Pazar, Temmuz 20, 2014

ÇEŞME KARADAĞ’DA RÜZGÂR TÜRBİNLERİNE HAYIR-yeniden


Çeşme’nin; çok sınırlı konut ve ağırlıklı olarak ta rekreasyon alanı olarak ayrılması gereken, belki de bu yüzden ve bir ölçüde benim de doğru gördüğüm 1. derece doğal SİT alanı ilan edilen, kentin önemli yeşil alanını oluşturan Karadağ adında bir dağı vardır, bugünlerde farklı bir yaklaşımın hedefi durumundadır. Bu dağ http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/  adresindeki blok ve Yeni Çeşme gazetesindeki 07.02.2011 tarihli  “İLK YAP İŞLET DEVRET ÇEŞME’DE PAFTOS MESELESİ” başlıklı yazımda bahsettiğim “1914-1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın anılarını topladığı “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” adlı kitabında Çeşme bölümünde “Paftos meselesi” adlı başlık altında yazılmış enteresan bir bölüm vardır. Burada; benim bugüne kadar okuduğum kaynaklar içinde, bugün literatüre “Yap-işlet-devret” adıyla girmiş bulunan bir uygulamanın bulunması dikkatimi çekti. Nasıl anlatıyor bu uygulamanın kilometre taşlarını Hilmi Uran; “Çeşme’nin yakın tarihi hakkında sonraları edindiğim bilgiye göre, vaktiyle Çeşme’de de arazi büyük parçalar halinde idare edilir” ve devamında “İnsan elinin azlığından ve himmetsizliklerinden bu çiftlikler sahiplerine pek az fayda sağlarlarmış. Fakat Çeşme bu durumda iken adalar da, nüfus fazlalığından muzdarip bulunuyorlarmış, oralardan da nüfus kendine taşacak yer aramakta imiş. İşte adalardan bazı çalışkan ve becerikli Rumlar ihtiyaç sevkiyle Çeşme’deki çiftlik sahiplerine müracaat ederek, kendilerine ayrılacak küçük arazi parçaları üzerinde bağ tesisine izin almışlar ve uzunca bir müddet faydalanacakları bu bağları bu müddetin hitamında bağ olarak aynen çiftlik sahiplerine bırakmayı taahhüt etmişlerdir” (shf 67-68)… Zamanla bu Rumlar köylere de yerleşerek, kayalık arazileri set yapmak ve başka yerlerden toprak taşımak suretiyle bağlıklar kurmuş ve Sakız Adasından koyun getirerek yetiştirmeye başlamışlardır”

Evet; yamaçları tamamen teraslanarak ve yeterli toprak taşınarak elde edilen KARADAĞ’da Çeşme’nin uzun yıllardır dillere destan olan ve müthiş üzümü yetiştirilmiş, Çeşme şarapçılığı bu sayede bugün bile taaaa Fransa’ya kadar ün ve nam salmıştır. Terasların ne kadar muhteşem olduğunu, havadan fotoğraf çeken ama beni affetsin ne yazık ki ismini anımsayamadığım fotoğraf sanatçısının hazırladığı katalogdan bir kez daha görmüş idim geçenlerde, bu terasların bu haliyle bile bir kültürel ve turistik figür olduğunu asla unutmayalım, onları kaybettikten sonra hayıflanmanın bir faydası olmayacaktır.

Şimdi bu KARADAĞ rüzgâr türbinleri kurularak elektrik enerjisi üretilmek üzere ve 2057 yılına kadar geçerli olacak lisans tanzimi ile tahsis edilmiş bulunmaktadır.

Enerji; sanayi, teknoloji, ulaşım, iletişim başta olmak üzere bilgi toplumunun en önemli ve asla vazgeçilemeyecek bir ihtiyacıdır ve görünen o ki olacaktır da, dolayısıyla bu kadar değerli ve toplumun temel taşının temin kaynaklarının sınırlı olması ve dayandığı fosil yakıtların yarattığı çevre etkileri ve kaygıları nedeniyle, sürekli bir arayış içinde olan bilim dünyası, devamlılığı ve yenilebilirliği çevresel olumsuz etkileri en az olan enerji kaynaklarını bulmak ve geliştirmek adına yoğun çalışmalar içindedir. Bugün bilim dünyası, yenilenebilir enerji kaynaklarından başta Güneş, Rüzgâr, Jeotermal, deniz dalgası, hidrojen gibi kaynakların, Dünyanın yaşanabilirlik ortamının ve teminde de sürekliliğinin bozulmaması amacıyla enerjinin üretim yöntemi ve biçimleri ve bunların çevresel etkileri üzerine ulusal ve uluslar arası hukuk, üretim ve iletim teknik ve güvenlikleri bakımından bir hayli mesafeler kat etmiştir veya en azından bugünkü bilgi ve tecrübe düzeyimiz mucibince bu rahatlıkla söylenebilir görünmektedir. Günümüzde ihtiyacın çok önemli bir bölümünü oluşturan fosil yakıt kaynaklı enerjinin, sonuçta açığa çıkan sera gazı başta olmak üzere karbondioksit ve metan gazı, kükürt partikülleri, azot oksit ve kül neticesinde insan ve çevre sağlığı üzerinde çok olumsuz etkiler oluşturduğu sağır sultanın bile malumudur artık. HES (hidro elektrik santral) lerin de habitat ve iklim üzerinde olumsuz etkileri ise bugünlerde gerçekleşen eylemlerde çevre duyarlı sivil toplum kuruluşlarınca, özellikle de Karadeniz Bölgesinde yaşananlar yeterince afişe edilmiş bulunmakta ve kanımca salt bu nedenle de konuyla ilgili yatırımların bu oluşan yeni bilgi ve teknolojilerle yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz olmuştur.

