Salı, Aralık 25, 2012

UNUTULMASI İSTENEN YILLAR

12 Eylül faşist askeri darbesi ile canım Yurdumda hayat durdurulmuş, artık her şey ABD emperyalizminin dikte ettiği, menşei pentagon olan toplumu yok etme planları çerçevesinde, yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden yaklaşık 1.600.000 insan gözaltına alınmış, CIA ajanları tarafından eğitilmiş ekipler tarafından inanılmaz işkencelerden geçirilmiş, insanların insanlığından çıkarılması için şeytanın bile aklına gelmeyen zulümler uygulanmıştır. Bu, Panama’daki CIA kamplarında eğitilmiş işkenceciler, yurdumun insanlarının kişiliksizleştirilmesi, insanların ruhunu olmuyorsa canını alma sürecinde, Faşist darbenin 5 li çetesi tarafından büyük yetkilerle donatılmış olarak DAL’lara (Derin Araştırma Laboratuarı) dağıtılmışlardır. Vur deyince öldürü iyi beceren bir geleneğe sahip olmanın verdiği iman gücü ile, yüzlerce insan işkencelerde öldürülmüş, onbinlerce insan sakat kalmıştır…
 
Yazar; Mehmet Tepebaşı, “Unutulması istenen yıllar” adlı kitabında, Suriye‘den Türkiye‘ye girerken, sınırdan geçiren kaçakçının kendisine ihanet etmesi sonucu pusuya düşürüldüğünü ifade ettiği kitabın ilk sayfalarından itibaren başlayan, Hatay‘ın Kırıkhan ilçesi, Mersin ve İskenderun işkencehanelerinde üç ay süreyle gördüğü ve yaşadığı işkenceleri, çok hızlı okunabilir bir şeklide, basit, yalın, sürükleyici ama çok etkileyici bir biçimde anlatıyor.
 
İşkencecileri kitabın arka yüzündeki tanıtımında anlatırken; “İşkencecilerimin yüzüne bakıyorum. Evlerine gittiklerinde ne yaptıklarını düşünmeye uğraşıyorum. Ne yapıyorlar? Eşlerine, çocuklarına nasıl davranıyorlar? Onların gözlerine bakarken bir eziklik duyuyorlar mı? Yoksa, sol elle su içmemi engelleyerek günaha girmemi önleyen, dolayısıyla da büyük sevap kazandığını düşünen bekçinin dediği gibi, “Bunlar devletin üstüne yazılır!” diye mi düşünüyorlar? Akşam evlerinde eşlerine, “Bugün bir çocuk geldi; falaka, ters askı, cop sokma falan, hiçbir şey işlemiyor valla!” diyerek, o gün yaptıklarından mı söz ediyorlar? En çok da çocukları var mı diye düşünüyorum. … Ne düşünüyor onlar? Bunlar vatan haini, müstahaktır diye mi düşünüyorlar, yoksa yapmaz benim babam böyle şeyler mi diyorlar? Hangi çocuk, babasının, ne gerekçeyle olursa olsun, işkenceci olduğunu kabul edebilir ki?” diye ruh derinliklerine girerek, durumlarını tespit etmeye çalışıyor.
Türkiye’nin en önemli ve üst düzey işkencecilerinin biri kabul edilen; kitabın herhangi bir yerinde Hanefi Avcı’nın isminin geçmiyor olması, bu özel yetkili ve bilgili işkencecinin kimliğini saklamaya yetmiyor, tabii ki… Hanefi Avcı’nın izini bu kitapta da buluyoruz, oysa “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı yazdığı kitap üstüne yapılan konuşmalarda, ortak hedeflerinin yıpratılacağı saikiyle olsa gerek birileri bize bu işkenceciyi iyi adamdır diye sunmaya çalışmıştı, hatta o kadar ki, içlerinde CHP milletvekili Avukat Sabri Ergül, Fikri Sağlar gibi siyasetçiler başta olmak üzere, Tarık Akan, Müjde Ar, Rutkay Aziz, Ahmet Hakan, Cüneyt Ülsever ve Hikmet Çetinkaya gibi bir sürü de sanatçı ve gazeteci de bu ortama ayak uydurdular, ne diyelim eğer basından öğrendiğimiz bu destek doğruysa, kendi bilecekleri iş, Allah yollarını açık etsin…
 
Mehmet Tepebaşı, ağır işkenceleri ve zulümleri şöyle anlatmaktadır.
“Soyun” diyor komiser, sakin bir sesle. “Üzerindeki her şeyi çıkar”
Onların bu sakin davranışına kendimce karşılık vermek istiyorum. Yavaş devinimlerle üzerimdeki her şeyi çıkarıp, bir kenara bırakıyorum. Sessizce bana bakıp izliyorlar. Külotumu çıkarıp yere koymamla birlikte harekete geçiyorlar. Yan duvarda yere yatmış bir şekilde duran, kısa saplı ve uzun kollu bir haç’ı kapıyor birisi. Aynı anda iki kişi kollarımı yere parelel gelecek şekilde havaya kaldırıp, haçın yanına sürüklüyor ve haçın uzun kollarına açılmış deliklerden sarkan deri iplerle, büyük bir ustalık ve serinkanlılıkla, sıkıca bağlıyorlar beni. Bu işlemler yapılırken bir başkası, aynı uyum ve sessizlikle gözlerimi bağlıyor. Bir anda kolları birkaç yerden bağlı olarak katranlık içinde kalıyorum. İşlerini o kadar ustaca yapıyor ve bir sonraki işleme o kadar seri geçiyorlar ki, yapacakları şeyleri düşünmekten çok bu profesyonel halleri kaygılandırılıp korkutuyor beni. Sonra birisi ayaklanma bir çelme takıyor ve ben sırtüstü yere, büyük bir gürültüyle düşünüyorum. Karanlık bir dünyada, elleri ve kolları bir çarmıha bağlanarak sırt üstü düşmenin bu denli korkunç olduğunu asla düşünemezdim. Sonsuzluk içinde, sonsuzluğa düşmeyi başka hiçbir yerde deneyemez insan. Kafamın hızla yere çarpmasını son anda bir el altına girerek önlüyor. Çarmıhın, omuz başlarıma gelen kısmı o kadar maharetle oyularak hazırlanmış ve haçın kısa sapı o kadar ustaca belime oturuyor ki, kıpırdayabilmem olanaksız. Yerde, bağlandığım çarmıhın şeklinde yatmaktan ve karanlık içinde bana yönelecek saldırıları beklemekten başka yapabileceğim hiçbir şey yok. Etrafımdakiler işlerindeki maharetlerini ve sessizliklerini hala koruyorlar. Bir şeylere ayaklarımı bağlayıp havaya kaldırıyorlar, aynı anda bir başkası cinsel organıma bir şeyler bağlıyor. Bir ıslaklık duyumsuyorum ve bir anda karanlık dünyamda kıvılcımlar çakıyor. Acı ve saldırı o kadar her yandan ve aynı anda oluyor ki, acının şiddetinden çok, uğradığım saldırının dehşeti içinde kalıyorum. Falaka ve elektriği birlikte uyguluyorlar. Ayaklarıma inen her sopanın iniş kalkış arasındaki her boşluğu, bir ucu cinsel organıma bağlanmış, diğer ucu serbest olarak dolaştırılan elektrikle dolduruyorlar. Bir ritim ustası aralığıyla tabanlarıma inen her sopanın acısının beynimde yarattığı patlamaya daha yeterince bağıramadan, cinsel organımla meme uçlarım arasında ya da cinsel organımla dudaklarım arasında çekilen ateşten bir telin yakıcılığına maruz kalıyorum.”
“O kadar şiddetle bağırıyor ve çırpınmaya çalışıyorum ki, kısa sürede karanlık dünyam sanal renklerle boyanarak başka bir boyuta sıçrıyor. Zaten iyice yıpranmış ses tellerim, tüm şiddetli haykırmalarıma rağmen, boğuk bir hırıltıdan başka bir şey çıkaramıyor. İşkencecilerim için fark etmiyor bu durum. Onlar, süresi daha önce belirlenmiş bir programı tam bir makine rahatlığı içinde uyguluyorlar…. Acının, şiddetin ve yerçekiminin geçerli olmadığı bir dünyaya yöneliyorum. Kendimi, yukarı doğru çekiliyormuş gibi hissediyorum. İlginç bir rahatlama yaşıyorum. Ve program süresi doluyor.”
“Su diyorum, gayri ihtiyari “bana su verin”
“Al sana su”
Ve kafamdan aşağı buz gibi, büyük olasılıkla buzdolabında soğutulmuş, ama gerçekten buz gibi bir suyu döküyorlar. O kadar ani ve hiç beklemediğim bir anda oluyor ki bu, yabanıl bir çığlık atıyorum. Sonra bir kez daha yapıyorlar aynı şeyi. Yine haykırıyorum. Buz gibi su, ateşler içinde yanan vücuduma her değdiğinde jiletle yarıyorlarmış gibi acı veriyor bana. Bir yandan da kafamdan aşağı süzülen suları, dilimle yalayarak, kavrulan içimin susuzluğunu gidermeye çalışıyorum.”
“İşkence yapan polisler bir kez daha takılıyor aklıma; ne kadar eğitim alırlarsa alsınlar, kurbanlarından ne kadar nefret ederlerse etsinler, sonuçta insan bunlar. Her gün bu denli yürek yakıcı çığlığı, bağırtıyı, insana ait olduğunu asla inanamayacağınız canhıraş sesleri onlarca, yüzlerce kez duyarak nasıl olur da normal bir yaşam sürebilirler? Hadi uyanıkken aldırmadığını gösterecek kadar iyi eğitiliyorlar diyelim, ama ya yatarken, uykularında, rüyalarında bu çığlıklar tekrarlanmıyor mu? Her gün yere yatırıp işkence ettikleri gencecik insanların gözleri, arkalarından gitmiyor mu hiç? Karısına, çocuklarına, komşusuna bakarken, kurbanlarının yüzünü; sokaktaki her seste onların çığlıklarındaki yürek parçalayıcılığını duyup, görmüyorlar mı? Nasıl olur bu? Nasıl bir maddeden yapılmış olabilirler? İnsan olup ta etkilenmemek olanaklı mı? İskenderun’daki bekçinin dediği gibi “devlete yazılır” bahanesi bu denli bir duyarsızlık yaratabilir mi gerçekten”
 
Hele sağlık raporu almak için sürekli başvurdukları doktorun olmaması üzerine diğer bir doktordan sağlam raporu alamayacaklarını anladıklarında o doktor için söylenen “Hepsi komünist piçleri, hepsi vatan haini bu ibneler. Kıstırıp bir yerde sıkacaksın kafalarına”  laflarında da topyekün nasıl bir Türkiye yaratıldığının fotoğrafı verilmektedir.
 
İşte; yukarıda verilen ve kitaptan alıntılanan kısacık bölümlerin yazarın ve diğer insanlar üzerinde yüzlerce kez tekrar edilen işkencelerin ve bunları yürekleri kabarmadan ki biz okurken yüreğimiz kaldırmıyor, yapan işkencecilerin teker teker açığa çıkarılması ve yargılanması en büyük dileğimiz olup, canım Yurdumun bu yüzleşme neticesinde de büyük bir esenliğe çıkağı da açıktır. Yapılanların unutulacağını zannederek her türlü herzeyi yemiş olanların ya da yiyenlerin de buradan çıkaracağı dersler olduğu açıktır, bu günden bakıldığında tüm unutturma çabalarına ve girişimlerine rağmen hiçbir şeyin unutulmayacağı aşikardır…


Cumartesi, Aralık 22, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR – 4

NECDET ADALI
Eski mücadele arkadaşlarından Yazar Turgut Türksoy Necdet Adalı tarifini şöyle yapmaktadır; “kişi olarak çok müthiş çalışkan, enerjik, arkadaş canlısı, halkını seven bir insandı. Çevresindeki insanların ve uğrunda öldüğüne inandığı halkın inanç değerlerine çok dikkat ederdi. Çok iyi futbol ve voleybol oynardı, hiç yorulmazdı. Kitap okumayı çok severdi. 1.85 boylarında sarışın, mavi gözlü aslan gibi çocuktu.” O herkesin ortak kanısı olarak ta; “Altındağ'ın Altın Saçlı Çocuğu Necdet Adalı” dır.
 
Necdet Adalı 1977 yılında Ankara'da Yıldırım Beyazıt Lisesi'nde öğrenciyken Ankara İsmetpaşa'da bir kahvehanenin taranması olayıyla ilgili olarak tutuklanır ve yargılanır, yargılama safahatinde ise “suçsuz olduğunu”, bilinçli ve planlı bir biçimde üzerine bir suç atıldığını yılmadan tekrarlar ve bu süreçte Ulucanlar Cezaevi'nde gerçekleştirilen bir firar eylemine de “nasıl olsa suçsuzluğunun anlaşılacaktır” diyerek katılmaz,
 
Mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç’in tüm karşı çıkmalarına ve yazılı şerh düşmesine rağmen, mahkeme safahatı esnasında ortaya çıkan, anlaşılan ve görünen o ki MİT içindeki bir hesaplaşmanın faturasının bu devrimci gence kesilmesi neticesinde, ayaküstü sayılacak kadar uyduruk ve 12 Eylül zulüm imparatorluğunun yönetici çetesi tarafından verilen talimatlar neticesinde yapılan yargılamalar sonucu 8 Ekim 1980 tarihinde Ankara Ulucanlar cezaevinde sabaha karşı idam edilmiştir. Mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç'in Necdet Adalı'nın suçsuz olduğunu ileri sürmesine ve şerh düşmesine karşın, mahkeme heyeti tarafından oy çokluğuyla suçlu bulunmuş ve koyduğu şerh nedeniylede Mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç, 12 Eylül askeri faşist yönetiminin ceza vermesine kızarak ordudan istifa etmiştir.
 
