Cumartesi, Nisan 29, 2017

ŞİMDİKİ VERGİLER, SAY SAY BİTMEZ


Şimdi büyüklerimiz, Canım Yurdumun dünü ile bugününü kıyaslıyorlar ya, hani kıyaslama da ölçmenin ve anlamanın önemli aracı ya, hani dün kaç km. yol vardı, kaç km demiryolu vardı, kaç fabrika vardı, kaç elektrik santralı vardı, kaç hastane vardı, kaç okul vardı, kaç kuran kursu vardı, kaç imam hatip vardı, kaç üniversite vardı, vs. vs. işte 60 yılda, yok 70 yılda, olmadı 80 yılda yapılanı, biz 10 yılda yaptık diye de bizim pirinç büyüklüğündeki aklımızı karıştırıyorlar vallahi... Peki; dün ne kadar vergi vardı, kaç çeşit vergi vardı, bugün durum ne, bir bakalım dedik mali müşavir, muhasebeci ve defterdarlık desteği almadan, gündelik hayatımızdan bildiğimiz ve paşa paşa ödediğimiz kadarıyla döküm yaptım, sayfalar dolusu, hey yavrum hey... Toplanan para ile efelen dur, vallahi hakkın be muhterem derler adama... Mesela; dün kaç okul özel idi bugün kaç, dün kaç hastane özel idi bugün kaç, dün kaç üniversite özel idi bugün kaç, dün polisin görev yaptığı yerlerin ne kadarı özel güvenliğe devredildi, vs vs... Peki özel olması bu hizmetlerin kötümüdür, evet ve tartışmasız kötüdür... Ne demek özel okul, ne demek özel hastane, ne demek özel güvenlik, ne demek özel üniversite, vs vs... Mesela, dün hangi yoldan ya da köprüden geçerken para ödeniyordu, var mı bileniniz...Dün devlet tanımının içine giren bir dolu vergi, harç, rüsum ve fon kesintisi yoktu, peki ne oldu da bu kadar vergi, harç, rüsum ve fon bedeli ödemekteyiz... Devlet, sosyal diye diye, para toplama makinesi haline geldi... Bu sadece bizde mi, ne yazık ki hayır, tüm kapitalist dünya da böyle, artılı eksili benzer şeyler... Dün bu devlet ithal ettiği otomobilden, traktörden, kamyondan ÖTV almadan bu işi nasıl başarmış, ancak şimdi başarılamıyor, mesela pırlanta ithalatı ÖTV ye tabi olmazken diğerleri niye? Hani vergi aldıkça refah artacaktı, yahu son 60 yıldır bu palavralarla salma düzeninde toplanan vergiler refah yaratmamışsa, buradaki yanlış nedir acaba diye kimse düşünmek istemez... Bunca toplanan verginin refah yaratması bir kenara, yoksulluk ve sefalet artıyorsa, ters orantılı olarak, acaba bunun nedeni toplanan vergilerin azlığı yerine, ortalıkta zengin diye dolaşanları doyuramamamız neden olabilir mi diye neden düşünmeyiz? Neyse uzatıp kafa ütülemenin gereği yok... Böyle bir özetlesek fazla kusur işlemeyiz...

