Pazar, Ocak 24, 2016

KARARTMA GECELERİ


Kapitalizmin bunalımlarını aşabilmek adına, Faşist Hitler öncülüğünde, tüm dünyanın kana boğulduğu II. Paylaşım (Dünya) Savaşı tüm ağırlığını ve korkunçluğunu hissettirecek şekilde sınırlarımıza dayanmıştır, canım yurdumda, ekmek, çay, şeker, sigara, yakacak gibi temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmış ve dış saldırılara karşı da geceleri karartma uygulanmaktadır, memleketin önemli bir bölümünde de sıkıyönetim vardır. Aydınlara, şairlere, yazarlara hülasa tüm düşünenlere, makul(!!!) bir baskı uygulanmaktadır, yani kısaca, karartma sadece gecelere değil, düşünenlere de karşı ve acımasızdır. Ama çaktırmadan ve geleneksel dost muamelesi çerçevesinde (!!!!), muktedirlerin zuladan hemhalleri olanlar; faşist Almanya kuvvetlerinin bir an önce Türkiye'de de rol almasını beklemektedir hatta canı gönülden arzu etmektedirler, ancak rüzgarın tersten esmeye başlaması halinde başlarına neler gelebileceğini hesap etmeksizin. Eee tabii muktedirler açısından da, kullanılmasında sıfır maliyetli grup bunlardan oluşmaktadır çünkü muktedirler yine ve iyi biliyorlar ki, hafıza sığlığı konusunda en güçlü kesimde bunlardır, asla ders almazlar ve tarih bunlar için tekerrürden ibarettir.

Kitaba konu olan bu sancılı süreçte, ciddi sağlık sorunları da yaşayan aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural; bir şiir kitabı daha yazar ve  sol muhalefet iddiası ile kitap toplatılır ve kendisi de aranır duruma gelir. Sağlık sorunları nedeniyle de teslim olmaz, kaçar,  İstanbul'un soğuk ve karartılmış parklarında, sokaklarında, eş, dost evlerinde kaçak duruma düşmenin, her türlü sıkıntısını yaşar.

Ve birgün hiç hesaba katmadığı biçimde yakalanır ve tutuklandığı zaman savaş bitmek üzeredir, yerli muktedirlerin, dünya dengelerinin oynak ve esnek terazisinde ki gelişmelere uygun oynaklıkta ve esneklikteki politik tercihleri neticesi işler değişmiş, artık bir önceki dönemde hemhal oldukları siyasi çizgide, galiplerin dümen suyu takibinin yüzü suyu hürmetine hedef haline gelmiştir, ancak sol muhalefet ise geleneksel düşman muamelesinden, tıpkı öncesinde ve sonrasındaki gibi  kurtulamayacaktır.

Kitabın, Türkiye tarihine değişmez ve kalıcı biz iz bıraktığını düşündüğüm bölümü ise, kaçak olarak sığındığı bir dostunun evindeki muhabbettir bana göre, ve; şöyle gelişmektedir.
"haydi dostum!" dedi. "İçelim! Bi daha nerde karşılaşırız belli olmaz! Ama Tevfik Fikret er geç haklı çıkacak! Bir gün sabah olacaktır, mutlaka!"
"Hocam" dedi. "Benim öyle büyük laflara aklım ermez. Ben iktisatçı olmak için yola çıktım. Bak, işletme'ye çalışıyorum. Şu var ki, sabah kimileri için çoktan oldu. Sen halkın uyanmasını bekliyorsun, oysa o namussuzlar, geceyi uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu yüzden derim ki geceler çok uzun olacak buralarda. Savaşın sonu görünür gibi oldu. Bizim aracılar, savaş sonrası ürünlerinin kendilerine gönderilmesini bekliyorlar, keselerini şişirmek için... Halkı, yalnız kendi adlarına soysalar canım yanmaz! Başkalarının hesabına yapıyorlar bu işi, daha çok!"
"senin kitapların, söylediklerini açık açık yazıyorlar mı böyle?"
"yok, hiç yazarlar mı!...Ben çıkarıyorum satır aralarından! Biraz da Nazım'ın şiirlerinden çıkarıyorum bunları."
"Bu doğru işte! Profesörden önce sanatçı söylüyor gerçekleri. Bir iktisatçının, bir hukukçunun çaktığı çiviyi, ertesi gün öbürleri, elinde kerpeten söküp çıkarır. Basın savcıları onlarda bir tehlike görselerdi, şairlerden önce onların peşine düşerlerdi!"
"Yani sen sanatçıdan bekliyorsun uyarma görevini!"