Uzun yıllardır Canım Yurdumda izlenen neoliberal politikalar çerçevesinde, eğitim, sağlık, kitle ulaşımı, enerji, su temini, toplu konut başta olmak üzere tartışmasız kamu tekeli olması gereken sektörler, bir taraftan var olan kamu tesisleri özelleştirmelerle diğer taraftan tahsis edilen lisanslarla da yeni yapımları, iştahları bir türlü ıslah olunamayan, terbiye edilemeyen her şeye paragözüyle bakan sermaye kesiminin insafına terk edilmiştir. Kapitalizmin genel ya da yerel bunalımının tavan yaptığı dönemlerde de, daha da katmerleşen bu uygulamaların rezalet örnekleri de asla göze görünmemekte hatta daha da radikalleşen boyut kazanmaktadır, yeter ki kapitalizm esenlik içinde sömürü çarklarını korusun muktedirler açısından, tek kriter budur, ancak gözü doymaz sermayeye yeni kârlı yatırım alanları ve olanakları açmak zorunluluğu bizim hayatımızı cendere altına alıyor ya adamı kahreden taraf o oluyor işte.

Enerjinin bir şekilde temin edilip sunulacağını bilen bizler, hele bu kaynak da yenilenebilir ve sürekliliği korunabilir, insan ve çevre açısından klasik kaynaklar kadar olumsuz sonuçlar doğurmayan rüzgâr ise, olsa olsa buna destek veririz ama seçilen yer KARADAĞ olunca, buna itiraz edilmesi gereği hemen oluşuyor. Adamın çıkıp meydana “başka yer mi bulamadınız beeee” diye bağırası geliyor, valla…

Yerleşim alanına bu kadar yakın hatta yerleşim alanının deyim yerindeyse dizinin dibine, rüzgâr türbinleri koymak önüne geçilemeyecek sorunlara neden olabilir, bu kadar mı aklıselimden vareste kararlar alınır, valla anlamak mümkün değil… Genelde enerji üretimi sırasında, oluşmasına neden olduğu olumsuzlukları en az olan kaynak olsa bile, bu hiç zararsız ve sorunsuz anlamı taşımaz ve taşımayacaktır da, başta gürültü, estetik, elektromanyetik alan, habitat ve doğal SİT alan tahribatı, rüzgâr kararlılığının bozulması, rüzgâr perdelemesiyle başlayan tespit edilmiş ve şimdilik yeni olması hasebiyle tespit edilememiş bir dolu sonucu da vardır ya da olabilir.

Hemen yakınında öğretim kurumlarının bulunması nedeniyle oluşacak elektromanyetik alanın ve gürültü sürekliliğinin, ilkokul çağındaki çocuklarımızın fizik ve ruh sağlığı üzerinde yaratacağı olumsuzluklar hiç düşünülmemiş gibi görünüyor… Gürültü kirliliği bugüne kadar baktığım tüm raporlarda sadece insanın duyduğu ses aralıklarına göre değerlendirilmiştir, bu konuda kuşlar, köpekler, tavuklar, koyun keçi gibi küçükbaşlar ve de özellikle arılar hep göz ardı edilmiştir, peki bunlar bu çevre ile ilgili unsurlar değilmidir, bu karar vericiler açısından acaba?

Peki, buraları benimde kısmen katıldığım karar ile doğal SİT alanı ilan eden, Çeşme’lilere bugüne kadar gavur eziyeti çektiren, hatta öyle ki tütün tarlalarını bile doğal SİT alanı ilan ederek artık konuyu başka bir rant alanına dönüştüren kadroların ve onların yerel uzantılarının doğal SİT alanı ilan edilen Karadağ’ın kurban edilişi karşısındaki tutumlarının ne olduğunu çok merak ediyorum doğrusu.