Diğer taraftan kalkacaksın, "varlık vergisi" ve "öşür" ve "yol vergisi" alınan dönemi yerden yere vuracaksın, hem de hepimizden metazori vergi salma usulü olması hasebi ile sonsuz destek alacaksın, sonra da salma sırası sana gelince, şeytanı bile yoldan çıkaracak kadar tıka basa bir beytülmal oluşturacaksın... Bu da yetmeyecek üstüne, kaka ilan ettiğin dönemin neyi var neyi yok özelleştirip güzelleştireceğim diye bizi ikna edeceksin, bitmedi sonra da yap-işlet-devret diye uyduruk bir model oluşturdum deyip, önceki etapların bile mumla aranılır hale gelmesine yol açacak, ayva var nar var 1 e 10 kâr var modelleri ihdas edeceksin... İşin tuhafı ise öyle bir kara propaganda gerçekleştireceksin ki, yoksul kitleler hepsini doğal ve gerekli görecek, hatta dibine kadar savunacak, bu kapitalistleri ve yardakçılarını, erketelerini ve yatakçılarını kutlamamak elde değil vallahi... Artık tüm dünyada olduğu üzere, sağlık işlerinin takibinin sigorta şirketlerine devredilmesi, dün bedava verilen onlarca ilaçtan desteği çekeceksin, bazılarından ise katkı payı alacaksın vs vs, yoruldum vallahi, yazmaktan... Dünya bu hale geldi ve ne yazık ki biz de onlara özene özene daha da ilerilere geçtik, Allah selamet versin... Bakarmısınız şu vergilere Allahaşkına...
·      Yol katılım ücreti
·      Gelir vergisi
·      KDV
·      Emlak vergisi
·      Yurt dışı vergisi (harcı)
·      Otomobil vergisi (harcı)
·      Akaryakıt ötv
·      Doğalgaz ötv
·      Elektrik ötv
·      Cep telefonu özel vergisi
·      Gayrimenkul değer artış vergisi
·      Su atık vergisi
·      Katı atık vergisi
·      Vergilerin vergisi
·      İlan ve reklam vergisi
·      Yol katılım vergisi
·      Kanalizasyon katılım vergisi
·      ÇTV (çöp vergisi sonradan su faturalarına yedirildi)
·      TRT katkı payı vergisi
·      Sokak aydınlatma vergisi
·      Damga vergisi
·      Hasta katılım payı vergisi
·      İlaç katılım payı vergisi
·      Motorlu taşıtlar vergisi
·      Veraset ve intikal vergisi
·      Menkul sermaye vergisi
·      Banka ve sigorta muameleleri vergisi
·      Telekomünikasyon Kurumu Ruhsat Ücreti
·      Elektrik enerji fonu
·      Elektrik kayıp kaçak bedeli,
·      Elektrik dağıtım bedeli,
·      Elektrik sayaç okuma bedeli,
·      Elektrik perakende satış hizmet bedeli,
·      Elektrik iletim sistemi kullanım bedeli,
·      Elektrik  enerji fonu,
·      Elektrik tüketim vergisi
·      Elektronik eşyalardan alınan trt payı
·      Evsel katı atık bedel vergisi
·      Oyun kağıtlarından alınan ek vergi
·      Röntgen filmlerinden alınan ek vergi
·      Yurt dışı harcı
·      Diploma harcı
·      Tapu kadastro harçları
·      Yüksek öğrenim harçları
·      Yargı harçları

Aman üzülmeyin bu tablo bile Canım Yurdumu dünyanın en kötüsü yapamıyor, inanın çok kötüler var ve ne yazık ki çoğunlukta...
Daha yazacak çok şey var ama yer kalmadı... Cezalar ise hiç değinemediğimiz bir konu, bir sonraki yazıya inşallah...

Cumartesi, Nisan 22, 2017

VUR KIR PARÇALA BU MAÇI KAZAN


Artık hayatımızı ve tüm yaşananları futbol üzerinden izah etmeye başladık ya, Allah selamet versin... Futbol gerek ülkemizde, gerekse de dünyada "hiyanet-ül vatan-fir kayme" (şike) den geçilmez durumdadır, eee bu gerçek midir, değil midir, tevatür müdür  konusu ayrı bir fasıl olmak üzere, "şüyuu vukuundan beter" duruma gelmiştir, kolayca anlaşılacağı üzere. Ve bakıyorum bazı büyüklerimiz artık büyüklüklerini bu jargonla tebarüz ettirir hale gelmişler, maşallah, eee tabii ki çözdüler işi, vaktaki karşılarında pasa futbol düşünen, pasa futbol izleyen, pasa futbol programı izleyen bir "ne sağcıyım ne solcu futbolcuyum futbolcu" diyen Allahlık büyük bir kesim var, ver gazı gitsin... "Resultante importante" diyordu ya pabucumun imparatoru, aynı o suret işte, seç seç al... Artık hayatın tamamı bu jargona uygun hale getirildi... Kendisine şucu'yum, bucu'yum diyen herkes bir şekilde, ama alıcı, ama verici, ama görücü, ama izleyici, ama susucu, ama duymayıcı, baştan aşağı "hiyanet-ül vatan-fir kayme" yani şike ve doping... Cemaat-ül müslimin tutturmuş bir "Tezahür-ü cümle-i cemaat", vur kır parçala, bu maçı kazan... Tek amaç, ne pahasına olursa olsun kazanmak olursa, karşılığında neyi kaybedersiniz, "ahlak ve etik", ehhh ahlak ve etik terk-i diyar edince de, istediğiniz kadar taraftar bulursunuz sizi destekleyen. Yani Muaviye hikayesindeki gibi, erkek deveye dişi deve diyen onbinlerce insan bulursunuz etrafınızda... Hani, destekleyen insan sayısının fazlalığı sizi doğru söylüyor kılmazmış, sizi doğru yapmazmış, ama olsun, ne gam, ne keder...  Ancak ve ne yazık ki bakın etrafınıza şikeci, dopingli ve dopingci ağır abiler revaçta, felan- feşmekan gavuru yenerken nasıl deri ceket hediye ettik, nasıl zarf içinde dolarları verdik, vs. vs...