Ve bu muhabbetin konusunu oluşturan Tevfik Fikret "sabah olursa" şiiri de aşağıdadır... Bakın bakalım içinde bulunulan şartlara bir benzerlik içeriyor mu?.


Sabah Olursa
Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse... O gün
Ben ölmemiş bile olsam, haya pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’ an kulaklarımda sesin!

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’ e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!
 

Pazar, Ocak 17, 2016

ZEYTİN GERÇEĞİ ve ABD EMPERYALİZMİ-1


Nasıl bitirmiş idik, geçen haftaki yazımızı; "Aynı dönemde yüzbinlerce zeytin ağacını sökerek, zeytin katliamı yapan bu Amerikan muhipleri ve bunların ardılları olan, "Bağımsız Türkiye" diye slogan atanlara saldıran yeni yetme militan dincilerin de; zeytin ve zeytinyağı konusunda dünün devamı kabilinden yeni dönemdeki icraatlarını da haftaya yazarız artık, yaz yaz bitmez kabilinden, bu yazının devamı olarak..."

Emperyalizmin yeni bir fazı konumundaki "yeni sömürgecilik" ihdası ve bu düzenin jandarması konumundaki ABD ve yedekleri, kolonilerde faaliyet kompartımanlarını oluştururken, bu faaliyetlerin kararlılığını bozmak için sürekli değişkenlik yaparak, aslolan sömürü ve faaliyetlerin kötü sonuçlarından görece az etkilenme adına çok titiz davranmışlardır. Bu politikaların ihdası, hedef ülkelerde "Filipin tipi demokrasi" tanımını öne çıkarmış olup, bilindiği üzere de, "Filipin tip demokrasi" emperyalizmin, hedef ülkelerdeki iktidar oluşumda nihai belirleyici konumunu elinde tutup, kolonizasyona türban kabilinden, görünen ve gizli hükümetler oyununun sahnelenmesidir. Bağımsızlığın önem kazandığı dönemde, kolonilerdeki sömürü değer ve sonuçlarının emperyalist ülkelere aktarılmasında, sistem gereği dahilde yaratılmış cılız ve salt montaj sanayi ile geçimini idame ettiren göbeğinden bağımlı burjuvazinin ve işbirlikçilerinin üstünden, tereyağından kıl çekercesine becerilmesi sürecinin, ülke dahilinde bir rahatsızlık yaratmadan devamı temin edilmesidir de aynı zamanda. Bu politikaların ve uygulayıcı muktedirlerin dayandığı halk yığınları, sosyal, dini ve siyasal görünümleri zaman zaman farklılık gösteriyor olsa bile ne yazık ki hepsi, aynı kaynaktan bilgilendirilmiş ve donatılmış ve de bindirilmiş kıtalar şeklinde olup, genellikle de milliyetçi ve muhafazakar eğilimlidirler.

