Cumartesi, Ağustos 26, 2023

ÇİZGİ ROMANDAN ÇİZGİ FİLME İLLAKİ BAĞIMSIZLIK

Çocukluğumuzun en önemli aktivitelerinden biri de “çizgi roman” okumak idi, hatırladığım kadarı ile ilk başlarda “Tommiks”, “Teksas” var iken sonradan inanılmaz çeşitlendi ve sayıları arttı… Baltalı ilah Zagor, Kaptan Swing, Tom Braks, Kızıl Maske, Teks gibi daha niceleri… Türkiye versiyonları da oldu tabii hem de gayet başarılı, Karaoğlan ve Tarkan gibi… Bizim için görünürde sınırsız bir eğlence kaynağı gibi dururken hissettirmeden ciddi bir okuma alışkanlığı için temel oluşturmuş olması esas kazancımızdır. Esasen de bugün bile yapılan araştırmalar göstermektedir ki çocukların çizgi romanlar okumaları, okuma alışkanlığı ve okuma yazma becerileri üzerine çok olumlu katkılar yapmaktadır… Bilindiği üzere okuma alışkanlığının oluşumu, 10-12 yaşlar arası ilkokul dönemlerinde başlangıç ve sevme, 12-15 yaş aralığı ortaokulda gelişim ve dönüşüm, 15-19 yaş aralığında ise yön ve tercih şekillenmesi şekli ile ilerler… Daha ileri analiz ve görüşler için uzmanlarına başvurmak yeterlidir…

Bilindiği üzere “Teksas” Çelik Bilek çizgi romanı, 1770 yıllarında Kuzey Amerika’da üzerinde güneş batmayan imparatorluk “Birleşik Krallık” İngiltere’ye ait kolonilerindeki bağımsızlık savaşını konu edinmektedir. Bağımsızlık savaşı olur da bizim ilgi alanımıza girmez mi? Okul öncesi eğitimde aile içi muhabbetlerde Türkiye İstiklal Harbi ile “bağımsızlıkçı” ruhu geliştiren ve kutsallaştıran, dönem itibari ile okula da başlayınca devleti yönetenlerin katılmasalar dahi müfredat olarak reddedemediği “istiklal” mefhumu ve duygusu üst seviyededir. İşte bu duygu ile bağımsızlık mücadelesinin nerede ve kime karşı olursa olsun desteklenmesi gereği bize artık bir düsturdur…

“Teksas”taki bağımsızlık mücadelesi temelde üç başrol oyuncusu ile ilerler, aynı saflarda Amerika Kıtasının kadim yerli halkları “Kızılderililer” vardır, bu mücadelenin kıta üzerinde emelleri olup irtibatları olmayan Fransızları da ilgilendiren ve bu sebeple destekledikleri bir boyut vardır. Üç başrol oyuncusu, “esas oğlan” Çelik Bilek, daha tüyü yeni bitmiş genç ve korkusuz ve dahi girişken Rodi, bu mücadeleye uygun fiziği olmamasına rağmen uygun akıl ve ruhu olan Profesör Oklitus’tur. Çizgi romanın adının Teksas olmasına rağmen mücadele alanı Teksas değildir, Kuzey Amerika’nın Boston, Portland ve New England eyaletleridir. Teksas’ın başrol kahramanları Çelik Bilek ve mücadele arkadaşları Rodi ve Profesör Oklitus bir avcı kasabasında yaşamaktadırlar ve “kırmızı urbalı” İngiliz kuvvetlerine karşı mücadele yürütürler. Bu mücadelede kahramanlara en büyük destek bazen düzenli birlikler halinde organize olmuş köylüleri avcılardan gelir iken Fransız Askeri Birlikleri de zaman zaman çatışmalara dâhil olmaktadırlar. Temelde Amerikan Bağımsızlık Savaşı cüzü gibi bir pozisyonu konu edinen çizgi roman bir kurgu olmak ile birlikte yer yer tarihi gerçeklerle örtüşmekte ve kesişmektedir. Mesela Amerikan bağımsızlık savaşının lideri ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk Başkanı George Washington ile gene Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucularından aynı zamanda bir bilim insanı olan Benjamin Franklin bu çizgi romanın bazı maceralarında anılarak tarihi gerçeklere temas edilmektedir. Bağımsızlık savaşının siyasi kanat sorumlusu ya da sözcüsü durumunda Boston’da mukim avukat Konoli bulunmakta olup zaman zaman İngilizler tarafından gözaltına alınır ise de kahramanlarımızın insanüstü çaba ve mücadeleleri neticesinde her seferinde kurtulmayı başarır. Çelik Bilek, cesur, gözü kara, becerikli, kabiliyetli, kuvvetli, akıllı ve ziyadesiyle cesur iken Profesör ve Rodi sürekli bir şeyler yiyen doymayan özellikle turta yiyici rolündedirler. 

Teksas’ın kahramanları her daim iyinin ve doğrunun yanında, kollayıcısı ve destekçisi olarak, hak-hukuk tanırlar, yalan dolan ile işleri olmaz, gayrı nizami faaliyetler içinde bulunmazlar, şan, şöhret, para asla ve kat’a önemli olmaz, doğa cinayetleri işlenmesine karşı olurlar, her türlü hayvanat ve nebat ile uyumlu hayat yanlısıdırlar, hülasa her şeyin iyisi ve güzeli öne çıkarılırdı… İşte bu kaynaklardan beslenen bir neslin ahfadı olarak büyüdük bizler… Bu çizgi romanlarda yine hatırladığım, debdebe, şaşa, gösteriş, zenginliğin kutsanması yapılmaz bugün olduğu üzere cinsellik ve belden aşağısı söz konusu bile olmazdı…  

Teksas’lar, okununca yeni maceralarından haberdar olmak için hemen yenisini satın almanın bir tarafı ile satın alınacak yerin yakın olmaması diğer tarafı ile de parasal nedenlerle bir hayli zor olması hasebiyle arkadaşlar arası değişim işi öne çıkar. Sonraları bu değişim işi bazı kişiler için ticari bir girişim olarak geliştirildi ve ilerletildi… Halen de “bitpazarı” gibi eski ve kullanılmış ürünlerin satıldığı yerlerde teksasların izine rastlamak olasıdır.

Bazılarına, veteran yaşlarda bile akıl baliğ olamayıp, Amerika’nın kadim halkları “Kızılderilileri” katleden, kadim kültürlerini talan eden otoritenin koçbaşı durumundaki “kovboy” hayatı ve maceraları filmleri izler iken bizler daha çocuk yaşlarda “bağımsızlık” mefhumunu öne çıkaran ve önemseyen çizgi romanlar ile tanışmış idik… Diğerlerini bilemem lakin ben de okuma alışkanlığının temelini oluşturan bu alışkanlık ile yaşa ve meşguliyete esas performans düşüklüğü yaşasam da hala okuyorum ve okuyacağım… Diğer taraftan da bu yazdıklarıma itiraz edenlere de, sanat sanat için değil sanat halk içindir deyiminin önemini hatırlatırım… Mesela biz bu yüzden Knut Hamsun’u değerli bulamayız, yoksa adamın edebi yanı çok güçlüdür, sanatsal zekâ ve duygusu üst düzeydir, vs vs. fazlaca kelam edemeyiz, lakin tercih hakkımızı kullanırız.

Peki; Teksas ve avenelerinin hayali maceraları üzerinden anlatılan Amerika Birleşik Devletlerinin bağımsızlık savaşının bu kadar romantik, didaktik ve hakiki olmasının yanında bugün gelinen noktada dünyanın deyim yerinde ise canına okuyan ve o dönem savaşan tarafların teşrik-i mesaisi nasıl izah edilecek… Tek izahı var, kapitalizm ve dünya nizamı ve nihayetinde de emperyalizm…

Gariptir, biz hala şarabı çok sevmemize rağmen üzümün ezilmesine karşı oluruz, bu yüzden… Biz zaten tam da bu yüzden ipini koparıp kaçan “boğadan” yana olmaya başladık ve halen yan olmaya devam etmekteyiz. Biz hala güçlünün güçsüzü ezmesine dayanamayız, tam da bu yüzden. Biz hala kısa çöpün uzun çöpten hakkını alacağı umudu ile yatıp kalkmaktayız… Biz hala büyük balık küçük balığı yutar umdesine şiddetle bu yüzden karşıyız.

Evet, çizgi romandan, çizgi filme, oradan bir disiplin dâhilinde ilkeli ve düzenli okuma ile bilgilenme ve aydınlanma ve taraf olma, taraftar olma süreci en azından bizde böyle gelişti, diğerlerinin sefaletine bakınca, iyi ki de böyle olmuş, diyoruz…


WHY SOCIALISM WORKS

Geçenlerde bana bir kitap hediye edildi, Harrison Lievesley tarafından kaleme alınmış demeyi çok isterdim lakin yazılmış bir şey yok… Muhtemelen dalga geçmek adına, kapitalizmin bu manadaki desteği ve de sosyalizmin de hoşgörüsü ile  “hap yap para kap” uyanıklığı çerçevesinde dizayn edilmiş bir kitap. Güzel dizayn edilmiş bir kapak, kırmızının hâkim olduğu bir zemine sarı renkli bir orak-çekiç, sayfanın üst kısmında “Why Socialism Works” ve alt tarafında bu abuk subuk dizaynın müellifi Harrison Lievesley… Sonra sayfayı açıyorsunuz, sayfa ortasında kocaman bir “it doesn’t” ibaresi ve maalesef takip eden 169 sayfanın her birisinde sayfa ortasında aynı terane… Dalga geçmek için uygun ortam ve uygun zaman… Sanki yaşanılanların cesareti ile vurun abalıya… Sanki kapitalizm harika işlemekte imiş… Öyle mi, nerde, olsa olsa bu tür uyanıklıklar ve uyanıklar için harika bir ortamdır, kapitalizm… Kitabın hediye edilişinin de hediye edilen kişi ve düşünceleri ile dalga geçmek olduğu çok aşikâr lakin benim bunlardan alınacağımı zannedenler yanıldılar, yanılıyorlar ve yanılacaklar… Uygulama ve sonuç alma yanlışlıklarını göz ardı eden muhteremlere sadece, doğru tıbbi yöntemlerin yanlış uygulanması halinde nasıl ölümcül sonuçlar zuhurdan bahisle iktifa etmek gerekir diye düşünmekteyim. Çok merak edenler için dünyayı kasıp kavuran “Covid-19” pandemisinde ve sonrasında yaşananlar yeterince öğretici olabilir… Bu kabil düşünce üreten muhteremler bilemez şüphesiz, şimdilerde sosyalizm adına örnek verilecek ise akla gelen Sovyetler Birliği’nin nasıl bir süreçte sosyalizmi öğüttüğünü, taaa 1970’li yıllarda hararetle iddia ettiğimizi… “Böyle gidişin varışının nere olacağını” söyleye söyleye dilimizde tüy bitmiş ama bu toz duman içinde kimin bunu görmesini bekliyoruz ki…

Şimdi birileri çıkar der ki; öyleyse hangi sebeple ancak 70 yıl dayanabildi? Neden çok farklı ülkelerde sahne alamadı? Bu soruların cevapları çok basit ve net lakin cevaplar insanları ikna eder mi? Zinhar… Çünkü insanlar yoğun propagandanın etkisi ve hayatın bizatihi kendisinin bir piyango olduğu sistem olan kapitalizmi “aradan sıyrılıp kendimi kurtarabilirim” beklentisi ile tercih etmektedirler. Kapitalist sistem adına Umut’un iyi pazarlanması bu sonuçta çok etkilidir. Kapitalizmin başkenti kabulü ile Amerika’ya bakan insanlar, parlak hayatların sürdürüldüğü dizilerde gösterilen debdebeli hayatları herkesin yaşadığını zannederek tercih oluşturuyorlar… Tıpkı bugün tarihi ve hayatı benzer dizilerden öğrendikleri gibi… Oysa bir bilseler, Amerika’nın “kurdun kuzuya boğdurulduğu yer” olduğunu, nüfusun %15’ini oluşturan “siyahların” birkaç örnek dışında yok sayıldıklarını, yine nüfusun %12’sini oluşturan Asyalılar ve Güney ve Orta Amerikalıların oluşturduğunu ve yok hükmünde olduklarını… Bu yazdıklarıma inanmayanlara, uzun yıllardır, siyahların sokak ortasında öldürülmelerine rağmen mahkeme fasıllarının nasıl sonuçlandığına bakmalarını tavsiye ederim, dünyada en çok sokakta insanın yaşadığı bir ülke olduğuna insanları inandırmak zordur… Dünyada kişi başına en fazla antidepresan satılan ülke olduğunu kimse görmek istemez… Dünyada en fazla silah ile tasarlayarak ya da sapıtarak en fazla insanın katledildiği ülkedir aynı zamanda ABD… Sokaklarda yaşayan insan sayısının neden çok fazla olduğu ülkenin ABD olduğunu kimse görmek istemez… Olumsuzlukları say say bitiremezsin… Lakin insanlar sadece Steve Jobs’a, Bill Gates’e, Elon Musk’a bakarak hayal kurmayı çok sevmektedirler ve sürekli yegâne örnek onlardır… Borsa’da para batıran çoğunluk yerine para kazanan 3-5 kişiyi örnek almak kolaydır… Bazı ülkelerde de “Allah isteseydi herkesi zengin yapardı, demek ki istemiyor” güçlü propagandası da bunda çok etkilidir… Gerçeklerden ziyade propaganda etkilidir maalesef, üstüne de cehaleti ilave edin, üstüne de dinlerin müesses nizamdan yana olma tavırlarını da koyun, daha bir sürü etken var şüphesiz lakin en önde gelenleri bunlardır. Mesela; ABD dünyanın dört bucağında “Nükleer bomba” konusunu öne çıkararak kendisine biat etmeyen ülkeleri “nükleer bomba kullanacak” iddiasıyla, yerle yeksan eder, aylarca yıllarca havadan hedef gözetmeksizin bombalar, herkes bunu ABD’li “Conilerin” dünyaya demokrasi getirdiğini zanneder, tıpkı daha önceleri dediğim üzere nükleer bomba kullanımında olduğu gibi… Yalan dolan… Sonuç olarak dünyada ilk ve tek nükleer bomba kullanan ülke neresi, ABD… Başka bir şey ilaveten demeye gerek var mı?

