Cumartesi, Eylül 30, 2023

ÇEŞME FESTİVALİ ve DEVAMI

 Çeşme Belediye’sinin “Çeşme Festivali” spotu altında sunduğu ve andığı festival kendi program içeriği içinde gayet yoğun ve eğlenceli geçti. Ben gece programlarının tamamına katıldım, aksatmadan… Öncelikle festival için içerik, kapsam ve ilerleme açısından söylenecek çok şey olduğunu anlıyorum, yazılanlara ve söylenenlere bakınca… Diğer taraftan da organize edenlere de bakınca son derece başarılı, verimli, eğlenceli dolu dolu bir üç gün geçti. Bu konuda organize edenlerin tecrübelerine bakınca fazlaca söze gerek olmadığını söylemeliyim, ben bu işleri bilmeyen birisi olarak da fazlaca detaya giremeyeceğim. Lakin hemen şunu söylemeliyim ki, bu festivalden ziyade bir müzik şöleni denilebilecek kadar müziğin ziyadesiyle öne çıktığı diğer aktivitelerin maalesef gölgede kaldığı bir süreç oldu bana göre. Kendi adıma; Prof. Dr. Vasıf Şahoğlu’nun “Urla Liman Tepe ve Çeşme Bağlararası Kazıları” üstüne yapmış olduğu söyleşilere katılamamış olmayı ciddi bir eksiklik olarak not ediyorum amel defterimin günah bölümüne. Yeri gelmiş iken, daha önce defalarca yazdığım üzere eski Belediye Başkanı Nuri Ertan döneminde başlatılan “Çeşme Sempozyumlarının” devam ettirilememiş olmasını da ciddi bir eksiklik olarak gördüğümü de not düşeyim… Belki de gelecek dönemlerdeki Çeşme Festivallerinin omurgasını bu kabil çalışmaların oluşturacağı, dinlence ve eğlence faslından da araya müzik konserlerinin serpiştirilmesi düşünülebilir.

Belediye Başkanı Ekrem Oran’a göre Çeşmeliler “kendisinin büyük ailesidir” ve sağ olsun bizlere seslenirken de “Çeşme Ailem” diye kapsayıcı ve kucaklayıcı bir deyim kullanır. Kendisinin takdiridir şüphesiz hangi mekânda ve zamanda ve dahi hangi sayıda ve genişlikte Çeşmeliyi kast ettiği… Ama “aile” olmak kolay iş değil ve olmadığı da aşikârdır… Şimdi sen hepi topu ve dahi en fazla 5.000 kişilik bir amfinin hem de üç gece üst üste yaklaşık artılı eksili 4000 kişilik kısmının dolabildiği hatta gelenlerin de neredeyse %60’ının civar ilçelerden geldiği bir konserde bile ailenin bir kısmını esas ve bir kısmını üvey tayin eden separatörlerle yaklaşık 400 kişiyi bir tarafa ve diğerlerini de öte tarafa koyacaksın, nasıl izah edilecek bu aile düzeni gayri… Bu nedenle kimse bana “efendim protokol gereği” gibi hikâyeler anlatmasın, biz biliriz o protokol hikâyelerini ve unutulmasın ki protokol başkanlığı ve genel müdürlüğü ihdas eden bir ırkın ahfadıyız Alimallah… Esas aileye yönelik üstelik sadece separatörlerle değil ilaveten separatör üstü bantlarla da tahkim edilmiş bir ayrım… Oysa benim devamen gittiğim 3 gece de Başkanı sevenler ve destekleyenler oradaydı, ne vardı da hep beraber ve karışık oturma düzeni ihdas edilse idi. Tamam anladık, Belediye Başkanı erkenden gelip yer kapacak hali yok elbette “biz ötekiler” gibi, kendisine belki Kaymakama, belki Savcılık, belki Emniyet Müdürü, belki Jandarma Komutanlığı makamına bir sıra ayrılır gerisi karışık olsa idi ne kaybedilirdi, bilmiyorum. Gerçi ahir ömrümde Belediye Başkanının bu kabil bir şölende orta ya da arka sıralarda oturabileceği tevazuyu gösterebileceği ümidimi gayri yitirdim… Anlıyorum hayatının bundan sonraki bölümünde bizimle birlikte bir yerlerde oturmayacaksın lakin bizimle birlikte oturduğun yerlerden oralara gittin… Bu sadece Başkan için mi geçerli, hayır tabii ki, Kaymakam da, Emniyet Müdürü de, Savcı da aynı durumdadır bence… Belki bilmediğim işlere ziyadesiyle dalıyorum lakin benim gördüğüm bunlar ve de yazıyorum, belki doğru, belki eğri… Lakin aklıma şeytanın dediklerinin doğru olabileceği gibi şeyler gelince de, biz bu filmi hep izledik, izliyoruz ve izleyeceğiz, tebarüz bu… Aklıma hemen çok ünlü Beatles Grubunun çok çok ünlüsü John Lennon geliyor; hani İngiltere Kraliyet Ailesinin de bulunduğu bir konserde biraz da iğnelemek maksadı ile “siz arka koltuklarda oturanlar avuçlarınız patlayana kadar alkışlayın ama siz öndekiler mücevherlerinizi şakırdatın yeter” diyor ya, işte öyle…

