Cumartesi, Mayıs 21, 2016

ANNE KAFAMDA BİT VAR


Sinema sanatçısı Tarık Akan; 12 Eylül Faşist darbesi öncesinde Almanya'da yaptığı bir konuşmanın, dönemin iktidar gücünün kanatları altında beslenen, büyütülen, adı görüntüde gazetecilik, aslında da kuzu postunda kurt olmanın yüksek seviyeli icraatının, bugün ortalıkta hala bir şeymiş gibi dolanan Ilıcak ailesinin yönetimindeki o zamanki Tercüman gazetesinin, konuyu bugünkü benzerlerini hiçte aratmayacak şekilde çarpıtması neticesinde yurt dışından gelişinde havaalanında apar topar gözaltına alınır. Sanatçının; gözaltında tutulduğu sürece tanık olduğu işkenceleri, işkencecilerin ruh hali ve davranışları, tutukevlerinde rezaletin ve insanlık dışı tutumları anlattığı ve "anne kafamda bit var" adını koyduğu kitabını ilk yayınlandığı yıllarda okumuş idim. Bugünlerde ciddi manada muhalif görüntüsü veren, muhaliflerin sözcülüğüne soyunduğu iddiasını ortaya atan ancak aslında o günde, bugünde, tam anlamı ile aynı düşünen, davranan ve yaşayan, sadece popüler davranma uzmanlığı hiç eksilmeyen ve de bu yönünü istikbaline tahvil etme uzmanı olduğu asla ve kat'a tartışılamayacak olan Uğur Dündar ile ilgili bölümü anımsadım, ilk baskısını okuduğum kitabı kütüphanemde bulup, aşağıdaki bölümü kendisine yönelik hafıza tazeleme babında aktarıyorum. Sanatçının anı kitabı, son derece sade ve basit kaleme alınmış olup, çokta hafızalarda bir edebi değer olarak yer almayacak bir kitap olmakla beraber, insana değer veren ve insanı seven, zihni memleket meseleleri ile meşgul olan, etrafında olup bitenle ilgili olan, hülasa iyi bir vatandaş olma iddiasındaki iyi bir kişinin kitabıdır diye değerlendirilmelidir.