Bunları düşünürken, şimdilerde pek yolumuz kesişmeyen, eski çok önemli bir "defterdar-i cihad-ül kürriye" (hakem) ve şimdilerin önemli futbol yorumcusu bir muhteremin önemli "sancaktar-i hatt-ül saha" (yan hakem) bir dostumun yaşadığı bir olay geldi aklıma... Bu sevgili dostumu Güneydoğuda bir maçın orta hakemliğine atıyorlar, hakem heyeti düşüyor yollara, en son maçın oynanacağı kente minibüs ile intikal edilecektir. Yollar dönem itibari ile güvenlik açısından sıkıntılı, sıkıntının kaynağı da malum, minibüs durdurulur ve maçın 8-0 filan takım lehine bitirilmesi gerektiği aksi taktirde kendilerinin sonu olacağı gayet sarih bir biçimde ve herhangi bir endişeye mahal vermeyecek bir biçimde kendilerine anlatılır, malum yol kesiciler tarafından... Neyse, artık aynı yoldan da geri dönüleceği için, çaresiz bu maçın istenilen skorla bitirilmesi dışında bir seçenek yoktur. Maç başlar, ancak 8 gol atıp maçı alması istenilen takım bırakın 8 golü, 1 gol bile atabilecek durumda değildir, rakip siyah beyazlı takım, siyah ağırlıklı formaları ile adeta kartallar gibi saldırmaktadır, bol gollü galip gelmesi gereken takımın üstüne, akın akın gelen atakları yok "taarruz-ül beleş" (ofside) idi, yok "darbe-i müstehcen" (faul) idi vs. bir sürü gerekçe ile kesmektedir mezkur hakemlerimiz. Ama asıl ekipten bir karşı atak gelişmemiştir henüz ve zaman akmaktadır, artık devreye acilen girilmesi gerekmektedir, aksi taktirde maazallah, neyse 2 kırmızı kart, 1 "ceza-i şeriye aman yarabbi" (penaltı) ile hakemimiz durumu 1-0 getirir ama, 8 nasıl olacak, çok zor... Neyse 2. yarı başlar ama 2 eksik oynayan rakip daha etkili hala, derhal hakem tekrar devreye girer 1  "ferman-ı ahmer" (kırmızı kart) daha, 3 penaltı daha uydurulur, maç gelir 4-0 a... Ama daha 4 gole ihtiyaç var... Artık hakemler herşeyleri ile destek verirler, faul korner vs derken, dakika 87 olur maç 7-0 a getirilir... Averaj ve verilen talimata uydurulması için 1 gole daha ihtiyaç vardır, ne yapsa olmuyor, maçın süresi dolmuş, hakemler boyuna maçı uzatıyorlar ki, bir gol daha atıla... Maç 10 dakika daha, 15 dakika daha uzuyor... Ama gol gelmiyor bir türlü, zaman geçiyor hava da kararmaya başlıyor yavaştan, bir korner uyduruluyor, orta hakem yan hakeme iyice kaleye yaklaşmasını söylüyor ve denk gelirse topu kaleye tiplemesini de emrediyor. Neyse korner atışı yapılıyor bir karambol sürüyor ve top nasıl olduysa yan hakeme doğru geliyor, şut ve gol, nihayet maksat ve murat hasıl oluyor, 8-0 nihayet istenilen yerine gelmiş, hakemler çok rahatlamış vaziyette soyunma odasının yolunu tutuyor... Rakip takımın idarecileri, bağırıyor çağırıyor, itirazlar gırla, gözlemciye itiraz, federasyon yetkilisine itiraz... Sonuç yok tüm itirazlar reddediliyor. Bilahare maçı Federasyon da tescil ediyor tüm sonuçları ile... Artık 8-0 galibiyet ile averaj sağlayan takım ligde kalıyor... Mezkur takımın kulüp başkanı açıklama yapıyor; "bu iş bitmiştir" ve "Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye"...