Necdet Adalı’nın idamından uzun yıllar sonra İsmetpaşa’daki kahvehanenin taranması ile ilgili yeni bulgular, tanıklar ve delillerin ortaya çıkması neticesinde yeni sanıklarla yeniden yargılamalar yapıldı, Necdet Adalı’nın idamına gerekçe gösterilen eyleme katılmadığı ortaya çıkmış ve maalesef bir “adli hata” olmuştur denildi ve dosya kapatıldı.
 
ABD’nin, ikinci dünya (paylaşım) savaşı sonunda emperyalist-kapitalist sistemin lokomotifi durumuna gelmesi neticesinde, diğer ülkeler üzerinde ekonomik-siyasi-askeri bağımlılık yaratmak için “gizli işgale” dayanan bir sömürge tipi geliştirmiştir. ABD’nin yeni uygulamaya başladığı,  Truman Doktrini, Marshall Planı ve yeşil kuşak projeleri çerçevesindeki yeni sömürgecilik yöntemleri ile hedef ülkeler Emperyalist blok karşısında diz çökertilmeye zorlanmış, bu yeni yöntemin doruk noktası ise NATO yapılanması içine 1951 yılında giren Türkiye artık, başta CIA olmak üzere emperyal gizli ve açık kuruluşların cirit attığı ülke haline gelmiştir. Emperyalist blok’un önüne siyasal anlamda koyduğu planlar çerçevesinde, bağlaşık ülkeler içindeki, devrimci hareketleri bastırmak, bağımsızlıkçı hareketleri boğmak üzere “Stay-behind” genel adıyla ama her ülkede farklı adlarla anılan gizli ordular eliyle, ülkeyi istikrarsızlığa sürüklemek için her türlü provokasyona ve şiddet eylemine başvurmuştur. Bu eylemlerin en önemlilerinden biri olan 12 Eylül faşist darbesinin halkın ve devrimcilerin dirençlerinin kırılması için uyguladıkları, sadece şeytanın aklına gelebilecek cinsten akıl ve insanlık dışı uygulamaları, tarihe 12 Eylül hukuku olarak geçecek ve sözüm ona anayasa profesörü Orhan Aldıkaçtı ve ekibi eliyle ve Kenan Evren’in abuk subuk fikirlerine dayalı hazırlanan anayasa ve yasalar ile garabet bir ortam içinde legalize etmişlerdir. İşte bütün idamlar, işkenceler ve zulum bu hukuksal ortamda gerçekleştirilmiştir.
 
Necdet Adalı; kendisi ve diğer devrimcilere yaşatılan ahlakdışı, insanlık dışı, işkence ve zulüm dolu süreci anlatmak adına bir kısmı aşağıda bulunan, duygulu ama bir o kadar da gerçekçi olan bu mektubu yazar;
 
“sevgili anneciğim ve babacığım, Sizleri ve ezilen halklar adına mücadeleyi, erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm, ancak bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamım içerisinde hiçbir şahsi çıkar gözetmeden ezilen halklar adına verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve bundan dolayı gurur duyuyorum. Hakim sınıfların göstermek istediği gibi bizler hiçbir zaman savunmasız insanlara karşı katliam girişiminde bulunmadık.”
 
Şair Nevzat Çelik’in yazdığı ve bilahare de Ahmet Kaya tarafından bestelenen “şafak türküsü” şiiri adalı için yazılmıştır.
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice
 
Mezar taşında “adalılar türkü söyler, susar darağaçları” yazdığı söylenen bu yiğit devrimcinin anısı önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz.

Pazartesi, Aralık 17, 2012

İNADIN, TELAŞIN ve HAYALKIRIKLIĞININ LİDERİ FATİH TERİM

İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir Fatih TERİM, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur ama ne yazık ki bunun ne kendi farkında nede aklı bir karış havada olan ve imparator yaratıp önünde diz çökmeye hazır basın mensuplarından, siyasetçilerden ve işadamlarından oluşan taraftarları farkında. Ama asıl şaşılası durum ise, bir insan şansıyla, lobisiyle ve siyasi yardakçılarıyla da olsa bu kadar çok başarı elde eder ve bu kadarda gündemde kalır da, nasıl hala olgunlaşamaz, hoşgörü sahibi olamaz, işte bunu anlamak mümkün değil… İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur, dedim ya, Milli takımı çalıştırırken kendi takımlarında oynamayan oyuncuları milli takıma seçerek, şimdi de Galatasaray’da formsuzları, hadi diyelim seçti güvendiği için ama her maçta şapkadan tavşan çıkarmak uğruna onlara sonuna kadar katlanıyor olması hiçbir zaman anlaşılmamıştır hatta anlaşılamayacaktır. Galatasaray’da çalıştığı 2 dönemde de teknik direktörüne güvenen aslında kendilerine güven(e)meyen yönetimlerin büyük bedeller karşılığında kendisine teslim ettikleri büyük ve geniş kadroları yönetme konusunda son derece etkisiz birisi olduğunu dünya aleme ispatlamış ama ne gam Canım Yurdumun iş adamları kendisini “liderlik” paneline çağırıyor, neyin liderliği ise bu, toplamda 24 futbolcuyu yönetmekte zaaf göstermektedir.
Aslında okuma yazma kursuna göndermeli onu, Galatasaray yönetimi, sahaya bir takım sürüyor tuttu tuttu, tutmazsa yapacağı ve yaptığı bir şey yok, oyunu okuduğunu yalaka basın bize yutturmaya çalışsa da okuma bilmediği sırıtmaktadır, yaptığı oyuncu değişiklikleri de tesadüfen sonuç getirince basında ki Terim goygoyları başlıyor tılsımı anlatmaya, yahu kim bu takımı sahaya sürse bu sonuçları alır diye düşünen yok… Hele maçlardan sonra, sanki bindirilmiş kıtalar görüntüsü veren basındaki ekipten gelen ve genelde yenilgilerden sonra futbolcuların aslanlara atılmasının çanağı durumundaki sorulara cevap verirken futbolcuları korur görünen ve adaletli baba edasıyla asıl iplerini çekmesi yok mu, insanı çileden çıkartır cinstendir vallahi…
Kendisinden çok şey beklenen ve arkasına sığınılarak yöneticilik yapılabileceği inancındaki yönetim; 2002 yılında deyim yerindeyse kulübün anahtarları teslim edilerek koca bir takımı olduğu gibi değiştirerek büyük bir ekonomik krize neden oldu, şimdi de tüm takımı değiştirdi sanki bu çocukları kendi transfer etmemiş gibi yeniden transfer istiyor, Terim’in GS yi sokacağı kaos “yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir” in ispatıdır ama Allahtan bu sefer yönetim para ve borsa oyunlarını iyi bilenlerden oluşuyor da, bir denge görüntüsü oluşturuluyor.
Adam harcama konusunda bir uzman olan; üretmekten çok yıpratmayı iyi bilen bir taktisyen, tıpkı siyasetteki benzerleri gibi şişinip duruyor, neymiş penaltı çalıştırmazmış, istatistiklere inanmazmış, seçilmezmiş seçermiş, ders almazmış ders verirmiş, Vallahi haklı ne diyelim!!!
Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, hadi bu çok uzun geçmiş, daha geçen sene ne dedi, tam da Orduspor maçından önce, “Arda’nın gideceğini bilseydim, Culio’yu göndermezdim” peki sonuç, kadroda değişen bir şey yok, o kanada yeni oyuncu da alınmadı ama Culio yine gönderdi…
4 yıl şampiyonluk konusunda eski bir yazımda bahsettiğim detaylar üstüne kısa bir hatırlama yapalım;
1. 1996-97 sezonun 30. haftasında Beşiktaş – Galatasaray maçında son dakikalarda Beşiktaş kalecisi Fevzi topu ayağının altından kaçırıp maç 1-1 berabere biter ve Galatasaray şampiyon olur. Fatih Terim  şampiyon olur, kahraman olur, imparator olur. Peki Fevzi o golü yemese idi ve Beşiktaş şampiyon olsa idi, eminim ki bu basın mensuplarına göre Rasim KARA imparator olacaktı.
2. Bülent Korkmaz, Ulrich Van Gobbel, Iulan Filipescu, Georghe Hagi, Gheorghe Popescu, Taffarel, Tugay Kerimoğlu, Okan Buruk, Ümit Davala, Hakan Ünsal, Suat Kaya, Ergün Pembe, Ufuk Talay, Hakan Şükür, Adrian Ilie, Arif Erdem, Adrian Knup gibi dönemin müthiş futbolcuları olmamış olsa idi, tıpkı Ankaragücünde elde ettiği başarıları elde edebilirdi ancak…
4. 1996-97 sezonu Galatasaray’ın şampiyonluğu ile sonuçlanınca; hemen yukarıda röntgeni verilen basın tarafından 2. yarıya 9 puan geriden başlayan Fatih Terim, Türkiye’ye takımı 9 puan geriden alıp şampiyon yapmıştır diye servis edildi; sanki 9 puan geriye de bir başka teknik direktör düşürmüş gibi hayret… Faruk Süren ve ekibini, Mehmet Ağar faktörünü, o dönemdeki rakiplerin kötülüğünü kimse hatırlamak bile istemiyor ya, hayret vallahi…
Geçmişte kendisini; Milli Takımı çalıştırırken başarısız sonuçlar üzerine eleştiren bir basın mensubunu telefon ile arayarak, “senin bıyığını s….…” demiş ama kendisine basın mensubu denilen, ama canım yurdumun durumunu yansıtan, bu güruhtan ses çıkmamıştır.
Son olarak ta, Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamış, mezkûr gazeteci başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır. İsviçre ve Belçika maçlarında yaşanılan utanç sonunda yapılması gereken buydu ama nereden başlanırsa erkendir lafı öngörüsüyle şimdi zamanıdır.
Şimdi merakla bekliyorum başta spor basını olmak üzere tüm basın kuruluşları bu olay karşısında nasıl davranacaklar, olayı görmezden gelip ya da gak guk diye mideden konuşarak unutacak ya da unutulmasına mı hizmet edecek, yoksa basın mesleğine hakaret kabul ederek, Terim’in peşini bırakmayacak mı? Peki; Futbol Federasyonu ne yapacak acaba yaşanan bu ayıp hatta ahlaksızlık karşısında? Peki, Galatasaray kulübü ne diyecek? Ne yapalım o da insandır sinirlenebilir, onun da sabrı sınırsız değildir diyerek savuşturacak mı, yoksa ahlakın spordaki vazgeçilmez kuralını hatırlayıp, Terim hakkında gereğini yapacak mı? Bu spor yazarları nasıl adamlarmış be kardeşim, adam hepsini çocuk azarlar gibi azarlar bir Allahın kulu bir şey demez, yazıklar olsun vallahi… Bunu bir kenara koyun, tam tersine yalaka basının yalaka üyeleri 2. yarıda kazanılan maçlarda özellikle “devre arasında soyunma odasında ne dediniz de takım iyi oynadı”, o da kasınarak “ne korkuyorsunuz, korkmayın arkanızda ben varım” diyerek kendine pay çıkarıyor, ha be adam madem senin bu lafın bu futbolcular üstünde çok etkili maça başlarken söylesen bu lafları da kimse ekranları başında ölüp ölüp dirilmese demiyor, yazıklar olsun vallahi… Terim’e bakıyorum artık 60 yaşının olgunluğu beklenirken normal olarak, üslup, tavır, çalım, kasınma aynı, o öfkeyle karşılık veren öfkeyle yaşayan birisine çok benziyor, ondan alınan ilham ve feyzle, eleştiriye öfkeyle karşılık veriyor, önüne gelen herkese ders vermek sanki kendisine ilahi bir görev…
Hele Avrupa Kupası finalleri sırasında “biz liyakatı halktan aldık” demez mi? tam bir rezalet ve daha büyük rezalette kendisine ne yapıyorsun diyemeyenlerden gelmekteydi, “yahu Fatih sen seçimle mi geldin de liyakati halktan aldık” diyorsun diyemeyenlerden. Kendisini besbelli ki çok fazla şişinmesinden olsa gerek haddinden fazla önemsemektedir, ama bilmiyor mu ki liyakati Futbol Federasyondaki lobisinden aldığını dünya âlem biliyor.
Belki birileri çıkar ve benim Galatasaray düşmanlığı yaptığı söyleyebilir ama asla ve kata böyle değildir, ama Fatih Terim Galatasaray’a gelmeden önce de Galatasaraylıydım şimdi de, ama onun Galatasaray’a gelmeden önce Galatasaraylı olmadığını tanıyan herkes bilir.
Bütün bunları neden Fenerbahçe galibiyetinden sonra yazdığımı insanlar merak edebilirler, şimdi kompleksler imparatorunun maçı nasıl kazandığı üzerine, bir sürü koca koca adam destanlar yazacak ya da anlatacaklardır, ben de şimdi soruyorum, eğer Fenerbahçe’yi Fatih Terim yendiyse, acaba 1461 Trabzon’a kim yenildi? Kardemir Karabükspor’a kim yenildi acaba? Kurtlar vadisi dizisinden fırladığı her halinden belli olan felsefesinin sığlığının ifadesi olarak basın toplantısında söylediği sözdür; “büyüdükçe küçülmesini bilmeliyiz”. Gülüyoruz ve yemeye de devam ediyoruz üstüne de hemencecik unutuyoruz… Böyle başa böyle tarak işte, ne diyelim…