Yaşanan gerçekler ile kurgulanan gerçekler arasında ne yazık ki tercih hep kurgulanan gerçekten yana olmuştur, Âdemoğlu… Kurgusal gerçeğin kurbanı dünya nüfusunun büyük bölümü olup bunlar için arayış yoktur, kabulleniş vardır… Güçlü ne buyurmuş ise o doğrudur, fabrikada müdür, askerde komutan, evde ebeveyn, vs. vs… Son dönemin flaş sözü ile kolay ve zahmetsiz olan nedir; “biat et rahat et”… Nokta…  

Mesela; “vergi kutsaldır” spotu ile toplanan vergilerin ve çaktırmadan yaratılan dolaylı (gömülü) vergilerin âdemoğluna “yol, su, elektrik olarak dönecek” spotu ile köpürtülüp süslendiğini de hep biliriz ve dünyanın her tarafında da aynı tempoda söylenir durur… Peki, dönen hangi su bedava, hangi elektrik bedava, hangi yol bedava… İşte Harrison gibi nereden pohpohlandığı meçhul zevatın önemsemediği konulardır bunlar, o şahsi gelirine bakıyor… Dünya da neden %1’lik bir kesim zevk-ü sefada, %5’lik kesim iyi yaşar iken, yaklaşık %30’luk kesim iyi-kötü geçinir iken, yaklaşık %65’lik kesim neden açlık sınırın altında hayatlarını sürdürürler… Bu kabil zevatın umurunda değildir bu veriler… Onun için “uyanıklık ederek, fırsatı büyük kâra çevirmek” günün kârıdır.

Harrison gibiler işgal ettiği yer açısından şişirilmesine rağmen yine de fazla önemli değildir kanaatimce, mesela bu zat, lütfedip dünyaca ünlü bilim adamı Albert Einstein’ın “neden sosyalizm” adlı makalesini okusa idi, fikri değişir mi idi acaba? Zannetmiyorum… Ne diyor Einstein, Benim görüşüme göre kötülüğün gerçek kaynağı kapitalist toplumun bugünkü ekonomik anarşisidir. Önümüzde, üyeleri kaba kuvvetle olmasa da yasal olarak tesis edilmiş kanunlara tam uyum üzerinden birbirlerini kendi kolektif emeklerinin meyvelerinden mahrum bırakmak için durmaksızın çabalayan koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz. Bu açıdan üretim araçlarının, yani tüketim mallarının ve sermaye mallarının üretilmesi için gerekli olan bütün üretim kapasitesinin yasal olarak bireylerin özel mülkiyetinde olabildiği ve çoğunlukla da olduğu gerçeğini görmek gerekiyor. Basitleştirmek açısından, takip eden açıklamalarımda, sözcüğün alışılmış anlamına pek uymasa da üretim araçlarına sahip olmayan kişilere “emekçi” diyeceğim. Üretim araçlarının sahipleri, emekçilerin işgücünü satın alabilecek bir konumdadır. Üretim araçlarını kullanan emekçi, kapitalistin malı olacak yeni mallar üretir. Bu süreçte önemli olan nokta, gerçek değeriyle ölçüldüğünde emekçinin ürettiği ile karşılığında aldığı para arasındaki ilişkidir. İş sözleşmesi “özgür” olduğu sürece, emekçinin aldığı parayı, ürettiği malın gerçek değeri değil, en düşük düzeydeki ihtiyaçları ve kapitalistin iş için yarışan emekçilerin sayısıyla bağlantılı olan işgücü ihtiyacı belirler. Emekçinin ücretinin teoride bile ürettiği malın değeriyle belirlenmiyor olması çok önemli bir noktadır.” Artık isteyen Harrison’a, isteyen Einstein’a hak verir… Ben mi kime hak veriyorum, bariz değil mi?

Ünlü Devrimci Önder, Che Guevara’nın bir sözü ile bitireyim. “Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise; bana komünist diyorlar.” Bu kadar basit bir feylosofiya tercihi işte…


Perşembe, Ağustos 17, 2023

BİR ÖZGÜRLÜK TUTSAĞI MANUŞYAN

21 Haziran 2023 günü Gazeteci ve Yazar Yaşar Aksoy Sosyal Medya hesabından, çok enteresan bir haber ve yorum paylaştı, haberin ve haliyle yorumun konusu Misak Manuşyan adlı, Adıyaman doğumlu, Naziler tarafından katledilen Devrimci Ermeni direnişçinin Paris’teki ünlülerin anıt mezarlarının bulunduğu Pantheon’a, katledilişinin sene-i devriyesi olan 21. Şubat 2024’te defnedilecek olması idi. Haberin detaylarına bakınca da diğer ülkelerde benzerleri olduğu üzere, Fransa’da da, ülke tarihinde önemli rol oynamış kişiler Cumhurbaşkanlğı kararnamesiyle Pantheon’a defnedilebiliyor. Manuşyan, anıt mezara defnedilecek ilk yabancı ve Komünist direnişçi olarak tarihe geçecek, defin töreni ise 21 Şubat 2024 tarihinde yapılacak olup aynı direniş örgütü içinde birlikte görev yaptıkları eşi Melinee de aynı yere defnedilecek. Haber benim için neden enteresan çünkü mezkûr kararın alınmasından bir süre önce eşi Melinee Manuşyan tarafından yazılmış ve “Bir Özgürlük Tutsağı Manuşyan” adı ile yayınlanmış kitabı ve Manuşyan’ın Adıyaman Besni’den başlayan, Suriye’de bir yetimhanede devam edip Fransa’ya bağlanan meşakkatli hayat yolculuğunun Nazi işgaline karşı destansı direnişin bir parçası olarak kurşuna dizildiği güne kadar ki özverili, bıkmadan ve yılmadan verilen hayat mücadelesinin konu edildiğini, okumuş idim. Kitabın eşi tarafından kaleme alınması hasebiyle duygusal boyutlarının da bir hayli öne çıktığı görülen kitap esasen de geçen yüzyılın ilk yarısının Ortadoğu ve Avrupa açısından yaşanan haksızlık, adaletsizlik ve sömürü çarklarının kısa bir özetidir adeta… Melinee kitabın sunuşunda “zira her hayat ayrı bir kavgadır. Bizimki, Manuş’la benim hayatımız, belli bir kavganın parçasıydı. Bu kavganın çehresi değişmiş olabilir, daha çok ve sık sık da değişecektir. Fakat kavga daima sürecektir. Hayatı hayat yapan da budur işte.” diyerek, yüksek ve haysiyetli ideallerle bağlı olunan hayatın mücadele ve fedakârlık boyutunun altını ziyadesiyle çizmiş bana göre…

Melinee Manuşyan’ın hayat arkadaşı, siyasi ve can yoldaşı Misak Manuşyan, 1906 Adıyaman Besni doğumlu olup bir köylü çocuğudur. Henüz çocuk yaşlarda iken babasını 1. Dünya savaş sırasındaki çatışmalarda, anasını da bitmek tükenmek bilmeyen savaşlara bağlı kıtlık yıllarında açlıktan kaybeder, artık hem öksüz hem yetimdir, imdada kadim Anadolu Halklarının ahfadı bir Kürt aile yetişir. Sağ ve esen olan Ermeni çocuklarını tespit edip Suriye’deki yetimhanelere götürmek için çalışan Ermeni Kilisesi ve Ermeni kuruluş görevlileri çıkıp gelene kadar mezkûr ailenin öz çocuğu gibidir. Sonra Büyük kardeşi ile birlikte Suriye’deki yetimhaneden de Fransa’ya götürülür 1925 yılında. Faşist Alman kurşunları ile idam edildiği 1944 Şubatına kadar da Fransa’da yaşamıştır.

Misak Manuşyan’ın, işçilik hayatı Citroen fabrikasında başlar, lakin kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen krizlerinin en büyüğü ya da en etkilisi 1929’da yaşanır, her devirde olduğu üzere evvelemirde sorumlu yine göçmenlerdir, dolayısıyla ilk işten atılması gerekenler listesindedir adı.  Emekçilik hayatı kendisine diğer emekçi kitleleri yakından tanıma imkânı vermiş, çalışanların psikolojisini, kültürünü, sorunlarını, dertlerini, tasalarını, kederlerini, umutlarını bu süreçte öğrenir. Manuşyan, Şair ruhludur tespit ettiklerinin ve öğrendiklerinin şiirlerini yazar duygulu ve coşkulu, politikacıdır yazar ve konuşur bilgili, aydınlatıcı ve kararlı... Manuşyan, edebiyat ve politik tercih ve kararlılıkları neticesinde Fransa’daki göçmen Ermenilerin kurduğu örgütün üst düzey yöneticilerinden biri olur. Bilahare de Fransız Komünist Partisi saflarında yerini alır, bir yandan politik mücadelesini diğer yandan zor şartlarda hayatını sürdürür, kendisini çok iyi yetiştirmiş bir devrimci olarak da Almanya İşgaline ve Faşizme karşı mücadelede 22 yoldaşı ile esir düşer, kısa sürede kurşuna dizilir. Bir şiirinde dediği gibidir hayatı adeta, “Rüzgârlar dizginsiz varsın kamçılasın beni / Zincire vurulmuş bir kaplan öfkesi / Döllüyor ruhumu zapt edilmez gücüyle / Patlayacak büyük fırtına için...”

Melinee, eşinin donanımı ve çok yönlülüğü sebebiyle kitleler karşısındaki vaziyetini mezkûr kitapta; “Gençlerin ilgi odağıydı. Bir sürü şeyden bahsediyordu, bu da beni çok etkiledi. Siyaset, toplum, örgüt, spor, sanat, edebiyat; insanı insan yapan hiçbir şey ona yabancı değil gibiydi.” şeklinde gurur duyarak açıklamaktadır. “Yoksulluğun ve hakaretin kırbacı altında, çıplak büyüdüm” diye kendini tarifleyerek hayatın kendisini nasıl ve ne kadar imbiklediğine işaret eden Manuşyan, kitaba yansıyan bir mektubunda ise; “Her şeyden önce, benim için hayati olan bir şey varsa, o da zihinsel faaliyettir”  diyerek, toplumun karşılaşmış olduğu katı ve acımasız gerçeklik karşısında, hayatın değişmesinin kaçınılmaz olduğu tespitidir. Hayatı mutlaka değiştirmek gerekmektedir, bu sebeple de isyankâr olmanın yetmediği, dünyayı kavramak, anlamak, incelemek, analiz etmek gerektiği ve nihayetinde de olması gereken radikal değişikliğin metodunu ve sistemini deyim yerinde ise yolunu ya da usulünü bulmak gerekmektedir. Nihayetinde de şiar, “Hayatta, en iyisini bulmak için bütün pınarlardan içmeli insan.”  şeklinde formülüze edilmektedir.

Melinee, bir yerde de; “bir keresinde hatırlıyorum. Bach ve Beethoven dinlemeye gitmiştik. Dinleyiciler, Almanlara duydukları düşmanlığı göstermek istercesine, ıslıklamaya başladılar, Bu durum, Manoş’u çok sarstı. İnsancıl ve evrensel olan sanat ile insanlık dışı ve milliyetçi Nazizm arasında ayrım yapılmayışına anlam veremiyordu” diyerek bir anı aktarıyor. Hay Allah, bugün de Klasik Rus Edebiyatı temsilcisi yazarların, Tolstoy, Dostoyevski başta olmak üzere “Medeni Avrupa’da” başına gelenleri görünce, bu benzerliği ıskalamayalım diyorum. Demek o günde aynı, bugün de aynı, Hay Allah… Yahu be adam, Bach yaşamış 17. Yüzyılda, Beethoven yaşamış 18. Yüzyılda, emperyalizmin kuklası Hitler Faşizmi 19. Yüzyılda… Yine yahu be adam, Tolstoy ve Dostoyevski yaşamış, 19. Yüzyılda, Rusya Ukrayna savaşı yürümekte 21. Yüzyılda… Ya medet, ya izan, ya medet ya ahlak, ya medet ya insanlık, ya medet ya bilim…

 Evet, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron adına Cumhurbaşkanlığın’dan yapılan açıklamada, “Misak Manuşyan, büyüklüğümüzün bir parçasını taşıyor”, adıyla “Cumhuriyeti savunduğu” özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi evrensel değerleri “somutlaştırıyor” denilerek mezkûr iktidar zihniyetinin öz olarak olmasa bile şeklen ifade edilmesi yolu ile itibar kazanılması hiç de azımsanacak bir şey değildir, bana göre… Yaşar Abi’nin de, Manuşyan’ı bir Anadolu çocuğu olması hasebiyle öne çıkarması da ziyadesiyle takdire şayandır… Bu sebeple de teşekkürler diyorum Yaşar Abiye…  

Yazımın sonunu, yazarın önsözünde takdim ettiği satırlar ile bitirmek istiyorum.Son olarak, kocamın hatırasına sadık kalmak bakımından (onun sadakati çok büyüktü), bir Ermeni devrim şarkısının şu birkaç satırını burada aktarmama izin verin:

Ölüm her yerde aynı

İnsan bir kere ölür

Fakat ne mutlu can verene

Halkların kurtuluşu için

Manuşyan’ın hayatı: Bitmemiş bir senfoni, bazen birkaç yanlış notayla, bazen tüm orkestrayla birlikte; kâh Mozart’ın yumuşaklığı, saflığı, kâh Beethoven’in gücü, uğultusu… Trajik olan dışında, bu senfoninin nasıl bitebileceğini kimse söyleyemez.”