Sonuçta, vaziyet-ül madara, (tarihi fark), vaziyet-ül hararetta (uzatma dakikaları), sancaktar-i hatt-ül saha (yan hakem) ab-yari ile vak'a-i hayriyeye mazhar olunuyor... Aha da durum bu, Federasyon başkanı, Kulüp başkanları, Takım kaptanları, hakemler, gözlemciler, federasyon maç yetkilileri, seyirciler, rakip takım, vs. vs. Hak getire... Söylenecek kelam çok ama yer dar...

Sevdiğim bir türkünün sözleri ile bitiriyorum, artık kurt yesin bizi de kurtulalım...

Erzurum dağları kar ile boran
Aldı yüreğimi dert ile verem
Sizde bulunmaz mı bir kurşun kalem
Yazam arzu halımı dosta seslenem
Uy beni beni beni belalım beni
Satarım bu canı alırım seni
Çıkayım dağlara da kurt yesin beni.

Pazartesi, Nisan 17, 2017

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI


"Fareli köyün kavalcısı" hikayesi hemen hemen herkes tarafından bilinir, ve zaman zaman "goygoy"luğumuzun ispatı hatırına binaen de zikredilen görüşün kuvvetlendirilmesi ya da daha iyi anlatılabilmesi adına anlatılan, eskiden ilkokul Türkçe ders kitaplarında da bulunan bir hikayedir. Konu Almanya'nın Aşağı-Saksonya eyaletinin Hameln kasabasında 16. yüzyılda kasabanın fareler tarafından istila edilmesinin hikaye edilmesi olup, başta Grimm Kardeşler, Johann Wolfgang von Goethe ve Robert Browning olmak üzere pek çok yabancı ve yerli yazarın eserlerinde, farklı coğrafya ve dönemleri baz alınarak birer efsane olarak yer aldığı bilinmektedir.

Şimdi mezkur efsaneyi bir de ben yazarak, Almanya'nın 16. yüzyılına değineyim dedim... Çok şükür artık bunlar 16. yüzyılda kaldı, günümüzde artık ne kasabalarda, ne ülkelerde, ne belediyelerde ve ne de iktidarlarda kavalı bu kadar güçlü insanlar yaşamamaktadırlar. Artık kentlerimizde fare de mezkur miktarlarda üreyememektedir, çok şükür...

Masalımıza efsane girizgah ile başlayalım...

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam bana melül melül bakar iken, nenem daha doğmamış iken; Almanya denen ülkede Hameln adında bir kasaba varmış. Hameln kasabasının halkı fakir ama mutluluk içinde yaşar iken, kasaba evlerinin kilerlerinin erzak ile dolu olduğu günlerde, mutluluklarını zedeleyecek miktarda kasabanın bütün evlerine fareler dolmuş. Binlerce fare kasabanın sokaklarında, evlerinde dolaşıyormuş. ev sahipleri yatak odasına gitseler, mutfağa girseler ortalık fareden geçilmiyormuş. Fareler evlerde ne bulurlarsa yiyorlar, yatağa yorgana hatta insana saldırıyormuş. Halk ne yapacağını şaşırıp kalmış. Kasabanın yöneticisinden bu işe acilen bir çare bulmasını isterler, ama yöneticisinin de elinden bir şey gelmiyormuş, artık kasabanın adı fareli kasabaya çıkar ve herkes tarafından bilinir hale gelmiş.