Yeni dönem itibariyle de canım yurdumun yüklendiği misyon enerji koridoru oluşturmak ve olmak ve bu koridorun güvenliğini temin etmektir. Emperyalist batının, fosil yakıtların değerlendirilmesinde olabildiğince olumsuz ve tepki gören sonuçlarını, tepki veren halkından uzakta tutmak, enerji koridoru güvenliği adına oluşacak güvenlik zafiyetleri ve sonuçlarından çıkacak marazalardan ve savaşlardan olabildiğince uzakta kalabilmek adına inanılmaz bir enerji üretim şantiyesi haline geliyoruz... Varsa, yoksa pasa enerji üretimi... Tüketim ne durumda kimsenin umurunda değil... Nükleer santrallerin, RES (Rüzgar enerjisi santralarının), HES (Hidroelektrik santrallerinin), Termik santrallerinin, Güneş enerjisi santrallerinin yatırımlarının ardı arkası kesilmiyor, "nurlu ufuklar" edebiyatı içerisinde göz gözü görmüyor, göz gerçekleri görmüyor, kulak gerçekleri işitmiyor vs vs... Hazırlıkları 1970'li yıllarda dönemin başbakanı S. Demirel tarafından başlatılan, T. Özal ve M. Yılmaz ile artarak devam eden, nihayetin de Kemal Derviş ile zirve yapan ve EPDK'nın kurulması ile kurumsallaşan talan, bidayette "10 yıl sonra Türkiye karanlıkta kalacak" propagandasıyla ve ne yazık ki sürekli tekrarlanarak ve hiç gelmeyen 10 yıllarca katmerleştirilmiştir. Arada göstermelik ve durumu vahim göstermek adına, enerji ithalatı da yapılmıştır, hatta "kışın Bulgaristan'dan biz satın alıyoruz, yazın da Bulgaristan bize satıyor" gibi muhatapları ile dalga geçerekten...

Evet, şimdi de, benzeri bir gazla, Termik Santral yapımları gerçekleştirilmektedir; hem de, iş güvenlikleri hiç temin edilmeden kömür çıkarma işletmelerinde yüzlerce insanımızın canına mal olarak, gaz salınım kuralları kulak ardı edilerek inanılmaz hava kirliğine neden olarak, açık kömür işletmeciliği yapılacak denilerek büyük emekler harcanarak gerçekleştirilen zeytin ormanlarının yok olmasına neden olunarak, devam edilmektedir gaz kesmeden bir felakete doğru... Peki; nedir buraya kadar olan bölümün başlıklı ilgisi, Filipin tipi demokrasi muktedirleri ve dayandıkları halk yığınları, emperyalist batının konforu ve refahı adına vaziyet alıp, her daim "bağımsız Türkiye" şiarını öne çıkaranlara saldırarak gizlemeye çalışmışlardır, tıpkı "kanlı pazar"da olduğu üzere...

İşte, şimdi yine bu güruh ya da ideolojik ardılları, İslam'da hiçte yeri olmayan bir yalan ve propaganda üzerinden, "zeytin ormanlarının" talan edilmesini savunmayı, tıpkı dün 6. filoyu kıble tutarak namaz kılan öncülleri gibi, bir borç bilmişlerdir. Artık, yalanın da bir sınırı, yalanın da bir düzeyi olmalı dedirtecek şekilde, desteksiz atışlarına devam etmişler ve zeytin katliamına, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri adına, "at yalanı, öpeyim inanı" kabilinden bilinen ve meşhur hikaye ile destek atmışlardır.


Zeytin "Yahudi" ağacıdır diyerek yazılar döktürmüştür bu mahfilerin kalemşorları, ve, "Kıyamete yakın Müslümanlarla Yahudiler arasında bir savaş çıkacak. Müslümanlar bu savaşta galip gelecekler. Öyle ki Yahudiler ağaçların ve taşların arkasına saklanacak, ağaçlar ve taşlar da "ey Müslüman, şu arkamdaki Yahudi’dir. Hemen gel de onu öldür" diye haber vereceklerdir. Fakat sadece zeytin ağacı haber vermeyecektir. Çünkü o bir Yahudi ağacıdır. Bugün İsrail bütün ülkelerde zeytin ağacı dikmeyi teşvik etmektedir. Çünkü bu ağaçların Yahudileri koruyacağını bilirler." diyerek "zeytin ağaçları neden kesilmelidir" başlıklı fetva oluşturup adeta, Diyanet İşleri Başkanlığı'na rakip olduklarını müjdelemektedirler. Görüldüğü üzere, bu zevat; "zeytinyağlı yiyemem aman" türküsü ile başlayıp, zeytin "yahudi ağacıdır" ile devam etmektedir ve korkarım ki daha şeytanın bile aklına gelmeyecek ne yalanlar bulacaklardır, hep beraber yaşayarak göreceğiz...

Biz; zeytin ağaçlarına sahip çıkılması hatta yeniden zeytin dikim seferberliği yapılması gerekir, çağrımızı yenileyerek, Büyük usta Şair Nazım Hikmet'in "Yaşamaya dair" başlıklı şiirinden kısa bölüm ile sonlandıralım yazımızı...