Salı, Aralık 11, 2012

AKHİSARIN YUNANLILARCA İŞGALİ

11 HAZİRAN 1919
Kayışlar köyü yunan jandarma karakol komutanı ve bir grup askerin, davet üzerine Akhisar’ı işgal etmeleri sinirleri çok bozmuştur.Çerkez Ethem burnundan solumaktadır, hükümet konağının önüne öyle bir hışımla gelirler ki, toz bulutundan göz gözü görmez olur...
Ortam çok gerilmiştir; Çerkez Ethem adamlarına emir verir:
“Kaymakamı alın!...”
Kaymakam merdivenlerden indirilirken Çerkez Ethem atından inmeden bekliyor, hırsından şaplağını çizmelerine vurarak çizmelerinde şaklatıyordu; sonra arkasına dönerek üç adamını görevlendirdi:
Şu kopil gavur komutanı “halaskar gibi...” karşılamaya giden Müslüman gavurlarını da getirin...
“Bir masa üç tanede sandalye bulun...” bulundu. Sonra atından indi...
Kaymakamlık binasının önünde, çınar ağacının gölgesindeki taş sekinin üzerine divan kuruldu. Karşılama kafilesine katılan on beş müslim kişi yakalanarak getirildi, içlerinde Akhisar Müftüsü de vardı. Rumların hepsi ortalıktan çekilmişti. Yanlız  Rum!un biri fotoğraf çektirmek için getirildi. Oldukça kalabalık Müslüman ahali ise izleyici olarak toplanmıştı...
Çerkez Ethem masanın üzerine çizgisiz, sarı yapraklı tozlu bir defter koydu...
Bizi de harp divanına almasınmı(!)
Ethem Ağanın boyu iki metre, önde Akhisar Kaymakamı!nı sorguladı?
Ona tepeden bakıyordu, eliyle çenesinin ucundan kaldırarak gözlerine baktı:
“ Kaymakam... Sen hangi milletin kaymakamısın?...
Kaymakam titriyordu:
“Osmanlı... Osmanlı tabii, ne diyeyim? E...”
“Osmanlı kaymakamı ha... Hizmetin Yunan’a...”
... Kaymakam asıldı(.) Halktan bir alkış koptu...
Eşraftan bir başefendi:
“sen ne iş yaparsın efendi?”
“Ticaretle iştigal ederim...”
“Ticaretinde vatan satmak da varmıdır?”
“Ben onlara uydum... ne bileyim?...”
...Eşraftan başefendi asıldı ve halktan çok alkış geldi...
Müftü Efendi’ye sıra gelince:
“Biz hiçbir papaz görmedik ki Müslüman!a müftü’ye temenna etsin...”
“Sen papazlara niçin temenna ettin?...”
Müftü Efendi başını hiç kaldırmadı; yere bakıyordu, hiç cevap vermedi... O suçlu bulundu; asıldı; fakat bir sessizlik oldu...
Bu idam için alkış olmadı...
Çerkez Ethem, sırada korkuyla bekleyenlere dönerek baktı; onlara sordu:
“Bir daha yaparmısınız?...”
hayıııır!...
“ İyi ... hadi gidin...” dedi.
Parti pehlivan sonra şöyle demişti:
“Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...”

Yukarıdaki satırlar; A. Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler  –  Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabından alınmış ve Dedesi Parti Pehlivan’ın anılarına dayalı bu kitabın tarihsel eksenini 1919 – 2008 dönemi, sosyolojik eksenini ise “egemenliğimizin paylaşılmasında beis yoktur” oluşturmaktadır. Ayrıca “Necip Türk Millet’inin” kişisel tecrübelerimizden de hareketle “güçlüden yana olma” şiarının dünyadaki en önemli ve nadide örneği olduğunu da göstermektedir ve umarız tüm güç ve iktidar sahipleri buradaki bu önemli detayı atlamazlar.
 
Kıssadan hisse varsa, hele de bedavaysa hepimiz alırız… Ancak; özellikle bu hisseye ihtiyacı olanlar, vatan üzerindeki egemenliğin paylaşılmasında beis görmeyenlerdir, 12 Eylül faşist cuntası karşısında, biz hukukun ayaklar altında paspas edilmesi karşısında feryat figan ederken bize gülenler örneğinde olduğu üzere, dün bu demokrasi size de gerek olabilir, hukuk ve demokrasiyi uluslar arası ilişkilerinize kurban etmeyin deyip uyardıklarımıza bugün nasıl hukuk ve demokrasi gerek olduysa, yarında egemenliğimizi paylaşmakta beis görmeyenlere egemenliğin ne kadar gerekli olduğu anlatılırken kendilerine hukuk gerekli olabilir…

Salı, Aralık 04, 2012

3 ARALIK DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ

3 Aralık; Birleşmiş Milletler tarafından 1992 yılında “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan edilmiş, bu günde Dünya genelinde ve de Canım Yurdumda çeşitli etkinlikler düzenlenerek konunun önemine vurgu yapılır, gerek genel gerekse de yerel yönetimlerim, düzenleme ve hizmetlerinde dikkatli olmaları istenirken genelde de toplumun duyarlılığı arttırılmaya çalışılır. Kolayca anlaşılacağı üzere; engellilik kavramı, zihinsel veya fiziksel, akraba evlilikleri başta olmak üzere doğuştan veya sonradan geçirilen hastalık veya yaşanan doğal felaketler, savaşlar, yoksulluğa ve ekonomik sıkıntılara dayalı ruhsal bunalımlar, iş ve trafik kazaları, yanlış tedavi veya ilaç kullanımları başta olmak üzere trajik bir tablo ortaya çıkar ve bu tanımdan da net anlaşılır ki her engelsiz bir gün; istenmez ve dilenmez ama, işlev yitimi, yeti yitimi kaybı ile karşılaşmaya potansiyel bir adaydır, özellikle de trafik canavarının ve kuralsızlığın fink attığı ve yaklaşık 30 yıldır düşük yoğunluklu savaş (iç savaş) koşullarındaki bir ülkede yaşıyorsanız eğer…
 
Dünya Sağlık Teşkilatının; engelli olma durumunu tarifte çok nazik, çok kibar ve çok duyarlı bir şekilde sarfedilen “yeti yitimi” tanımını kullanmayı önerdiğini biliyoruz ama ne yazık ki hayatın birçok alanında laftaki bu özen sağlanan ortam ve koşullarda gösterilmemektedir. Engelliler; gerek toplum gerek yönetimler nezdinde, vücutlarının duyu, işlev, zihin ve ruhsal farklılıklarından ötürü gayri ihtiyari çeşitli kısıtlamalar ve engellemeler ile karşılaşabilirler, söylemdeki olgunluk icraattaki olgunluğa ne yazık ki tahvil edilememiştir, henüz. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere Dünyadaki birçok merkez; def-i bela kabilinden gün tayin ederler, durumun vahametinin yarattığı ruhsal sıkıntıdan sıyrılma inceliğidir herhalde bu da, canım Yurdumda da nerdeyse hergün bir başka konuda anma, kutlama vs. yarışı yaşanır ama, sonuç ortadadır. Bir taraftan çok iyi niyet taşıdığı her halinden belli olan yasalar, yönetmelikler ve kararnameler yayınlanır ama Canım Yurdumun 10 milyon civarında olduğu bilinen engellilerinin; ki aileleri ile birlikte yaklaşık 30 milyonluk sessiz çoğunluktur bahse konu, nerdeyse % 40 ı hala okuma yazma bilmezler, iş gücüne katılabilir olan kesimin ise ancak % 20 istihdam edilebilir, bu istihdam kadınlarda ise sadece % 5 lerdedir, eee hani uygulamada iyi niyet, yoksa durumu şöyle mi izah edeceğiz; eskiden moda duyarsız davranmak iken şimdi yasa yapmak ama gereğini yerine getirmemek mi modadır acaba?
 
“Gözleri görmeyen biri olduğun halde sana iş veriyoruz, buna şükretmen gerekirken şikâyet ediyorsun” diyen bir zihniyetimiz varken, böyle bir zihniyet yoksa da bu zihniyeti onaylarken, onaylamıyorsak ta karşı koymazken, umutlu olmak için daha çok fırın ekmek yenilmesi gereği ortaya çıkmıştır, gayri… Şimdi bakıyorum her tarafta açıktan bu günkü muktedirler tarafından tek tek bir dolu halt ve herze yeniliyor, bunlar çarşaf çarşaf yazılıyor, ama kimse şöyle zannetmesin bu işler eskiden çok güzel kotarılıyor idi şimdi kotarılmıyor, zinhar ve hâşâ böyle değildir ve böyle değerlendirilmemelidir de, çünkü konu ve gerekçe kapitalizmdir ve bu konuda olumlu girişimler ve işler yapmanın önündeki yegâne engeldir. Mevcut Hükümetin 2005 yılında çıkardığı yasa ile 2012 yılına kadar engellilerin karşılaştığı sorunların başında gelen kamu alanlarının ve binalarının ve toplu taşıma araçlarının erişime ve kullanıma uygun hale getirilmesi amir hükmünün, kısa bir süre önce meşhur “torba yasa” uygulamaları içinde bir yere sıkıştırarak duyuna bırakılması da yasa koyucunun siyasi tercihleri gereği çok anlaşılabilir ama asla ve kata kabul edilebilir değildir. Engellilerin raporlarının yenilenmemesi, uzatılmaması ya da artık geçerli kabul edilmemesi ile engelli sayısını aşağılara çekme çabası gibi görünen uygulamalardan da behemehâl vazgeçilmesi gerekmekte olup, bu kabil davranışlarla da uluslararası bir takım kuruluşlara şirin görünme çabası da çok komik olmakta ve sırıtmaktadır, hani kolu olmayanın kolumu uzadı gibi Aziz Nesinlik öykülere sebebiyet verilmektedir, benden söylemesi hani yaranmaya çalışılan mahfiller var ya popolarıyla gülüyorlar vallahi… Ama tecrübe ile sabittir ki, ahir ömrümde izlediğim kadarıyla Canım Yurdumun muktedirleri her daim, yeter ki emperyalist cenahtan gelsin önüne gelen her uluslararası sözleşmeyi hiç tereddüt etmeden imzalarlar ve iç hukuk hükmündedir haline getirirler, ancak, yükümlülükleri konusunda hiçbir sorumluluk hissetmezler ve taşımazlar görüntüsünden de kurtulamazlar. Birleşmiş Milletler “Engelli İnsan hakları sözleşmesini” de bu kabilden bir davranış içinde imzalamışlardır, nasıl olsa sorumluluk hissedilmiyor ya… Her toplumda olduğu ya da olacağı kadar rastlanılacak istismar ihtimalleriyle o güzelim ve iyi niyetlerle, en azından bu konuda öyledir, hazırlanan yasalar ile verilen haklar tesis edilen faydalar, kraldan kralcı bürokratlar eliyle inanılmaz cinliklerle ve kurnazlıklarla hazırlanan yönetmeliklere dönüşüyor ki, haklar oluyor size karşı taraftan beklenen vazife, yahu Allahtan korkun be, bu kadar vehim ve vesvese kafa yemişliğe delalettir, istismar edeni yakala cezalandır, bırak bu istismar edilir gerekçesi ve zannıyla davranmayı… Denetleme mi, hak getire, ne gam, ne tasa… Maksat kapitalizmin hâsıl olması ya, artı değer yaratmıyor mu, yok say, o kadar… Sonuçta sorunların çözülmesi beklenirken tam tersine katlanıyor ve çözülemez hale geliyor, tıpkı Canım Yurdumun diğer sorunları gibi…
 
Tüm Dünyayı ve Canım Yurdumun insanlarını; engellilere karşı, gerek görmezden gelerek gerekse de vicdani gerekçelerle, vahim tabloyu savuşturma ve ruh dinginliğine erişme isteğinin yarattığı hile ve desiselerden behemehâl sıyrılmaya ve arınmaya ve işlenen bu insanlık ayıbı ve suçundan vazgeçmeye çağırıyorum.
 