"Saat 10 dolaylarında ilk kez gördüğüm bir polis hücreye geldi:
"Hadi bakalım Tarık, gel!"
Elim ayağım kesildi. Midemden yola çıkan ılık bir yumru tüm bedenimi dolaştı. Yutkundum. Hüseyin'le göz göze geldik; bakışlarımızla vedalaştık.
Ayakkabılarımı giydim. Polis koluma girdi. A'nın kulübesinin yanındaki büyük demir kapının yanında yüzümü duvara çevirdi, gözlerimi bağladı. Demir kapı açıldı. Polis koluma girdi, yürüdük. Ara sıra, "Merdiven var"/ "Merdiven bitti" gibi şeyler söylüyordu.
Durmadan yürüdüm. Günlerce hiç hareket etmediğim için soluk soluğa kalmış,yorulmuştum. Yanımdan geçenlerle birkaç kez çarpıştık.
"Başını eğ" Başımı eğiyorum. "Basamak" ayağımı kaldırıyorum. Sonunda durduk. Gözlerimi açtılar. Bir yazıhanedeyim. Her yer lambri kaplıydı. "Müdür" yazan bir kapının önünde dikiliyorduk. İçeriye birileri girip çıkıyordu. Sonunda beni de içeriye soktular. Müdür T. masada oturuyordu, tam karşısında Uğur Dündar duruyordu. Onu Bakırköy'den tanıyordum. Kapının yanında ayakta dikildim, ama hiç halim yoktu, sırtımı duvara yaslamıştım.
Uğru bana döndü:
"Geçmiş olsun Tarık"
Müdür mesafeli bir yakınlık göstermeye çalışıyordu.
"Nedir bu halin Tarık, perişan görünüyorsun?"
"Aşağısı bit ve pire kaynıyor, geldiğim günden beri ne sorgum yapıldı, ne bir şey."
Müdür;
"Oğlum biraz dayanıklı ol. Bak aşağıdaki i.n.lere, ne kadar dirençliler."
"İnsanlıkdışı koşullarda yaşayıp etkilenmemek dayanıklılık ya da dirençlik sayılmaz ki. Hepimizin yaşamları kısıtlandı. Körü körüne bir bekleyiş içindeyiz. Katlanmak her geçen gün zorlaşıyor. İnsanca tepkiler vermekten vazgeçmeye dayanıklılık diyorsanız, gerçekten de dayanıklı değilim öyleyse. Artık, nereye gönderileceksem gitmek istiyorum; hapishane ya da her neresiyse."
Müdür;
"Oğlum sana iyi davranıyorlar değil mi? Aşağıda sana sıcak yemek söyleyeyim, biraz beslen, kendine gel. Senin sinirlerin bozulmuş, böyle olmaz."
O sırada kapı açıldı. Bir polis,
"Müdürüm çözüldü, ötmeye başladı," dedi.
Müdür hemen yerinden kalkıp hızla dışarı çıktı.
Ben Uğur'la odada yalnız kaldım. Yıllar sonra ilk kez karşılaşıyorduk. Aramızda bir dostluk, arkadaşlık olmadığı gibi gençliğimizde yumruk yumruğa kavga etmişliğimiz bile vardı. Soğuk bir hava ve yapmacık jestler aramızda dolandı.
"Tarık, benden istediğin bir şey var mı?"
"Yok sağol."
"Ben TRT Genel Müdürü olacağım; nezaket ziyaretine geldim. Dışarıda herhangi birisine söylemek istediğin bir şey varsa yardımcı olabilirim."
"Yok, teşekkür ederim."

Sonraları; ilgili ve bilgili çevrelerde iyi bilinen, 12 Eylül Faşist darbesinin lideri Kenan Evren ve Uğur Dündar arasındaki iyi ilişkiler sürdü gitti, TRT Genel Müdürü olamadı ama hep akıllarda kaldı, şüphesiz yukarıda yaptığım alıntı ile herhangi bir şeyi tebarüz ettirmek istemiyorum, o gün gözlenen durumun mezkur muhterem için "yürü ya kulum" sürecinin bir başlangıcımıdır bilemeyeceğim ama bugünlerden bakınca birden bu okuduğumu hatırladım ve paylaşayım dedim. Çünkü; 12 Eylül faşist darbesinin lideri Kenan Evren'in; mezkur muhtereme gönderdiği bir mesajda; "Söyleyin bizim Uğur'a restoranlara, fırınlara ve fırıncılara göz açtırmasın" direktifinin var olduğu iddiası hala hafızalarda sımsıcaktır. O günlerin popüler programı "Arena" ise şimdilerde "halk arenası" haline evrilmiştir, günün önemine binaen...

Cumartesi, Mayıs 14, 2016

19 MAYIS, BAŞLANGIÇTIR


Türkiye Cumhuriyetini kendi ülkesi gibi görmeyenlerin, Cumhuriyeti içine sindiremeyenlerin,  1919'u "yeni Türkiye'nin" başlangıcı görmemesi, görememesi de son derece normal ve anlaşılabilir bir durumdur... Yeni bir sıçrama, yeni bir nizam, yeni bir anlayış ifade etmesi hasebiyle Cumhuriyetin tarihi oradan başlar, ister biz beğenelim, ister beğenmeyelim... Şimdi ki proje de gerçekleşir ise ve değişimi gerçekleştirenler de kendi tarihlerini oradan başlatabilirler, sakıncası yok... Türkiye Cumhuriyetinin tarihi elbette ki 19 Mayıs ile başlamaktadır, bakmayın siz öyle bazı "bildiği yanıldığına yetmeyen" cahil-i anudların ve katıksız ve kadim Cumhuriyet hasımlarının, Cumhuriyet tarihini kendi kafa ve meşreplerine uygun tarihlerde başlatmalarına, bunun bir sakıncası yoktur, hatta olmadığı gibi de tarihin kendine has yazılışını, ne değiştirebilirler ne de durdurabilirler.