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.  

Pazartesi, Ocak 11, 2016

ZEYTİN GERÇEĞİ ve ABD EMPERYALİZMİ


II. paylaşım (dünya) savaşının muzafferlerinden ABD, artık dünyada her şeyin kendisinden sorulur olacağı hesabı ve mahallenin kabadayısı edasıyla dünya kabadayılığına soyunmuş ve gerek sosyalist SSCB'nin etki alanını sınırlamak gerekse de sömürü çarkını daha da katmerleştirmek adına, yeni politikalarını sahneye sürüyordu, Truman doktrini ve Marshall yardımı, sömürgecilik anlayışının yeni fazı "yeni sömürgecilik" ihdası, yani... Hedef ülkelerden biri, güzel ülkem, SSCB'den umacı yaratılarak oluşturulan korku atmosferinde, yerli işbirlikçilerinde insanüstü çabalarıyla kuzu kuzu ABD'nin şefkatli kolları ve kanatları altına sokulmuştu, savaşın tüm felaketlerinin kendi toprakları dışında yaşanmasının saadetiyle de, üretim gücü ve olanaklarının neredeyse hiç zarar görmemesi nedeniyle, üstünlük ve öncülük üstlenen ABD hemen kolları sıvar, zaten karşısında da kurtuluş savaşının ilk günlerinde "Amerikan mandasını" savunanlar ve ardılları iktidarda muhataptırlar, yani her şeyi ile teslime hazır bir ülke vardır karşılarında... İşte o günü yansıtması açısından önemli olacak, kendilerini 2 farklı görüş sahibi sayan CHP ve DP sözcülerinin açıklamalarından, durumun önem ve vahametine binaen  hatırlamamız açısından, 2 küçük pasaj, 2 küçük ama önemli güzelleme...

Hemen 1950 seçimleri arifesinde CHP hükümetinin Başbakanı Şemsettin Günaltay'ın, ABD yardımı hakkındaki güzellemesi; "Memlekete ecnebi sermayesi celbine matuf kanunla hariçten gelecek ve yurdun iktisadi kalkınmasında kullanılacak sermayelere transfer imkanı verilmiş olduğu gibi, hususi teşebbüs erbabı tarafından hariçten temin olunacak kredilerinde Amerikan Yardım Planı’na alınması sayesinde memleketimiz için dış kredi bakımından geniş ve çok faydalı bir kalkınma yolu açılmış bulunmaktadır. Devlet Planı’nı hazırlamak üzere de Amerika’dan iki mütehassıs yakında memleketimize gelecektir"

Diğer taraftan, yukarıda verilen görüşün bize göre ardılı sayılabilecek DP iktidarının Başbakanı Adnan Menderes; “Biz Amerika’nın dünya rehberliğini hakkıyla yapmakta olan bir memleket olarak her adımını hayranlıkla takip etmekteyiz. Türkiye hadiseleri aynı şekilde görmekle kalmamakta, aynı şekilde tedbirleri almaktan da asla çekinmemektedir. İki memleket arasındaki münasebetler öyle bir dereceye gelmiştir ki başka türlü düşünmeye imkân yoktur. Bu derece birbirilerine bağlı iki memleketin kaderi ancak ebediyen dost ve müttefik olmaktır" diye seslemektedir, takipçi ve taraftarlarına... Takdime bakar mısınız, Allasen...

CHP iktidarıyla başlayıp, DP iktidarı vasıtasıyla katmerleşen kolonizasyon, artarak bugünlere kadar taşınırken, canım yurdumun dizleri üstüne çöküp yeniden kalkamaz hale düşmesine yol açılmıştır... Bunun tam da böyle olduğunu, bir taraftan kendilerinin ve tarafgirlerinin ve de ardıllarının tüm inkarlarına rağmen, ağababaları rolündeki zat, ABD’li bankacı ve işadamı, kapitalistlerin babası David Rockefeller tüm açıklığı ve sadeliği ile sanki bir "Ali okulu" öğrencisine anlatır gibi anlatmıştır, nelerin nasıl geliştiğini... Merak edenler araştırır öğrenirler...

Girişin biraz uzun kaçtığının farkındayım, ama durumu kimsenin minder dışına kaçamayacağı bir şekilde ortaya koyarak, ABD'nin canım yurdum üstündeki etkisini ve yetkisini mütekamilen referanslayarak, "zeytinyağı" konusundaki ilişkileri daha anlamlı hale getirelim, istedim. Hani, şu "taşına toprağına ölürüm" edebiyatı yapanların, nasıl çaktırmadan müstevlileri ile havlet oldukları bir güzel anlaşılsın diye bunların zikredilmesi kaçınılmazdır, ayrıca...

Bilindiği ve sıklıkla kullanıldığı üzere, zeytin, evrensel barışın ve hümanizmin sembolü olup, tarihi günümüzden yaklaşık 6 bin yıl önceye dayanmakta ve her mevsim yeşil yaprakları olan mucizevi bir bitkidir... Sadece meyvesi değil, odunu, yaprakları, posası ve sabunu, yani kısaca her şeyi değerlendirilen ve insan hayatına katkı sunan bir bitkidir, Zeytin hayattır özetle... Ülkemizde zeytincilik, Cumhuriyet’le birlikte ülke tarımında yeniden önemsenmeye başlanır, Atatürk’ün çabalarıyla da zeytincilik seferberliği ilan edilir, kurslar açılır, fidanlıklar kurulur, zeytincilik enstitüleri açılır, disipline uygun mühendisler yetiştirilir, hülasa çok ciddi bir süreç yaşanır ve hatta "Özel Zeytin Kanunu" bile çıkarılır.

Sonraları, mezkur savaşın muzafferi ABD devreye girdi, Amerikan muhipleri iktidara getirildi ve memleket öyle bir hale geldi ki, ABD ne diyorsa, zinhar doğru kabul edilir, reddedilmez ve hatta kuzu kuzu yapılır... Hemen devreye yalancılardan ve dolancılardan oluşan işbirlikçiler girer, zeytinyağı için; yok efendim, ısıya dayanıklı bir yağ değildir, yok efendim, ısıtılınca hızlı kanser oluşumuna yol açar, iyi yağ değildir, denilerek kafalar bulandırılır, bu düzenbazlara göre, iyi yağ margarindir, mısırözü yağıdır vs vs. ve bu düzenbazlarca geniş bir propaganda başlar ve ne yazık ki bir taraftan necip milletimizin sağlıklı ve doğru yağ kullanımının engellenmesinin yanında, diğer taraftan canım yurdumun önemli ihraç maddesi olma özelliğinin de önüne geçilir, tek taş çok kuş misali... Bu yalan ve dolan içerisinde ellerini ovuşturarak komisyonlarına razı olan çevreler işi o kadar ileri götürürler ki; bu ülkenin halk müziğinin yüz aklarından sayılan Muzaffer Sarısözen gibi bir ustaya bile, "zeytinyağlı yiyemem aman basma da fistan giyemem aman" gibi bir türkü derlemesine zemin ve destek hazırlarlar... Ucuz olduğunu iddia ettikleri, soya yağı, mısırözü yağı ve margarin, ABD muhipleri ve işbirlikçileri sayesinde canım yurdumda sahne alır, ucuz olduğu palavralarıyla "Amerikan yardımı" diye kakalanır durur, oysa ucuzluğunu iddia edenler gözlerden, ciddi miktarlardaki navlun ve kredi faiz bedelleri ile damar sertliğine neden olması hasebiyle de dolaşım ve kalp-damar hastalıkları üzerindeki olumsuz etkilerini, ısrarla kaçırıyorlardı... Aynı dönemde yüzbinlerce zeytin ağacını sökerek, zeytin katliamı yapan bu Amerikan muhipleri ve bunların ardılları olan, "Bağımsız Türkiye" diye slogan atanlara saldıran yeni yetme militan dincilerin de; zeytin ve zeytinyağı konusunda dünün devamı kabilinden yeni dönemdeki icraatlarını da haftaya yazarız artık, yaz yaz bitmez kabilinden, bu yazının devamı olarak...