Bir gün fareli kasabaya bir kavalcı gelir, kasabanın yöneticisine; "Eğer bana 51 kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim" der, tüm kasaba halkı bu habere sevinir, ne de olsa artık, kilerlerdeki erzak fareler tarafından yenmeyecek, sokaklar artık pislik içinde olmayacak, en önemlisi de çocukların sağlık problemleri bu kadar olmayacaktır. Yöneticinin delaleti ile salma usulü ile ahaliden kavalcının istediği 51 kese altını toparlamış ve kavalcıya farelerin def edilmesini müteakip verilmek üzere emanete alınır. Kavalcı isteğinin kabul edildiğini öğrenir öğrenmez, başlar sihirli kavalını üflemeye, kavaldan öyle sihirli ve tatlı, öyle güzel ve ahenkli sesler çıkar ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak kavalcının yanına geliyorlarmış. Kısa bir sürede kavalcının sihirli üflemesi ile etrafı yüzbinlerce fare ile dolar, kasabadaki tüm  fareler kavalcının etrafında toplandığı anda kavalcı yürümeye başlar, kasabaya gelirken yolda görmüş olduğu dereye doğru yürür, kavalcı önde kavalını sihirli sihirli üflüyor, fareler peşinden tıpış tıpış geliyormuş. Kavalcı nihayetinde dere kenarına gelir ve suyun içine yürür,  derede o kadar hızlı akan ve çok miktarda  su varmış ki, kavalcının ardından suya giren tüm fareler ölür... Kavalcı tüm farelerin öldüğünden emin olunca, köye hemen geri döner, kasabayı farelerden temizlemiş olmanın sevinci ve gururu ile ve anlaştıkları biçimiyle de hakkı olduğunu bildiği ödülünü ister, "51 kese altınımı alırım, altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım" diye hayal kurmuş. Bu düşüncelerle kasabanın yöneticisinin yanına varan çalgıcı ödülünü ister, yönetici oyun bozanlık yapar, "Nasıl olsa farelerden kurtulduk, 51 kese altını vermesem olur" diye düşünür, kavalcıya çeşitli nedenler göstererek altınlarını vermez. Kavalcı kandırıldığını anlayınca,  "Ben de size bir oyun oynayayım da görün" diyerek, başlamış kavalını sihirli sihirli üflemeye, kavalın sihirli sesini duyan tüm çocuklar kavalcının etrafında toplanır, kavalcı hem kavalını üfler, hem de yürümeye başlar, kavalcı yürümeye başlayınca sihirli kavalın büyüsüne kapılan çocuklarda düşer kavalcının peşine, kasabada tek bir çocuk kalmaz. Analar babalar kara kara düşünmeye başlarlar, yöneticiye gidip; "Ne yapıp, ne edeceğiz. sen kavalcının hakkı olan 51 kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü" derler. Kavalcı ise kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varır, kavalcı yaşanan yorgunluk neticesinde bir ağacın altında uykuya dalar, kavalı elinden düşer, çocuklardan zeki olan biri hemen kavalı eline alır ve üflemeye başlar, peşine takılan çocuklarla birlikte düşerler köyün yoluna, hemen kasabaya annelerin babalarının yanına dönerler. Yeterince uyuyup uyanan, kavalın sahibi, bakar ki çocuklar yok, telaşla köye döner, ahaliden zılgıtı yemiş yönetici bir daha riske girmez bu konuda ve kavalcının ödülünü verir, ahali de kavalcı da mutludur, gayri. Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine. Ve dileriz ki bu masal gibi tüm karabasana dönüşen diğer masallarda böyle mutlu sonlanır...

Kim yönetici, kim kavalcı, kaval nerde, kedi yok mu, kedi varsa bu kadar fare neden var, kedi yoksa neden yok, çocuk kim, neden kavalını sesine uyar da kasabayı terk eder, vs. vs.

Masal masal olmasına da, dünyamızda elinde tek enstrümanı kaval olan o kadar çok kavalcı var ki, inanılır gibi değil... Futbol, ekonomi, siyaset, bilim, tarım dünyasında sayılamayacak kadar çok... Allah verdikçe veriyor... Hatta bunların en meşhuru da futbol dünyasından idi, nam-ı diğer dürülülü, vs vs. Artık diğerlerini de herkes içinden söylesin...

Pazar, Nisan 09, 2017

ALAÇATI OT FESTİVALİ

Çeşme Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç; sürekli olarak Çeşme’nin bir festivaller kenti olacağını ısrarla ve usanmadan tekrarlamaktadır, burun kıvrıldığı hallerde ise de, büyük bir inanç ile kararlılık göstererek, Çeşme yarımadasının değişik bölgelerinde yapılacak ve sonuçta da “meşhur Alaçatı ot festivali yanına, 8 adet yeni festival daha ilave ederek, 9 merkez, 9 marka, 9 festival diye yola çıktık" iddiasını hep yinelemekte ve gerçekleştirilecek hiçbir festivalin hormonlu olmayacağını, hepsinin yerelin en has ve doğal halini yansıtacağının altını çizmektedir. İşte, "Germiyan Yöresel Lezzetler ve Sağlıklı Yaşam Festivali", işte Dalyan "aşk ve sevgi festivali", işte "Ovacık Tarımsal Kalkınma Projesi, kavun ve koyun festivali". Devamı gelecektir, görünen o... Ancak bu işlerin kolay olmadığını da belirtmek gerek, kolay olsaydı herkes bu kabil işler organize eder idi, başarının kolay gelmediğini bilenleri bir tarafa koyarsak diğerleri için anlamsız eleştiriden başka bir şey kalmadığını rahatlıkla söylemek mümkündür.