Neden mi 19 Mayıs başlangıç sayılır? Çünkü; Köhnemiş, taassuplar ile memleket yönetilemez hale gelmiş, "Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi" Devlet-i Ali'nin yönetimini ele almış, memleket baştan aşağıya işgal edilmiş ve memlekette iktidarı elinde bulunduranlar gaflet ve delalet ve hatta yer yer hıyanet içerisine girmiş, iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emellerine tevhit etmiş, vs vs. işte tam da bunlara, karşı duruş, karşı çıkış anlamında ve yeni nizam plan ve düşünceleri ile yola çıkış olması hasebi ile başlangıçtır... Muktedir-i Osmaniyenin, durumu fark eder etmez, saldırıları ve karşı propagandası boşuna değildir, kimse kalkıp "kurucu kadroları" yeni bir nizam kurun, devlet-i Ali'yi kefere elinden kurtarın diye destekledi demesin, gülünç olurlar, komik olurlar, bu uğurda da yalan yanlış deliller üretmesinler, kimse inanmıyor, inanmayacaktır da... Bu ister kabul edile, ister edilmeye... Evet; 19 Mayıs bir başlangıçtır, bilmeyenlere ya da içlerine sindiremeyenlere söyleyeyim, Cumhuriyeti de hedefleyen Ulusal Kurtuluş savaşı başlangıcı olup, fikrin ve alınan kararın 1 numarası olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün, davaya ve plana inanan kadro ile birlikte milli hakimiyeti esas alan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türkiye Cumhuriyeti kurmak için yürüttüğü uzun ve meşakkatli yolun ilk adımıdır...

Gerçek "Yeni Türkiye" 1919 ile başlamıştır. Çünkü yeni bir proje olarak planlanmıştır, ve de başarılmıştır... Bugün, 1919 ile başlayan ve sonunda Cumhuriyetin kuruluşu ile sonuçlanan sürece tukaka diyen zihniyet, tabii ki ve doğal olarak ve birikmiş büyük öfke ve kinin ilhamı ile, eskiye duydukları özlemin şiarıyla yola çıktıkları ve gerçekleştirdikleri abuk ve subuk durumlara "Yeni Türkiye" diyeceklerdir, bunun bizim bildiğimiz tarih adına hiç bir önem-i harbiyesi yoktur. Siz bakmayın, yandaş ve candaş yayınlarda ve TV'lerde,  menkuliyetleri ancak kendilerinden olan ve kendilerine tarihçi diyen embesil ve debillerin bilgiç bilgiç konuşmalarına, bunların tarihçilikleri vaka-i nüvisçilikten öte değildir ve de olmaz da... Bunlar sadece misyonları gereği, verdikleri destek ve aldıkları ulufe ile sınırlı ve sorumlu bilgi sahibidirler, tıpkı öncülleri vaka-i nüvisler gibi, yarın öbürgün bunları kimse hatırlamayacaktır ya da eğer  yazdıklarına bakarlarsa da iç bulantısı ile bakacaklardır. Bu iddiamı abartılı bulanlar lütfen hafızalarını biraz zorlasınlar bakalım kaç tane vaka-i nüvis adı hatırlayacaklar...

"Biz Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz" diyerek İstanbul'dan ayrılan kadronun, sadece bir kurtuluş savaşı planlamadığı da anlaşılmış olmasından ve kelamın bizatihi kendisinden bile yeni bir nizam hedefi konulduğu anlaşılmaktadır.