Görsel ve estetik açıdan sanki bu şehirde yaşayanları cezalandırmak istercesine gözümüze ve kulağımıza ve hatta zihnimize estetik değerlerimize bir saldırı şeklinde algılanmasının önüne geçemiyorum, açıkçası… Üretilen enerjinin ana şebekeye aktarılması için enerji nakil hatlarının geçeceği bölgelerdeki elektromanyetik alanın olumsuzluklarının göz ardı ediliyor vb. vb…

Bu her şeyi para kazanma-istihdam yaratma ikilemi içinde göstererek Canım Yurdum İnsanını en hassas noktasından yakalama çabaları içinde olanlara, daha az istihdamla daha büyük paralar kazanılabileceğini de hatırlatmak isterim, üstelik az istihdam ama çok geniş ekonomik güvence yaratılabilir, kolayca anlaşılacağı üzere. Bırakın insanları “kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesine sokmayı…

Büyüklüğüne bağlı olarak değişiklikler gösteriyor olmasına rağmen, yatırım geriye dönüşlerinin 1 yıldan 3 yıla kadar, hatta büyük çaplı yatırımlarda 6 aya kadar düşüyor olması, sadece kendi işletmesini fazla önemseyen, asla insan ve çevre kaygısı olmayan, benim dışımda tufan-kıyamet olsun yaklaşımı ve basiretine sahip canım yurdumun kapitalistleri açısından hiçbir zaman ve hiçbir şart altında beis yoktur.

Sonuç olarak kentleri insan odaklı düşünmüyor ve planlamıyor iseniz tabii ki sözümüz olamaz, zaten tüm gelişmeler de bize muktedirlerin ve onun yoğun etkisi altındakilerin dert ve tasalarının “insanın kendisinin” olmadığı biçiminde olduğunu göstermektedir, bir taraftan şehirleri otobanlara çevirerek övünenler, diğer taraftan kentin ortasına termik santral yapıp dünyanın en çevreci termik santralini yaptık diyerek yalan söyleyenler, nihayetinde artık ustalaşınca da “çevrecinin babasıyız” mertebesine ulaşanların bizi getireceği nokta, çevrenin tüketildiği nokta olacaktır. Tam da bu nedenle KARADAĞ da rüzgâr türbinlerine hayır diyoruz…

Son olarak bir Afrika Yerli Sözü:

Son ırmak kuruduğunda,
Son ağaç yok olduğunda,
Son balık öldüğünde;
Beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!

Pazartesi, Temmuz 14, 2014

YOLDAN ÇIKMAMAK’A AÇILAN YOL


Herkesin bir yolu var cevazı mucibince herkes kendi yolunu yazıyor. Eeee işte "herkesin bir yolu var, herkes kendi yolunu yazsın" diye YOL açarsan olacağı buydu, sözlü tarihti, yazılı tarihti, yok bilmem ne tarihti... Artık bitsin bu kelam ve kalem yarıştırma diyen kimse de çıkmıyor ne yazık ki... Sussun herkes sonsuza kadar, geçmişin ve o yolun yüzü suyu hürmetine diyen de çıkmıyor ne yazık ki... Maazallah başlar herkes kendini merkeze koymaya başlar döşenmeye, aslında tabii ki bu coğrafyanın insanı Nasrettin hoca torunudur ve ayaklarının dibi de dünyanın merkezidir, ne yazık ki böyle de oldu galiba... Evet, kişisel referanslar üstünden yol tarifleri yapmaya kalkarsan, yani yolun bizatihi kendisinden azade tutum takınırsan maazallah ortalık toz duman olur… Anlaşıldığı kadarıyla söylenecek çok şeyi var herkesin, ama zaman biraz susarak soğutma zamanı olmalı... Ayrıca ve ilaveten herkesin bir yolu olamayacağı da gün gibi aşikârdır, ne demek herkesin bir yolu var, zinhar yok, herkes aynı yoldan geçti, herkes aynı yolu kullandı, o kadar, diyende çıkmadı şu güne kadar… O yol öyle bir yoldu ki, tek yoldu, bunu herkes böyle bilmeli, bırakmanın tam zamanıdır artık bu herkesin bir yolu vardı kolaylığını diyen de çıkmadı henüz…

Malum hikâyedir, hani seyir ettiğimiz 100 Hollywood filminin kesin ellisinde olur ya; yeni evlenenlerin törenini yöneten din adamı, evliliğe tanıklık eden izleyicilere döner ve “bu evliliğe itirazı olan varsa şimdi itiraz etsin yoksa sonsuza kadar sussun” der ya, günümüzün ve konumuzun hissesi bu olmalı, bence… Malumdur ama az hatırlanır işte… O gün susmuşsun şimdi konuşuyorsun, hem de herkes konuşsun diye yollar sonuna kadar açık tutulmuş iken… O gün susarak yapılan yanlışa bugün konuşarak devam etme yanlışına düşmeyelim diye bir yaklaşım hatalı olmaz herhal…