Cuma, Ağustos 11, 2023

YAŞAR AKSOY ve HALİKARNAS KADIRGASI

Yaşar Aksoy Abimizin “Halikarnas Kadırgası” adlı Kültür, sanat ve arkeoloji ve dahi tarih denemeleri yaptığı kitabını okuyorum… Okumak öyle bazılarının zannettiği gibi “boş zamanlarında” yürütülecek bir faaliyet değildir fikrinin has savunucularımdan olduğumu herkes bilir... Kitap, geçenlerde “Urla Kitap Günleri” organizasyonunda Yaşar Abi’nin imza gününde edinilmiş olup 1997 basımı bir kitap, şimdilerde temini de yeni basımları yapılmadığı için bir hayli zor… Mezkûr kitabın takdiminde; “Halikarnas Kadırgası" isimli hayalet gemisiyle antik kentleri, Küçük Asya efsanelerini, güncel kültür gelişimlerini sorguluyor. Kaleme aldığı bu metinler, Anadolu uygarlıkları gerçeğine kendini yakın hisseden yazarın ideolojik ağırlıklı öncü denemeleridir. Mavi Hümanizma’ya ulusal ve sınırsal bir içerik, dahası anti-emperyalist bilinç katmak isteyen yazarın, çok sevdiği Halikarnas Balıkçısı-Azra Erhat çizgisinde “turistik” bir durakta donmayıp, kültürel duyarlıkları güncel tartışma ve savaşım alanlarına taşıma çabası içinde olduğu izleniyor. Yazıların içinde geçen düşünsel sentezlerin ve çarpıcı önerilerin günümüzde tartışılmaya başlanması, yapıtı dikkat çekici yapmıştır.” denilerek içerik tayini yapılınca, hemen Halikarnas Balıkçısının “Mavi Anadolu” adlı kitabını Yaşar Aksoy’un bu kitabına yönelik alt yapı olması hasebiyle hızlı okuyup bilahare de Homeros’un “Odysseia” ve “İlyada” adlı eserlerini de adeta sözlük gibi kullanmak maksadı ile okuduğum yere başucu kitapları olarak aldım. Homeros’un mezkûr kitaplarını “Halikarnas Kadırgası” okurken aktarılan konunun önünü ve arkasını biraz geniş ve biraz da kendimce görebilmek adına… Bu nedenle biraz uzun sürdü kitabın okunması lakin ziyadesiyle bilgilendim ve gönendim, tekrar göz atma babından da olsa Homeros’un kitaplarını yeniden karıştırma, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın (Halikarnas Balıkçısı) “Merhaba Anadolu” kitabını yeniden ve hızlı okuma bahanesi yarattığı için teşekkür ediyorum bu kitabı sebebi ile yaşar Abi’ye…

Kitapta özetle bugün Ege Bölgesi diye adlandırılan bölgenin M.Ö. 5000’lere dayanan geçmişine gidiyor tıpkı Halikarnas Balıkçısı gibi lakin güncel yansımaları, güncel sorunsalı ve güncel çözümlemeleri de sürekli göz önünde tutulmakta, şüphesiz yazarın kendince analiz ve yorumları muvacehesinde… Lakin görünen de yazar Halikarnas Balıkçısının anlama ve yorumlama izinde ilerlemektedir. Genel manada Halikarnas Balıkçısının vefatının ardından yazılmış bir kitap olmakla birlikte izinde olunanın görüşlerinin kendince ve günceli yakalayan boyutu ile yorumlanmasıdır adeta… 

“Uygarlığın beşiği niçin Anadolu’dur? Tarihin babası Heredotos Bodrum’lu, coğrafyanın kurucusu Hekataios Milet’lidir. İlk geometrici Pisagoras Sisam’lıdır. İlk doktor Hipokrat, İstanköy’lü, ilk ressam Apelles, Kolophon’ludur. Ege’nin en büyük ozanı Homeros, İzmir’lidir. Felsefenin kuramcısı ünlü Heraklites, Efes’lidir. Tek tanrı fikrinin ilk savunucusu Ksenophanes, İyonya’lıdır (Değirmendere). İlk eşsiz Filozoflardan Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, Milet’lidir. Filozof Anaksagoras, klozomanai’lidir”. diyerek uygarlığının kavmi bir durum olmasından ziyade coğrafya ile direk ilgisine dikkat çekilmiştir, Yaşar Aksoy Abimiz tarafından… Kişisel görüşüm ise buradan göçen kavimler de, burada kalanlar kadar yaratılmış bu müthiş medeniyetten miras talep edebilirler dahası hak sahibi de olabilirler. Bugün “batı denen” medeniyet tespit ve tayin yetkisini elinde bulunduran esasen de sermayeden beyin göçüne kadar her türlü devşirmeciliği ziyadesiyle yerine getiren yapı ise “medeniyetin beşiği Helenistan’dır” buyurmaktadır. Burada Helenistan diye kast edilen bugünkü Yunanistan ise eğer, olsa olsa bu büyük medeniyetin mütemmim cüzü sayılabilir ancak. Benim de farklı disiplinlerden bol miktarda verebileceğim örnekler ile batının devşirmeciliğini öne sürmem mümkün… Yaşar Aksoy Abimiz, kitabın çok farklı konulardaki bölümlerinde de layığı ile bahsettiği üzere batıda ziyadesiyle buralardan kaçırılmış eserler muhteremlerin müzelerinde arz-ı endam etmektedirler... Hele, Bergama’dan kaçırılan Zeus Sunağı var ki, akıllara zarar… Haaa bu arada, bu eserleri buradan batıya götüren muhteremler mi tek başına kusurlu, değil tabii ki, yerli ve milli ortakları, erketeleri onlardan daha da kusurludur… Bütün bu kaçırılan eserlerin nerdeyse tamamı dönemin “padişahlarından” izinli yapılan kazılar ve çalışmalar sonrası ya izinli aktarma ya da iltimasen aktarmalardır…

Kitabı okurken enteresan bilgiler de öğreniyoruz, örneğin “Hisar Camiinin” adı bugünkü “Kızlarağası Hanı” önüne gelen ve karşılıklı olarak surlarla çevrili bulunan ve girişi bir “iç kale” ile kontrol edilen “iç limanın” hisarlarından ilham alınarak ortaya çıkmıştır.

Kavimler göçünün beşiği Anadolu denilmektedir ya; kitabın bir yerinde de, Herodot’tan aktarılan “M.Ö. Yüzyılda Anadolu’daki olağanüstü sıcak kavim eylemlerinden ürkerek (kıtlık ve depremleri de ilave edebiliriz), denizlere açılma gereksinimi duydular. Efsanelere ve halen incelenmekte olan tarihsel belgelere göre Turşa kavmi İtalya’ya, Sart kavmi ise Sardunya’ya göç ettiler. Tarih bilimi, İtalya’ya giden Anadolulu Turşa kavmine “Etrüks” ismini takmıştır. Sardunya’nın ilk hecesini Sart kelimesinden türemiş olması da bu görüşü kuvvetlendirmektedir.” bölüm ise diğer bir dolu eserde de izi görülen bilgilerden olup bir hayli enteresandır.

Bir başka enteresan olay ise; “İzmir Arkeoloji Müzesi tarihindeki en ilginç olay, 1968 yılında meydana gelen büyük soygundu. Bu tarihte, yaşlı bekçiyi öldürerek Müze’ye giren enternasyonal bir örgüt, 1935 yılında Foça’nın Kozbeyli Köyünde bir demir sandık içinde bulunan 90 parçalık İyon, Roma ve Bizans eserlerinden oluşan bir hazineyi kaçırmıştı. Kaçırılan eserlerin arasında 3 bin yıllık som altından elmaslı, incili alınlıklar, küpeler, bilezikler, kadın süsleri, kolyeler, eski çağların ünlü seramik örnekleri ve 13 bin yıllık bir Hitit Kitabesi vardı.” şeklinde aktarılmakta olup, mezkûr faaliyet mümbit alan olduğundan hiç tükenmeden bugünlere kadar devam etmektedir ve korkarım ki insanlık var oldukça da devam edecektir.

Halikarnas Balıkçısını anarken yazdığı yazının bir bölümünde şöyle demektedir, büyük bir sitayişle, Yaşar Abimiz. “Halikarnas Balıkçısını anarken, Homeros’un ‘İlyada’ ve “Odysseia’sı içinde gezindim durdum. Çift Atlı Savaş Arabası içinde Balıkçı, sanki Hektor gibi bulutlar arasından süzülüp gidiyordu. Sonra onu Ege’nin güzelim bağlarında şarkı söyleyerek üzüm toplayan İyonya’lı kızların arasında gördüm. Birden, bir Türkmen ozanı olarak karşıma çıktı. Sazı ile destanlar dokuyordu. Osmanlı köylüsü oldu, özgürce toprağını çapalayan. Yazar oldu Cumhuriyet döneminde, halkına bilinç akıtan. En son üzerinde mum yanan şamdanla, kavga eden gençlerimizin arasında gördüm onu. Tıpkı Diogenes gibi”. Evet, Halikarnas Balıkçısı önemlidir, hem de çok, arkeolojik araştırmalara, etnografya ve folklor üzerine eserleri ve mevcut eserler üzerine katkıları yadsınamayacak bir otoritedir. Lakin böylesine bilgili, görgülü, eğitimli ve öğretimli insanların başına gelenlerin bir benzeri de gelir Halikarnas Balıkçısının başına, maalesef o da istisna sayılamaz, vareste tutulamaz… Yaşar Abi; o dönemin Yeni Asır gazetesinden Özdemir Hazar’ın duygu yüklü satırlarını şöyle aktarır. “O, burada yaşamadı mı? Burada yazıp çizmedi mi? Birçok gerçeği yansıtmadı mı? O büyük adama son yıllarına kadar turist gezdiriciliği yaptırmadık mı, nafakasını kazansın diye. Bir yerde avuç açtırdık ona. Kim bunun suçlusu? Hepimiz suçluyuz…”  Bugünlere uzanan süreçte farklı bir şey oldu mu? Sürpriz yaşandı mı? Zinhar… Düşün ama açıklama, hani açıklamana karışılmaz lakin açıkladıktan sonra da başa geleceklerden sorumlu olmayan siyaset erbabının takipçisi olmaktan geri duruyor muyuz? Zinhar… Evet, “Benim oğlum binâ okur döner döner yine okur” şuuru devam eder biz de seyreder dururuz…

Halikarnas Kadırgasında da, Halikarnas Balıkçısının “Mavi Anadolu”, “Anadolu Tanrıları” gibi kitaplarında aktardığı; Lelej, Luwi, Hitit, Hatti, Frig, İyon, Pers, Helen, Roma, Makedonya, Selçuklu, Osmanlı izlerinin üstünden ilerliyor ve öğreniyoruz. Okunası bu kitap için emeğine sağlık Yaşar Abi…

Cuma, Ağustos 04, 2023

CLAPTON CFC

Kızımın İngiltere’den benim için getirdiği hediye bir forma ile başladı yazacaklarımı öğrenme serüvenim. Forma “Clapton CFC 2018” arması ile mor, kırmızı ve sarı renklerden oluşmakta. Buraya kadar hepsi sıradan bir futbol takım forması tanıtımı gibi duruyor, haliyle… Lakin formayı ve Clapton CFC’yi benim gözümde anlamlı hale getiren formanın arkasında yazan “no pasaran” ifadesi oldu.

Gerçekte biraz araştırınca görülüyor ki, Clapton FC diye başka bir kulüp var ve İngiltere’nin en eski kulübü olup Uluslararası bir maçta ülkesini ilk kez temsil etmiş ve Belçika’nın Antverp takımını 1890 yılında yenmiş ve FA Cup şampiyonu olmuş hem de 7-0 gibi ziyadesiyle farklı bir skorla… Birbirinin içinden türemekle birlikte isim dışında bir benzerliği yok bugün için…

Biz dönelim benim için anlamlı olma hali olan “no pasaran”a… Deyim olarak İspanyolcada “geçit yok” manasına gelirse de önemini ve manasını esasen ve asıl olarak İspanya’daki iç savaşta faşist Franko güçlerine karşı savaşan devrimci ve cumhuriyetçi güçlerin faşizme geçit yok manasında slogan olarak kullanmaya başlamaları üzerine kazanmıştır. Bilindiği üzere 1936-39 arası İspanya iç savaşı faşizmin açıktan icrasına yönelik başlar ve buna mukabil de devrimci ve cumhuriyetçi güçler büyük çaplı direnişe geçer, son derece başarılı da olurlar lakin faşist Adolf Hitler Almanya’nın sınırsız desteği ile faşist Franko ayakta durabilir, Joseph Stalin liderliğindeki Sovyetler Birliğinin yeterince destek olmaması ve hatta zaman zaman Cumhuriyetçi Cephenin faklı bölümlerini manasız şekilde öne çıkarması üzerine de köstek sayılabilecek işler gerçekleşir ve direniş uzun süreli olamaz ve çöker… İşte bu tarihi sürecin yarattığı ve direnişin öne çıkardığı bir deyim olmuştur “no pasaran”.  

Faşist Almanya, savaşın tam ortasında ve tüm gücü ile Faşist Franko’yu destekleyip, faşizmin prestij yitirmemesi için büyük hava filoları ile İspanya’nın bir sürü kentini havadan günlerce bombalamıştır. Hani bizdeki bazı avanakların bile ABD’yi dünyada demokrasinin yegâne destekçisi varsayarak alkışladığı dönemde ABD yaşanan bu insanlık dramına alkış tutmuştur. Gerçi ABD için hala aynı taktik geçerli, kime “demokrasi getirmek” istiyorsa sınırsız ve kontrolsüz bombalamalar yapılıyor havadan, tıpkı Irak’ta, tıpkı Suriye’de, tıpkı Libya’da yaptığı gibi… Tabii ki bu olanları ve yaşanan gerçekleri görmek istemeyenler de var ne yazık ki… İspanya’daki bu havadan bombalamaların en korkuncu da ünlü Ressam Pablo Picasso’nun meşhur “Guernica” adlı tablosuna da konu olan “Guernica” şehrinin yerle bir edilişidir. Bilindiği üzere “Guernica” Tablosu, savaş vahşetinin ve savaşın insanlar üstünde ne kadar acı ve keder verici etkilerinin bulunduğunun adeta bir özetidir. Guernica Tablosu, bugün hala savaşın yarattığı trajedilerin akılda tutulması gereğinin, savaşa karşı oluşun ve duruşun, barış destekcisi olmanın sembolü haline gelmiştir. Hani meşhur hikâyesi de vardır bu meşhur tablonun, 1937 yılında Paris’te gerçekleşen bir sergi için İspanya Hükümeti tarafından verilen sipariş üzerine yapılmıştır. Picasso’nun “kübik üslubu” ile yaptığı bu eseri, değişken perspektifler, çoklu nokta-i nazar içerikleri yanında inanılmaz güçlü sembolizmi nedeniyle dönemin güçlü siyasi ve askeri otoriteleri Faşist Alman subayları tarafından kolay anlaşılabilecek durumda da değildir açıkçası. Bu değişik ve önemli görülen eserin ressamını tanımamaya özen göstererek tipik nobran ve cehalet kokan bir özgüven ile sorar ya Faşist Alman Subayı; “bu resmi siz mi yaptınız?” diye… Cevap da tarihe geçer bir sözdür, Picasso’da cevap gayet nettir; “hayır, siz yaptınız”…

Evet, bir “no pasaran” deyimi bizi nerelere götürdü… Biz şimdi tekrardan mezkûr kulübün enteresan yapısına dönelim. Kulüp ile ilgili yeterince ve tatmin edici bilgi vardır, sanal dünyada, merak edenlere… Clapton FC’nin bir grup taraftarı ki, ağırlıklı kesim kendilerini “Clapton Ultras” diye tanımlıyorlar ve antifaşist, antirasist, antimilitarist ve sol görüşlü olarak bilinmektedirler, yine öğrendiğim kadarı ile bu taraftar grubu maçlarda takımlarını oldukça coşkulu, gürültülü ve gürültücü bir biçimde desteklerler lakin neredeyse diğer tüm takım taraftarları gibi asla cinsellik içeren, homofobik ve ırkçı tezahüratlar kullanmazlar. Oldukça aykırı duruş sergileyen bu taraftar grubu aynı zamanda düşük ücretlerle maç seyredilebilmenin, sahanın bir kenarında da olsa sigara içebilmenin, bir iki şişe bira içebilmenin, meşaleli kutlamaların cezasız kalabileceği lakin asla ve kat’a şiddetin bulunmayacağı statlar istediklerini ve bu maksatla da genellikle amatör kümelerdeki maçları takip etmeyi tercih ettiklerini beyan etmektedirler. Şimdilerde ise de yine öğrenebildiğimiz kadarı ile İngiliz Otoriteleri “iti ite kırdırma” taktiği gereği Clapton Ultras gibi sol görüşlü grupların karşısına sağ ve ırkçı grupları organize ederek, destabilizasyon yaratmaya çalışmaktadır.