Enrico Macias’ın performansı bir harika idi müziği ve kalitesini değerlendirecek durumda değilim şüphesiz, değerlendirme işini uzmanlarına bırakıyorum ki zaten onlarda yeterince değerlendirmiş durumdalar, adamın 84 yaşında yaklaşık 1,5 saatlik sahne performansı bir küçük takılma dışında muhteşem idi… Esasen 1970’li yıllardan itibaren başlayan söylentilere bakılırsa bize zaten çok da yabancı değildir ablamız tarafından akrabamızdır kendileri. Mesela konseri sonuna doğru organizasyon tarafından misafir sanatçı babından Ajda Pekkan’ı da beklemiş idim. Ne de olsa yakın geçmişte Ajda Pekkan’da Çeşme’de sahne almış idi. Ama Allahtan kimin aklına geldiyse, kutluyorum, kâğıda bakarak da olsa Türkçe ve Ajda Pekkan tarafından ziyadesiyle meşhur edilmiş bir şarkı ile final yapıldı… Enrico Macias’ı beğenerek dinlemekle birlikte, ne gençliğimde, ne de şimdi “ne çalalım abimize” diye bir soru gelse müzisyenlerden, “J’ai quitté mon pays” (ülkemi terk ettim) diye başlayan “Adieu mon pays” gibi acı, duygu ve hüzün dolu parçası çok güzel olmasına ve çok seviyor olmama rağmen, ne yazık ki ilk olarak aklıma gelmez… 

Bizim Sevgili Başkanımız, Müzik Festivali için Akdeniz temalı dese de pek öyle ol(a)madığı açık bence, daha çok Fransız baharı temalı olmuş gibi, hani iyi mi, kötü mü manasında değil sadece tespit etme adına yazıyorum. Başkan’ın çok iyi Rusça, İngilizce ve Yunanca konuştuğunu biliyordum lakin Fransızcası da varmış ve her ne kadar ben bu konuda ölçme değerlendirme yapacak durumda olmasam da bende iyi bir Fransızcası olduğu yönünde kanaat oluşturacak kadardı… Esasen de final gecesinde “Chico and Cypsies” grubu ile konuşurken Fransızca yerine “Romanca” konuşmuş olsa idi en azından benim gözümde tam “polyglot fenomen” olacaktı. Neyse ilerleyelim önceki minvalde… Akdeniz teması olunca şüphesiz organizasyonu yapanlar daha iyi biliyordur, engelleri, zorlukları, maliyetleri de, mesela Yunanlı neden yoktu, İtalyan neden yoktu, Mısırlı neden yoktu, Lübnanlı neden yoktu, gibi gibi…

Sevgili Başkan Ekrem Oran hangi gece olduğunu şimdi hatırlamıyorum lakin bir takdim konuşması içinde; ki her sanatçı performansı öncesi bir takdim ve hatırlatma konuşması yaptı, bu hitapların birinde “bu organizasyonları sizin paralarınızla” yapıyoruz gibi bir kelam edince, değerli Başkanın affına sığınarak ve dahi bundan da cesaret alarak bakıyorum ve soruyorum güzel mi oldu bu işler diye… Evet, bence güzel oldu mu sorusuna verilecek yegâne cevap, “evet, çok güzel oldu hatta muhteşem” peki bu ekonomik şartlarda hele hele de Belediye bütçesinin gelir kalemlerinin detaylarını birazcık bilen birisi olarak da “ne gereği var idi bu harcamaların” demeden de edemiyorum. Aaaa şüphesiz ben gördüğümü söylüyorum, belki de bizim belediyemizi “çok sevenler” finanse etmişlerdir, belki de sanatçıların hiç birisi hiçbir bedel almadan sahne almışlardır, bilemiyorum, ne de olsa Başkanın her bir sanatçı ile 14 yaşından beri tanışıklığı var, şimdi de 52 yaşında olduğuna göre, dile kolay 38 senelik bir tanışıklık… Buna burun kıvıranlar olabilir lakin ben Başkanın kabiliyet ve maharetlerinin bu konserleri bu şekilde de düzenleyebileceği kanaatını taşımaktayım… Eğer öyleyse de kocaman bir alkış, eski Çeşmelilerin klasik deyimi ile “alkışım alasın”… Değilse de bir sonrakini iptal ederek telafi edilebilir bir durum oluşmaktadır, çok da fazlaca dert etmemek gerek… Ayrıca karar merciinde de O var, saygı… Yine de Belediye bütçesinin münasip ve fazlada olduğu dönemlerde düzenlenmesinin lakin içerik, kapsam ve sanatçı seçimleri ile sürelerinin yeniden gözden geçirilmesinin hülasa gerçek manada “festival” tadının ortaya çıkarılmasının güzel olacağı kanaatımı korumaktayım.