Evet, toplum olarak biraz empati yapar hale gelebilirsek, hele bir de öteki dediğimiz her türden insanı sevmeyi, hadi vazgeçtim sevmeyi de en azından sayabilmeyi becerebilirsek, hatta ilaveten karşımızdan gelen olumsuz dahi olsa her türlü davranışı anlayışla karşılayabilirsek, inanıyorum ki Dünya çok güzel ve yaşanılır olur. (Vallahi bu daveti kendime de yapıyorum)
 
Bende yazımı; günün anlam ve önemini hayatın her alanında da geçerli olabilecek şekilde, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü için basın açıklaması yapan Türkiye Sakatlar Derneğinin sloganı ile bitiriyorum, “Sorunsuz, engelsiz bir dünya bu kadar zor mu?” .

Çarşamba, Kasım 21, 2012

AK SAÇ, AK BIYIK, AK SİYASET


Muhteşem Süleyman dışında bu adam kadar çok konuşup bir o kadar da boş konuşabilme yetenegini yaradan kimseye bahşetmemiş olup bir başıboş konuşma uzmanıdır. “Güce tapan insan modeli” nasıl olunabileceğini yazılarında öylesine güçlü , muhteşem ve asla yıkılamaz bir ABD (Amerikan muhipleri bu sözü sevmezler) ya da hükümet tarifi yaparak öyle bir güzel anlatırki 100 yalaka bir araya gelse bunun eline su dökemez, hele hele de ABD nin Irak’a özgürlük ve demokrasi getiririyor analizi tam evlere şenlik olup canım Yurdumun tüm kargalarına yıllarca sürecek bir gülmece olmuştur.

Amerikan misyonerleri tarafından kurulan okullarda rahle-i tedrisat eylemiş olup, Ortaokul öğretimini Kayseri Talas Amerikan Okulu’nda, lise öğretimini Tarsus Amerikan Koleji’nde layıkıyla alan, Osmanlı Paşası torunu olan, şimdilerde katıksız ve hazımsız ABD yağcısı ve yalakası, 68 kuşağının ayrık otlarından biri, bir çok Aydınlıkçı benzeri gibi, öğretiminin yarattığı akli ve fikri altyapı sayesinde aslına çok açıktan rücu etmiş, 1980 sonrasi dönemin Başbakanı Turgut Özal'in gölge dışişleri bakanı olarak görev yaptığı bilinmekte olup, NATO ve Pentagon nezdinde önemli akreditasyona haiz olmasıyla övündüğü bilinen, fikir değiştirme ordinaryüsü bir muhterem olup hikayemizin başrolündedir. Hatta o kadar Amerikanmuhibidir ki, söylentiler doğru ise, benzeri bir fosil gazeteci ile Kuzey Irak’taki Süleymaniye havaalanını işletme şerefine bile nail olmuştur, gücü elinde buluunduran muktedirlerin masasında oturabilmek, uçaklarında gezilere katılabilmek, NATO nun gizli mahfillerinde ağırlanabilmek adına yazdığı yazıları halk için değil, destek ve nemalandığı mezkur mahfillerin kendisine sufle ettiklerini yazmakta ve bu haliyle de hepimizi kör ve sersem zanneden, beyin ve akıl ölümü gerçekleşmiş birisidir.

Bir kısım insanın saygı duyduğu ama temelde nemalandığı mahfillerin bile kendisinden korktuğu, sanki rüzgar gülünü icat edenlere inat olsun, nasıl dönülür, fikir nasıl değiştirilir, fikirlere takla nasıl attırılır, fikri çark nasıl başarılır konularında son derece istikrar gösteren zat, önemli bir kısım insan tarafından kötü anılan birisidir. Kısa Cumhuriyet tarihimizin bu çok degerli siyasi dansozü, kesafeti hayli yüksek komprador, her devrin adamı olmayı hep becermiş olup, bugünlerde medyada bol miktarda benzerine rastlanmaktadır ve artık kümeler halinde yaşamaya başlamışlardır.

Bazı; senden medet umanların seni sahneye sürerken, kulağına üfledikleri “unutma sen, Filistin, Lübnan, İran ve Sovyetler Birligi, hülasa tüm komşu coğrafyalar üzerine derin bilgilere sahip ve konunun uzmanısın” laflarına pek aldırma ben ahir ömründe senin, ister Cumhuriyet  gazetesi, ister Hürriyet, Sabah, Güneş, Vatan, Yeni Şafak, Bugün, Referans gibi gazetelerde olsun sığ, derinliği ancak seni anladığını söyleyenlerin akli derinliği kadar, ayakları asla yere basmayan, iddialı ama tutarsız binlerce analizinden birinin hayat tarafından doğrulandığını görmedim ama zat-ı alilerinizin nema ve mama düzeyinin arttığını hep gördim, Amerikanmuhip’i olmanın neticesidir tüm bu yaşananlar, dış politika bilginin derya deniz olduğu izlenimi vermeye çalışırsın ama tüm bilgisinin Wolfowitz'in Kissinger'in Fuller’in  kulağına sufle ettikleri ile sınırlı olduğu bir türlü gizlenememektedir. Sonuç olarak dışişleri bakan düzeyindeki bilgine sadece liberal ve dini siyasetin merkezine yerleştirenlerden başkası inanmamaktadır, ABD icadı liberal ve ılımlı islam fikriyatının vitamin hapları ve hormonları ile beslenmiş, çene suyu pilav bir adamsın. Türkiye'yi bir ABD eyaleti gibi gören, hep bu doğrultuda konuşan ama sürekli yanılan, yenilen güreşçi güreşe doymazmış misali asla pilavdan kaşığını da döndürmeyen, pes de etmeyen yazar, tam bir mandacı görüntüsü vermekte olup, Kurtuluş Savaşı dönemdeki mandacıların ruhuna fatiha dedirtmekte ve tamtamına bir ABD teknisyeni edasıyla, ekmek parasının kaynağının ne olduğunun ciddi tebarüzü cihetinde icraatlarına devam etmektedir, bağlılığının koruma ve güvencesi altında...

Para kokusunun en meşhur takipçilerinden olup, işine gelen konuların üstüne büyüteç istemediği konuların üstüne dürbünü tersten tutan, bir gazeteci olmanın ötesinde biri olduğunu sürekli hissettiren, benzeri H. C. (bu da bir Osmanlı paşa torunudur) ile yazdıklarının NATO (Brüksel) ve Pentagon (Washington) merkezlerindeki Türkiye masaları tarafından sürekli beğenilen ve takdir edilen hatta bu masaların Türkiye şubesi gibi çalıştıklarıda seslendirilmektedir. 90 ların başında Körfez savaşında Turgut Özal, 1 koyup 5 alacağız dediğinde ona yazılarıyla büyük bir vaveyla kopararak destek vererek savaş çığırtkanlığı yapmış ve 5 koyup 1 alamadığımız vaki olmuş olmasına rağmen muhteremin 3 ün birşeyini almışlığın gevrek pişkinliği ile yoluna devam etmiştir. "köşe" yazarıdır diyene insanın ne köşesi be bal gibi yuvarlak yazarıdır diyesi gelir insanın bu kara cahil desem değil ama anlaşıldığı ve iddia edildiği üzere 70 li yıllarda Lübnan’da MOSSAD ajanlarına rehberlik edip kampdaşlarını ele verdiği günden itibaren, nabza göre şerbet veren bu sonradan görme gazetecinin demokrasiden tek anladığının kendileri ne yaparlarsa yapsınlar, ister gammaz, ister ajanlık ve isterse de yalan yazma olsun bunların hepsi makul karşılanmalıdır, ama bilmelidir ki kendi gazetesini ihbar edip baskın ve arama yapılmasını istemiş olması onu tarihe bu ilk ile de yazdırmıştır.

Günümüzde canım yurdumda “Atatürk'ü putlaştırmayın” sloganının mucitlerinden olan bu zat, bu kelamı canı yürekten ederken, ısrarla ve inatla, her tarafımızı saran despotlardan, Ayetullahlardan, diktatörlerden ve şeyhlerden rahatsızlık beyan etmemiş, tam aksine memnuniyetini mezkûr akımların sivil toplum hareketi ve liderlerinin de kanaat önderi olduğunu beyan ederek cümle âleme göstermiştir. Neresinden bakarsanız bakın ne kadar süslerseniz süsleyin, neo-osmanlı akımının bilinçlerde kayma yaratmasını temine yönelik ve asla benzerlerinin söylemekten bıkmadıkları bu aptallık doktorası sayılacak tezin jeostaretejik analiz yutturması da, bizim adımıza ayrı bir aptallık ispatıdır. Mezkur zatın bu aptallık seviyesindeki analizleri onu, “Adriyatik'ten Çin seddine kadar Türk dünyası” derken Türkmenistandan parası ile gaz bile alamayanların, “bir daha Davos’a gelmem” çıkışıyla da İsrail ile yapılan ve uzun vadede mezkur politikaların kafalarda yerleşmesini temin edecek yaklaşımlara götürmekte iken, Irak’ta destekledikleri Amerikan emperyalizminin katlettiği milyonlarca Müslüman için sus-pus noktasına getirmektedir, ne gam ne keder… Olsun, maksat kafalar karışsın ve beylerin yelkenlerine rüzgar dolsun… Turgut Özal’ın danışmanlığını yaptığı ve hatta kendisine gizli dışişleri bakanı payesinin verildiği dönemde de “büyük oynamalıyız” yaklaşımı ile canım yurdumun Irak ile savaş eşiğine getirilmesindeki rolünü kim unutursa unutsun bizler, yani % 60 lar asla unutmayacağız.

Beyefendinin; son 30 yılın başbakanlarına derin, içten ve samimi muhabbetle bağlılığını büyük bir heyecanla izlemekte ve kendisini benzerleri ile bir yarış içinde görmekteyim, sanki bu yarışın çok ciddi bir ödüle müstenit olduğu kanısı kendisini izleyen her insanda oluşmakta olup, yeter be dostum övgünün de sövgü gibi bir sınırı olmalı, bunun da bir ahlakı ve etiği vardır diye düşünmektedir ademoğlu… Tüm bunların sonucunda bu muhterem “bana neden dönek diyorlar” diye kızarak etrafına dert yanmaktaymış, hiç anlamıyorum neden alınıyor, neden kızıyor, yanlış ise yanlış olduğunu göster, sadece yanlış diyerek bu yaftadan kurtulmak mümkün değildir ki....

Çarşamba, Kasım 14, 2012

FENERBURNU BALIKÇI BARINAĞI VE RIHTIM PROJESİ

(TELGRAFHANE BALIKÇI BARINAĞI)
“Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından yapılan Çeşme’deki Fenerburnu Balıkçı Barınağı ve Rıhtım Projesi’ne ait imar planları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandı. Plan askıya çıkarken 12 milyon TL bedeli bulunan projede 200’e yakın balıkçının barınması amaçlanıyor.” diye veriyor haberi gazete, hâlihazırda bitmiş Çeşme limanına son yolculuk duası yapılıyor sanki bu haberle.