İşte tüm bu ahval ve şeraitte gerek harici gerekse de dahili bu zaptı rapta itiraz manasında 2018 yılında Clapton FC’nin taraftarlarından bir grup ayrılır ve “Clapton Community FC” diye bir takım kurarlar. Takım amatör ruhla özel maçlar yaparak hayatiyetini devam ettirir lakin taraftarlar hep olduğu gibi dinamiktir, ilgilidir, bilgilidir tüm dünya ve ülke meseleleri karşısında duyarlıdır. Yerel ve beynelmilel her olaya ilgi duyarlar, destek ya da protesto açıklarlar, yaparlar… Tıpkı bizim de “Çarşı” grubunun bir zamanlar olduğu şekli ile… TIR içinde havasızlıktan ölen 39 sığınmacının gündemde tutulması ve sorumluların bulunması talebi, Filistin davasına özgür Filistin diyerek destek, kürtaj yasağı mı geliyor hemen tepki, Bask Bölgesinden Real Sociedad taraftarının Atletico Madrid taraftarı bir neonazi tarafından öldürülmesinin lanetlenmesi ve anılması, İspanya İç savaşında haklının yanında yer alan uluslararası tugayların anılması ve gündemde tutulması, modern futbol diye bize yutturulan esasen de para tuzağı olmaktan öteye gidemeyen futbola karşı duruş ve direniş ve dahi karşı teşkilatlanma, nihayetinde birine yapılan haksızlık herkese yapılmış haksızlıktır düsturunu şiar edinerek devam ediyorlarmış ilgi göstermeye. 

Kızımın hediye ettiği bir formanın üzerine neler hatırladım, neler dinledim, neler öğrendim, yazayım dedim… Futbolu sadece digitürk yorumcularından dinleyip,  AHaber kanalından izleyip ilaveten de eğleşilen kahvehaneden devşirilen bilgi ve yorumlarla sınırlı zanneden ve bu yönünü göremeyenler var mı, maalesef numunelik de olsa var… Ne yapalım bizim kabiliyetimiz sınırlı öğreticilikte, öğrenmek istemeyenlere de öğretilemiyor ki, onların durumu benzetmek gibi olacak ama maalesef “ayının 40 türküsü var 40’ı da ahlat üstüne” misalidir… Onlara da Allah selamet versin…

Cumartesi, Temmuz 29, 2023

İLK ŞİKE ve İLK ŞİKECİLER, GALİBA…

Hakem soyunma odasında maça çıkmaya hazırlanıyor ve bu kapsamda 2 takımın yöneticileri kendisine “müsabaka esame listesini” altını imzalayarak teslim ediyorlar… Hakem listeyi alıyor inceliyor 2 futbolcunun lisansının olmadığını tespit ediyor. Lisanssız 2 oyuncunun listesini veren takım yöneticisine durumu söylüyor yönetmelik ve kurallar gereği düzeltme hakkının kullanılabileceğini anlatıyor… Yönetici omuz silkerek cevap veriyor… Müsabaka Yönetmeliği gereği rakip takımın yöneticisine de soruluyor itiraz şerhi koyup koymayacağı, el cevap, müsabakayı oynatın şeklinde oluyor… Lakin Hakem usulsüzlüklere ısrarla dikkat çektiği müsabakayı iki tarafın yöneticilerinin ısrarı üzerine oynatmak için sahaya çıkar, bu oyuncu kadrosuyla maç oynanırsa, lisanssız oyuncu listesini ibraz eden takımın hükmen yenik sayılacağını bir kez daha santra öncesi yapılan seremonide takım kaptanlarına da aktarır… Sonuç alınamaz haliyle, yönetmelikler gereği maç oynanır lakin federasyon “hükmen mağlubiyete” hükmeder. Maç 3-0 rakip takımın mağlubiyeti ile sonuçlanır… Yani Beşiktaş 3 – Fenerbahçe 0… Netice; onlar erer muradına diğerleri çıkar kerevete

Şimdi bunda ne var denilebilir, biliyorlardı hükmen mağlup olacaklarını nitekim de olmuşlar… Kurallar işletilmiş, gerekli cezalandırmalar yapılmış… Evet, bile isteye kural çiğneyenler cezalandırılır…

Peki, tüm bunlar hangi takımlar arası müsabakada yaşanıyor… Şüphesiz ki, Beşiktaş ve Fenerbahçe arasındaki müsabakada… Ne zaman ve neden böyle bir abukluk adeta “parmağım kör gözüne” misali yaşanıyor… Hiç şüpheniz olmasın ki, kamuoyunda ittifakla oluşan bu genel kanaati ben de paylaşıyorum “şike”, hem de Türkiye Futbol tarihinin ilk ve en önemli kara lekelerinden biri olarak tescillenerek… Siz bakmayın mezkûr iki kulübün her daim ve her dönem yöneticilerinin bir başka büyük takımı şikeci olarak suçlamalarına… Tamamen, kendi yaptıkları tescilli muamelenin unutulmasına yönelik feveranlardır tüm bunlar… Gerçi bu inkâr ve iftira kampanyası toplumda çok şükür ki küçük bir azınlık taraftar dışında karşılık bulmuyor, yoksa Allah Muhafaza… Bu kabil konuşmaları, projeksiyonları, aksettirmeleri, yansıtmaları, yönlendirmeleri, isnatları, suçu başkasına sallama girişimlerini, inkâr ve iftira atmaları tıbbi açıdan uzun uzun değerlendirmek benim harcım değil şüphesiz, bu değerlendirmeyi ilgili disiplin mensuplarına bırakıp geçiyorum…

Biz gelelim konunun detaylarına yani sadede… Tarih 8 Nisan 1951… Kıran kırana bir şampiyonluk mücadelesi yaşanıyor. Beşiktaş ve Galatasaray takımları şampiyonluğa yakın lakin birbirlerinin maçları çok önemlidir. Beşiktaş ve Fenerbahçe karşılaşıyor, mezkûr maç Fenerbahçe’nin galibiyeti ya da beraberliği ile bitse Galatasaray şampiyon olacak, Beşiktaş’ın galibiyeti halinde de Beşiktaş şampiyon olacak… Aritmetik olarak maçın skorlarının Galatasaray’a yarama ihtimali %66, Beşiktaş’a ise %33 ihtimal oluşturduğu açık şüphesiz… Peki, ihtimallere bırakılabilecek bir maç mıdır? Şüphesiz hayır… Eeee daha “vur kır parçala bu maçı kazan” taraftar itelemesi slogan da icat edilmemiş… Hakem de tanzim ve tertip edilememiş… Futbolcular da tertibe katılamamış, hani büyük futbolcu Lefter’in penaltıyı martılara vurması dışında… Bakiye ihtimal behemehâl yerine getirilecektir. Lisanssız futbolcular ile sahaya çıkılacaktır… Peki, bu kadar tertip, tanzim, fend ne murad ve maksat ile kurgulanıyor… Galatasaray şampiyon olmasın diye… Esasen dönem itibari ile Beşiktaş, hem 14 maçlık periyotta aldığı sonuçlar hem de kadro itibari ile bakılınca, normalde de şampiyon olsa kimsenin itirazı olmaz, olamaz… Gerçi Galatasaray’ı ilk maçta yenmiş ikinci maçta yenilmiş olsa da galibiyet sayıları aynı, beraberlik sayısı Beşiktaş’ın bir fazla olsa da hile, hurda ve desiseyi örtmeye yetmiyor… Demek ki öyle uygun görülmüş… Peki, bu maçı ve skorunu içine sindirenler ve sindiremeyenler kimler diye bakılınca, sindiremeyenler ya da itiraz edenler kim diye bakılınca evvelemirde Fenerbahçe kongre üyesi hukukçu ve unutulmaz maç spikeri duayen Halit Kıvanç öne çıkıyor… Ne diyor Halit Kıvanç; “Lig şampiyonunu tayin edecek olan dünkü maç, maalesef pek nahoş bir şekilde kapandı ve spor hayatımızın acı vakalarından biri olarak tarihe geçti. Normal olarak şekli Fenerbahçe takımının en kuvvetli tertibiyle sahaya çıkması ve rakibini yenmesi idi. Bu arada dolaşan dedikodulara asla inanmıyor ve sarı-lacivertin bu kudretli kadrosunu bekliyorduk. Fakat maç saati geldiği anda, İnönü Stadyumunu dolduran 25 binden fazla seyirciyi hayali sukuta uğratan bir manzara ile karşılaştık. Fenerbahçe sahaya lisansı olmayan iki oyuncu ile çıkıyordu. Evet, Fener takımı, daha birinci dakikada mağlubiyeti hem de kendisine tek puan bile kazandırmayacak olan hükmen mağlubiyeti kabul etmişti. Bu demektir ki, Sarı-lacivertliler puan ve fikstür icabını suiistimal ederek şampiyonluğu Beşiktaş’a vermeyi uygun görmüşlerdi. Fenerbahçe gibi şerefli ve şöhretli bir kulüp, bu gibi kaprislere alet olacak tiyniyette bir teşekkül müdür Sarı-lacivert şeref dolu tarihinde böyle peşin bir mağlubiyet bulunduğunu biz zannetmiyoruz. Fenerbahçe taraftarları dün büyük bir yeis içindeydiler.” Peki, başka kimler var, Fenerbahçe ve Türkiye Futbol tarihinin önemli sporcularından Zeki Rıza Sporel ve Hasan Kamil Sporel kardeşler, sahadan ve soyunma odalarından fışkıran buram buram Galatasaray’ı “hal’etme” operasyonunu protesto ederek tribünden derhal ayrılmışlardır… Peki, aynı dönemde Beşiktaş kadrosunda kimler var diye baktığımızda, başrollerde sonradan sportmenliğin, centilmenliğin ve başarının zirvesi diye bize anlatılan Süleyman Seba bulunmaktadır. Ben duymadım lakin duyan varsa da özür dilemeye hazırım, efsane Başkan’ın o döneme ve de özellikle o meşhur ayarlı maça yönelik bir kelamı var mıdır? Şimdi tüm bunlara itiraz edenler olabilir… İtiraz adresi ben değilim zinhar, itiraz adresini vereyim hemen onlara, Fenerbahçe ve Beşiktaş Spor Kulüpleri başta olmak üzere Türkiye Futbol Federasyonu, Türkiye Ahlak ve Etik kurulu ile Kamuoyunu Aydınlatma Platformu hepsinden önemlisi herkesin kendi vicdanları…

Tabii ki her Fenerbahçeli her Beşiktaşlı aynı ve bir değildir ve onlar için söylenecek çok farklı şeyler vardır, yalnız sadece bu nedenle bile olsa sahada maç öncesi diyalogların ne olduğunu öğrenen yıllarını Fenerbahçe’ye vermiş Türkiye futbolunun çınar isimleri Zeki Rıza Sporel ve Hasan Kamil Sporel, öğrenir öğrenmez “bu rezil maç seyredilmez” ve “bu rezalet görmezden gelinmez” diyerek sahayı maçın 15. dakikasında terk ediyorlar ya, hani Fenerbahçe kongre üyesi olduğunu bir kenara koyarak milletin doğru ve yansız haber alması için mezkûr yazıyı kaleme alan Halit Kıvanç, işte Türkiye Futbolu hala bu yüzden ve bu kabil ilgililerin yüzü suyu hürmetine ziyadesiyle irtifa kaybetmesine rağmen batmadan ilerliyor…

Galatasaray ikinci oluyor lakin hiçbir Galatasaray yöneticisi ortaya çıkıp sonradan tarihe bir abukluk ibare ve ifadesi olarak geçecek “şerefli ikincilik” gibi bir uyduruk sıfat ihdas etmiyorlar… Bir de sık tekrarlanan bir deyim var “şike kardeşliği”… Hayırlara vesile olsun…

Sonuçta ve tüm bunların neticesinde Beşiktaş’ın ve Fenerbahçe’nin bu “masal masal matitas” hikâyelerine inanan taraftarlarını “Türkiye’de şikenin babası Galatasaray” diye haykırmaya davet ediyorum… Yazdıklarıma inanmayan olursa onlara da daha önceleri, 23 Mayıs 1943 tarihinde yine aynı takımların “şike kardeşliği” örneklerini anlatacağım, söz…

Pazartesi, Temmuz 24, 2023

ÇEŞME BELEDİYE BAŞKAN ADAY ADAYI ONUR SAATLİ İLE GÖRÜŞME

 

ONUR SAATLİ İLE GÖRÜŞME

Önümüzdeki dönem CHP’den Çeşme Belediye Başkan aday adaylığını açıklayan Onur Saatli ile çok uzun bir muhabbet gerçekleştirdik. Genel ve yerel sorunlar üstüne, kâh hem fikir olduk kâh ayrı düştük… Lakin çok uzun olan biraz da samimiyetimize istinaden daldan dala gelişen bu görüşmeyi kısaltarak ve düzenleyerek yayınlıyorum.   