Bu kapsamda, Çeşme Belediyesi’nin önderliği ve katkıları ile "Alaçatı Ot Festivali" nin 8. si görüldüğü kadarı ile katılım zirvesine dönüştü bu yıl, dün gülenler, dün buna inanmayanlar ve onların temsilcileri de baktılar ki buradan pay edinmek mümkün, en önde yer alarak bayrak sallamaya hazirun oldular. Hülasa, bu görkemli açılış şöleninden, tüm mülki erkan, kortejde yer alarak paylarına düşeni, en azından bayrak sallayarak hak ettiklerini beyan etmeye çalıştılar.

Dün sabahtan itibaren, festivalin direk Alaçatı'ya ve Çeşme'ye bilahare de diğer 8 noktaya yansımalarını izlemek için erkenden kendimi dışarıya attım. Çeşme Otogarından itibaren gelen tur otobüslerinin yollarda nasıl izdiham yarattığını, otobüslerdeki çeşitliliğin, tur şirketlerindeki çeşitliliğin, gelinen kentlerin çeşitliliği, otobüslerdeki plaka çeşitliliği ve en önemlisi ziyaretçilerin çeşitliliğinin nasıl bir harika görüntü oluşturduğunu anlatamam. Hani bazı kendini bilmez zevatın "3-4 kaçık karının" başlattığı diye, kendince ti'ye aldığı, burun kıvırdığı, küçümsediği bu festival; gerçekten, bir nebzede olsa gerilen yurdum insanına bir derin nefes alma imkanı sunmuş, görünen o... Gelelim "3-4 kaçık karı" deyimini yazıya döken muhtereme, haydi onlar kaçık, sen akıllısın, gerçekleştirilenin %1'ini de sen gerçekleştir bakalım, işte meydan diyerek gıcık verelim... Hamamda türkü çığırarak, türkücü olunmaz... Gerçi tüm bu yaşananları bu biçimi ile ve sitayişle anlatıyor olmama bakmayın, bu benim turizm anlayışım ile uzaktan yakından alakası olmayan bir durum olup, kesinlikle benim hayal dünyamdaki  faaliyetleri kapsamamaktadır. Ancak, madem ki sistemi ben belirleyemiyorum, sistemi genel geçer ve kabul görmüş kendi tarif, öngörü ve açıklamaları üzerinden sonuçlarına bakarak irdeleyelim istiyorum. İşte bu yüzden, bu faaliyet kapsamında, en basit anlatımı ile, turizm merkeziyim iddiasında bulunan yerin yöneticilerinin, diğer yerlerdeki insanları kısa ya da uzun süreli olarak, yarattıkları cazibe alanına çekebiliyorlar mı? Gelen ziyaretçilerin sayısının bir önemi var mı? Belirlenen ve açıklanan faaliyetlere gelen ziyaretçileri katıp, sosyal ve ticari bir aktivite yaratılmış mı? Evet, Çeşme ve Alaçatı ağırlayabileceğinden fazla ziyaretçiyi çekebilme becerisi göstermiş yerel yöneticilere sahip, evet, Çeşme ve Alaçatı, belirlenen ve açıklanan tüm aktivitelere gelen ziyaretçiler katılmıştır... Demek ki maksat ve murat hasıl olmuştur. Demek ki; ürününüz varsa, yetmiyor sürümünüz varsa o da yetmiyor sunumuz varsa o da yetmiyor müşteriniz varsa, turizm oluyormuş, işte bu gözle bakılınca, "Alaçatı ot festivali" çok başarılıdır, kendi hedefleri açısından. Tüm esnafın bu kapsamda bu başarıyı yaratanlara büyük bir teşekkür borcu oluşmuştur, bence. Siz bakmayın yok "kuru kalabalık" tanımına, bugün kuru ise yarın yaş olur, diyelim.