Hadi biz duymuyoruz ayaktakımı olarak, bu ilçede siyaset yapanların duymaması diye bir şeyin olma ihtimali yok, ihtimalin olmaması yanında 24.06.2010 tarihinde saat 11:00 de, İzmir Çevre ve Orman İl Müdürlüğü gözetiminde, kurum ve kuruluşların temsilcileri ile Çeşme Belediye Toplantı Salonunda gerçekleşen ÇED sürecindeki “halkı bilgilendirme” toplantısı sanki kimseyle paylaşılmıyor, ne zamana kadar 11.11.2012 tarihine kadar, sonra birden Çeşme siyasetçilerinin muhalefet kanadı böyle bir konunun gündemde olduğunu hatırlıyor ve Yerel iktidardan destek alamadığı iddiasıyla dar kapsamlı ama benim de katıldığım halka açık bir toplantı düzenleniyor. Bu toplantıda anlıyoruz ki; konu zaten siyasetin yerel oligarşisi tarafından, halka da güvenilmediği için kimseye söylenmeden kendi içlerindeki dengeler ya da pazarlıklar çerçevesinde çözülmeye çalışılmış, ama anlıyoruz ki tam bir sukut-u hayal yaşanmış. İl yönetimindeki arkadaşımız Bakan Beyin, projenin tahribatının boyutunu anladığı için 6 ya da 7 ay önce proje iptali için talimat verdiğini söylüyor, İlçe yönetiminin konuyu ve vahametini hazırladıkları bir dosya ile bakanlık ve ilgili müdürlüklere aktardıklarını, anlattıklarını samimi bir şekilde anlatıyorlar ama sonuç ortada, tabii ki burada ben yereldeki arkadaşlarımızın samimiyetine inanıyor ve çabalarını destekliyorum, ancak tüm siyasetçilerin ve yetkililerin haklısınız demesine rağmen projenin yürütülüyor olmasını da necip milletimizin siyasetteki temsilcilerinin geneldeki siyaset yapma mahareti ve anlayışıyla çok uyumlu buluyorum, tavşana kaç tazıya tut, tam bir oyalama ve hafıza kısalığımıza sığınma… Aslına bakarsanız her şey kurallara ve yasalar ile yönetmeliklerin öngörülerine uygun bir vaziyette yürütülmüş, ulusal ve yerel yayın yapan ama çok sınırlı sayıda insanın okuduğu (hatta okumadığı dersek daha doğru olur) 2 adet gazetede duyuru yapılmış, def-i bela kabilinden konu kitabına uydurulmuş ve balıkçılığın tekeli “trol ve gırgırcılar” son savaşı kazanmış görünmektedir, bundan sonra ne mi olur, hiç mi hiç umudum yok bence hepimiz günah benden gitsin edasıyla ahlar ve vahlar içinde “…mış gibi yaparak” “ben dediydim” edasıyla eski yaptıklarımıza ve söylediklerimize devam ederiz, konuda bir vade sonra unutulur gider, “onlar erer muradına biz çıkarız kerevetimize...”
Şimdi gazete haberine dönersek, gelinen son nokta itibariyle konunun asli tarafları olarak “Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı”, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ile “Çevre ve Orman Bakanlığı” tali taraf ise Çeşme Belediyesi görünmekte olup; farklı siyasetçiler tarafından yürütülüyor olmasına rağmen sanki tarafların tamamının muradı aynıymış gibi durmakta ve sonuç itibari ile yandı gülüm keten helva durumu işte… Ama uzun yıllardır eleştirdiğimiz günlük siyasete yön verenlerin karşıtlıkları ve dostlukları üstünden ya da dost kuvvetlerin kazançları, düşman kuvvetlerin kayıpları üstünden siyaset yapmalarının bir sonucudur tüm bu başımıza gelenler, geleceklerden maada… Hani nerde Kültür ve Turizm Bakanlığı, behemehâl bir karar alın ve bölgeyi tıpkı Ayasaranda da yaptığınız üzere koruyun da görelim, ama galiba Ayasaranda başkaydı değil mi??? Hani birde bakanlığa ve müdürlüklere alternatif sunduk demiyorlar mı, bela bizden gitsin de nereye giderse gitsin tam sinir oluyorum, demezler mi adama yahu kardeş şiddetle karşı çıktığınız konuda dediğinize uygun karar almayanların, alternatif sunmanıza neden sıcak baksınlar ki, geç bunları anam babam geç bunları bir kalem…
Balıkçılar kooperatifinden bazıları, oradaki sosyal tesislerin kendilerine verileceği umuduyla, salt bu fırsat doğdu diye de ve kendilerine önerilen bu çıkar uğruna projeyi zımnen destekledikleri de çok net anlaşılmakta, ama aynı sıkıntıları marina inşaatı öncesinde de yaşadıklarını unutarak, iddia ediyorum tüm bu koparılan vaveyla unutulacaktır ama çocuklarımız ve torunlarımız asla unutmayacaktır, dün kötü yapanları bugün biz nasıl anıyorsak onlarda bizi böyle anacaktır. Destek verenler Çeşmeli balıkçılar yerine yabancı trollere yönelik olduğunu ya görmüyorlar ya da bizi aptal yerine koyuyorlar ya da başka bir şey var yazamıyorum, anlaşılmıştır gayri…
Çeşme’nin içinde yaşayanların yüzmek için gidebilecekleri 3 adet plajdan bir tanesinin; Ayasaranda, öyküsü herkesin bildiği bir şekilde yitirildiği, bununla birlikte de Fener plajının yitirileceği ve kala kala tek plajın; Tekke (teke) plajının kalacağı kimin umurunda, iddia ediyorum ki buranın da canına okuyacak bir bahtı kara grubu bulup çıkaracaktır bu necip Türk milleti…
Mevcut taş ocağının bu dolgular için çalıştırılması durumunda da oranın önemli ölçüde açılacağı ve gelecekte de bir otel yapımına hatta kot alımının emin ve ehven eller tarafından yapılması halinde de yaklaşık 10 katlı bir otel yapılacağının da önü açılır memleket bir tesis daha kazanır diye ellerini ovuşturanların olduğunu düşünüyorum açıkçası…
Bu konuda hassasiyet gösterilmesi bir çevrecilik bilinç gelişmesi midir diye bakıyorum, ne yazık ki evet diyemiyorum çünkü rüzgâr enerji türbinlerinin Karadağ’a yerleştirilmelerine ses seda yok, ama yiğitliğe necaset sürdürmeme adına da yarım ağızla da ona da karşıyız deniliyor ya, yanıyor gülüm keten helva yanıyor…
Meşhur darb-ı mesel’deki sarı öküzün verildiği yer ve zaman 80 li yılların ortaları ve yol yapıyoruz uydurmacısıyla Çeşme limanına ilk yapılan dolgu dönemidir, o zaman da söylenmişti, bakın bu yol körfezin bitirilmesine kadar sürer gider, yol açmayın, yol olmayın, ama siyasetin yerel oligarşisi böylesini uygun görmüştü, ne diyelim, o dönem de aynıydı tek kriter düşman kuvvetlerin kaybı, dost kuvvetlerin kazancı…
Bu yatırımın engellenmesi için ne yazık ki birkaç kişi dışında kimse samimi görünmüyor, kimisi kendi projesi uygulanmıyor ya da projesinin tanıtımına izin verilmiyor diye vaveyla koparıyor, kimisi bizim partinin projesi değil diye kenara çekiliyor, kimisi biz istemiyoruz Bakan Bey ile ben konuştum kendisinden duydum iptal talimatı verdi diye söylüyor ama yahu kardeşim, bu projeyi bize yani Çeşmelilere rağmen gerçekleştirecekseniz, ben ilçe başkanlığından, biz belediye meclisindeki parti grubundan, ben il yönetim kurulundan istifa edeceğim, ben partiden istifa edeceğim diyerek net tavır koymuyor, diğerleri ise bu zaten iktidar partisinin işi ya da bundan zarar görecek kendi partilerinden diye kenara çekiliyor, olan Çeşme'ye oluyor demiyor kimse (birkaç samimi insanı vareste tutuyorum). Vah ki vahhh…
Varsayalım ki bu proje AKP’nin ya da başka partinin, ne önemi var ki bu yaklaşımın sonuç itibariyle Çeşme’nin bir bölgesinin katline karar verilen bir proje, hiç düşünmeksizin karşı çıkılmalıdır, hani devşirme olacak ama “Mevzuu bahis Çeşme ise gerisi teferruattır” olmalı şiar…

Salı, Kasım 06, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR – 3 REICHTAG YANGINI


Reichstag (Rayştag); Almanya Parlamentosunun toplandığı bina, 1892 yılında yeni bir parlamento yapımı için mimari bir yarışma düzenlenir ve Alman mimar olan Paul Wallot yarışmayı kazanır, 1884 yılında başlanan inşaat 1894 yılında tamamlanır ve 27 Şubat 1933 tarihindeki yangına kadar hizmet verir.

Canım Yurdumda da örnekleri olduğu üzere, “bu kış komünizm gelecek” diye aslında bir tür kara propaganda ürünü olan “yaratılan korku” çerçevesinde Komünistlerin genel greve gidecekleri ve ekonomiye büyük sekte vuracakları gerekçesiyle, aslında öngörüsüyle Cumhurbaşkanı Paul Von Hindenburg; seçimlerde, konjonktüründe uygun düşmesi nedeniyle seçilen 1. parti durumunda ve başında Faşist- Führer Adolf Hitler’in bulunduğu parti ile Katolik Merkez Partinin bir koalisyon kurarak istikrarlı bir durum oluşturacağı bir hükümet kurmasını isteyerek Hitler’i başbakan (şansölye) olarak atamış ve muhtemelen de ne kadar kanlı bir tarih yazılacağını hissederek yeni bir döneme kapı açmıştır. İlerde tarihe kanlı diktatör olarak geçecek, tüm dünyayı kana bulayacak ve 5 yıl sürecek ve yaklaşık 50 milyon insanın ölümüne, yüzmilyonlarca insanın yaralanması ve sakat kalmasına neden olacaktır bu faşist-Führer Adolf Hitler.

Almanyada 1933 yılında Faşist – Führer Adolf Hitler iktidardadır artık, son seçimlerde de komünist parti 6 milyon oy almasına rağmen bu sonucu engelleyememiştir, engellemek ne kelime artık komünist partisi Nazizm-Faşizmin baş hedefi haline gelmiştir tam da bu yüzden, artık Hitler’in ifadesine göre de “Bir tanrı işareti beklenmektedir, bir işaret olsa komünizm ezilecektir”. Artık Faşizm bir işaret bekleyecektir ya da bir işaret yaratacaktır, tüm yoğunluk bu noktadadır. Faşizmin önderleri hummalı bir çalışma neticesinde, yaratılacak işaretin ne olduğunu bulmuşlardır, “Reichtag” yakılacak ve üstüne de yaratılan besleme ve yalaka basın sayesinde de vaveyla kopartılacaktır, artık kara propagandaya dur durak yoktur, Komünistlere yönelik saldırıya büyük fırsat yaratılacaktır.

Hitler’in sağ kolu Hermann Göring’in evinden Reichtag’a açılan bir altgeçit vardır ve SA adı verilen faşist kıtaların lideri olan Karl Ernst kendisine bağlı hücum taburlarından çok güvendiği birkaç faşisti bol miktarda yanıcı ve kimyasal maddelerle bu geçitten geçirir ve onlarda aldıkları talimat gereği Reichtag’ı kundaklar ve yakarlar. Faşistler için Tanrı işareti gelmiştir, komünizm ezilecektir fırsat doğmuştur, yalaka ve yandaş basın ve yayın organları da devreye girer sahne alırlar ve hasıl olan maksada uygun olarak kara propagandaya zemin olurlar ve halkta büyük bir korku, sindirme, gözdağı verecek ve panik yaratacak yayınlar başlamıştır. Kamuoyu nezdinde “suçlu budur” algılaması oluşturmak ve faşistlere “bakın hedef aldığımız komünistlerin hepsi kötüdür ve suçludur” deme ve propaganda yapma hakkı doğurmak için ellerinden geleni artlarına koymazlar, tutmak ne mümkündür bu satılmışları artık…

Reichtag yangını sonrası Adolf Hitler, Cumhurbaşkanı Hindenburg’a, anayasadaki kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerin rafa kaldırılması yönünde bir kararname imzalatarak, seçim çalışmaları sırasında Nazi Partisi ve milliyetçiler dışındaki tüm partilerin seçim çalışmalarının durdurulmasına ve komünist partisinin parlamentodaki tüm milletvekilleri ve parti ileri gelenleri tutuklanmasına zemin hazırlanmıştır.

Yangının hemen ardından, halkı aydınlatma ve propaganda bakanı olan Joseph Göebbells, kendisine gelen bizim çocuklar başardı haberi üstüne, Adolf Hitler ile birlikte yangın yerine giderler ve cayır cayır yanan Reichtag’a bakarak, ağzından salyalar çıkarcasına kızgın olan Hitler Gestapo şefi Rudolf Diels'e bağırarak “işte komünist kalkışma başladı, zaman geçirmeksizin, her komünist bulunduğu yerde gebertilecek” diye talimat verir.  Artık kendilerini iktidara getirenler tarafından verilen görevlerin yerine getirebilmesi adına Faşistlerin yapamayacakları, göze alamayacakları herhangi bir şeyin kalmadığı aşikârdır, tamda alınan seçim kararı arifesinde artık gözlerinin ne kadar kara olduğunu herkese ispat etme fırsatıdır bu provokasyon yangını… Yangın faşistler tarafından kundaklama sonucu gerçekleştiği çok açıktır ama soruşturmayı yürüten polis malum nedenlerle kısa sürede, psikolojik sorunları olan Marinus Van Der Lubbe adında eski bir komünisti tutuklar, yoğun baskı ve işkencelere dayanamaması neticesinde Lubbe, kurtuluşun suçu kabul etmekte olduğuna karar verir ve kundaklamayı yaptığını itiraf eder, derhal mahkemeye çıkarılır ve yargılanır suç sabit görülür, idam cezası alır, yangından mal kaçırırcasına derhal idam edilir.

Yargılanan sanıklar arasında birisi daha vardır, Bulgaristan Devrimi’nin önderi Georgi Dimitrof’tur onun adı, eğitimini yarıda bırakarak başladığı matbaa işçiliği sırasında grevlerle tanışır, bu süreçte sosyalist kimliği gelişir ve pekişir, 1. Paylaşım Savaşı’nda, savaşması gereken askerleri savaşa karşı örgütlediği gerekçesiyle tutuklanır, bilahare Bulgaristan Komünist Partisi yönetimine seçilen Dimitrof, sonra gelişen olaylar neticesinde ülkeyi terk ederek, Yugoslavya, Viyana ve Berlin’de yaşayan Dimitrof, mezkûr Leipzig Duruşmaları ile de faşizmi yargılayan komünist olarak dünya tarihine geçer, 1949 yılında vefat eden “faşizme karşı birleşik cephe” adlı kitabı ile devrimci mücadeleye büyük katkı vermesinden ötürü de kendisini saygıyla analım, yeri gelmişken.

Sonuçları itibariyle; mahkeme sürecinde Reichtag kundaklamasının şüpheye yer vermeyecek şekilde Faşistler tarafından, siyasi amaçlarının gerçekleştirilmesi doğrultusunda gerçekleştiği ortaya çıkar, Dimitrov cezaevindeyken, sosyalistler, demokratlar Hitler faşizminin bu provokasyonunu teşhir ederek, yalanı ortaya çıkarırlar, konu ile ilgili ciddi yayınlar yapılmıştır. 3 ay süren duruşmaların ardından, uyduruk mahkeme heyeti bile kendi yalanlarına dayanamayarak, Dimitrof ve arkadaşlarını aklarlar.

Leipzig duruşmasının derinlemesine incelenmesi halinde, mezkur provokasyonun konu ile ilgili ve bilgili her birimiz için bir “de javu” olduğu kanısına kapılacak şekilde tanıdık geleceği aşikardır, provokasyon konusunda bir hayli başarılı çalışmaların yapıldığı Canım Yurdumda…

Pazar, Ekim 28, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 8

“Üs yok, tesis var”
İçimizdeki Amerikalıların en önemli örneği olan pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında ki 7 kez gelmiştir, lakabı olan Morison Sülo’yu hak etmek için temsiliyetine hiç ihanet etmeden, tek beklentisi olan başbakanlık karşılığında, Canım Yurdumun geleceğini hiç umursamadan hizmete devam etmiştir, kendisini Amerikanlığa o kadar kaptırmıştır ki uğruna gerdan kırarak etmeyeceği kelam yoktur, laf doğru yanlış ne önemi var, asıl olan anı kurtarmaktır kendisi için, nasıl olsa hafızası kısa olduğu artık binlerce kez ispatlanmış biz vatandaşlar var karşısında. Emperyalist paylaşım savaşlarının 2. sinden sonra kapitalist dünyanın sömürgeleri nezdinde, emperyalizmin jandarması rolündeki ABD’nin sempati ile görülmesi, iyiliksever bir ülke ve kapitalist dünyanın en büyük düşmanı gibi gösterilen Sovyetler Birliği’ne karşı kapitalist dünyanın koruyucu ve kurtarıcısı olarak algılanması için yerelde ülke yöneticileri tarafından, saldırganlıkların ve katmerli sömürünün üstünün gizlenmesi ve hoş gösterilmesi çabası doruktadır artık, neden çünkü yerelde iktidarlar artık Amerikaseverlerin elindedir.
60 lı yıllar toplumsal bilincin tavan yaptığı yıllar, ben değil biz demenin ahlak olarak tariflendiği yıllar, tüm dünyada olduğu üzere bizde de bir gençlik hareketi olarak başlayan, ama genelde ABD’nin ahlaksız saldırılarının önemli katkısı olduğu, özel de Vietnam savaşının gençlik içinde yaşanan Kore savaşı faciasından da etkilenerek, “bizim savaşımız değil” gerekçesiyle reddedildiği ortamda, ABD de siyahların son demlerini yaşayan eşitlik mücadelesi, kısıtlanmak istenen Üniversite özgürlük ve hakları için ivme kazanan, katmerli sömürünün artık sırıtması, geniş halk yığınları da tarafından da görülmeye başlanması, fabrika ve toprak işgallerine kadar varacak bir muhalefetin oluştuğu dönemdir, Canım Yurdumda muhteşem ve muhterem zatın Genelkurmay Başkanı konumundaki yoldaşının “sosyal gelişmeler ekonomik gelişmenin önüne geçti” analizi yapmasını gerektirecek bir dönemdir. Toplumsal bilincin artması demek, bilincin eyleme dönüşmesi demektir artık, toplumun üzerine serilmiş ölü toprağını silkelemesi ile birlikte başlayan uyanış, genelde ABD’yi özelde de onların uzantıları ve karşılıksız sevenleri yerel muktedirleri harekete geçirmiş, karşılıklı ve farklı platformlara bağlı olarak, söz ve eylem düelloları hız kazanmış, cilaları dökülmeye başlamış ABD imparatorluğunun asıl pozisyon ve amacının gizlenebilmesinin zorlukları yerel muktedirleri akıl ve izan dışı yalan ve propagandalara sürüklemiştir. Canım Yurdumda hızlı yaşanan bu uyanış ve silkiniş, bir tarafı ile inanılmaz hızlı bir biçimde uluslararası yayınların takibi, görece serbest tartışma ortamı, Üniversitelerde başlayan antiemperyalist mücadele örgütlü mücadele haline evrilirken, artık çene suyu pilavın muhalefeti frenlemekte yetersiz kaldığını gören ABD ve içimizdeki Amerikalılar, bir taraftan bizzatihi devletin kendisi diğer taraftan da sivil uzantıları vasıtasıyla saldırılarını arttırmaktaydı. Artık canım Yudum insanı bir yanıyla da güncel politika da kendileri adına söz sahibi olsunlar diye TİP’i (Türkiye İşçi Partisi) Büyük Millet Meclisine göndermiş, küçük bir grup halindeki TİP temsilcileri tam da tariflerden gelen muhalefetini etkili bir biçimde yürütmekteydi, diğer taraftan içimizdeki Amerikalı oluşları bir türlü gizlenemeyenlerin deşifre edilmesi sürecinde; TİP artık halkın o güne kadar duymadığı bir takım gerçekleri seslendirmeye başlamış, o kadar ki hatta, bir gün TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar “Ülkemizde Amerikan üsleri var!..” diyerek yüklenince içimizdeki Amerikalıların dönem temsilcisi Muhteşem zat “Üs yok, tesis var!..” diyerek üstlenmiş olduğu Amerika’nın şirin gösterilmesi rolünü oynamaktaydı. O rolü o kadar başarılı oynadılar ki muhterem ve muhteşem zat öncülleri ve ardılları artık bugün canım yurdumda, Amerikan üsleri var denilebilecek bir durum kalmamış çok şükür ve Canım Yurdumu topyekün bir üs haline getirmişlerdir ve ne yazık ki vilayet sayısından fazla üs bulunmaktadır ve kimse de sormuyor artık “komünizm” de yok, neden diye. Canım Yurdumun kendi devleti içinde bol miktarda ABD eyaleti gibi çalışmaktadır bu üsler ama kimsenin de umurunda değildirler, zaman zaman çevre ülkelerden terörist nitelendirmesiyle uçaklar dolusu getirilen insanlara işkence için merkez, zaman zaman bölge ülkelerinde kullanılmak üzere gizli ordu eğitim merkezi haline getirilmiştir, ne gam ne tasa…
Ama en traji-komiği ise pek Muhterem ve Muhteşem zatın izahatlarıdır aslında; TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın Millet Meclisi’ndeki bir konuşmasında “35 milyon metre kare toprak işgal altında” diyerek Amerikan üslerini eleştirip bir soru önergesiyle de Amerika ile imzalanan ikili gizli anlaşmaların kamuoyuna açıklanmasını ister; tarihe geçecek şu açıklamayı yapar, “Baktık ki, Amerika ile yapılan gizli anlaşmaları tümüyle kapsayan bir dosyamız bile yok. Küçük rütbeli bir subayın, yüzbaşı düzeyinde bir Amerikalının imzaladığı anlaşmalardan tutun da, Türkiye’nin ABD’ye neler verdiğini içeren önemli anlaşmaların hiçbirinin metni elimizde değil”. Ama taraftarlarından ve ortaklarından kimse, “yahu nasıl oluyor bu, hani biz 17 devlet kurma geleneğine sahiptik” gibi kelam etmez. Körfez savaşı adıyla bize öğretilen ama aslında Irak işgali diye tarihe geçecek savaşta, aniden dünya basınında sınırlı da olsa ABD nin İncirlik-Adana üssünde atom bombası ve nükleer başlıklı bomba depoları var benzeri haberler çıkmaya başladı, necip Türk Milleti o zaman öğrenmeye başladı, kendisinden nelerin saklamaya çalışıldığını ama artık iş işten geçmiştir. Ama derler ya aşkın gözü kördür işte bu nedenle bu Amerikanseverlerin ve destekçilerinin gözleri kör olmuştur bu sevgiden (vallahi tamamen duygusal), bu ne aşk imiş be, ne aşkla bağlanmaymış be, üzerine binlerce kitap ve makale yazıldı gözü açılan yok.
Amerikan üssü ya da tesisi olmuş ne fark vardır da bu kadar önemseniyor bu farkın tebarüz ettirilmesi; aslında hiçbir fark yoktur pratik işleyişi ve çalışması açısından ama dönem antiemperyalist, antiamerikancı bir dönemdir, Vietnam savaşı başta olmak üzere Amerika’nın yaptığı her şeyin protesto edilmesi telaşa düşürmüştür bu amerikaperverleri, ABD Büyükelçisi Commer’in arabası bile temsiliyetine müstenit yakılmıştır, ABD 6. filosu protesto edilmiştir adeta bir kurtuluş savaşı benzeri ABD askerleri denize dökülmüştür. NATO ittifakıyız uydurmacısıyla vatanın her tarafında mantar gibi ABD üsleri tesis edilmiştir, kah NATO düşmanı ilan edilen Sovyetler Birliğini izleyeceğiz numarasıyla kah “etrafımız düşmanla çevrilidir” e inandırılarak, önceleri sadece lojistik destek verecek ekip ve ekipman derken sonradan fiili işgal güçleri konuşlandırarak ve propaganda ile de sanki Türkiye menfaati varmışçasına, aslında fiili durum vatanın her karışının işgalidir nihayetinde ama yerel muktedirlerin umurunda mı ki. Dün Sovyetler Birliğine karşı idi propagandasına karşın bugün İsrail’i İran’dan koruyacağız numarasıyla, ama fiili işgalin yürümesi için her dönem ama hep ehven yalan ve propaganda.
Emperyalizm ve yerel temsilcileri sömürü çarklarını çeşitli ama çelişkili yöntemlerle örtbas etmek istiyor dedik ya, bunun en önemli ayağı anlatılan masallara inanan insanlar bulmak sayılarını arttırmak onları partileştirmek, bu sayede de uyuşturup, uyutmaya devam etmektir. En çarpıcı ve açıktan sırıtan sömürü ilişkisini bile en masum anlatımlarla, hatta bunun bir bağımsızlık duruşumuşcasına yutturulması ve bunun toplumda büyük destek bulması ise çağdaş fareli köyün kavalcısı rolünün ne kadar muazzam yürütüldüğünün ifadesi olsa gerek. Peki; çağdaş fareli köyün kavalcıları muhteşem ve pek muhterem zat ile nihayetlendi mi, zinhar kendi izinden gelenler boynuzun kulağı nasıl geçebileceğinin ispatı gibi durmaktadır ortada,  dün de böyleydi, bugün de böyle ve korkarım ki değişmeyecekte.
Ne diyelim; bizi ve Canım Yurdumu bu vatan sevicilerin elinde oyuncak haline getirenlerin boynu altında kalsın.



Pazartesi, Ekim 22, 2012

SEVGİLİYE MEKTUPLAR


“Devrimi en çok, en güzel aşkları yaşamak için istedim” diyen, 12 Eylülün iç savaş koşullarında öğrenim hayatına devam edemeyen, sayısız defa gözaltılar yaşayan, 12 Eylül uyduruk mahkemelerinde idamla yargılanan, müebbet hapisle cezalandırılan, sonra da genel afla 1991 yılında bu esaretten kurtulan dostum Muhittin Çoban, “O büyük gün geldiğinde” ve “Bir aşk hikâyesi” adlı kitaplarından sonra 3. kitabı “Sevgiliye mektuplar” basımını gerçekleştirdi.
“Özlem” mengene gibi sıkan soğuk duvarlar arasında gün boyu yaşanan, derinden sarsan duygudur diye tarif yapan Muhittin; “Tozlu sokakları, sokak aralarında top koşturan çocukların ağulu seslerini, “kör olmayasıca, akşam baban gelir, görürsün sen’” diyen annelerin cazgırlığını, kaldırımlardaki insan selini, motosiklet seslerini, çamurlara bata çıka yürümeyi, kızlar köprüden geçerken suya atlamayı, sıçrayan suyla kızları ıslatmayı, önden tomurcuk memelerine, arkalarından yuvarlak kalçalarına şaşı oluncaya kadar bakmayı, faşistlerle kavgayı, mahallede olası faşist saldırıya karşı nöbet tutmayı, özgürlüğü özlersin ve varsa sevdiğin, sevdiğini özlersin. Kısacası yapamadığın her şeye karşı özlem yüklüsündür. Günler, aylar, yıllar uzadıkça özlemin daha da ağırlaşır, dayanılmazlaşır, ızdırap verir. Bir de sevdiğin uzaktaysa, gelemiyorsa her görüş günü görüşüne kaldırmaz, dayanamaz buna yüreğin, taşıyamazsın.” diye özetler özlemin boyutunu.
Başka bir yerde ise sevgilisine kavuşma özlemini “bir gün şu duvarları aşıp, tel örgüleri parçalayıp, tıpkı Ceyhan nehrinin denizle buluşması gibi, özlemle, çoşkuyla sana doğru akacağım ve sana kolundaki ülgerlerden, dudağındaki rujdan, gözündeki yaştan daha yakın olacağım. Sigaranın gri dumanı gibi, içine süzülüp taht kuracağım yüreğinde. İşte o zaman seni, özgürlüğüm kadar, kavgam kadar ölesiye seveceğim ve her mevsim açan hiç solmayan çiçeğim olacaksın benim.” diye tarifler.
Doğa: huzur
Huzur: yüzün
Yüzün: deniz
Deniz: saçların
Saçların: newruz
Newruz: özgürlük
Özgürlük: hedef
Hedef: gözlerin
Gözlerin: renk
Renk: tenin
Tenin: çiçek
Çiçek: gül
Gül: dudakların
Dudakların: mutluluk
Mutluluk: yanında olmak
Yanında olmak: kavga
Kavga: yaşamak
Yaşamak: başak
Başak: çoğalmak
Çoğalmak: söz
Söz: seni seviyorum;    olur Muhittin kardeşim için.


Yine bir başka yerde; Muhittin, “ilk anımsayışım, bugünün 8 mart oluşunu…. Bugün senin günün, bugün annemin günü, bugün ablamın günü, bugün çırçır fabrikasında çalışan kadınların günü, dayaktan inleyen, cinsel obje olarak kullanılan kadınların günü…” diyerek dünya kadınlar günü üzerinden hayalinde yarattığı meçhul sevgilisine özlemini anlatmaya devam ediyor.
Bir kartpostal yazımında şu cümleler yer alıyor; “bir tanem, bir bir tahliye oluyorlar profesörleri, emniyet amirlerini öldüren, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta katliam yapanlar; hayali ihracatçılar, vergi kaçırıcı vatanperverler ve adli (kader) mahkûmlar. Meclis, şartlı tahliyeyle bir kez daha ödüllendirmiş oldu vatanperverlerini. Biz “vatan hainlerine” ise, vatan hainliğine devam ettiğimiz için “yatın” dediler. Kavuşmamızı bir süre daha erteleyeceğiz, elimizde olmayan sebeplerden dolayı. Vatanımıza, milletimize hayırlı olsun. Sana da, bana da, bize de geçmiş olsun. Umutla kal… Aşkla kal… Daima benle kal aşkım…”
“Yalanlarla örülü bir yaşamın içinde, gelmeleri gitmeleri, duraklamaları, heyecanları, kavgaları, sevgileri inatla ve huzur içinde, hiçbir tedirginlik duymadan, doğallığıyla ve kanıksayarak yaşıyoruz” diyerek te sevgiyi genelleştirerek devam ediyor.
Kitap kolay ve hızlı aynı zamanda akıcı ve keyif alınarak okunacak nitelikte…
Kitapçılarda bulmak çok zor, D&R dan internet ortamında satın almak en kolay yol, kitabı edinmek isteyenler açısından…
İyi okumalar


Cuma, Ekim 19, 2012

BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI-2

23 Nisan 2012 tarihinde “BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI” başlıklı yazım üzerine mezkûr alanda mağdur olmuş okuyucularımızdan Mehmet Yerli bir mail gönderip derdini ve konu ile ilgili yaşadıklarını ve sonuçta oluşan mağduriyetini uzun uzun anlatmış ve olduğu gibi yayınlıyorum. Ben kendimi konu ile ilgili taraf addetmiyorum ama özellikle Çeşme genelinde gerek doğal gerekse de arkeolojik SİT konusunda zarar görmüş birisi olarak ta yaşananların facia boyutunda olduğunu da biliyorum. “Bizden” olanların konuyu sonuçlandırmaktaki hızını ve maharetini, “Ötekilerin” ise işinin görülme sırasının bir türlü gelmemesini hayretle izlerken, bu haksızlıkların önüne bir türlü geçilemiyor olmasını da iyi niyetle izah edilecek olmaktan çok uzak olarak değerlendiriyorum.
Sayın Mehmet Ruhi Çelik bey. yazılarınızı okudum tebrik ediyorum. Merhum Tümer Tütüncüoğluna ait 5247 ada 1 parsel 2005 yılında 1 nci derece sit çeveresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. 5238 ada 4 parsel 2001 yılında 1 derece sit çevresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. Doğru karar fakat 3 ncü derece sit kapsamında kalan 5236 ada 2.bize ait 3 ve 4 numaralı parsellere bina yapmak üzere 2004 yılında karar aldık.Çeşme müze müdürlüğü denetiminde kazıldı. olumlu rapor yazıldı.bu raporu beyenmeyen Prof.Dr.Hayat Erkanal ve Çeşme nin Arkedoloğu Hüseyin Vural.ın sit kuruluna 05/08/2004 tarihinde müracat ederek kazının yenilenmesi sağlanmış. 1645 sayılı kurul kararı ile çevresi 3 ncü derece korumasız 1 nci derece sit ilan edilmiştir.
 İlgililere soruyorum. Şaraphaneye sözüm yok bu yerlerin çevresi 3 ncü derece korumaya alınmadığı için yapılaşmaya gidilmiştir. 01/07/2005 ve 31/07/2005 tarihleri arasında yerlerimiz kazılıyor Prof Dr Hayat Erkanal hoca 10 ay sonra raporunu kurula veriyor 1 yıl sınra 3 ncü derece korumasız 1 derece sit uygulamasına geçiliyor ama çevresi yapılaşmaya devam eder ve etmiştir.
 Çeşme tarihi Kervansarayın yanında olan ,1993 ve 1998 yıllarında alınan ilke kararı gereği aralarından yol geçse dahi kurumdan izin alınmadan bina yapılamaz kararına karşılık bir adet 3 katlı bina 2 adet te 2 katlı bina yapılmıştır.Arkeoloğ Hüseyin Vural’ın yeri ise kimse müdahale edemez istediği gibi binalarını yapar biz ve merhum Tümer Tütüncüoğlu binalarımızı yapamayız.Çeşme Liman höyügünü 317 metre karelık alan temsil etmektedir.İlgililere duyurulur.Şikayetlerim üzerine Hüseyin Vural Bergama Müze Müdürlüğüne atanır ataması 9 ay sonra gerçekleşir fakat ne hikmetse bu vatandaş bakanlar kurulu kararı ile Çeşme Bağlar arası kazı komserliği görevine getirilir..Yetkililere duyurulur.bunun sırrı nedir.
Teşekkürler M.RUHİ ÇELİK bey.
Mehmet Yerli
Kendisi ile ayaküstü yaptığımız kısa bir konuşmadan sonra gönderdiği mailde de aynı şeyleri tekrar etmiş okuyucumuz.
Bilmeyenler olabileceği nedeniyle; daha önceki yazımda mezkûr bölgenin adreslemesi için şöyle yazmıştım. “Çeşme Bağarası (Bağlararası) arkeolojik kazı alanı; Çeşme limanının dün 50 mt. bugün 100 mt. uzağında yer almakta ve denizle başlayan Çeşme ovasının tam merkezini oluşturmaktadır.”
Ayrıca; “2000 li yılların başında Bağarasında (Bağlararası) konumuzu oluşturacak arsa üzerinde mahalle ve çocukluk arkadaşlarımızdan Tümer Tütüncüoğlu nihayet artık benim de bir evim olacak sevinciyle planladığı konut inşaatı için temel kazılarını yaptırmaya başlayınca bazı duvar ve arkeolojik buluntuları bulunuyor, hemen haber verilen Çeşme Müze Müdürlüğü yetkilileri kazı çalışmalarını durduruyor ve duvar kalıntılarının ve arkeolojik buluntuların Tunç çağına ait olduğu anlaşılıyor, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından mezkûr arsa ile etrafındakiler SİT alanı ilan ediliyor ve inşaat yasağı konuluyor.” ve “Çeşme’nin şimdilerde prestijli konut alanı durumundaki Bağarasında (Bağlararası) bir evim olacak hayalini kuran ancak malum nedenlerle gerçekleştiremeyen, çocukluk ve mahalle arkadaşımız Tümer Tütüncüoğlu uzunca bir süre burayı ilgili bakanlığa devretmek ya da başka bir arsa ile değiştirmek gibi girişimlerde bulunuyor ancak sonuç yok, ne yazık ki hayalini gerçekleştiremeden aramızdan ayrılıyor Tümer, şimdilerde yıldızlardan bakarak hala bir gelişme olmadığı için de orada da rahat olamıyordur.” diye yazarak oradaki arsa sahiplerinin dramına kısaca değinmiştim.
İlaveten; “Neden bu ülkede benzer durumlarda ki benim de katıldığım hızlı ve doğru şekilde davranan mevzuat efendiler, her şeye para bulan deve dişi gibi kocaman yetkililer, bulunan ya da ilan edilen doğal SİT, Arkeolojik SİT vs. gibi alanlardaki özel mülkiyet hakkı konusunda duyarsız olurlar, sorunu aslında yurttaşın sorununu, çözümü duyuna havale ederek çözmezler, anlamak kesinlikle mümkün değildir. Deve dişi gibi yetkililer; siyasi otoritenin çıkardığı yasalara rağmen ki bu yasalar trampa, kamulaştırma gibi çözümleri öngörür ama bir türlü sonuç alınmaz, ya müracaatınız kabul edilmez, müracaatınız kabul edilir talebiniz bir yerde dondurulur, talebiniz dondurulmasa sonuçlandırılsa bile, kamulaştırma için ödenek bulunamadı ya da ödenek beklenmekte, trampa için uygun arsa bulunamadı ama aranmaya devam edilmektedir hatta sizin bildiğiniz yerler varsa bize bildirin gibi trajikomik bir dolu hendek oluşturulur, atlat atlatabilirsen deveye durumu anlayacağınız.” diye yazmıştım.
Bizden önceki kavimler ve kültürleri, kökenlerimiz hakkında merak ettiğimiz detayları, uygarlıkları, insanoğlunun kayıtlı tarih öncesinden günümüze kadar ulaşabilen kent kalıntıları sayesinde mimari gelişimini, bulunan eşyalar ile de yaşam kültürlerini, gelişmeler ile insanoğlunun geliştirdiklerini anlamamıza yarayan buluntulardan en önemlisi sayılan arkeolojik kazılar neticesinde elde ettiklerimiz olup, bu tespit edilen alanın kamulaştırılması ya da trampası konusunda neredeyse toplumun çok önemli bir kısmı hem fikirdir, geri kalan göz ardı edilebilecek azınlık ise zaten ne yapılırsa değişmeyecektir. Canım yurdumun neresinde toprağı kazarsak kazalım tarih fışkırıyor ve yukarıdaki gerekçelerle de bunlara behemehâl sahip çıkılmalı, etrafı çevrilerek koruma altına alınmalı, bu sahiplenmeyi çok doğru buluyor ve sonuna kadar da destekliyorum ancak bu alanların ve buluntuların sahibinin durumuna göre tarih ya da değersiz taş parçası gibi bilimsellikten uzak nitelenmesine ve buram buram kayırma ve nemalanma kokan şekilde toplum tarafından yakıştırılmasına mahal vermemek için de bilimsel bir ölçü olmalı ve bazı odaklarının taleplerine prim verilmemeli ve kolayca da anlaşılacağı üzere; Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerin durumunu nasıl algıladıklarını uzun uzun anlatmamıza gerek yok, “zengin arabayı dağdan aşırır fakir ise düz ovada yolunu şaşırır” hikâyesi, tabii ki bu film çok tutulunca sınırsız sayıda devamı çekilmektedir.
Ne diyelim;

Devlet-i Osmanî ahalide terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz,
TERFİ ya olacak kuvvetli iltimas,
ya olacak madeni haz,
ya da olacak ten ile temas…
Konu ile ilgili yetkililer, konuya gereken özeni ve önemi sadece değerinden ötürü göstermeli, bizdendir ya da bizden değildir değerlendirmesinden azade olarak görev yapmalılar, ayrıca nasıl olacağını da pek bilememekle beraber kanunlar da bu kadar geniş yorum ve kanaat oluşumuna açık bırakılmamalıdır ki; tıpkı çocukken büyüklerimiz birkaç çocuğun bulunduğu ortamda birine diğerini işaret ederek “tut şunun burnunu” der ve tutarken biz çocuklar da tutarsın tutamazsın diye kavgaya tutuşurduk ya zinhar böyle olmasın; ne gereği var bir arkeolog ile vatandaş arasında bu kadar olumsuz ve gergin ortam oluşmasına.
Diyelim ki; yasalar şöyle böyle ve bol miktarda yoruma açık; eeee  yılda bilmem kaç yüz yasa çıkarmak ile öğünen muhteremler yapın yeni düzenlemeleri geçin bu mağduriyetlerin önüne.

Pazartesi, Ekim 15, 2012

AYDIN GEZİSİNİN ARDINDAN

Türkiye’nin en önemli kültür varlıklarından 1.000 den fazlasına sahip olduğu bilinen, incir, zeytin, pamuk ve kestane üretiminde ülkemiz sıralamasında en önde gelen, tarihte çeşitli dönemlerde büyük imparatorlukların merkezlerinden biri olmuş, Osmanlı döneminde ise önce eyalet, sonra sancak, daha sonra ise İzmir, Manisa, Muğla, Antalya, Isparta sancaklarının bağlı olduğu eyaletin merkezi olarak kavimlerin tarihsel hareketlerinde hep gözde bir yer tutmuştur, bugünkü adıyla “efeler diyarı” Aydın; Menderes ırmaklarının alüvyonlarıyla doldurduğu çok verimli ve yemyeşil ovasında yüzyıllara tanıklık etmektedir, Traklardan, Kayralılardan, Hitit imparatorluğundan, Dorlardan, Perslerden, Makedon imparatorluğundan, Bizans imparatorluğundan, Selçuklu İmparatorluğundan, Menteşeoğullarından, Aydınoğularından, Osmanlı imparatorluğuna kadar, sanat, felsefe, sosyal bilimler, tarım ve mimaride çok önemli yerler işgal ederek. Aydın adı duyulur duyulmaz bugünlerde; hemen efeler diyarı olduğu akla gelir, bilindiği üzere “Efe” (ler); zeybeklerin reisi konumunda olan ve kökeni de Osmanlı İmparatorluğunun, siyasi ve iktisadi çözülme döneminde merkezi otoritenin baskılarına ve haksız uygulamalarına başkaldıran direniş örgütüne dönüşen bir geleneğe sahip olup bu niteliği ile anti-emperyalist Milli Kurtuluş savaşımızda Ege bölgesi düzeyinde inanılmaz katkı sunarak haklı onurun sahibidirler.
İl merkezinin; bir deniz ve zeytin deryası olduğu ziyaretçileri tarafından hemen gözlemlenmektedir, özellikle Çine tarafına yol aldığınızda dağ bayır zeytin ağaçlarıyla dolu, kilometrelerce yol alıyorsunuz sağlı sollu zeytin ormanları, insan inanılmaz keyif alıyor bunları görünce. Ancak; ekonomik refah zeytini yetiştirene, yağını üretene nasıl yansıyor, bu konuda, etrafınıza bakınca anlıyorsunuz durumu, fazlaca kelama hacet yok. Benim gezimden sonra tesadüfen henüz yandaş olmayan bir TV kanalında yöre köylülerinin konuşmalarını görünce, milletin efendilerinin de bir görüşü olduğunu fark ediyorsunuz ama refahın hayatlarını kolaylaştırmak için kullanılmadığını da üzülerek görüyorsunuz, ne diyelim, gelin kızımız gibi hem ağlar hem giderler.
Bugün Aydın’ın sokaklarını baştanbaşa dolaştığınızda, bu kadar muhteşem tarihsel geçmişe rağmen, camiler dışında geçmiş yüzyıllara ait herhangi bir yapı kalmadığını büyük bir hayal kırıklığı ile gözlemlemektesiniz,  nerde o Osmanlının Sancak ve Eyalet merkezi olmasının ihtişamını yaşatan ve yansıtan yapılar, Trabzon, Kütahya, Amasya, ya da Manisa’da benzerlerine çokça rastlanılanlar. Bence; Aydın’ın en büyük talihsizliği Adnan Menderes’in başbakan olması ve Aydın’ı komple yenileme çalışmasıdır. Adnan Menderes’in başbakan olduğu günlerde koruma mefhumu ve kültürü henüz keşfedilmemişti necip Türk Milletince, özellikle gâvur mabetleri ve evleri yorumuyla bu ortak sayılacak eserler nasıl yıkılır, yok edilir ya da yeni yapılar nasıl oluşturulur dünya âleme göstermek gerekiyordu ve gösterdiler. Gerçi yabancı değillerdi, atalarının da böyle davranmış olması hasebiyle de uygulamada hiç yabancılık çekmediler. İşte o gün bu kentsel dönüşümden (!!!!) nasip alarak kazandığını zannedenler bugün çok geçte olsa neleri kaybettiklerinin farkına varıyor ya, ama, çok şükür artık Rum evi yok, gerçi Osmanlı evi de kalmamış ya… Ama inanıyorum ki bugünkü düzeyde koruma bilinci gelişmiş olsa imiş o dönemde, yapılan o yıkım ve yok etme, hatta bir anlamda iz silme yaklaşımı asla olmazdı diye düşünüyorum, ya da Adnan Menderes bugün hala hayatta olsa inanıyorum ki kesinlikle böyle davranmaz idi… Bu biraz sizi seçenlerin beklentisi ve sizin politika yapma tarzınızla ilgili herhalde, hayal ile yaşamak istiyorsanız ya da goygoy politikacıysanız, sonuç bu oluyor haliyle normal olarak ve hele de AMERİKA’ya benzeyeceğim diye tutturuyorsanız, illaki Küçük Amerika olacağım diyorsanız, tek ezberiniz bu ise, hayatta intihalden başka yol bilmiyorsanız, asar-ı atika neyinize derler adama. Dönem öyle bir dönemdir, canım yurdumu “küçük Amerika” yapmak isteyen zihniyet artık iktidardır, memlekette olabildiğince Amerikan muhipleri yaratılması esastır ve bu minvalde çok ciddi ekonomik, siyasi ve kültürel çalışmalar yapılmakta, dönüşümler sağlanmaktadır, tüm bunların yansıması mimarlık ve şehircilikte de kendini göstermektedir. Model Amerika olunca da; en eski yerleşimi bile bir yüzyılı geçmeyen yerde, ören yerleri, arkeolojik alanlar ve kültürel değerler adına ne alınabilir ki.
Her şeye rağmen; Kentin dışında kalması, belki de sadece zeytin tarımına elverişli olması hasebiyle de; Kuşadası, Didim gibi dünya çapında tarihi, kültürel ve turistik merkezlerin olması nedeniyle de maalesef öne çıkamamış; ilk Kayra Devleti başkenti Alinda, antik Kayra kenti Alabanda ile Aydın’ın tarihteki ilk yerleşim merkezi durumundaki Tralleis ten kazılar ilerledikçe tarih fışkırmaktadır yeraltından, tarih, doğa, kültür ile ilgili her insanın ahir ömründe mutlaka görmesi gereken yerler olarak değerlendirmekteyim buraları…
Canım Yurdumun 1866 yılında inşa edilen ilk demiryolu hattı İzmir-Aydın arasında olmasına rağmen, bu hat ne yazık ki yeterince etkin kullanılamıyor olmasının gerekçesi; dün “demiryolları komünizmin, karayolları hür teşebbüsün ifadesidir” diyen zihniyetin bugün hala daha yetki sahibi olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Yine bu alanda da küçük Amerika olalım fikriyatı ağır basınca, bugün çok kolayca görüleceği üzere tüm ovaların göğsüne hançer saplanması gibi otoyollar yapıldı güzelim ve verimli ovalarımıza, yollar ovada olunca kentler hızlı şekilde ovaya indi, önemli ölçüde deprem riski alınması yanında tarımsal alanların hızlı şeklide tükenmesi ya da kirlenmesi gündeme geldi.
Diğer kültürleri anlamamız ve değerlendirmemiz, kökenlerimiz, uygarlıklarımız, gelişmelerimiz ve geliştirdiklerimiz hakkında bilgilenmemize yarayan buluntulardan en önemlisi sayılan yeraltından çıkarılan tarihsel ve kültürel hazineler fışkıran canım yurdumun ekonomik takati ve kudreti ne yazık ki bu kadar arkeolojik alanı, kazılarını tamamlayarak konuyla ilgili olanların gezisine açmak için yetersiz kalmaktadır. Denilebilir ki; ülkede iddia edildiği kadar ekonomik talan yapılmamış olsa, talan edilen ekonomik değer bu çalışmaları tamamlamaya yetebilir, talan edilen değerlerin büyüklüğü konusunda uzmanlardan anlayabildiğimiz kadarıyla bu iddia akla ve aritmetiğe de uygun görünmektedir, ancak yine de bu kadar alanın kazısının tamamlanması, açık ya da kapalı alanlar yapılarak ilgili eserlerin koruma altına alınması, güvenlik tedbirlerinin devam ettirilmesi, devasa bütçelere tekabül etmekte ve temini bugünkü gerçekler içinde de zor görünmektedir.

Cumartesi, Ekim 13, 2012

REFERANDUM - ÖZERKLİK - BAŞKANLIK


Gündemin savaşa kilitlendiği dönemde, TBMM de önemli bir kanun sayılabilecek “Büyükşehir Kanunu Taslağı” görüşülmekte ve ilk bakışta da son derece masum görülen ama şeytanın avukatlığına soyunarak bakılacak olursa uzun vadede de müesses nizamın temellerine konulan dinamit olduğu kabul edilecektir. Anayasa Mahkemesinden dönen bir önceki yasa ile devamı niteliğindeki bu yasa ile birlikte neler geliyor derseniz anladığım şu; evvel emirde mevcut Büyükşehir Belediyeleri ile yeni ihdas edilenler o ilin tüm sınırlarını kapsamak bilahare de Valilik yetkilerinin Belediyelere devri nihayetinde de birkaç ili birleştirerek eyaletler oluşturmak vs. vs. Büyükşehir Belediye sınırları içinde yerel parlamento niteliğindeki “İl Genel Meclisleri” yerine muhtemelen belediye meclisleri ile aynı anlamda devam edilecek, ayrıca yasa kapsamında belde belediyeleri de kapanacak, bu şimdilik her ne kadar sonuçları şu andan kestirilemeyecek yollar açıyorsa da canım yurdumun siyasi ikbaline, bizim için şimdilik önemli olan tarafı Çeşme İlçemize bağlı Alaçatı Beldesinin belediyeye sahip olma hakkını yitiriyor olmasıdır.
CHP genel Başkanlığı; TBMM de yakın zamanda kabul edilmesi beklenen mezkûr yasayla kapatılması öngörülen belde belediyelerinde önce kendi partisine ait yerler olmak üzere bilahare de diğer partilerin başkanlık yaptığı belediyelerin yönettiği beldelerde seçmen kütükleri esas alınarak referandum düzenleyeceğini açıkladı, bu anlamda önemli turistik beldemiz Alaçatıda bu pazar (14.10.2012) bu önemli çalışma yapılacaktır. Tabii ki CHP nin beklentisi; katılımın yüksek olması ve önemli ölçüde hayır oylarının çıkması, bakalım hep beraber yaşayıp göreceğiz neler olacağını… Duygusal açıdan ben;  son yıllarda yerli ve yabancı turistlerin göz bebeği haline gelen Türkiye’nin en önemli Turizm beldesi Alaçatı’nın bu haliyle kalmasını yani mevcut statüsünü korumasını tercih ediyorum, ama siyaseten ve ahlaken Alaçatı halkı saygı duyulması kararı vermelidir ve sonuç ta saygıyla karşılanmalıdır.
Bu referandumuna muhalefetin beklediği canım Yurdumun siyasi ikbali açısından önemi harbiyesi olmayan bir referandum olarak bakmak mümkün ama iktidarın da buna saygı göstermesi gerekmektedir kanımca, hem kanımdan hem de beklentimden çok uzakta olduğumu da biliyorum. 
Konuyu düşündüğümde genel anlamda kendimi yasaya muhalif ya da muafık olarak hissetmiyorum ve bu anlamda da taraf olmadığımı hemen belirtmeliyim, merkeziyetçiliğin ve adem-i merkeziyetçiliğin nasıl gerçekleştirileceği benim açımdan daha önemlidir, demokratik ve halk için olmadığı sürece ha o olmuş ha bu olmuş. Ancak şu anda en önemli sıkıntısı 2 li bir hukuk öngörüsü çerçevesinde canım yurdumun bir bölümü bu şekilde diğer bölümü ise eski sisteme göre yönetilmeye devam edecek, devlet rutinleri açısından, memur tayinleri ve onların alışkanlıkları açısından vs vs.
26.01.2011 tarihli yazımda “Aman ha sakın bana yahu Çeşme kim bağımsızlık kim demeyin… Çeşmenin bağımsızlık geçmişine bir bakalım… MÖ III yüzyılda İyonya’daki 12 bağımsız başkentten biridir ve merkezide Erythrai’dir. Bilahare Pers işgaline ve egemenliğine karşı; diğer İyon kentleri ile birlikte ayaklanmış, Büyük İskender’in Persleri Anadolu’dan uzaklaştırması ile bağımsızlığını tekrar kazanmıştır.
Şimdi bunlar hayaldir diye ısrarla yazıyorum ya birileri de bunun suç olduğunu söyleyebilir ama Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can, ki kendileri şu an yaşadığımız ileri demokratik ortamın mimarlarındandır, Diyarbakır’da katıldığı “Anayasa Paneli”nde “Örneğin Anayasanın değiştirilemez maddeleri diye ilginç şeyler var. Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu. Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” demiş ya. Oda kocaman ve pek parlak hukukçu ve muktedirlerin akıldanesi ya, kesinlikle suç işlemez diye düşünüp, cesaretlenip bu kelamları ettim. Affola…
Haydi, hoş geldiniz Çeşme Cumhuriyetine…” diye yazmıştım ya, haydi yeniden ve tam yol ileri, ÇEŞME DEMOKRATİK ÖZERK CUMHURİYETİ….
Yazının tamamı http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adresinden ilgili başlıktan okunabilir.