Finalde seyircilerden “2024’te de birlikte festivali düzenleyecek miyiz sorusunu” hararetle sorarak yeniden adaylığına bir vurgu yapsa da izleyicilerin tepkilerine bakınca Başkanın niyeti subliminal mesaj olarak yerine ulaşmış gibi göründü bana… Zaman zaman basın üstünden kendileri ile tatsız diyaloglar yaşamış olmasına rağmen önceki dönem Belediye Başkanları Nuri Ertan ve Faik Tütüncüoğlu’na da teşekkür etme nezaketini göstermiş olmasına da ayrı bir mim koymamız gerekmektedir. Sonuçta fena mı oldu, koskoca Erkan Özerman geldi ve organize etti, Enrico Macias, Dany Brillant ve Chico and Gypsies söyledi, millet eğlendi…

Şimdi de 8. si düzenlenen “Ovacık Tarım Ve Sakız Koyunu Festivali” var, orada daha başarılı sonuçların çıkacağı şüphesiz benim açımdan çünkü söylemine, iddiasına, yerel faaliyetlere yönelik sunumuna mütenasip bir yerlilik söz konusudur. 


Cumartesi, Eylül 23, 2023

BİRA AĞACI ve INCREDIBLE INDIA

Hindistan’da çalıştığım yıllarda, Palmiye ağaçlarının o güne kadar bilmediğim bir özelliği ile karşılaştım, benim için inanılmaz bir şey idi, Palmiye ağacının bu türü burada “Bira Ağacı” diye biliniyor ve kullanılıyordu. Şüphesiz ağaç bira ağacı değil lakin palmiye ağacının tepesindeki bölümde yeni oluşan filizlerin uçları kesilmekte ve kesikten gelen sıvı uygun kaplarda biriktirilmekte, biriken bu meyve suyu görünümlü sıvı esasen hemen tüketilirse iç açıcı, ferahlatıcı ve hafif bir içecek olup, içilirken de son derece serinletici bir duygunun oluşmasına neden olan şekerli bir tada sahiptir… Biriktirilen bu sıvı biraz bekletilince muhtemelen bir fermantasyon süreci yaşıyor ve ekşiyor ve de taze ve ham bira tadına erişiyor. Bu yüzden bizler de bira içen yöre insanının söylediği üzere bira ağacı diyoruz. Bu sıvıdan mezkûr alkollü içeceğinin temin edilmesi faaliyetinin antik çağlardan bu yana yapıldığını ve bir ağaçtan iyi bakımlı olmak koşulu ile yıllık 400-500 lt’ye kadar ulaştığını öğrenmiş idim. Lakin yasal olarak engellenmiş olmasına rağmen kaçak ya da “yarı yasal” olarak yaygın kullanmakta idi, muhtemelen şimdi de öyledir. 

İlk kez bunu Yeni Delhi yakınlarında inşaat malzemeleri için bir piyasa araştırması yapar iken uğradığımız bir fabrikanın bahçesinde bize ikram edilen bu serinletici sıvının aynı zamanda keyif verici bir içecek olduğunu hayretle görerek öğrendik. Palmiye ağaçları ile kaplı bahçede ağaçların gölgesinde hayli sıcak geçen mevsimde serin bir ortamda oturur iken yetkili muhteremin teklifi ile bu tılsımlı sıvıyı denemek istedik. Teklifi kabul beyanımız üzerine hemen bir ilgili çağırıldı, kendi dillerinde talimatı alan kişi de hemen yüksek ve dalları sadece tepede bulunan ağaca elindeki şişelerle birlikte tırmanmaya başladı. Bir maymun çevikliği, çabukluğu ve güveni içerisinde tırmanan kişi ağacın tepesinde gerekli kesme ve akıtma ve akan sıvıyı toplama işlemlerini tamamlayıp aşağıya indi. Yaklaşık 1 saat sonra tekrar tırmanıp sıvıların toplandığı kapları alarak aşağıya gelen muhterem kaplardaki sıvıyı, mezkûr ağacın yapraklarını bir tas gibi kıvrılmış halinin içine servis ederek ikram etti… Müthiş, biraz beklemiş içecek tüm kural ve kurumları ile taze bira…

Türkiye’ye dönüşümde bu hatıraları anlatınca galiba da biraz süsleyerek anlatmış olmama istinaden, ziyadesiyle abarttığımı beyan etti, başta çocuklarım… Fazla abartmadın mı diye yapılan bu eleştirilere cevabımız mezkûr içeceği tattırmak olmalı idi… Ve en kısa zamanda bu fırsat doğdu…

Çocukların ilk gelişlerinde, klasik Hindistan faaliyetleri dışında behemehâl bira ağacı ziyareti ve tadımı yapılmalı idi ki dozu kaçan eleştirinin cevabı olsun. Hemen bildiğimiz yer olan mezkûr fabrikanın oraya gidildi, gerekli olan her şey gereğince gösterildi, ispata istinaden artık konu biranın tadı, kokusu, rengi, alkol derecesi vs gibi teknik detaylara geçildi nihayetinde… Artık abartıyorsun ya da abarttın gibi ifadeler geride kalmıştı.

Güney Hindistan eyaletleri Andhra, Tamil Nadu başta olmak üzere birçok eyalette, Palmyra Palm” (bilimsel adının da Borassus olduğunu öğrendiğim) “Bira Ağaçlarına” yaygın biçimde rast gelinmektedir. Taze sürgünlerin kesilerek akıtılan sıvının taze iken iç açıcı ve keyif verici ve de kısa sürede fermante olmasını müteakip bira olarak içilmesinin yanında palmiye meyvesi de değişik sunumlar ile tüketilmektedir. Bu sıvı bazı yerlerde kristalize edildikten sonra şeker, sıvı halde iken de su ilavesi ile şurup gibi hazırlanmakta olduğunu da beyan ettiler. Kahveye ve çaya tatlandırıcı olarak kattıklarına da şahit oldum birkaç kez. Her bir parçasının farklı farklı amaçlara yönelik kullanılmasından ötürü yerel insanlar bu ağaç için “Tanrının bir lütfu” değerlendirmesi yaparlar ve göründüğü kadarı ile bu değerlendirmede herhangi bir abartı görünmemektedir. Yörede dinlediğim kadarı ile mezkûr ağaç yaklaşık 700-800 farklı alanda kullanılabilir bir ağaç imiş… Lakin yaygın olarak yaprakları hasır, sepet, yelpaze, şapka ve şemsiye hatta liflerinin uygun olması hasebiyle de ip ve urgan yapımında kullanılmakta olup çok eski devirlerde de papirüs benzeri üzerlerine yazı yazılmakta imiş. Palmyra palm ağacının hindistan cevizine benzer meyveleri de 10 ila 15 cm çapa kadar erişebilmekte olup kabukları siyah renkli ve muz hevenkleri gibi kümeler halindedir. Meyveler üst kısımlarından kesilmek suretiyle açılır içinde yine Hindistan cevizi benzeri beyaz etli bir bölüm ve içerisinde lezzetli ve içilebilir bir sıvı bulunmaktadır. Palmyra palmın meyvelerinin lifli dış kısmı da çiğ, haşlanmış ya da kavrulmuş olarak yenebiliyor. Ayrıca meyvenin orta kısmında jelimsi bölümden de bazı yerlerde tatlılar ve tatlımsı yemekler de yapılmakta imiş… Kâğıt olarak kullanılmasını fiilen görmedim lakin anlatıldığı ya da benim anladığım kadarı ile de uygun şekil, boyut ve olgunluğa erişmiş yapraklar toplanıyor tuzlu suda kaynatılıp koruyucu olarak da zerdeçal tozu sürülüyor müteakiben de kurutuluyor. Yeter miktarda kurumuş yapraklar “ponza taşı” ile parlatılıyor şekil düzeltmesi manasında kesiliyor ve düzeltiliyor, yaklaşık her yaprağın dört sayfaya denk gelir şekilde bir araya getiriliyor ve sonra demetler haline getirilerek bağlanıyor. Diğer taraftan ağacın gövdesinden elde edilen kereste ise sert, ağır ve hayli dayanıklı olup bu yüzden inşaat sektörü açısından oldukça değerlidir. Bazı bölgelerde bu dayanıklı gövdelerden “kano” yapıldığını da duydum ama görmedim.

Hindistan’a yurtdışından gelir iken havaalanı çıkışına kadar birkaç yerde kocaman panolarda “incredible İndia” diye sizi karşılayan bu ülke esasen de tam da bu spot ile anlatılmaya çalışıldığı üzere “inanılmaz” bir yerdir. Çalışma hayatımın Mısır’dan sonra benim açımdan bir şans olarak değerlendirilebilecek bu ülkede neler gördüm neler…

İlk gelişimde, havaalanından bir taksi ile ayrılıp önceden rezervasyon yaptığım otele giderken, gerek içinde bulunduğum taksi gerekse de diğer tüm araçların hiç durmadan fasılasız “korna” çalmasının ne gerekçesi olabileceğini anlayamadım. Hatta varıp varmadığımı kontrol için beni arayıp ilk izlenimlerimi soran patrona, “Hintliler gelişimden son derece memnun oldular, sürekli korna çalıp, kutlama yapıyorlar” demiştim de karşılıklı katıla katıla gülmüş idik… İstisnasız taşıt trafiğine çıkan her aracın arkasında “Horn please” ya da “blow horn” yazılarının o günde bugün de yoğun ve resmen keşmekeş denilebilecek trafiğin dikkate alınması uyarısının dışında ne anlama geldiğini anlayamadım. Bunun içinde bu kadar yaygaraya ihtiyaç var mıdır, bilmiyorum…

Bir de sokağa “idrar tahliye” geleneği var ki gerçek manada “incredible”… Her Hindistan yetişkin erkek vatandaşı açısından dayanılmaz bir haz ya da faaliyet olduğu çok aşikâr olan bu eylemin hele de yeni bir yapılmış bir duvar olursa abartarak söylüyorum emin olun önünde sıra oluşur… Bir gün İsviçre’de eğitim görmüş bir Hindistan vatandaşı ile sohbet ederken bunun neden böyle olduğu ve nasıl izah edilmesi gerektiğini sorduğumda, aldığım cevap ciddi mi şaka mı anlayamadın lakin “bir özgürlük işaretidir” demiş ve ben de “desene sadece erkekler özgür burada” deyince konunun değişme sırasının geldiğini anlamıştım.

Sonuç itibari ile; başta Taç Mahal, Agra Kalesi, Jaipur kenti, Red Ford, Akshardham Tapınağı, Lotus Tapınağı, 20 binden fazla tapınağı olduğu söylenen Varanasi olmak üzere daha yüzlerce gezilecek, tarihi, kültürel, doğal ve fantastik güzellikleri olan bu ülkenin “ölmeden önce görülmesi gereken yerlerden” olduğunu söylemek gerekir.

Cuma, Eylül 15, 2023

GÜRCİSTAN’DA HAYATIN TENAKUZU

Yolumuzu Gürcistan’a düşürdük, maksat eksiğimiz kalmasın diye… Batum’dan girip, Poti, Kutaisi, Gori, Tiflis, Borjomi ve Ahıska ziyaretleri sonrası Türkiye’ye dönüş… Genel manada yeşili korunmuş ya da yeşil kalmış bir ülke görünümünde. Hele Batum’da şehrin içinde bulunan ziyadesi ile uzun plaj yanında geniş ağaçlık bir bant uzanıyor ki, şimdi burun kıvırılan dönemin tercihi olmuş bu peyzajlar, nereden mi biliyoruz, tıpkı Bulgaristan’daki Varna, tıpkı Ukrayna’daki Odesa sahil düzenlemesi gibi… Yine Batum’da eski dönemden kalmış lakin restorasyon ve bakımları tamamlanmış klasik binalar ile ABD’ye öykünen yeni tarz ve cam giydirme cepheli çok yüksek binaların yan yana bulunması insana eski ile yeni kıyaslaması için ciddi bir fikir ve bilgi vermekte…

Özellikle Batum tarafında kime Rusça uzun uzun cümlelerle soru yöneltti isek aldığımız cevaplar uzun uzun İngilizce oluyor. Demek ki gayet güzel Rusça anlıyorlar ya da biliyorlar… Peki, bunu nereden anlıyoruz, Rusça söylediğimizi soruyu anlamış biçimde İngilizce cevaplıyorlar da oradan şüphesiz… Aslında tavır, “tarafı beyan etme” modunda, hani diyor ya karınca tarafımız belli olsun diye, maksat bu…

Ukrayna ve Gürcistan bayraklarını dostluk ifadesi babında sık sık görüyor olmanın yanında inanılmaz miktarda Rus turistinin bulunuyor olması da enteresan bir tenakuz tezahürü gibi. Batum’da sahildeki uzun plaj mesai saatleri bitince inanılmaz bir Rus turist ya da yerleşmeci akınına uğruyor… Şüphesiz bu durum siyasal otoritelerin savaşlarının insanlar tarafından fazlaca önemsenmediği ve desteklenmediği görüşü oluşmasına neden oluyor bende… Bana ne senin aptal savaşından silkinişini görüyor insan bu tavırlardan… Her ne kadar sık sık yan yana yapıştırılmış bayraklar ile subliminal mesajlar yaratılmışsa da günlük hayatın hayhuyu ve akışı içinde taraflara çok büyük bir engel oluşturmuyor demek ki… Yukarıda dediğim üzere tam tersini tebarüz ettirmeye çalışan yaygın bir grup olmasına rağmen Rusların ve Gürcülerin genel manada sessiz ve derin bir anlaşmaları var yine de, öyle anlıyorum…

Tiflis’in önemli mevkii “Rike Parkta” ise “Ronald Reagan” heykelinin varlığı beni nedense hiç şaşırtmadı emin olun… Hele hangi dönemde yapıldığı ve açıldığı konusunda bilgi edinince bu gerçekleşmeyi sağlayanlara çok yakışmış olduğunu düşündüm. Ne zaman ve kimin dönemi, tabii ki 2011 yılı ve başkan Mikheil Saakashvili dönemiAçılış töreninde ne diyor Başkan; “heykel Gürcistan ile kuzey komşumuz arasındaki ideolojik farkı simgelemekte olup Ronald Reagan tarafından çökertilen SSCB’nin tarihin çöplüğüne gidişini temsil etmektedir.” Sanki ideolojik tercihleri farklı imiş gibi kuzey komşusu ile. Bu tercihe saygı göstermek gerekir tabii ki lakin Saakashvili’nin serencamını da bilen birisi olarak bizatihi kendisi adına fazlaca üzülemediğimi söylemek zorundayım. Kendisi “Gül devrimi” olarak tarihe geçen sözde barışçıl gösterilerle esasen de ABD destekli “Soros Vakıflarının” sınırsız ve sorumlu ve de planlı destekleri ile taraf tespit ve tayini yapmıştır. Sonrası malum, ABD’nin sınırsız desteğine rağmen adı yolsuzluklara ziyadesiyle karıştığı için ülkesini terk etmek zorunda kalmış sığındığı 2. ABD üssü görüntüsü veren Ukrayna’da “turuncu devrime” tecrübeleri ile katkı vermiş Ukrayna’da aktif siyasi hayatını malum merkezlerden aldığı sınırsız destek ile parti kurarak sürdürmüş “yolsuzluklarla mücadele” sözü vermiş olmasına rağmen Odesa Valiliği esnasında gırtlağına kadar yolsuzlukların içinde bulunmakla suçlanarak tasfiye edilmiş sonra da kaçak olarak döndüğü ülkesinde mahpushanenin yolunu tutmuştur. Mikheil Saakashvili’nin Rusya ile girdiği gereksiz ve amansız mücadele sonucunda Gürcistan hem Abhazya’yı hem de Güney Osetya’yı kaybetmiş durumdadır şimdilerde… Vatandaşlar bu kabil insanların nesinde ne görürler de seçerler anlamak da mümkün görünmüyor… Saakashvili’nin ardılı Zelensky’de benzer bir yol tutturmuş görünmekte… Biz de anlayamamaya devam etmekteyiz, mezkûr tercihleri… Neyse asıl konumuza ricat, Ronald Reagan heykeli yanında karşılaştığım Türkiye vatandaşlığı almış bir muhterem yoğun aksanlı Türkçesiyle Reagan ile fotoğrafını çekmemi istedi sonra da istemem halinde kendisi benim Reagan ile fotoğrafımı çekebileceğini söyledi ben de tarafım belli olsun diye bu adamla neden fotoğraf çektireceğim ki dedim. Burada daha da anlaşılmaz bir şey “Белый мост /beliy most) – White Bridge - Beyaz Köprü”, “Мост Мира (most mira) The Bridge of Peace– Barış Köprüsü” adlarıyla anılan bu köprünün, Tiflis’in eski ve yeni iki yanını birleştirme iddiasının yanında, savaşın ve işgalin temsilcisi Ronald Reagan heykelinin hemen yanı başında yer almasıdır, bana göre…

“Özgürlük Meydanı” diye bir meydanları var belli ki buralarda bağımsızlıklarını kutlama ya da destekleme mitingleri yapmışlar, hakları tartışmasız, kim ki bağımsız ve özgür olmak istiyor yanında idim, hala yanındayım ve ömrüm oldukça da yanında olmaya devam edeceğim… Lakin nazire olsun diye mi, gıcık olsun diye mi, yoksa inadına mı, bilemem, taraf belli etme babından meydanın en muhkem mevkiinde “Information Center on NATO and EU” diye bir ofis yerleşmiş… Hani geçtim iddia edildiği üzere ayrı ve bağımsız kuruluşlar olduğu bahsinden, tam da biz biriz ve mütemmim cüzüz tebarüzü kabilinden NATO ve EU’nun birlikteliği tam da dosta ve düşmana teşhir… Esasen de bizim mahallede bu ve benzer tüm kuruluşlar açıktan ABD, gizliden ise İngiltere kuruluşu olarak tanınır ve tanımlanırlar… Evet; çok eskilerde “Erivan Meydanı”, SSCB döneminde “Lenin Meydanı” şimdilerde de “Özgürlük Meydanı” olarak adlandırılmış bu alanın önemini ABD Başkanı George Bush’un Saakashvili ile birlikte karşı mahalleye meydan okumak adına büyük bir miting tertip etmeleri ile birlikte bir kat daha arttırmışlardır. 

İlaveten gezilmeye değer yerlerden birisi de, “Avrupa Meydanı” ki buradan inşa edilen teleferik ile Sololaki Tepesine çıkılabiliyor, burada bulunan Narikala Kalesi, Kartlis Deda Heykeli yakından görülebiliyor, Kura nehri ile iki yakaya bölünmüş Tiflis kentinin harika manzarası izlenebiliyor diğer taraftan da Tiflis Botanik Bahçesi kuşbakışı izlenebiliyor. Avrupa Meydanın bir kenarında kurulmuş Teleferik İstasyonu, diğer tarafında Rike Parkı bir diğer tarafında Metekhi St. Virgin Kilisesi bulunmakta olup tüm bu değerli ünitelerin arasına bir de “tüm duvarlar yıkılır” spotu ile meşhur Berlin Duvarından bir beton blok yerleştirilmiş, tüm bu yerel ve milli ünitelere bir de meydanın adına da mütenasip manada olmak üzere yeniden tercih edilen taraf kafalara çakılıyor, yeni duvarlar örülerek...

1970’li yıllarda sağ-muhafazakâr kesim karşı mahalle sakinlerini “Amerikan kaşığı ile Rus necaseti kaşıklıyorlar” diye tahkir ederlerdi, galiba mezkûr muhteremler bugün hala böyle düşünüyorlarsa bu deyimi şimdi bu hale getirirlerdi “Rus kaşığı ile Amerikan necaseti kaşıklıyorlar”… Bunu da nereden çıkardın demeyin, ben çıkarmadım vallahi, onlar çıkardı… Buraya da öyle laf olsun diye aldım…

Sonuç itibari ile; Gürcistan eşsiz doğa güzellikleri özellikle de dünya çapında ünlü mağaraları, etnik çeşitliliği siyasi renkliliği nedeni ile de Kafkasya’nın görülmesi gereken yerlerinden birisi olarak göründü bana ve hiçbir gezginin hayal kırıklığı yaşamayacağını da anladım…


Cuma, Eylül 08, 2023

ZENGİN KÜTÜPHANEDEN ATOMİK BOMBA HAYRANLIĞINA

Dünyanın tarihe kaydı düşmüş en önemli ve yaygın bilinen kütüphanesi Mısır’ın ünlü “İskenderiye Kütüphanesidir”… Antik dünyanın bu çok bilinen ve en önemli bilgi deposu yaklaşık yedi yüzyıl boyunca entelektüel ve kültürel merkez olmayı başarabilmiş ve dönemin çok önemli düşünür, araştırmacı ve bilginlerine eğitim ve öğretim mekânı olmuştur. Esasen de öğrenebildiğim kadarı ile Atina’daki bir okul ve kütüphane ile yarışabilmek adına dönemin komutanına önerilerek başlar bu görkemli kütüphanenin yapımı. Kütüphane gelişiminin zirvesinde artık bünyesinde konferans salonları, toplantı salonları, laboratuvarlar, yemekhaneler ve hatta hayvanat bahçesine kadar bir dolu faaliyet mekânlarını toplamıştır. 

İskenderiye Kütüphanesinin bu kadar büyük bir çekim merkezi olması üzerine mezkûr kütüphanenin bir benzeri de sonraları “Bergama Krallığı” tarafından gerçekleştirilir. Bergama Kütüphanesi bulunduğu coğrafi konum itibari ile de bu manadaki merkezlere yakın ve irtibatlı olması önemini bir kat daha arttırmış olmakta ve kendisine sonradan girişilecek rekabette avantaj sağlamaktadır. Dönemin hükümdarlarının atfettiği öneme ve şahsi ilişkilerine istinaden rekabet kısa sürede Bergama Kütüphanesi lehine fark oluşturmaktadır. Gerek Atina’daki kütüphanelerden bağışlar ve satın almalar yolu ile gerekse de oluşturulan “alternatif düşünce okulları ve kursları” marifeti ile oluşan cazibe merkezi yazar, yazıcı ve düşünürlerin merkezi haline gelmiştir Bergama… Bergama Kralı şimdi adını hatırlayamadığım bir kaynaktan okuduğum ve aklımda kaldığı kadarı ile döneminde kütüphaneye verilmek üzere Atina’daki bir düşünürün önemli miktardaki kitabını satın almış, yeterince sarihtir ki o dönemde bile kitap çok değerli ve satın almaya değer ürün… İşte barbar denilen kavimlerin kütüphaneye verdiği önem ile sonradan kitaplar zararlı fikirler neşrediyor ve zerk ediyor iddiası ile de toplu kitap yakma törenlerine kadar gelebilmiş Ademoğlu, inkişafın böylesine de ancak şapka çıkarılır… Hatta kitap ve kütüphanede rekabet öyle boyuta gelmiş ki, dönemin yegâne kâğıdı “papirüs” imalat ve temin merkezi Mısır behemehâl Bergama’ya kendilerine rakip diye cezalandırmak adına papirüs ihracını da durduruyor… Bu nedenle bu uğurda geride kalmak istemeyen Bergama yeni bir icada imza atıyor, “parşömen”, bugünkü parşömen kâğıdının prototipi sayılabilecek olan deriden yapılan bu kâğıtlar kullanılmaya başlıyor ve papirüs gibi rulo halinde kalın ve ağır olmaları nedeniyle stoklanamıyorlar ve bu yüzden sayfalar halinde ilk defa dizilme işlemi başlamış oluyordu. Neymiş rekabetin adı kitap, peki kimler rakip bu kitap konusunda, çok tanrılı dinin mensupları bir manada da barbarlar… Allah Allah… 

Sonunda Bergama Kralı gerekçesi anlaşılabilecek nedenler ile krallığını bağış yolu ile Roma İmparatorluğuna bırakır, Roma İmparatoru âşık olduğu Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya hediye eder tüm bu basılı eserleri, İskenderiye Kütüphanesi daha zengin ve görkemli olsun diye… Sonra kütüphane sahibi olmanın manası gerçekleşmeye başlıyor, insanlık aydınlanma burcuna giriyor, giriş o giriş, hemen bu fikir karşıtını da üretmeye başlıyor ve çok tanrılı dinlerin tek tanrılı dinler karşısına eksik kadrolar ile çıkıyor olmasının da etkisi ile kitap ve kütüphaneler artık gözden düşüyor… Sonuçta İskenderiye ve Bergama kütüphaneleri, her ikisinin de, o eşsiz yazılı ve basılı eserleri öyle ya da böyle artık yok… Artık, karşıt düşünce ile rekabet ve eleştirme yeni bir boyut kazanır, gerçi insanlık kaybeder ama olsun onlar kazanır… Taa oralardan, Hitler Almanya’sının “arındırma” ya da “ateşte temizlik” adındaki toplu kitap yakma törenlerine nail olan insanlık treni hala durmadan ilerliyor, kitap yakmalar artık gizli yapılmakta, yasak yayın gibi abuk subuk terimler ortalarda… Kitaplar gizli yakılır iken insanlar açıktan ve aleni törenlerle yakılmaya başladı ya, yaşasın medeniyet…

“Zenginliğin Kütüphane oluşturmak adına” kullanılmasının bu nadide ilk örnekleri maalesef dünyada fazlaca uzun sürmez, süremez… Ademoğlunun “avcılık ve toplayıcılık” ile başlayan süreci maalesef bir türlü başka bir boyuta geçemiyor, toplayıcılık ve avcılık biçim değiştire bile özünü koruyor, hala birinin birikimine el koymak en gözde faaliyet olmaya devam ediyor. İster bireysel, ister grupsal isterse de devletsel düzeyde durmadan ve artarak devam ediyor… Şimdi, aaa nasıl olur diyenler çıkabilir, haydi izah edelim bakalım Bergama uygarlığının en önemli parçası Zeus Tapınağının Berlin’de olmasını, mafiozi yöntemler ile çıkar gruplarının siyasal etkinlikleri nasıl izah edilebilir, nasıl izah edilebilir kulun kula köleliğinin ekonomik ifadesi artı-değer sömürüsü…

Evet, ortaçağın mezkûr karanlık yüzünün aydınlık tarafı ve dönemin aydınlanma merkezi olan kütüphaneler sadece İskenderiye ve Bergama kütüphaneleri ile mi sınırlıdır? Kocaman bir hayır… Efes Antik Kentindeki “Celsus Kütüphanesi”, Asur Krallığının “Asurbanipal Kütüphanesi”, Roma “Trajan Kütüphanesi”, Atina “Lyceum Kütüphanesi” başta olmak üzere küçüklü büyüklü daha yüzlerce kütüphane veya kitaplık bulunmaktadır antik dönemde, kayıtlar böyle diyor… Yine mezkûr kayıtlara göre bu kütüphaneler arasında mesafe ve dönem farkları olmasına rağmen “fiziken ve namen” birbirlerinin önüne geçme yarışı hiç küçümsenmemelidir.

Evet, geçmiş ve barbar (!!!) dünyanın yarıştığı kütüphanecilikten gelinen nokta itibari ile “atomik bomba” sahibi olmanın yarıştırılmasına evrilmiştir, dünyamız ne yazık ki… “güçlü ordular savaşın caydırıcısı, barışın teminatıdır” gibisinden abuk subuk fikirler ile dünyanın bir silahlanma yarışına girmesi yetmiyormuş gibi dünyanın top yekûn sonunu hazırlayacak nükleer savaş hazırlıklarına evrilmesi de tam tamına bir felakettir bana göre… Hele hele başta sosyal demokrat Tony Blair yönetimindeki İngiltere ve avenesi ABD’nin tüm başkanlarının Irak’ı “nükleer bomba” sahibi olmakla suçladıkları koro asla ve kat’a unutulmayacak… Her önüne gelen ABD karşıtı ülkeyi “nükleer bomba” kullanacak yalan ve propagandası ile suçlayan ve zaman zaman da havadan günlerce bombalayıp yerle yeksan eden ABD’yi kimse hedefe koymuyor, koyamıyor, hele ortalıkta bel kıvıran “Amerika muhipleri” yok mu? Yahu, bu propagandanın karşısında hiçbir aklı kâmil, insan-ı kâmil, imanı-ı kâmil ve kemal-i akıl çıkıp da demiyor, “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalı” düsturu mucibince “efendi güzel de dünyada yaklaşık 80 yıldır tek nükleer bomba kullanan ABD’dir”. Kimse demiyor ki, bu ABD Irak’ta hem de resmi orduları marifeti ile müzeleri ve kütüphaneleri talan etti…

Evet, Kitap rekabetinden silah rekabetine dair söylenecek çok şey var lakin söyleyip de zayi etmenin manası da yok…