Ancak; trafiğin bu yoğunluğunda gerek park yeri bulmakta yaşanabilecek sıkıntıdan, gerekse de yoğun taşıt trafiğinin gereği yoğun dikkat ve yaratacağı stresten uzak durmak için Çeşme'den Alaçatı'ya minibüs kullanarak gideyim dedim, hay Allah... Ne rezalet... Bir minibüs şoförü, genç, eliyüzü düzgün ama sert, nobran ve cin ve hin bakışlı, tüm koltuklar dolmuş, hareket etmiyor musun diye soran müşterisine, söyleyin arkadaşlarınıza da bir kısmı da ayakta gelsin hemen hareket edelim diyor, neyse öyle böyle bir hayli yolcu da ayakta, nihayet hareket, o sırada seferden dönen boş minibüs şoförüne sesleniyor, "hemen sar yolcuları, yola çık", mübarek yük ya da eşya taşıyıcısı sanki. Dolmuş mu dolma mı olduğu belli olmayan bu minibüste bırakın ayakta durmayı, tek ayak üstünde bile durmak zor, çünkü şoför iddia ve beklenti sahibi, kim varsa duruyor ve alıyor, maksat kimse yolda kalmasın... Ah bu kafa... Al ayakta yolcu ama makul miktarda değil mi, nerdee...

Esnaf memnun mu durumundan bilemem ama esnaf kafası bir hayli güzel çalışıyor en azından "bir kısım esnaf" için, Çeşme'de çalışma sezonu 3 ay, yıl 12 ay eder mi sana 4 te 1 i, nasıl çözeceksin işi, ya satman gereken ürün sayısını 4 e katlayacaksın, ya da fiyatı, kolayı ne, fiyatı 4 e katlamak... Allah selamet versin... Bu arada şamata olacak ama milli piyango satıcı esnafı memnun değil bu inanılmaz kalabalıktan, kuru kalabalık diyor, bilet alan yok, eee be adam, İstanbul'dan, Ankara'dan, Manisa'dan, Antalya'dan, Adana'dan vs vs gelen adam, senden niye bilet alsın değil mi?

Pazartesi, Nisan 03, 2017

KORE MEKTUPLARI

Canım Yurdumun yurt dışına asker gönderme konusundaki ilk deneyimi "Kore savaşı" adı altında, kimilerine göre zafer, kimilerine göre ise hezimet olan ve aslında canım yurdumun dönem itibari ile yöneticilerinin; 2. paylaşım savaşının emperyalist blok tarafındaki muzaffer devletlerinden ABD'ye yaranma, yapışma ya da sığınma saikleri ve temelde de, Truman ya da Marshall yardımlarından faydalanarak memleketi yardım sahiplerinin sufle ve istemleri doğrultusunda bir evrime tabi tutarken ne kadar antikomünist olduklarının ispatına matuf uğraşı, mezkur nema ve mamalar sayesinde de kendi iktidar ömürlerinin uzun tutulabilmesi peşindedirler. Onların umurunda değildir, toplumun bağrında şehitler ve gaziler üstünden oluşan travmalar, insan psikolojisinin ve konsantrasyonun hem de kendisini hiçte ilgilendirmeyen bir savaş yüzünden derinden etkilenerek heder ediliyor olması, onlar için yegane önemli şey, şahsî menfaatlerinin, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edilmesidir.

Neyse, asıl maksada gelelim, yazının başlığını oluşturan; "Kore mektupları" adlı kitabın yazarı Gündoğdu Kayal'ın anılarından oluşan ve aile ve akraba efradı ile mektuplaşmaları üstünden, savaş sonrası dönem olmakla birlikte, hem canım yurdumdaki genel hava, hem de insanların savaşa bakışları, hem de seyahat esnasındaki gözlemleri ve tespitleri çok ilginç tablolar oluşturmaktadır. Öğretmen emeklisi babanın esnaflığa soyunması ile oluşan ticari hayat ve bağlı sorunlar, kendisi ve abisi üstünden askeri zümrenin durumu ve oluşan hakim zihniyet ve hayat tarzı, ABD hayranlığı, Irak darbesinin canım yurduma yansımaları, tüm cilalamalara rağmen sırıtan Menderes döneminin günü kurtarma politikaları ile gelinen nokta.