Eğer tarihteki savunmalarla ya da saldırılarla yeni dönemler başlasaydı, her meslekten ademoğlunun kendi meşrebine uygun tarih başlatması mümkün olabilecekti, lakin konu bu embesil ve debillerin anlattığı gibi değildir... Olamaz da... Mesela, futbolla yatıp futbolla kalkan idyotlar da kalkar; Türkiye Futbol Milli takımının dönem itibariyle dünyanın bir numarası İtalya ile yapılan müsabakada İtalya'nın tek kale oynadığı ama kalesinde devleşen Sabri'yi geçemeyişini, başlangıç noktası alırlar, Allah muhafaza, hafazanallah... Konuların bu kadar sulandırıldığı yer ve durumda, ciddiyetin kaçışı, plan sahiplerini de gelir bulur ve faturayı ibraz eder bir gün, bu nedenle lütfen biraz ciddiyet, lütfen biraz vicdan, lütfen biraz ahlak, lütfen biraz etik... Beğenilmiyorsa da saygı duymanın tam da yeridir bu tür durumlar...

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş önderlerinden Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı muhiplerince hiç sevilmediğini ve tasvip edilmediğini bildiğim, "Gençliğe hitabında" o günleri nasıl tasvir etmektedir, bir bakalım... Şimdi birileri çıkar, yahu emellerine mütenasip bir tasvirdir bu, diyebilir, lakin dünyanın tüm aklı başında ve takdir toplamış tarihçilerinin de ortak görüşü bu yandadır... Aksi durum hamamda türkü çığırmaktır, adama sesi çok hoş gelebilir... "Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-u zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir."

Beğensen de böyle, beğenmesen de... Aha da bu böyle biline...

Pazar, Mayıs 08, 2016

KARIŞMAYIN BE Bİ YAŞAYALIM


90 lı yılların başı Adana'da çalışıyoruz, proje bir Hollandalı, Bir Almanyalı ve bir de Türkiyeli 3 firmadan oluşan konsorsiyum tarafından yürütülmekte, projenin genel yönetimi ise Hollandalı firma tarafından yapılmakta ve bu uğurda da yönetimi gerçekleştirmek için projede Hollandalı mühendisler de görev yapmaktaydılar. Proje uygulaması da benim çalıştığım yerli şirket STFA tarafından yapılmakta idi...

Bir gün kapı çalındı, içeriye bizim sekreterlerden birisi ile Hollandalı bir mühendis geldiler, hal hatır vs gibi rutin muhabbet sonrasında, mühendis muhteremin gönlü sekretere, sekreterinki de mühendise düşmüş ve evlenmeye karar vermişler, bizde bu gözle etrafa bakmadığımızdan en son babalar duyar misali gelişmeleri en son duymuş olduk. Kendilerinin kararına bizim bir şey deme konusunda bir haddimizin olmadığı bir tarafa, onlarında bilgilendirme dışında bir amaçları yoktu. Biz tam hayırlı uğurlu olsun, mutluluklar diler iken, tekrar kapı çalındı ve içeriye bizim teknik ekipten bir Mühendis girdi ve destursuz oturdu. Mezkur mühendis arkadaşın istihdamında bir dahlim olmadığı için, adamın dünya görüşüne ancak destursuz dahil olduğu muhabbet esnasında vakıf olabildim ve maalesef muhterem kesif bir yobaz ve tarikatçı imiş. Destursuz oturdu dedim ya, otursa sadece, konuya da balıklama daldı; yok efendim, bir Müslüman bir başka dinden birisi ile evlenirse, diğer dinden olan kişi behemehal Müslüman olurmuş, başka dinden olan erkek ise eğer, Müslüman olması da yetmiyormuş, "sünnet"te olmalıymış, imam nikahı yapmaları gerekirmiş, Müslümanlık hak diniymiş son dinmiş, Hıristiyanlık banalmış, batılmış, şöyle bir yaşam planlamaları gerekirmiş, böyle bir ortam da yaşamaları gerekirmiş, vs vs... Anlatılanlardan dinleyenler sıkılmış, anlatılanlar eften püftenmiş, yapılması gerektiğini istediği şeyler kişisel seçimmiş, bu kadar detaylı anlatmak için zemin uygun değilmiş, başkaları kendisi gibi düşünmüyor olabilirmiş, ne keder, ne tasa, ne gam, muhteremin derdi değil, hele kendisine de kimse ilişmeyince, freni de tutmayınca, anlattı da anlattı... En sonunda; gelin adayı sekreter kızımız; size ne oluyor da, siz kim oluyorsunuz da bunları söyleme hakkı ve yetkisi görüyorsunuz kendiniz de diye çıkıştı, sıkışınca, muhterem daha da ısrarlı ve üst perdeden anlatmaya başlayacaktı ki, damat adayı mühendis; "bana ne Müslümanlıktan, bana ne Hıristiyanlıktan, umurumda değil ne benim kendi dinim ne de senin dinin, ben seviyorum ve de evleneceğim, sana da konuşmak düşmez, kes" dedi, ilk ciddi tepki karşısında biraz da olsa kendine geldi ama; adam durur mu... Neyse artık müdahale ettim, ne için geldi ise, gereğini yapmasını istedim, konu kapandı...

O günlerde, çokta aptalca gelen bu davranış, bu kibirli öğretmen tavrı, inancın tek taraflı okumaya ve üflemeye dayalı olması hali, insanları sinir ederken, kim bilebilirdi ki, bugün topluma dayatılan bir yaşam biçimi haline gelsin... Şimdi her gazete köşe başında, her TV kanalında bir sürü ne idüğü belirsiz hayta, softa, güne hiçte uygun düşmeyen, saralı beyin ifrazatlarını topluma hiç bilinmedik toplum nizamı diye kakalamanın peşinde, peşinde diyorsam da sakın ola ki gerçekten inandıklarını düşünmeyin, samanın altından giden suya türban giydirme peşinde olanların goygoyculuğudur tüm bu olanlar. Topluma, sanki bugüne kadar mağaralarda yaşayan taş devri insanı muamelesi yaparak, yeni nizamı anlatmaya çalışıyorlar, el insaf be, bırakmıyorlar insanları kendi özel hayatlarını kafalarına göre yaşasınlar, laaaa bi bırakın da insanlar kafalarına göre yaşasınlar...

Yeni nizam dedikleri de; yaklaşık okulda, yurtta, kursta ya da cezaevinde yaklaşık 1.000.000 çocuk tacizinden söz edilir, 5.000 e yakın çocuk okul yerine cezaevlerinde, yaklaşık 1.000.000 çocuk işçi, iş kazalarında ölen yaklaşık 300 çocuk işçi, yaklaşık 2.500.000 evsiz barksız sokaklarda yaşayan çocuk, çocuk pornosunda dünya sıralamasında 2. sıra ve her gün nerdeyse 5 kadının öldürülmesi olsa gerek, aha da bu da bize kapak olsun... Çalışan kadın fuhuş hazırlığı yapıyor, kadınlar dövülebilir, kadınlar aç kalmış kocaları tarafından yenilebilir, 7 yaşında kız çocukları evlenebilir, nişanlı gençler el ele dolaşamaz haramdır, cinsel ilişki sırasında şeyhinizi düşünün, oruç tutmak cinselliği arttırır, kayınvalideyi öperken cinselliğe kapılmayın, 7 yaşındaki kız ile babanın nikahı dine aykırı değil, annenizin diz kapağının üstü tahrik unsurudur, cinler ile cinsel ilişkiyi düşünebilen, bir noktaya gelmek... Sanki lut kavmine dönüştük, her taraftan ahlaksızlık ya da teklifi patlıyor, Allah selamet versin...

İyi güzel de, be birader; bu ülkeyi nerdeyse son 70 yıldır siz yönetiyorsunuz, nesinden memnun değilseniz, değiştirdiniz, hala daha değiştirmekten söz ediyorsunuz, değiştire değiştire, canım Yurdum, oldu size, çocuk işçi cenneti, çocuk gelin cenneti, kadınlara şiddet uygulama cenneti, ucuz işçi cenneti, sokakta yaşayanların cenneti, tinerci çocukların cenneti, evsiz barksız insanların cenneti, vakıflar cenneti, badeleme cenneti, kayırmaların cenneti, yalanın dolanın cenneti, vs vs... Gelinen nokta da tam da beklenen nokta; bravo, kadın eli sıkılırsa abdest bozulur diyen gavatların badelemenin bir keresinde hıyr vardır demesine, evrildi... Adalet yok, bilim yok, hukuk yok, eşitlik yok, sevgi yok, saygı yok, hülasa insanlık yok, savaş var, badeleme var, cinayet var, ırkçılık var, dincilik var, çocuk istismarı var, kadın istismarı var... Yahu Allahaşkına bi bırakın artık, bir şeyi değiştirmeyin...

Pazar, Mayıs 01, 2016

EKSİK EVRAK


Canım Yurdumda gün geçmiyor ki; bir yolsuzluk haberi olmasın, bu haberler doğru mudur değil midir tabii ki bilinmez, belki tamamı doğru belki de değil, bilemiyoruz, ancak tespiti teyit babında, kapatma, üstünü örtme ya da önemsiz bir şeymiş gibi gösterme hatta bu kabil kanıtlamaların bolluğu, aksinin nerdeyse hiç olmayışı, uzmanlara göre suçluluk ispatı kabilindendir. Peki, bu kabil üçkağıtçılık, dolandırıcılık, yolsuzluk ve alavere dalavere işleri yeni mi zuhur etti, şüphesiz hayır, bidayetten beri vardır ve olacaktır da ne yazık ki... Çünkü insanın olduğu yerde hele bir de üstüne üstlük, insan egosuna tavan yaptıran, her türlü haksızlık, kayırmacılık, eşitlik yoksunu davranışları fıtratında bulunduran kapitalizm söz konusu ise, o ülke tam bir cennettir bu anlamda... Hele de insanın; yalakalık, yağcılık ve biat etme kültürünün "embedded" edildiği makus ortamda, dün zam denilerek itham edenlerin, pozisyon değişince fiyat ayarlaması sözcüklerini lügatlere ilave etmesinin makul sayılması da göz önüne alınınca, insanın kişisel olarak gözünün karararak her şeyi yapıyor olması çokta sürpriz bir sonuç değildir... Artık palavralar, kutularda saklanan paralarla imam-hatip okulları yapılma ifratına da varır, varması da normaldir, ve de ilaveten "cahiliye dönemi düşünceleri" de olan bir kıymetli vatan evladının da buyurduğu üzere, insanın kardeşlerini, akrabalarını, eş-dostlarını, liyakat aranmaksızın hatta yönetmeliklerin arkasına sığınılarak, şeytana pabucunu ters giydiren enşeytanca fikirlere ve iddialarla yol açacak şekilde dinen kayrılmasının uygunluğuna vardırılır konu... Çok şükür ki, dine uygun, hatta caiz bir durum söz konusudur...

Bilindiği üzere Canım Yurdumda, 25/5/2004 tarihli ve 5176 sayılı Kanunla kurulan "T.C. Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu" diye bir kurul var ve bu kurul kendine, "Kamu görevlilerinin uymaları gereken saydamlık, tarafsızlık, dürüstlük, hesap verebilirlik, kamu yararını gözetme gibi etik davranış ilkelerini Yönetmeliklerle belirlemek ve uygulamayı gözetmek, Etik davranış ilkelerinin ihlâl edildiği iddiasıyla resen veya yapılacak başvurular üzerine gerekli inceleme ve araştırmayı yaparak sonucu ilgili makamlara bildirmek, Kamuda etik kültürünü yerleştirmek üzere çalışmalar yapmak veya yaptırmak ve bu konuda yapılacak çalışmalara destek olmak, 3628 sayılı Kanuna göre verilen mal bildirimlerini gerektiğinde incelemek, Kamu görevlileri için hediye alma yasağının kapsamını belirlemek ve en az genel müdür veya eşiti seviyedeki üst düzey kamu görevlilerince alınan hediyelerin listesini gerektiğinde her takvim yılı sonunda bu görevlilerden istemek" gibi son derece güzel vazedilmiş bir görev tarifi yapmıştır.

Yolsuzluk, soygun, kayırmacılık, peşkeş çekme, göz yumma vs gibi olumsuz davranışların; insanın, 1. paragrafta zikredilen ahvaldeki beyana mütenasip, insani hata ya da zaaf olarak değerlendirilmesi mecburidir ancak herhangi bir başvuru karşısında, hiç bir şey yapmamak ya da şikayet konusu olayı örtbas etmek ya da örtbas edilmesine yönelik çaba göstermek ise, bugüne has bir olay olup, durumun vahametini arttırarak kurumsal ve sistematik hale dönüştürmektedir. Yoksa "insan beşer, elbet şaşar" atasözündeki duruma itiraz etme çabası değildir, gereği yapılmazsa kurumsallaşır ve sonra Allah muhafaza vaziyetin izahı için sakallı, cüppeli, sarıklı, kazaklı, sülüklü, sakalsız vs vs bir dolu insanı "mele" kadrosundan müftülüklerde istihdam etmek zorunda kalırız. Dini bu konulara sokmadan halletmenin yolunu bulmak zorundadır ilgili muhteremler...

Kamu Görevlileri Etik Kurulu’nun, 2015 yılı Faaliyet Raporu açıklanmış ve mezkur rapora göre de, asayiş berkemal imiş... Ulusal basında konu uzunca yer aldığı için, detaylı anlatmaya gerek yok... Diğer taraftan; OECD Yolsuzlukla mücadele grup başkanı; canım yurdumu, "yolsuzluk algılama değerlendirmesi sıralamasında" 66. sıraya yerleştiriveriyor ve bu anlamda Senegal, Ruanda ve Uganda'dan daha beter bir tabela oluşuyor.

Bu baptan olmak üzere, yolsuzluk ve kayırmacılık üstüne ihbarlar ve haberler olmaksızın gün geçmiyor ise, yine yukarıda bahsedilen konularla ilgili görev yapmak üzere ihdas edilmiş kurum da, görmeme ya da aklama kabilinden soruşturma sonuçları yayınlıyorsa, demek ki tuz da kokmuş... Zaten iddiaların asılsız olma ihtimali akla da uygun düşmüyor, konu ile ilgili harika fıkralar ve hikayeler uydurma kabiliyetine haiz necip milletimizden de bu kabil davranış beklenmez ve mezkur fıkra ve hikayelerin esin kaynağı olan davranışları itina ile icra eder. Bunların en ünlüsü ise; belki de herkesin bildiği, "eksik evrak" hikayesidir, malum; vatandaş bir iş için bir kamu dairesine iş takipçisi vasıtasıyla baş vurur, sürekli eksik evrak var diye talep sonuçlandırılmaz, artık gecikmeden canı iyice sıkılan vatandaş bizzat ilgili makama gider ve eksik evrak nedir diye yetkililere çıkışır. Vatandaşı ilgili departmanın müdürüne çıkarırlar, vatandaş başlar müdür ile konuşmaya, müdür dosyayı açar ve vatandaşa der; "14 ocak 1970 tarih ve 1211 sayılı kanuna uygun tanzim edilen evrak eksiktir"... Kendi müracaatının ve talebinin bu kadar önemli olmadığını düşündüğünden olsa gerek anlayamadığı evrak nedir diye ısrarla söyleyince, müdür cüzdanını açıp içinden çıkardığı bir adet 100 TL'nin üstünde yazan ibareyi gösterir... Artık eksik evrak anlaşılmıştır... Allah selamet versin...