 

EKONOMİST DEĞİLİM EKONOMİ EĞİTİMİ ALDIM

RMÇ- Eğitim, öğretim siyasi geçmişin, siyasi faaliyetlerin ile başlayalım varsa okul döneminden itibaren dernek de dâhil olmak üzere bir hayat özeti yapar mısın?

OS- Çocukluğumuzdan itibaren pansiyonculuk, restorancılık çalışmaları içinde olduk… Üniversite eğitimi de ekonomi üzerine oldu.

RMÇ- Diplomalı ekonomistsin yani?

OS- Diplomamız var evet… Ekonomistim diyemem ekonomi eğitimi aldım ekonomist olmak bambaşka meziyetler gerektiriyor. Aldığım eğitime uygun olarak Türkiye İş Bankasında 17 sene yönetici olarak çalıştım. Ağırlıklı olarak ticari ve kurumsal krediler departmanlarında çalıştım. Belli bir noktadan sonra da işletmeleri biz yeni kuşağın alması gerekir kararına uyarak istifa ettim, işlerin başına geçtim. Şimdi ailece hep beraber ve bir arada iş hayatımızı sürdürüyoruz.

RMÇ- Siyasi hayat peki?

OS- Profesyonel hayatımın 14 senesinde BASISEN sendikası iş yeri temsilcisiydim. Son 5 senesinde Yarımada temsilciliği yaptım. 18 yaşından beri CHP’nin üyesiyim yani neresinden baksan 23-24 yıllık bir parti üyeliğim söz konusudur. Parti delegeliği de dâhil yerel düzeyde birçok görev üstlendim. Sonuçta hep partinin içinde oldum. Geçen yerel seçimlerde de aday adayı idim.

RMÇ- Peki, bildiğim kadarı ile eski ve uzun süre belediye başkanlığı yapmış Faik Tütüncüoğlu’da senin lehine daha önceki dönemde çok ciddi girişimlerde bulundu… Doğru mudur?

OS- Geçen dönem aday adayı olduğumda partinin bütün eski önde gelenlerini Remzi Özen’den, Reşat Akbaykal’a, Emin Özen’den Galip kaya’ya, Çeşme’nin her bölgesinde, Dalyan’dan Çiftlikköy’e, Ovacık’tan Ildırı’ya kadar partiye emek vermiş bütün büyüklerimi ziyaret ettim… Bunların içinde Faik Tütüncüoğlu’da vardı. Partiye emek vermiş en az 45-50 büyüğümüzle görüştüm ve destekleri istedim.

RMÇ- Ama Remzi Özen kendisi de aday adayı idi neden sana destek versin ki?

OS- Danışmak kadar, istişare etmek kadar güzel bir şey var mı? İnsanları dinlemek kadar, görüşlerini öğrenmek kadar güzel bir şey yoktur bence… Ben kendi hür iradem ile çıktım. Kimsenin adayı değildim ve değilim.

RMÇ-  Şimdi şöyle söyleniyor, Babası CHP eski İlçe Başkanı olduğu için desteği de güçlü, ilaveten de Eski Belediye Başkanı kulis yapıyor, ne dersin?

OS- Tüm bu söylenenlerin iyi niyetle söylendiğini düşünüyorum. Mesela geçen seçimlerde Faik Tütüncüoğlu Muhittin Dalgıç’ı destekliyorum ya da Ekrem Oran’ı destekliyorum dese idi onlar da kalkıp biz senin desteğini istemiyoruz mu diyeceklerdi? Faik Bey kaymakam değil ki, eski belediye başkanı ve partili birisi, birini destekliyor olmasından daha doğal ne olabilir ki?

RMÇ- Bir genel Çeşme değerlendirmesi yapar mısın?

OS- Abi bak, ben insanlar üzerinden konuşmuyorum ben hukuksuzluk kısmını söylüyorum… Ben işin Ekrem Bey, Muhittin Bey ve Faik Bey tarafında değilim, ben işin Çeşme tarafındayım… Ben siyasetimi, düşüncelerimi bir kişiye özel ya da entegre ya da kanalize etmiyorum ki, ben Çeşme gerçekleri üzerinden konuşuyorum… Çeşme iyiye gitmiyor… İdari olarak iyiye gitmiyor, mali olarak iyiye gitmiyor, turizm ekonomisi olarak iyiye gitmiyor. Geriliyor… Bunu da verilere dayalı olarak söylüyorum, bir taraftan kendi işletmelerime, restorancı arkadaşların bilgilerine hem de ÇEŞTOB’un verilerine bakarak söylüyorum…

RMÇ- Peki, bunda genel ekonomik bunalımın turizm üzerindeki olumsuz etkisi yok mudur?

OS- Muhakkak etkisi var… Evet, bu bilinen bir şey, ben bankacılık yapar iken de 2018’e kadar kısa vadeli borçlarınızı uzun vadeye yayın diyorduk. 2018 Ağustos döviz krizi ve şimdi de yeni dalga kriz ile sıkıntı devam ediyor elbette… Kur ayarlaması ile iş farklı bir boyuta geldi. Fakirleşiyoruz. ÖTV düzenlemesi başta olmak üzere bir sürü yanlış uygulama bizi nereye götürecek, söyleyeyim bizi vasatlaştıracak… ( Burada bir hayli uzun bir ekonomik ve sosyal değerlendirme yapıldı, buraya almıyorum RMÇ)… Böylesi bir tablo ile dünya ile nasıl yarışacağız…

RMÇ- Öyle bir iddiası yok Türkiye’nin. Söylentilere bakma sen, inanma sen onlara yahu…

OS- Öyle demiyorum ama bayramdan önce Marmaris’te idim. Bayram demiyorum… Bayramdan önce. Oteller dolu, halıcıların dolu, kuyumcular dolu, restoranlar dolu, kafeler dolu. Yabancı turist vardı, yerli turist vardı…

RMÇ- Peki aynı dönemi Çeşme ile kıyasladığında…

OS- Şimdi aynı dönemi kıyasladığında, Çeşme iyi nasiplenmemiş durumda… Çeşme’de otellerin dolulukları %50 seviyesinde şu an…

RMÇ- Bu resmi veri, değil mi?

OS- Soruyorum tek tek otelci tanıdıklarıma, durum nasıl diye, %40 ya da %45 deniliyor…

RMÇ- Peki, anlamak için ya da senin düşünceni anlamak için sorayım, burada belediyenin nasıl bir kusuru var, böyle somut söyler misin, belediye ne yapsa idi Marmaris gibi Bodrum gibi, otel dolulukları %80’lere %90’lara çıkardı, restoranlar dolu olurdu falan…

OS- Burada muhatabımız hedef tahtasına koyduğumuz Belediye değil, esasen de bu bir makamı bir kurumu ilgilendiren konu değil kentin tüm paydaşlarını ilgilendiren bir konu, aaa Belediye, Kaymakamlık, Ticaret odası, Esnaf Odası, bunlar yeknesaklığı, eşgüdümü sağlayacak kurumlar, insanları, toplumu ve ilgili örgütleri bir araya getirecek ve istikamet çizebilecek kurumlar… Bizim en büyük problemimiz yıllardır süre gelen en azından 12 – 13 yıllık bir periyodu alabiliriz, belki biraz daha uzun… Biz Çeşme olarak şuna karar vermeliyiz… Biz sayfiye turizmine, ikinci konutlarla bir turizm anlayışına devam mı edeceğiz 15 gün konutlar açılacak ya da açılmayacak ya da gerçekten yurtdışından ve yurt içinden turistleri ağırlayacak turizm yapacak bir anlayışa geçmek istiyor muyuz? Bunun da farklı türleri var oturacağız, konuşacağız, kentin tüm paydaşlarını bir araya getirecek olan Belediye, Kaymakamlık, Esnaf Odası burada devreye girecek… Burada herhangi birinin çıkıp da biz turizm istemiyoruz demesi mümkün mü? Bugün 50 kişinin pasaportunu turizm polisine vermesi ile birlikte 50’den fazla sektörü ilgilendiren bir aksiyon başlıyor… Manavından, elektrikçisine, berberinden, sucusuna kadar 50’den fazla sektörü ilgilendiren bir faaliyettir. Öyle turizmi 6 aya çıkaracağız 12 aya çıkaracağız safsatalarından bahsetmiyorum… Burada gerçek anlama 3 – 4 ay dolu dolu bir turizm yapmak istiyoruz… 15 Mayıs’tan 15 Eylül’e kadar.

Şuna karar vereceğiz. Yatırımcılar da, yaşayanlar da ona göre beklenti ve yatırımlarını şekillendirecekler… Ya vasat turizm, düşük yatırım düşük gelir… Ya da biz kabımıza sığmıyoruz, (uzun uzun yereli değerlendirme, buraya almıyorum RMÇ). Bizim 2. bir Antalya olmaya ihtiyacımız yok, skor yapmıyoruz, ne kadar turist ağırladığımızın bir önemi yok, ne kazandığımızın önemi var… 1.000.000 turist yerine 100.000 daha katma değerli turist ağırlayalım, kendini bilen harcama kalitesi yüksek insanlar gelsin… Bizim burada ne yazık ki bu gerçekleşme hiç olmuyor… İster bunda bizim yanlış politikalarımız deyin ister genel ekonomik krizin etkileri deyin mesela ben plajların ücretsiz olmasına karşı değilim ama hizmetsiz bırakılmasına karşıyım. Duş yok, soyunma kabini yok, tuvalet yok, şezlong yok, şemsiye yok, bu bana göre halkçılık değil sefil halkçılıktır.

RMÇ- Bunların tamamı bilabedel yapılabilir oysaki… Ve yapılmalı da… Bunu gavur yapıyor… İşte karşımızda Sakız adasında aynen böyle…

OS- Bedava da yapmak zorunda değilsin ayrıca…

RMÇ- Bedava olmalı. Bunu tartışmayalım bence… Karşıda da geliyorsun, şezlong, şemsiye, soyunma kabini, hatta internet bedava, sadece yediğin içtiğin ne ise ödüyorsun ve de öyle olmalı, o da makul fiyatlarla…

OS- İnsanları bu kalıplara sokmak zorunda da değiliz. İsteyen gelir şemsiyesi ve şezlongu ile oturur, plaj keyfini tamamlar… Yaz dönemi Çeşme Halkı yararlanmıyor ki bu hizmetlerden, onlar yazın çalışıp ekmeğinin peşinde… Para kazanma derdinde… Plaja gidecek vakti yok… Sen ne yapıyorsun hafta sonu özellikle esnafına para kazandırmayacak bir kitle çekiyorsun… Yani adam İzmir’den bagajını dolduruyor, alışverişini yapıyor… Dönerken sana çöpünü bırakıyor…

RMÇ- Ama o da bir tercih değil mi? Bırak insan nasıl tercih ediyorsa etsin değil mi? Sen adamın senin dediğin gibi gelmesinin koşullarını yaratamıyorsan, yani insan yahu kardeşim biz bunları buradan niye bagaja doldurup gidiyoruz diyemiyorsa, kendi kendine…

OS- Bu bahsettiğim hizmeti çok düşük ücretlerle verebilirsin diyorum ben de, bu yüzden…

RMÇ- Ben böyle olabileceğine inanmıyorum, Bu dediğin hizmeti vermezler, bak örnekleri var etrafımızda, meydanda 2 TL’ye çay satıyoruz dedin ne oldu, efendim çok zam geldi, kurtarmıyor vs vs… Yönetenlerin bahanesi bitmiyor ki…

OS- Meydanda kaç çay sattıklarının, kaç para topladıklarının haberleri yok, bu kadar net söylüyorum sana…

RMÇ- Olabilir… Lakin devlet plajlar için Milli Emlak üzerinden Turizm ve Kültür Bakanlığı üzerinden kafalarına göre düzenlemeler yaparak yeterince farklı ve halk yararına olmayan işler yapıyor. Bugün senin dediğin cüzi ücreti yeni gelen başka bir hale getiriyor… Süreçler de hep böyle işliyor biliyorsun, önce cüzi ücret, sonra makul ücret, sonra gerçek ücret, sonra ihtiyaç oldu özelleştirelim ya da satalım… Suyunu İzmir’den alıp gelen vatandaşı ilzam edecek laf etmemek gerek… Vatandaş oradan su alıp geliyorsa demek ki buradaki esnaf da kendine çeki düzen verecek… Esnaf İzmir’de 6 Tl’ye satılan suyu 20 Tl’ye satıyorsa, geçmiş olsun, ne konuşacağız biz… Şimdi burada restoranlar rakı fiyatlarına 2 çarpanı bazen de 2,5 çarpanı uyguluyor, bu insaflı bir şey mi yani? Şüphesiz para maliyetinden ötürü bir fark şarj edeceksin, bunu %25 yap %30 yap…

OS- Bugün karşı karşıya olduğumuz maliyetlerle bunu gerçekleştirme şansımız yoktur.  Bunu yapılacak bir esnaf bırak Çeşme’yi Türkiye’nin hiçbir yerinde yapabilecek bir esnaf yoktur. Bugünkü enerji maliyetleri ile bugünkü personel maliyetleri ile her geçen gün artan vergi maliyetleri ile KDV arttı, %2 konaklama vergisi eklediler…

RMÇ- Ben de esnafı direk hedef tutarak konuşmuyorum lakin dedin ya bagajını dolduran adam gelmesin daha nitelikle katma değeri fazla olacak vatandaş gelsin, buna cevap olsun istedim. Ayrıca benim düşündüklerimin bu konuşma içinde çok da önemi yok. Sen ne düşünüyorsun diye bakıyoruz biz. Yoksa bana göre bize bugün turizm diye anlattıkları ve dayattıkları şey turizm değil ki… Bu sadece kapitalist sisteme de yükleyemeyiz, Yunanistan’da da kapitalist sistem var… Aramızda da dağlar ovalar kadar fark var…

OS- Daha iyi yönetildiği kesin…

RMÇ- Ben sana daha farklı bir şey söyleyeyim Mısır bile bizden daha iyi bu manada…

OS- Bizim Ülkemizin tamamını değiştirecek gücümüz yok. Biz ancak burada yaşayan insanlar olarak, yatırımcılar olarak, burada doğup büyüyen ya da sonradan gelen Çeşme’nin kendine has ürünlerinin ve dokusunun hâkim kılınması değerlerinin kaybedilmeden bir turizm anlayışının büyütülmesine inanan insanlar olarak yapmamız gerekenler nedir. Dünyada turizm farklılaşıyor şu sağlık turizminde dünyada 120 milyar dolarlık bir hacme ulaştı… Sağlık turizmi de deyince burada hemen termal turizm anlaşılıyor… Kardeşim termal turizm bunun bir bacağı, saç ekiminden göz hastalıklarına, diş tedavisine, eklem rahatsızlıklarına, romatizmal hastalıklara kadar başlı başına ayrı bir faaliyet haline geldi dünyada… Biz bundan neden nasibimizi almayalım.

RMÇ- Alabilir miyiz yani? Alabiliriz diyorsun yani?

OS- Alabiliriz tabii ki. Doğru bir planlama ile alabiliriz. Çünkü Avrupa şuna bakıyor özellikle İskandinav ülkeleri gibi Almanya gibi sosyal devlet anlayışının daha güçlü olduğu ülkelerde sosyal güvenlik kurumları özel sağlık sigorta şirketleri ben sigortalımın tedavisini en kaliteli ve en uygun fiyatlarla nerede yaptırabilirim. Avusturya mı? Yunanistan mı? İtalya mı? Türkiye mi? Oraya yönlendiriyor. Pandemiden önce dünyada 1,4 milyar insan seyahat ediyordu. Pandemiden sonra bu 940 milyona geriledi. Önümüzdeki 10 yılda kuzeyden güneye yaklaşık 2,5 milyar insan seyahat edecek diye öngörülüyor.  Özellik endüstri 5.0 dedikleri yeni bilgi çağı ile birlikte insanlar daha çok vakte sahip olup seyahate daha çok zaman ayıracaklar. Başka başka turistler ortaya çıkıyor dijital göçebeler ortaya çıkıyor, adam Rus vatandaşı Türkiye’de yaşıyor işini buradan yapıyor. Adam Rus vatandaşı işyeri Afrika’da Türkiye’de bir otelde konaklıyor ve aynı zamanda işini yapıyor… Biz geleceğe yönelik düşünmek ve dönüşmek zorundayız… Alt ve üst yapımızı buna göre ayarlamalıyız. Görüyorsun dönüp dolaşıp bugün hala kanalizasyon sorunun konuşuyoruz… Çeşme’nin hala yaklaşık %50’sinde kanalizasyon yok… Dijital göçebelerden, yapay zekâ sonrası 2,5 milyar insanın seyahatinden ne pay alacağımızdan konuşurken geliyoruz kanalizasyon muhabbetine… Bunları yapacak yetkin de gücün de yok kim yapacak Büyükşehir Belediyesi yapacak… Her yılın Kasım ayında gerekli makamları ikna edip bütçeden pay alabilirsen yatırım planına girebilirsen, kavga etmezsen, büyükşehir belediye başkanı ile anlaşırsan, aynı yere yumruğu vurabilirsen iş yaptırabilirsin… Şu an itibari ile Çeşme’nin 28.000 yatak kapasitesi var sen diyorsun ki 100.000 yatak ilave yapacağım. Mevcudun 3 katı büyüklüğünde bir alan inşa edeceksin, iddian bu değil mi? Bu iddia korkulacak uzak durulacak bir iddia bence. Sen detayları açıklamak zorundasın,

 

YENİ ÇEŞME PROJESİ ÇEŞME’NİN KANAL İSTANBUL’U

RMÇ- Yeri gelmiş iken sana da sorayım, ama biraz hızlı bir giriş yapayım… Mesela bir belediye başkanı şöyle yapar mı? Bir proje için bugün evet, yarın hayır, sonra tekrar evet, sonra tekrar hayır…

OS- Buna çok net bir yanıt vereyim. Önümde şu an açık, sen gelmeden önce de biraz hazırlık yaptım çünkü… 06 Kasım 2021’de yazmışım. Politikyol’daki sayfamda, biliyorsun parti tarafından desteklenen bir yayın organıdır… Çeşme’nin “Kanal İstanbul’u Yeni Çeşme Projesi” demişim ve anlatmışım. Ne anlatmışım, mevcut iktidarın her projesinde olduğu gibi yerel dinamikleri, sivil toplum kuruluşlarını, yerel yönetimleri, en önemlisi bölge halkını umursamadan ne yapılmak istendiği nasıl yapılmak istediğini anlatmadan ve karşıt görüşleri görmezden gelerek ikna etmeye bile tenezzül etmeden bölgede yaşayan insanların endişe ve korkularını hiçe sayarak ben yaptım oldu zihniyetinin son örneği Yeni Çeşme Projesidir dedim. Bunu en başında söyledik peki neye dayanarak söyledik… Biz projelere yerine ve bize çıkan maliyetine bakıyoruz.

RMÇ- Sadece bize çıkan maliyete değil doğaya çıkan maliyete de bakmak lazım… Peki, sen ne diyorsun, Yeni Çeşme Projesi konusunda Tunç Soyer ile Ekrem Oran’ın aynı tavrı izlemesi, benzer fikirleri benzer tarihlerde açıklamasına ne diyorsun?

OS- İlk başta masaya davete icabet ettiler, görüşmeye gittiler.

RMÇ- Masaya gidilir tabii, seni devleti temsil edenler çağırıyor, ben gelmem diyemezsin ki…

OS- Masada size bilgi verilmedi ise, görüş sorulmadı ise, ne diye uzun süre masada kaldınız değil mi? Büyükşehir ve İlçe Belediyesi olarak o masadan daha önceden kalkılmalı idi. Onların da tıpkı bizim yaptığımız gibi tepki göstermesi gerekirdi, biz de onların arkalarında olurduk… Parti organları erkenden haberdar edilmeli idi. Gerçi parti yetkili kurulları da projeye destekten yana tavır koydu… Bir insan yeniliğe, güzelliğe ve kolaylığa karşı olabilir mi? Olmaz. AKP’li yetkili, yetkisiz kim varsa kimi gördü isek sorduk, bu projenin içeriği nedir diye, hiçbirinin bir şeyden haberinin olmadığını anladık… Biz bu bölgede yaşıyoruz, burada evlerimiz var, bağlarımız var, tarlalarımız var, mezarlarımız var

RMÇ- Kardeşim anılarımız var…

OS- Burada yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz. Paylaşılmıyor ne yapılacağı bilgisi… Bu toplantılara 2 kişi katıldı Çeşme’den Çeşme Halkını temsilen, 1- Belediye Başkanımız 2- ÇEŞTOB Başkanı katıldı. Bir fırsat bulup ÇEŞTOB başkanına sordum, bakan size ne anlattı bu proje ile ilgili diye

RMÇ- Bende Çeşme halkından birisiyim ÇEŞTOB Başkanı beni temsil etmiyor kardeşim çok net… Onun açıklamaları tam bir cehalet ifadesi doğrusu…

OS- O bir tam hezeyan. Ben diyorum ki buradan bir turizm projesi çıkmaz… Buradan çıksa çıksa büyük şehirlerde rantını kaybeden yandaş müteahhitlere villa projesi çıkar… Oraları parselleyip parselleyip müteahhitlere satarlar göstermelikte 2 adet otel dikerler geri kalanı normal halkın giremeyeceği özel konut alanları haline gelir… Ayrı bir şehir yaratılır orada…

RMÇ- Alaçatı Port projesi gibi…

OS- Benzer hatta daha da katısı olur… Şu soruyu sorduk eğer gerçekten bir turizm projesi ise kaç otel, kaç marina, kaç golf sahası, personel nerelerde ikamet edecek, mevcut kentle entegrasyonu nasıl olacak, altyapısını kim yapacak, büyükşehir mi, yerel belediye mi, kaynağı nereden gelecek, kaynağı sen mi göndereceksin, daha mevcut kentin altyapısı bitmemiş, fiber internet aboneliği alamıyorsun… Şimdi çöp boyutu var, Çeşme belediyesi bünyesinde çöp toplama işi ayrı birim içinde değerlendirilmek zorundadır. Çöpün ayrıştırılması geri dönüştürülmesi ayrıca komşu belediyelerle birlikte çöpten enerji üretilmesi ciddi düşünülmesi gereken bir konudur… Şu an vahşi depolama ile gidiyoruz…

RMÇ- Şimdi yeri gelmişken bir soru daha sorayım, Belediye Başkanları özellikle de bizim mahallenin Belediye Başkanları seçilene kadar son derece demokrat, son derece halkçı, yerel basına önem veren, halkı dinleyen, anlamaya çalışan insanlar görüntüsü veriyorlar. Seçildikleri gün bir anda dönüp gidiyorlar.

OS- Şöyle oluyor herhalde. Seçildiğin günün akşamında sana gökten bir vahiy geliyor ve bu ileti neticesinde her şeyi bilmeye başlıyorsun sen…

RMÇ- Şimdi burada sorum şu CHP diye bir parti var seni aday gösteriyor, ilçe başkanlarına rağmen aday tespiti, il başkanlarına rağmen büyükşehir belediye başkan adayı tayin edilmiyor değil mi? İlaveten seçildikten sonra ilişkilerin düzenlenmesine yönelik düzenlemeler yapılmıyor mu?

OS- Yapılıyor tabii ki parti tüzüğüne göre İlçe Başkanlığı Belediye Başkanlığının fevkinde bir makamdır.

RMÇ- Ama tüzüğe göre…

OS- Herkes hata yapabilir burada kentin yasal otorite sahibi ilişki ve uygulamalarında bazı hatalara düşmüş ise bunu toparlayacak olan İlçe yönetimi ve İlçe başkanıdır. Bizim İlçe yönetimimizde çok değerli arkadaşlar var hakikaten çok samimiyetle söylüyorum hizmet için koşuşturan, çaba harcayan hatta para harcayan insanlar var. Ama bu arkadaşlar bu soru dâhilinde konuya ne kadar hâkimler ve müdahil olabiliyorlar ne kadar müsaade ediliyor bilmiyorum.

RMÇ- Belediye başkanı elindeki mali ve diğer güçleri kullanarak İlçe Başkanı seçimine müdahil olmuyor mu?

OS- Belediye başkanının geleceğini düşünerek müdahil olmasını yadırgamıyorum ama belediye personelinden bazı kişilerin parti üyelerini arayıp şu listeye, şu adaya oy verin demesini anlamıyorum, şunu yaz bunu yazma demesini anlamıyorum.

RMÇ- Peki kardeşim aday tayin edildin atandın ve seçildin… Esnaf Odasının seçimlerine, Şoförler Odası seçimlerine müdahil olur musun, İlçe yönetimi tayini için seçimlere müdahil olur musun, Kent Konseyinin oluşumuna ciddi manada müdahil olur musun, Çeşmespor’un yönetiminin tayin edilmesine müdahale eder misin, Pir Sultan Abdal Derneğinin seçimlerine karışma hakkın olduğunu düşünür müsün, Atatürkçü Düşünce Derneği seçimlerine müdahil olur musun, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği seçimlerine müdahale hakkını kendinde görür müsün?

OS- Olmam, olmak istemem neden istemem, Bu kurumlara ya da kuruluşlara baskı yapılması doğru değildir, bunların yönetimde şunlar olsun demek de abesle iştigaldir. Farklı bir şey demeye gerek de görmüyorum, şimdi mesela ADD’nin başkanı Ali değil Veli seçilse idi ne olacaktı, Belediye ya da Kaymakamlık yanlış bir şey yapıyor ise sivil toplum kuruluşların da buna karşılık eleştirme ve protesto etme hakları vardır. Kuruluşların mensuplarının haklarını korumak gibi bir görevi varsa sonucun böyle olması kaçınılmazdır. Bundan birkaç yıl önce ÇEŞTOB bünyesinden bir grup genç insan yönetimden olmasa bile direk başkandan rahatsızlıklarını dile getirerek imza toplamaya başladılar. Amaç seçimli genel kurul, ÇEŞTOB’un 120-130 üyesi var iken bu arkadaşlar 75-80 imza topladılar, hatta bende imza verdim, neden verdim, bu bir demokratik mücadeledir, madem yeterli imza toplanmış, genel kurul toplansın herkes eteğindeki taşları döksün, mevcut başkan da aday olsun başkaları da aday olsun, oradan bir güzellik çıksın, konuşulacak şeylerin yeri de o meclistir sonuçta…

RMÇ- 75-80 oy da önemli bir miktar yönetmelikler de uygun ise gereği yapılmalıdır, değil mi?

OS- O imzalar ile talep edilen genel kurul toplanması talebi yürürlüğe konulmadı, ÇEŞTOB Yönetimi yok saydı bu müracaatı, yok saydı… Zaten 1 yıl sonra genel kurulun var, yap şimdiden, değil mi? Yok ne gereği var birilerine gidip icazet alıyorsun, o da yasal otorite gücünü devreye sokarak, yok senin otelin var, yok senin plajın var, yok senin havuzun var diyerek imzaları geriye çektiriyor. Bu davranışlardan bir güzellik çıkmaz, tıpkı genelde Türkiye’de çıkmadığı gibi…

RMÇ- Geçen sosyal medyada enteresan bir şeye rastladım. Birisi diyor ki “yahu kardeşim sen bırak kimin kime oy verdiğini de yapman gereken işleri yap” altına da bir kişi şöyle yorum yapmış “yine kimin ayağına basıldı ise artık…” Yahu işini yapması gerektiğini hatırlatan birine bir kişinin dahi ayağına mı basıldı diye cevap vermesi bana göre ayıptır, Yahu ne yapılmışta sen böyle yorum yapıyorsun değil mi? Tıpkı kurşun asker misali, ne dersin?

OS- Ya evet Başkan sosyal medyada bir vatandaşın seçimde verdiği oyun resmini paylaşıp, CHP’ye oy vermeyi içime sindiremedim, diye bir paylaşım yapması üzerine konu gelişiyor.

RMÇ- Bizi sopalasın diye birilerini seçmiyoruz ki. Bizi yönetsin diye, nasıl yönetsin peki, kurallara ve kanunlara göre, yetiyor mu yetmiyor temayüllere, yetmiyor, ahlak, etik göz önünde tutularak… Sen kurallara uygun bir şey yaparsın da etik ve temayüle aykırıdır, bu da olmamalı bence…

 

NEDEN ADAY YAPSINLAR Kİ?