Kitapta enteresan anılar bulunmakta olup benim için en şaşırtıcı olanı ise, savaşın sona ermiş olduğu dönemde, gönüllü olarak Kore'ye asker giden yazarın ailesine, anladığım kadarı ile her türlü işlerde kullanılmak üzere, "emir eri" adı altında "hizmet eri" tahsis edilmiş olmasıdır, oysa bizim bildiğimiz "emir eri" uygulaması belli bir komuta düzeyindeki subayların tamamen üzerinden yük alma kabilinden sayılabilecek düzeyde şahsi işlerinin deruhte edilmesinden ibaret iken, buradan anlıyoruz ki, subayın anne ve babasının evinde bulaşık yıkama faaliyetlerine kadar en geniş maksada matuf oluşudur. Diğer taraftan tüm sağ iktidarlarda olduğu üzere, popüler uygulamalar ile mali disiplin, plan ve programların göz ardı edilmesidir ki sonuçları, üstelikte izlenen harici ve dahili tüm politikalardan memnun olan babanın oğluna yazdığı mektupta şu şekilde yer buluyor; "iflaslar, protestolar, hercümerç içinde kalan ticaret ve sanayi beni de şaşırtmış bir haldedir,. Bankalar alacaklarını, muameleye tevessülle istiyor, hatta tediyede kolaylığa dahi yanaşmıyorlar. Doların 9 (dokuz) liraya iblağı Burhan'ın ideallerine bir Çin seddi çekmiştir. 4.260 liraya 1952'de aldığım makine, bugün 18.600 liraya etiket taşıyor..... Gıda maddelerini hiç sorma. Milli koruma mevzuatı (tüm sağcılar tarafından bilahare aleyhte kullanılmıştır) çerçevesinde serbest bırakılan pirinç 4, fasulye 5, zeytinyağı 10 liradır. Çok şeylerin karaborsanın kat kat fevkine yükselmesi, hayat şartlarını vahim bir hale koymuştur." Görüldüğü üzere, bugün bize hala nurlu ufuklar diye kakalanmaya çalışılan dönemin, üstelikte bir taraftar tarafından nasıl tekzip niteliğinde anlatıldığı ortadadır, işte aklı kullanmada basiretsizlik öne çıkarsa, doğruları eğri, eğrileri doğru diye kolaylıkla yuttururlar adama... Mezkur kitapta, farklı farklı dönemlere ait çok ciddi yakınmalar vardır, bu mealde... Ama aynı iktidar, toplumda oluşan memnuniyetsizliği yumuşatmak üzere, 1959 yılında, maaşlara %100 zam yapmayı kararlaştırır, babanın mektubunda da konu aynen, "maaşlara yüzde yüz zam konusundaki Kanun lahiyası meclise verilmiş, Zabitanın tayin bedellerine de yüzde elli zam kabul etmişler" biçimi ile geçmektedir.

Kitap, dönemin en önemli iletişim aracı olan mektuplar vasıtası ile, özel ilişkilerin detaylı anlatılması, yurt dışından temin edilmesi gereken gereçlere, gezilen görülen yerlerin görmeyenlere aktarılması gibi görünüyor olsa da, bence en önemli tarafı, canım yurdumun yönetiminin Menderes döneminde ABD'ye nasıl ihale edildiği ya da edilmek istendiği ile başlayan, bilahare de ABD'nin soğuk savaş belası, yalanları ve politikaları ile canım yurdumun başını nasıl belaya soktuğunun arka planıdır adeta... Bunu da yazar; " Kore'deyken Türkiye'deki yarınlarım için zihnimde oluşan, ailemden mektuplarla desteklenen, telkinlerle şekillenmiş projelerim; bunlara dayalı düşüncelerim, hayallerim döner dönmez bir sis bulutunun gerisinde sönüverdi. Kore'ye gitmezden önce ve sonrasında iki lira seksen kuruş olan doların Kore'ye varışımdan yaklaşık bir ay sonra dokuz lira üç kuruşa yükselmesi, Türkiye'de yıkım yaratmıştı." diyerek özetlemiştir. Oysa ki yazar; Kore'de bulunmasını başlardaki mektuplarında; "... insanlık, demokrasi, hürriyet ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna" diye anlatmıştır. Bir diğer önemli not ise, yerli kaynaklarımızda 750 olarak verilen şehit sayısının, Kore'deki bir anıtta 1005 olarak gösterilmiş olmasıdır.

Şimdilerde aynı, ABD Orta Doğu'da taşeronları ile birlikte, Kore'ye getirmiş olduğu "demokrasi ve hürriyeti" getirmekle meşgul iken yazar da Seferihisar'daki evinde artık Nazım Hikmet şiirleri ile tanışmışlıktan mülhem bir şiir yazar. Ve der ki; Nazım Hikmet bugün bile haklı çıktı.

Yirmi yaşlarında bir tane insandım ben,
Erkek,
Ağzım burnum, elim ayağım yerinde,
Üniformam, otomatiğim üzerimde,
Yani öldürmeye, öldürülmeye hazır;
İnsanlık ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna.