi tam bir işkencedir bu dönemde tutuklular için görüşmeye gidip gelirken sağlı-sollu sıralanan gardiyan ve askerlerin sürekli salladıkları coplardan aldıkları darbeleri, artık öyle bir hale geliyor ki ne avukat ne de görüşmeci istiyorsun aman gelmesinler de yenilen dayaklar bir nebze azalsın diye düşünüyorsun;
Kim unutmuştur, günde onlarca kez söyletilen harbiye, ordu marşlarını ve beğenilmediği gerekçesiyle de atılan meydan dayaklarını, kitlesel işkenceleri;
Kim unutmuştur neredeyse hergün “herkes eşyalarının tamamını alsın ve havalandırmaya (dışarıya) çıksın” denilerek yapılan aramaların ve bu esnada giyim eşyalarının üstüne ayakkabılarla basılmasını, duruşmalar için gerekli dokümanlara el konulmasını ve bunun gün içinde defalarca kez tekrarlanmasını;
Kim unutmuştur gözler bağlı iken yüksek bir yere çıkarılmış hissi yaratılarak itelenmeyi ya da aşağıya atlanmasını isteme ve bekleme eylemlerini,
Kim unutmuştur insanlara yemeğin içine fare konularak yedirilmesini,
Kim unutmuştur bit ilaçlaması bahane edilerek belediyeden getirilen insanlar vasıtasıyla gözaltındakilerin anadan doğma soyundurularak arkadan ve önden ağaç ilaçlar gibi ilaçlanmasını ve gözaltındakilerin kendilerini insan hissetmemeleri için yapılan her türlü uygulamaları,
Kim unutmuştur geceyarısından sonra Adana Taşköprü’süne götürülüp soğuk suya iple sarkıtılarak sıra ile sallandırılmasını,
Kim unutmuştur, İnsanların insanlığından utanması gereken bu durumları bu yaşananları, kim?
Peki; kimdi bu alçak işkenceciler ve onların arkalarını sıvazlayanlar, ya da onları aklayanlar paklayanlar, neydi Türkiye’nin dört bir yanında hapishanelerde, nezarethanelerde, işkencehanelerde, tabutluklarda uygulanan insanlık, akıl, izan dışı zulmün sebebi…

Duruşmalarda Hâkim komutanların emri üzerine askerler tarafından atılan meydan dayaklarına seyirci kalan hatta büyük bir keyifle izleyen başta sözde mahkeme heyeti üyeleri olmak üzere, basın mensupları ve o dayağı atan askerler şimdi ne yapıyorlardır acaba? Duruşmalara elleri kolları bağlı çıkan, zincirlenmiş vaziyette çıkan sanıkları yargıladıklarını zanneden sözde mahkeme heyeti üyeleri şimdi ne yapıyorlardır, ne düşünüyorlardır acaba? Acaba onlarda şimdi 12 Eylül anayasasına ve darbecilere karşı olduklarını mı söylüyorlardır, bir yerlerde??? Acaba darbecilerden hesap sorulması gereğini mi anlatıyorlardır çevrelerindekilere?

Amaç kişiliksiz ve itirazsız bir toplum yaratmaktı, dönem için başardılar hatta kalıcı kıldılar, ama ne yazık ki “ileri demokrasi döneminde” de kişilik kazanma mücadelesi veren topluma da savaş açılmıştır, şimdilerde.

Tüm bu reva görülen uygulamalar önce şiddetle reddedildi, sonra sadece reddedildi, sonra reddetmeden dinlenildi, sonra sessizce karşı çıkılmadan dinlenildi, şimdi kabul edildi ama tüm bu süreç sonunda kimse cezalandırılmadı her şeyden önemlisi dönem ile de hesaplaşılmadı daha da kötüsü böyle bir niyetin olmadığı da açığa çıkmış olmasıdır.

Peki, neden sadece Diyarbakır öne çıkarılıyor acaba?

Meseleyi ele alış biçimi ne yazık ki sınıfsal olmaktan çok uzaklaştırılarak yapılırsa olacağı buydu ve oldu işte… Ama bilin ki bu işkenceciler ve onları yönetenleri ve destekçileri; asla ve kata Türk Kürt ayrımı yapmadan bu ülkenin yüzü aydınlık insanlarına kıydılar, onları aldıkları emirler gereği yok ettiler, insanlıktan çıkarmak için her yolu denediler…

İşte bu nedenle asla bu yaşananları unutmamak, unutturulma çabalarına da şiddetle karşı çıkmak gerekir.

Pazartesi, Haziran 04, 2012

SOKAK İSİMLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ

Canım yurdumun Belediyelerinin kaldırım yenileme faaliyetleri dışındaki en aktif oldukları alanlardan biri de, cadde, sokak ve mahalle isimlerinin değiştirilmesidir. Yerel iktidarlar bu işleri yaparken, aynı zihniyetin taşındığı merkezi iktidarlar da İl, ilçe, köy, mezra, havaalanı, okul isimlerini değiştirmekten asla geri durmaz ve siyasi meşreplerine uygun değişikliklere devam ederler.  Maksat iş yapıyor görünmenin yanında, değiştirilmesi karara bağlanan ismin değerinin düşürülmesi ya da silinmesi, hatta aşağılanması hedef olurken yerine konulması karara bağlanan isme de değer katmak, hatta ne kadar muteber olunduğunun taraftarlara yansıtılmasıdır, en düşük ihtimal de tabelacılara iş yaratma düşüncesidir.

Büyük medeniyetlerin temelleri kentlerde atılmıştır tarih boyunca, kentler bu medeniyetlerin yaratıcıları vasıtalarıyla da bir ruha bürünürler, bu ruh insanların, etik, ahlak temelli sosyal davranışları üstünde inanılmaz bir katkı yapar. Medeniyet, bilineceği üzere anlamı şehir olan Arapça “Medine” kelimesinden gelir ve “şehirleşmek” anlamında yaygınca kullanılmaktadır. İngilizcedeki karşılığı ise; Latince kökenli civis yani yurttaş, kentli den türeyen civilization olup, medeniyet sözcüğünün tam karşılığını veremiyor ve bu sözcüğü tam tamına kuşatamıyor bence, gerçi dil uzmanı değilim boyumdan büyük kelam etmek istemiyorum ama yine de böyle.

Tarih boyunca da şehirler daima edebiyat, kültür ve sanatın merkezi olmuş olup, şehirler insanların ortak paydasını oluşturmuş ve insanlar canlı olmanın keyfine varabilmişlerdir bu sayede, bunun böyle olmaması durumunda şehirler birer canlı mezarlığı ya da binlerce robotun sadece kapitalizmin istediği ucuz iş gücünü karşılayabilmek adına çalışma kamplarına döneceklerdir. İnsanlar şehirlerde kaynaşırlar, iletişirler ve sonuçta daha rafine bir hayat ortaya çıkar, insanı insan yapan bu en temel özelliklerin gelişememesi, birlikte yaşama kültürünün dibe vurması demektir, dibe vuran “birlikte yaşam” kültürü ne yazık ki biyolojik anlamda milyonlarca canlı içinde yalnızlıktan kıvranan bireyler ortaya çıkarır.

Şehirler; mahalle, sokak, semt, havaalanı, okul, park, karakol, hastane vb. gibi yerlerin adları ile birlikte canlı görünürler, bir ruha sahip olurlar, daha sıcak olurlar, kulağa daha hoş gelen sözcüklerle yaşarlar, bu isimler şehrin tarihini ve estetik değerlerini gösterir, diğer taraftan bu hayatiyetin ve ruhun insan ömürleri ile sınırlı oluyor olması, ya da yeni seçilmiş belediye meclisleri ile son buluyor olması, şehirlerin medeniyetin beşiği olması ruhunu zedelemektedir.  Ayrıca; Sokaklara ruhsuz bir görüntü veren numara yerine kesinlikle isimler verilmeli ki sokaklar ve caddelerde birer ruh sahibi olsunlar ve verilen bu isimler sokak başlarına yerleştirilecek panolara yazılmalıdır, bu panolar sadece isimleri yazıyor da olmamalıdır ayrıca, bu kişiyi tanıtacak detaya haiz olmalı ve ne zaman, neden ve nasıl bu sokağa bu isim verildi gibi teferruatları da taşımalıdır.

Son dönemde; Canım Yurduma deli gömleği giydirmek suretiyle, 12 eylül faşizminin mimarları, içimizdeki Amerikan çocuklarının nadide örneklerinden olan, Kenan Evren önderliğindeki çeteninde isimleri okullardan, parklardan, caddelerden ve sokaklardan kaldırılıyor olması da bu kapsamda değerlendirilmeli ve behemehal bu işleme son verilmelidir ve Kenan Evren’in ve yol arkadaşlarının isimleri korunmalıdır ama yukarıda bahsettiğim üzere yerleştirilecek panolara Kenan Evren ve ekibinin Canım Yurduma ne kötülükler ettiğini tek tek yazıp, olası unutmalara karşın bir akıl defteri niyetine herkesin her an okuması ve asla kat’a unutmaması temin edilmelidir.

Kardeşim ihtiyaç mı oluştu Ülkemiz büyüklerinden kaybedilenlerin adını koymak gibi, her yıl yüzlerce yeni sokak ve parklar, karakol, okul, hastane vs vs tesis ve ihdas edilmektedir yapın oralarda istediğinizi ne diye uğraşırsınız milletin onlarca yıldır kullandığı isimleri, illaki bir şey mi değiştirmek istiyorsunuz gidin başka şeyleri değiştirin, ama bu işin yolunu maalesef şimdi unutturulmak istenen ya da halkımız tarafından unutulmak istenen ve birileri tarafından da ısrarla kafamıza çakıldığı biçimiyle demokrasi kahramanı Adnan Menderes açmış, durup dururken salt siyasi muhalifi Osman Bölükbaşı’nı cezalandırmak adına ama aslında onun nezdinde ona oy veren Kırşehirlileri cezalandırmak adına, Nevşehir’i il yapıp Kırşehir’i oraya bağlayıp ilçe yapmak suretiyle kendince cinlik yapıp, tıpkı bugün yaşananlar gibi, koca milletin zekâsıyla dalga geçmiştir. Al sana bir değiştirme furyası ile gelen değiştirme kültürü, kimi heykelin içine tükürür ve değiştirir, kimi yerleşmiş köşeli tarifi olan konuları değiştirir, yandı gitti gülüm keten helva…Unutmayalım ki her değiştirdiğimiz bir isim başka birilerini üzmekte hatta kinlendirmekte bile olabilir ve sonrası kan davası gibi gider, değiştir baba değiştir…

Benim bugün eski havasından, görüntüsünden ve estetik zenginliğinden çok uzaklarda olan ve şu anda yaşadığım sokak, ahir ömrümde; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı, Nazmi Keskin Sokağı, Şehit Teğmen Ali Rıza Sağırbay Cad., 1034 sokak vs. vs. gibi bir dolu isim ve numarayla anıldı, ama benim gönlümde hala kendisi ile ilgili kısıtlı bilgilere sahip olmama rağmen burayı yansıtan en güzel ve dolu görünen isim ise; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı dır. Artık bu değiştirme gayretkeşliğinden tüm ülke olarak vazgeçmeliyiz. Gittiler canım “Cumaovası”nı yaptılar “Menderes”, kardeşim hadi havaalanını yaptınız “Menderes Havaalanı” tamam, derdiniz nedir de ilçenin de adını değiştirdiniz.

Bu şekilde yapılan adres değişikliklerinin; Polise yapılan imdat çağrı ve ihbarları konusunda karışıkları, kısa sürede anlatılması gereken dertlerin uzun zamanda anlatılması, Ambulans çağrılması anında yaşanan telaşla verilen yanlış adresleri, telefon, elektrik, su faturaları vb. gibi daha yüzlerce yazışmanın adreslenmesini olumsuz etkilediğini yazmaya bile gerek yoktur herhalde.

Acaba bu sokak adlarını değiştirenler, ne demek istendiğini anlarlar mı?

Salt bu yüzden yaşadığım bir acı anımı da anlatayım bu vesileyle; 12 Eylülün sıkıntılarını direk yaşamış biri olarak, o zaman ki örfi yasalara göre 90 gün olmasına rağmen 104 günlük gözaltı dönemi bitti denildiği gün (kolayca anlaşılacağı üzere 5 li çetenin düşündükleri ve açıkladıkları yasa yerine geçiyordu o dönem); bu döneme aslında zulüm dönemi demek daha doğrudur ya, savcılığa sevk edilme öncesinde parmak izi alınması esnasında her şeyi bilmelerine rağmen belki laf olsun diye, belki de onlara da bir komünist olmamamıza rağmen komüniste dayak atma bahanesi gerektiğinden, adresimiz soruluyor, “Sü. El Maksud Efendioğlu Sokağı” dediğimde de, vay sen misin polis efendilere yanlış bilgi veren, eşek sudan gelene kadar dayak yine, meğerse sokak adları yine o tarihlerde Canım Yurdumun genelinde değiştirilip numarataja geçilmesi karar bağlanmış, nerden bileceksin ki, ama cennetten çıkma dayağı yedikten sonra, bu kabil hatalara düşmedik gayri, gerçi bundan sonra da soran da olmadı ya, neyse…

Şehirlere kimlik, can ve kişilik kazandıran şeyler, elektrik ve aydınlatma direkleri, kanalizasyon kapakları, kaldırımların taşı ve rengi, otobüs durakları, telefon kulübeleri, eğer bunlar sık sık değişirse kimlik ve kişilik değişimi yaşanır. Kent ve kentlilik kültürü nasıl oluşur elbette kentin kimlik ve kişiliği mezkûr ruhundan kaynaklanır. Hala ne demek istediğimizi anlamayan varsa, gider görür, Paris’i, Barcelona’yı, Londra’yı, Münih’i, Zürih’i, Amsterdam’ı, Moskova’yı, Budapeşte’yi, Prag’ı, Viyana’yı, vb…

Aidiyet Duygusu yaratabilmek ve “Benim Şehrim” diyebilmek için yalanlara ve kara propagandaya karşı uyanık duralım, diyeceğim ama biliyorum ki, çoğunluk uyumaktan yana…

Günümüzde birde muhtemelen büyük rantları dönüştürmek adına kentsel dönüşüm projeleri adıyla alıp başını giden ve takip edebilmekten uzak, Yerel ve Merkezi otoriteler tarafından kentsel dönüşüm hamleleriyle, şatafatlı ifade ile de “marka şehirler” yaratarak, yine kendilerince “ben ders almam ders veririm” ruh haliyle yarattıkları şehirleri kurtaracaklarını söylemiyorlar mı, gülmekten geberiyorum. Geleneksel ya da çağdaş şehircilik ve mimariden, yerli motiflerden uzak düşünülen bu dönüşüm gayretlerinin ağababaları, “kentsel dönüşüm” adı altında, Ankara, Yıldız ve Söğütözü’nde neleri dönüştürdüler, hep beraber biliyoruz…