RMÇ- Şu ana kadar ki konuşmalarımızdan anladığım kadarı ile partinin kurumsal olarak tercihleri ile senin tercihlerin arasında bir ayrışma var sanki… Farklılaşma var, bütün bunların yanında bir ilave soru sana… Bu kadar aykırılık var iken seni neden aday adayı yapsınlar…

OS- Parti yönetimi, üst yönetimi ile ters düşmüş olduğum bir şey yok ki… Ufak tefek ayrıştığım şeyler olabilir ama Çeşme üzerine hazırladığımız raporlar bütün Parti Meclis üyelerine ve MYK üyelerine Yeni Çeşme Projesi Kanal İstanbul Projesidir dediğimde bana aktardığım bilgiler için teşekkür ettiler… Kendilerine detayların anlatılması karşısında hiçbir olumsuz tepki gösterilmedi. Ben parti üst yönetimi ile farklı düşünmüyorum, ben sadece buradaki ilçe yönetimi ile farklı düşünüyorum. Ya da Belediye yönetimi ile farklı düşünüyorum Yeni Çeşme Projesi konusunda.

RMÇ- Sen, şimdi sadece Yeni Çeşme Projesi ile ilgili raporlar ve detaylar verince kafaları pırıl pırıl oldu tamam da, Çeşme’nin problemi sadece bu proje değil ki… Ne dedin Turizmin tarifinde bile aynı şeyleri düşünmüyoruz…

OS- Mesela Çeşme meydan düzenlemesini alkışlıyorum, çok güzel oldu… Ama sahilin beton dökülerek bırakılmasını doğru bulmuyorum. Görsellik ve kullanışlılık açısından estetik bir taş kaplanmalı idi… Topu topu 1 km.’ye yakın bir taş kaplama olacaktı. Tercihler böyle. Saygı duyuyorum ..

RMÇ- Ben de öyle düşünüyorum… Bu tür şeylerin suyun başında oturanların tercih edebileceği şeyler olduğunu düşünüyorum.

OS- Yukarı Çarşı da Mehmetçik Parkının yeniden düzenlenmesinin yanlış olduğunu, ihalesinin derhal iptal edilmesi gerektiğini söyledim, durdum… Ülke olarak kaynaklarımız sınırlı, tamam bir sürü vilayetten fazla gelirimiz var. Bu nedenle har vurup harman savuramayız. Öyle olsaydı beş senedir bu kadar çok gayrimenkul satışı yapmazdık… Dolayısı ile bir bütçe sorunumuz var gibi görünüyor bu nedenle acil ihtiyaçlar dışında bir şey yapılmamalı, nedir acil ihtiyaçlar?

RMÇ- Evet, soru o, nedir acil ihtiyaçlar sana göre… Ve senin önemsediğin projeler nelerdir?

OS- Bir Büyükşehir Belediyesi ile yeknesak çalışmak zorundayız. Ne dedik sohbetin başlarında, Garaj bize bağlı değil, Mezarlıklar bize bağlı değil, Trafik bize bağlı değil, Altyapı bize bağlı değil, AYKOME bize bağlı değil, o zaman bizim kaçınılmaz olarak Büyükşehir Belediyesi Başkanı ve ilgili birimleri ile en uyumlu çalışmak zorundayız. Her yıl Kasım ayında Büyükşehir Belediyesi bütçesine ilçemizi ilgilendiren daha çok projenin yer almasını sağlamalıyız. Biz eğer Büyükşehir bütçesinden bu projelerin gerçekleştirilmesi için gerekli katkıyı alamaz isek bir süre sonra gayrimenkul satarak dahi bu işlerin altından kalkamayız.

RMÇ- Yani, bu işlerin becerilemediğini mi söylüyorsun?

OS- Ben doğru bir yönetim sergilendiğini düşünmüyorum. Beş senedir böyle ve ne yazık ki ondan önceki dönemde de becerilemedi diye düşünüyorum. Daha önceki açıklamalarda mahalli İdareler Kanunundaki köklü değişiklikler nedeni ile adaptasyon ciddi zaman aldı. Bu manada yatırımlar açısından kayıplar birikerek çoğaldı.

 

YİNE OTOPARK

RMÇ- Ne mesela. Yatırım yatırım diyorsun nedir somut olarak 3 tane söyleyebilir misin? Altyapı mı hazırlayacaksınız yoksa direk yatırım mı? Nedir?

OS- Çeşme’ye gelen tüm insanlar, Çeşme Çarşısını görmeden, esnafına uğramadan dönüp gidiyorlar. Adliye’den al aşağıya doğru Çeşme Meydanı ve Marina’nın olduğu bölgede çok büyük bir otopark sorunu vardır. İnsanlar arabasını Dalyan yolundaki Caminin oraya bırakıp, Çarşı’ya inecek orada alışveriş yapacak, sıcakta kan ter içinde elinde torbalarla arabasına dönecek. Bu hayalden öte bir şey değil. Ya evine en yakın markete ya da arabanla gidiyorsun bir süpermarkete gidiyorsun alışveriş yapıp dönüyorsun…

RMÇ- Ama Çarşı’da bu manada alışveriş merkezleri yok ki…

OS- Ben alışveriş merkezinden bahsetmiyorum, yerel esnafın iş hacminden bahsediyorum.

RMÇ- Mesela Çarşı’da deterjan alacak bir yer mi yok diyorsun…

OS- Konumuz deterjan değil ki, yeme-içme… Mehmetçik Parkının orası yeraltı otoparkı yapılabilir bir yer iken yapılmadı… Şu an girişteki açık otoparkı da dahil edilerek büyük bir yer altı otoparkı yapılacaktı. Doğrusu budur.

RMÇ- Ben de bunu doğru bulmuyorum, karşı çıkıyorum senin bu yaklaşımına, biliyorsun seninle yıllar önce de bunu konuştuk. Bana göre Çeşme’nin bir otopark sorunu yok

OS- Sana göre yok. Sen her yere yürüyerek gidip alışveriş yapabiliyorsun tabii ki… Düşün ki yabancısın geldin bu kadar yürür müsün?

RMÇ- Şimdi sen diyorsun ki Caminin oraya park edip gelmez insanlar oysaki Mehmetçik Parkının altı otopark olsa sorun çözülür diyorsun lakin Caminin orası ile senin işaret ettiğin yer arası 200 mt bilemedin 300 mt sence sorun bu kadar kısa bir mesafeden mi çıkıyor? Otopark dediğiniz yer de hemen öyle kısacık mesafelerle içine girilir çıkılır yerler değildir ki… Yaklaşım yolları vardır vs vs… Neyse benim fikrimden ziyade senin düşüncelerin ve çözüm önerilerin önemli, devam edelim…

OS- Yaklaşım ve bağlantı yollarını tabii ki inşaat mühendisleri hazırlayacak…

RMÇ- Şüphesiz öyle… Sen talep edince mühendisler projeyi hazırlarlar, orada sorun yok ki… Fikir olarak bakıyorum konuya… İşaret edilen yer ile bugün kullanılan yer açısından ciddi bir mesafe farkı yok ki. Anlarım hani adama Uzunkuyu’ya park et, Çeşme’ye gel desek, tamam da…

OS- Ben Urla’da 3 sene görev yaptım. Urla Meydandaki yer altı otoparkı sorunu çözdü büyük ölçüde…

RMÇ- Geçen gün gittim birkaç kez dönmeme rağmen orada yer bulamadım. Burada sorun ne bence biliyor musun şehir içini altını ya da üstünü bu kadar cazip hale getirirseniz gelen çok olur lakin daha farklı sorunlara neden olur. Cazibe alanı yaratmamak gerek bence…

OS- Tur otobüsleri nereye park edecek. Komşu adalara gidecek insanlar nerelere park edecek. Yolun üstü bisiklete, patene tahsis edilmesi gerekir iken araca tahsis ediliyor. Otopark ciddi bir problemdir. Biri Mehmetçik parkı ve etrafını da kapsayan diğeri de Musalla Mahallesindeki halı sahaların olduğu bölgeye yeraltı otoparkları yapılmalıdır. Yer üstü otoparkı çağdışıdır. Viyana’da böyle burada da böyle olmalı…

RMÇ- Viyana’da sen şehrin içine kafana göre araba sokamıyorsun ama…

OS- Yeraltı otoparkları çağdaş çözümdür. Bitti. İki- Eğitim problemimiz var bayağı da önemli hem de her şeyden önemli. Çeşme’de okul yok şimdi… 16 Eylül yıkıldı, Namık Kemal yıkıldı, yerine yenileri yapılmadı. Çocuklar var olan okullarda sabahçı-öğlenciye döndü. Bir de balık istifi…

 

İDDİA - İKNA - İCRA

RMÇ- Peki, Belediyenin dahli nedir bu problemin oluşmasında?

OS- Belediyenin dahli nedir. Bir Ankara’daki kurumları ne yapacak edecek ikna edecek. Top sahasının orayı AVM yapmak için istemeyecek. Top Sahasının olduğu bölgeyi, önündeki Ertan Lisesinin olduğu bölgeyi, Namık Kemal İlkokulunun bulunduğu bölgeyi yeni bir eğitim kampüsü alanı haline dönüştürmenin girişimlerinin yapılması gerekmektedir. Çocukların yürüyerek gelip gidebileceği, içerisinde anaokulu, ilkokulu, ortaokulu ve lisesi olan, kapalı spor salonu, açık spor alanlarının olduğu bir kampüs haline getirmeliyiz. Nasıl yapalım, ikna edemiyoruz. Etmelisin, edeceksin kardeşim, görevin bu… Bahane üretilmesinin haklı bir tarafı yoktur anlayacağın. Yerel yönetimlerin görev ve sorumlulukları içindedir esasen de…

RMÇ- 3. Proje?

OS- Çöp atık sistemi… Türkiye Avrupa’nın atık deposu haline geldi… Bir kere biz milyonlarca liralık bir kaynak israfından bahsediyoruz. Organik ve organik olmayan çöplerden bahsediyoruz. Yarımada Belediyelerini de içine alacak şekilde Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde vahşi çöp depolamadan ayrıştırmaya geçmek zorundayız. Geri dönüşümü temin etmek zorundayız.

RMÇ- Bildiğim katı atıklar taşınıyor, Büyükşehir Belediyesinin depolarına ya da tesislerine…

OS- Bu taşınmanın artık ayrıştırmaya dönüştürülmesi gerekir.

RMÇ- Sen şimdi Belediye başkanı olursan, Bakanlıkları da eğitim işinde ikna edebileceğine inanıyorsun İzmir Büyükşehir Belediyesini de diğer yatırımlar için gittiğinde onları da ikna edeceğine inanıyorsun değil mi?

OS- İnanıyorum tabii ki…

RMÇ- Ömrümüz olursa 3 sene sonra bu soruları sana tekrar soracağız…

OS – Siyaset, ikna, iddia ve icra işidir.

RMÇ- Karşıdaki nasıl olsa kötü niyetli değil diyorsun, biz onu mutlaka ikna ederiz.

OS- Kötü niyetli de olabilir.

RMÇ- Nasıl ikna edeceksin o zaman… Adam ikna olmaya kapalı ise nasıl ikna edeceksin peki…

OS- Merkezi hükümet Çeşme için aklı başında bir proje ile gidersek kaynağı varsa yapmıyor mu yani?

RMÇ- Yapmıyor, evet ne yazık ki böyle… Denmiyor mu Allasen, tamam başkanlığı aldınız ama meclis bizde topal ördeksiniz, size iş yaptırmayız…

OS- Deniliyor… Ama bütçeleri de gelince onaylıyorlar…

RMÇ- Bilmiyorum o zaman İstanbul Belediye Başkanı niye o zaman ağlayıp duruyor.

OS- Bu zihniyetle gidersek biz hiçbir şey yapamayız o zaman… Bir şeylerin mücadelesini vermememiz lazım…

RMÇ- İddia sahibi olman güzel, itirazım olmaz zaten… Katılmasam da başta otopark projelerine lakin itiraz da etmem. Lakin “ikna” konusundaki görüşüne ben ikna olmadım ki onları ikna edebileceğin konusuna, onlar nasıl ikna olacaklar… Peki, ikna ederim diyorsan ve ikna edersen icra etmek zaten kolaydır, artık…

 

BÜTÇE GELİRLERİNİN 3’TE 1’İ GAYRIMENKUL SATIŞINDAN

OS- Baştan beri ne dedim Çeşme’nin bütçesi buna kâfidir… 2023 yılı Çeşme Belediyesinin 541 milyon bir bütçesi var. Nihayetinde bu bütçe bir kâğıda dökülmüş figürler silsilesidir. Eğer ben bir miktar bu işleri bankacılık hayatımda öğrendiysem bu bütçe ile yatırım yapması mümkün değildir. Neye dayanarak söylüyorum bu bütçenin tahmini 175 milyon Tl’si satılacak gayrimenkullerden elde edilecek gelirler kalemidir. Çeşme Belediye bütçesi 15 milyon TL’lik özel kalem bütçesini kaldıracak bir bütçe değildir… Bu bütçe yönetimi ile bu kent yönetilemez… Esasen bu kentin kaynakları kenti ileriye taşıyacak yeterliliktedir ama bu yönetim tarzı ile mümkün değildir. Sen mirasyedi pozisyonundasın şu anda…

RMÇ- Bütçede festivaller var mı varsa büyüklüğü nedir?

OS- 40 Milyona yakında festival harcamaları var.

RMÇ- Sportif faaliyetlere ne kadar acaba?

OS- Sportif faaliyetleri göstermiyor. Satış gelirleri içinde 100.000 TL’lik lojman satış gelirleri var…

RMÇ- Konut sorunun çözmek istiyorum diyerek lojman satışı yapılabilir mi? Yani bu doğru olabilir mi?

OS- Çeşme Belediyesinin mali ve idari açıdan iyi yönetilmediğini düşünüyorum… Esasen kadro yeterlilik açısından da kabiliyet açısından da bence yeterlidir.

RMÇ- Sosyal Belediyecilik yapılması gereği tekrarlanıp konut sorununu çözeceğim iddiasında bulunuyorsun lakin lojman satışı da yapacağım diyorsun, bu bir çelişki değil mi? Kira sorunu olan personeline tahsis etmen gereken konutları satmayı düşünüyorsun, peki bu gerçekten doğru okuduğun bir şey mi?

OS- Her şey ortada, her şey kayıtlı, ne diyelim ki ilaveten…

 

REZİDANS GERÇEĞİ VE SOSYAL KONUT

OS- Bu konu özelinde ise “gecekondu önleme bölgesi” diye tayin edilen bölgede kooperatif alanı olarak değerlendirilen bu alanda taa Faik Tütüncüoğlu zamanından beri konuşulan konutların yapılması mümkün görünmemektedir. Gerçekçi olmak gerekir…

Diğer taraftan Çeşme son yıllarda bir rezidans kuşatmasına girmiş bulunmaktadır. Bunun doğru olmadığını söylüyorum bunlar yanlış… Turistik tesis yapacağım diye ruhsat alarak nerden alırsa alsın ister Turizm Bakanlığından alsın ister Çevre Bakanlığından ister Belediyeden alsın konut tapusu veremese dahi arsa ortaklık payı ile konut satış yapıyorlar… Hiç birinin önünde otel tabelası yok…

RMÇ- Buna engel olabileceğine inanıyor musun peki?

OS- Olunur tabii ki. İşletme mi burası nerde tabelan sorusundan başlayalım.

RMÇ- Bu Belediyenin görevi mi peki?

OS- Görevi ya da değil ama yetkili makamlara gerekli ihbarı kim yapacak, kimin kolluk kuvvetleri yapacak? Ben şuna ya da buna karşı değilim, sermaye düşmanı hiç değilim, Çeşme’nin geleceğinde rezidansların yeri olmaması gerekir diye düşünüyorum.

RMÇ- Swiss Otel yapıyor işte…

OS- İzmir’de bir büyüğümüzün atanmasını tebrik etmeye gittiğimde “orası kaçak, yıkılacaktır” dedi, ben de “demek ki sizi burada uzun süre göremeyeceğiz” dedim. Tabii tüm bunlar tansiyonu düşürmek için söylenmiş sözler olmanın dışına çıkmadı…

RMÇ- Bu 412 konutluk yapı kooperatifi konusunda durum nedir? Belediye ne yapacak arsa mı tahsis edecek onlara? Nedir duru?

OS- Kafalar net değil… Herkes farklı bir şey diyor… Arsaları verelim herkes kendi yapsın diyenden tut… Belediyenin bu işleri gerçekleştirecek bir bütçesi yok olsa zaten bu kadar gayrimenkul satmaz. Baştaki iddia Belediye olarak biz yapacağız idi şimdi arsaları verelim herkes kendi yapsın boyutuna gelindi. Bu çok yanlış olur yeni bir rant alanı oluşur vs vs…

RMÇ- Önemsediğin projelere yönelik devam edelim istersen.

OS- Çeşme’nin bir kültür merkezi yok… Kültür sanat faaliyetlerinin, sahne sanatlarının sergileneceği izleneceği bir kültür merkezi olmalı, Türkiye’nin en batısındayız durum ortada, kimse bana da İzmir 45 dakikalık mesafede isteyen oraya gitsin diye konuyu savuşturma girişiminde bulunmasın…

RMÇ- Ama bildiğim Belediyenin Ilıca’da öyle bir projesinin olduğunu biliyorum…

OS- 5 senedir yapılacak, bekliyoruz… Umarım yaparlar da yeni gelecek olanlara görev kalmaz… Bu konuda yeterli bir alan bulunup içinde sahne sanatlarının, görsel sanatların, sergi salonlarının yer alabileceği bir kültür sanat merkezi yapmak zorundayız. Diğer taraftan Çeşmeli gençlere, çocuklara spor yapılacak alanlar hazırlamak zorundayız. Gerçi Belediye yaz spor okulları açıyor bu güzel bir uygulama ama Çeşme Belediyesporun bu amaçla kullanılması da doğru değildir. Bana göre futbol endüstrisi bir bataklıktır. Büyük kulüpler bile bu işleri kayığı ile başaramıyorlar… Aaaa, Çeşme 3. Ligde temsil edilmesin mi canım diyenler olabilir ama yıllık 20 milyon TL harcayarak kurulan takımlarla bu işin yürütülemeyeceği de aşikârdır. Biz başta da söylediğim üzere kurulacak eğitim ve spor kompleksinde yaygın olarak ve yaklaşık 15 branşta çocuklarımıza spor yaptıralım.

RMÇ- Belediye başarılı bir şekilde de satranç turnuvası düzenliyor ama…

OS- Medaharı iftiharımız, müthiş bir organizasyon, Mehmet Sarısaç Hoca bu işe başladı, yaklaşık 15 sene var bu çalışmaların ardında lojmanların altında başlayan bu faaliyeti müthiş bir noktaya getirdi. Bu sürede kim Belediye başkanı olduysa hepsi ile bu çalışma devam etti ve müthiş bir noktaya geldi. Şu anda Çeşmeye en fazla katkı sağlayan organizasyonlardan birisidir. Turizmde gelişmede yerel ürünlerimizin de geliştirilmesi konusunda projeler uygulamaya ciddi ihtiyaç var.

RMÇ- Çeşme Belediyesi bu konuda ciddi atılım içinde, tohum desteği, tohum şenliği, fidan desteği ile…

OS- Yetersiz. Bu işi şu anda en iyi yapan belediye Aydın Belediyesidir. İzmir büyükşehir de Bayındır, Ödemiş ve Tire de çiçekçilik, fidancılık ve süt üretimleri konusunda çok büyük katkılar yapıyor… Mesela bizim Çeşme’nin Sakız koyununu Aydın Büyükşehir Belediyesi eğitim alan her ev kadınına 2 dişi 1 erkek sakız koyunu veriyor… Direk vatandaşa dokunan bir icraat…

RMÇ- Aydın böyle bir faaliyete uygun da Çeşme uygun mu sence?

OS- Çeşme Belediyesin yüzlerce dönüm tarlaları var Ovacık’ta, sera kurulabilir ve Ildırı’dan Ovacık’a oradan Çiftlik’e ekip biçen herkese destek verilebilir…

Dönelim tekrar asıl faaliyet turizm konusuna, 45 güne indirilmiş bir turizm sezonundan bahsediyoruz. Hiç bol keseden atmaya gerek yok, Çeşme’de turizmi 6 aya çıkaracağız 9 aya çıkaracağız gibi, hikâye, dolu dolu 100 günlük bir sezon yaratalım yeter de artar bile…

RMÇ- Olur mu peki 100 gün?

OS- Olur… Olur, tabii ki… Önemsediğimiz konular, 1- deniz turizmi 2- sağlık turizmi 3- Agro turizm 4- Gastronomi turizmi

RMÇ- Deniz turizmi?

OS- Deniz turizmi, dalıştan tut, marinacılığa, şimdi bazı insanlar karşı çıkabilir ama Çeşme’deki marina işletmeciliğinin yetersiz kaldığını düşünüyorum… Gerçi Türkiye bu konuda yetersiz… Bu işleri devlet eliyle yapmak mümkün değil… Şimdi benim bu konuşmamı çok liberal bulacaksın ama şu an devletin makarna üretmesine ihtiyaç yok… Piyasa fiyatı bu kabil uygulamalarla aşağı çekilmez hizmet kalitesi yükseltilmez…

 

LİBERALİZM, ÖZELLEŞTİRMECİLİK

RMÇ- Ben şüphesiz liberal bulurum, özelleştirmeci bulurum…

OS- Çeşme Belediyesi Dalyan liman işletmesinden çıkmalı… Özelleştirmeli orayı.

RMÇ- Özelleştirmecisin yani?

OS- Orayı idare edemiyorsun sen… Orayı kiraya vereceksin, kira gelirini alacaksın çünkü sen orada kar etmiyorsun. Hayatın gerçekleri ile yüzleşmeliyiz, ütopyalarımız güzel ama Çeşme’de açtığın 25 – 30 dükkânın sana yılda 25-30 milyon eksi maliyeti var…

RMÇ- ÇEŞTUR’u diyorsun yani?

OS- ÇEŞTUR’a çeki düzen verilmek zorunda…

RMÇ- Peki, ÇEŞTUR’a Belediyenin desteği ne kadar acaba?

OS- Bütçeden bulmak kabil değil? Çünkü kayıt altına alınan bir yapı yok… ÇEŞTUR piyasanın içine çok fazla girdi, ben birkaç tane yeri olmasına karşı değilim ama bu kadar da çok gerekmez… Zaten bu tesislerle uygun fiyata hizmet veremiyorsun… Her tesisin bir kira geliri var manası vazgeçtiğin bir kira gelirin var… Ciddi bir emek, işgücü, personel yükü, İnsanlarda memnuniyetsizlik yaratarak ekonomik ve sosyal yükü de kendine çekerek ilaveten de Belediyeden en az yılık 30-40 milyon para aktarmak zorunda kalıyorsun…

RMÇ- Ama aynı zamanda kalabalık bir personel istihdamı söz konusu, bunu da göz ardı etmemek gerekmez mi?

OS- Bu söylediklerimden bu sonucu çıkarma… Personel istihdam edilmesine karşı değilim. Çeşme Belediyesi daha fazla personele ihtiyacı var, nerde var, fen işlerinde var, temizlik işlerinde var, sinekle mücadele de var… Gerekli birimlerde gerekiyorsa daha fazla istihdam edilsin… Buralarda zarar ettiriyorsun, benim paramla ettiriyorsun, milletin parasıyla zarar ediyorsun, orada zarar etme, har vurup harman savurma şansın yok senin. Dolayısıyla buraları kiraya vereceksin, çekileceksin asli görevlerini yapaya, senin asli görevlerin başkadır. Asli görevlerin alt yapıda üst yapıda bitti mi, bitmedi, o zaman kaynak savurganlığı yapamazsın diğer faaliyetlerde…

Şimdi bak elimde rakamlar var, turizmin diğer ülkelerdeki turist sayısı ve bıraktıkları dövizlere yönelik, bu rakamlara göre Türkiye “skor yapmış” çok turist ağırlamış ama ne kazanmış bakınca görüyoruz ki onlardan daha az para kazanmışız…

Demin de dediğim üzere Çeşme’nin deniz turizmi kapsamında daha 3 adet marinaya ihtiyacı var… 1- Şifne Bölgesine 2- Çiftlik’teki balıkçı barınağının yat limanına dönüştürülmesi gerektiğine inanıyorum 3- dalyan marinanın da kiraya verilerek profesyonel bir şekilde idare edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Neden yat turizmi daha çok para bırakacak turizm çeşididir. Sağlık turizmi anlamında da bizim termal kaynakların yanı sıra tedavi amaçlı buraya yatırım çekmek zorundayız.

RMÇ- Adamlara “beleş yer vermek” zorundasın diyorsun galiba. Bu tercihi yapmak gerekiyor diyorsun yani?

OS- Yerle beraber bir diğer önemli etmen enerji maliyetleri, geçen bir yerde okudum Cide Belediyesi doğal gaz şebekesi yapıyor, küçük de bir yer, o nedenle kimse kalkıp da Çeşme yatay mimariye sahip şirketler girmek istemiyor buraya gelmek istemiyor doğal gaz gelmez demesin, Urla’ya geldi işte… Büyükşehir Belediye başkanı Tunç Soyer göreve devam edersem 2024 sonu 2025 başı doğal gaz için Çeşme’de kazmayı vuracağız diyor.

RMÇ- Doğal gaz ucuz diyorsun yani?

OS- Elektriğe göre çok ucuz… Yenilenebilir enerji kaynaklarını özendirmek, teşvik etmek bürokratik engellerini kaldırmak durumundayız.

RMÇ- Belediyenin ne yetkisi var ki…

OS- Belediyenin ne yetkisi var deme çatıya kurulacak güneş enerji panelleri için kimseyi 5 ay 6 ay beklememek gerek… Yok, statik hesap yok dayanıklılık yok taşıma kapasitesi vs gibi tahkik ve raporlar zamanında yapılmalı… Benim bildiğim bu işi 4 yılda bitiremeyen insanlar var…

RMÇ- Şimdi buraya kadar ki konuşmalarından anladığım kadarı ile partinin omurgasına ve omurgayı oluşturanların fikir ve davranışlarına aykırı bir görüş aktarıyorsun… Yani diyorsun ki kaybedilmişse kaybedilmiştir istifa edilmesi gerekir… Yani genel manada sadece bu davetin hedefi Çeşme ilçe başkanı mıdır? Parti yönetimine lafın yok sonuçta…

OS- Bizim konumuz Çeşme… Gücümüz ölçüsünde konuşacağız. Parti bölgede dağınık bir hal aldı, insanları ortak bir payda da buluşturmak zorundayız. İlçe yönetimi bana göre artık yorgun, değişmeli, bak şimdi herkes diyor ki genel başkan istifa etmeli, iyi güzel de 81 il var, 1.100 küsür ilçe var, CHP’nin %1 dahi oyu düşen ilçesi ya da vilayetinde bir tane istifa eden il ya da ilçe başkanı yok… Bu ekonomik krize rağmen savrulmuşluğa, göçmen krizine kötü yönetilmeye rağmen Çeşme gibi ilçede CHP oyu düşmüşse, seçimi CHP İlçe başkanı kaybetmiştir. Düzenli yazılar yazdığım CHP’ye yakın Politik Yol internet gazetesinde de “Hazan Mevsimi” diye bir yazı yazdım. Merak edenler bakabilir, bu konudaki düşüncelerimi detaylı uluslararası örnekler vererek de yazdım… Dolayısıyla oyum az düştü çok düştü tasnifi yapmadan oy düşmüş ise istifa edeceksin…

RMÇ- Soru şu ama sen şimdi bu kadar aykırı ve farklı düşünüyor isen seni aday yapacaklarını ve destekleyeceklerini düşünüyor musun? Umutlu musun sonuçta burada da bir değişim olmasından? Geçen dönem tayinleri yapanlar hala işbaşında nasıl olacak peki?

 

ADAYLIĞIMI HENÜZ AÇIKLAMADIM

OS- Ben henüz adaylığımı açıklamadım…

RMÇ- Açıklamadın mı? Açıkladın şimdi açıkladın işte… Bu mülakat gazete de yayınlandığı anda herkes bilecek Onur Saatli’de Çeşme’de belediye başkan aday adayıdır, diye…

OS- Bu iş şüphesiz ki, bir tek kişi ile sonuçlanacak bir iş değil. Burada İl yönetimi etkili, Büyükşehir Belediye başkan ve yönetimi etkili, Ankara’da belli noktalarda iyi bir noktada olduğumu düşünüyorum. Ayrıca hangi mevki ve makam da ya da parti üst yönetiminde yapamayacağım sözleri vermem

RMÇ- İzleyeceğiz tabii ki… Anlattığın projeleri, görüşleri izleyeceğiz. Bugüne kadar bendeki izlenimin öyle de… Koltuğa oturunca insanlar çok ve hızlı değişirler diye tecrübemiz var…

OS- Son olarak sana bir şey söyleyeyim, önümüzdeki dönem belediye başkan adayı ben olacağım, nokta…

 

RMÇ- Sevgili Onur Saatli teşekkür ettim…

OS- Ben de teşekkür ediyorum…