Yahu allahaşkına, konunun hala mahremiyetlerle dolu bölümü derç edilmeden, hadi diyelim genel maksat ve amaca yönelik kişisel kabullenmelerden bahsetmeden, günün rutinleri ile sınırlı anlatımların kime ne faydası olacak, kime yeni yollar için feyz olacak, biri de bu biçimiyle tefekkür etsin… Bir olay anlatacaksınız, bir kısmının sizinle mezara gidecek bölümleri var, bu tarafı ile zinhar bahsedilmeyecek, sonra da anlaşılacağım diye bekleyeceksiniz… Biraz zor, hatta çok zor… Peki, bilinmiyor mu da bu, bize düşüyor usulet ve suhulet telkini, bilinmez mi, bilinir, hem de çok iyi bilinir, ama bilinsin ki buradan murat ta biliniyor ve de tam da bu yüzden insanlar üzülüyor…

Şüphesiz; “herkesin bir yolu vardır” iddiası kulağa çok hoş gelir ve bir hayli de janjanlıdır ama bir o kadar da sonuçları itibariyle sıkıntı yaratır, bu herkes tarafından çok bilinir ama ne yazık ki az uygulanır durumu da göz ardı etmemeliyiz. Yaşanan her şeye rağmen, çok güzel ama büyük bedellere mal olan muhteşem yolculuk, herkesin üzerinde çok kolaylıkla kelam ve kalem üretip oynattığı bir alan olmaktan azade olmalıdır. Geçmişin yakınlığı ve uzaklığı bir yana, hafızanın genişliği, sadakati hatta önceliği ve nisyanı ile sınırlı vs. gibi durumların da göz ardı edilmemesi naçizane beklentimiz ve hasletimizdir… Ayrıca bir başka malum hikâye, çokça bilinir az dikkate alınır cinsten; hikâye diyorum ama hikâye değil bir bilimsel deney, tanıklıkları ve hafızayı sorgulamak adına gerçekleştirilmiştir ve bir adam öldürme mizanseni ayarlanır bir odada ve bu odanın 7 adet kapısı vardır 7 ayrı “bilim insanı” birbirini görmeksizin birbirinden habersiz mizanseni 1 dakika süreyle izler ve olaya, öldürene ve ölene yönelik izlenimlerini ya da tanıklıklarını yazılı rapor haline getirmeleri istenir. Ortaya birbirinden ilgisiz, aynı olayı izlemelerine rağmen farklı tespitlerin yapıldığı bir tanıklık ve hatırlama süreci raporlaşmıştır artık ve değerlendirmeye tabi tutanlara da bu farklılıkların bilimsel izahını yapmaktan başka bir şey kalmamıştır geriye tüm bu çalışmalarda…

Bu yol tek’ti ve bu yoldan geçen herkes, yolun aynı çeşmesinden su içti, yoldan kalkan aynı tozu yuttu, yolun aynı noktalarında molalar verildi, yolun açıldığı vadinin sert rüzgârından bağırları aynı miktarda yandı, vs. vs… Ama o yolun çeşmesi halen akıyor olmalıdır, biz suyundan içmiyor olsak bile… Bu yol, dönemi itibariyle “otoyol”ların daha icat edilmediği bir dönem olduğundan, engebeli idi, dolambaçlı idi, sarp idi, şimdi bakıyoruz da herkes güzel güzel otoyollarda, kurulmuşlar güzel güzel otomobillere, oradan “gül döktüm yollarına” şarkısı eşliğinde talkına devam ediyorlar… Bu muhteremleri Allah ıslah etsin diyeceğiz ama… Dil lal olmuş…

Bizim o yollara döktüğümüz güller kurudu ama hala çok güzel kokuyorlar…

“Hafızayı beşer nisyanla maluldur” sözü kolay oluşmamıştır… Dikkat gayri… Çok dikkat… Hatta “sus ki derviş bellesinler” diyelim dersekte ayıp etmeyiz herhalde…

İnsanların hayatı, hep bir yol bulmak umuduyla geçmektedir, kimisi yolunu buluyor, kimisi bulamıyor… Ta Hannibal’dan beri, onun düşmanlarını atlatmak için kullandığı veciz sözü tekrarlanıp durmuştur; “ya yeni bir yol bulacağız ya da yeni bir yol yapacağız”, ama artık yeni bir yola, ne bulma ne de yapma anlamında ihtiyaç yoktur, yol bulunmuştur artık… Herkesin yolu bellidir ve tektir... Herkesin tutuğu yol hayırlı uğurlu olsun… Yolları açık olsun…


 

Pazar, Temmuz 06, 2014

HİKAYE’T ÜL VAKAİ ZABITAN


(amcalara masallar–1)

Canım Yurdumun, güzel bir kasabasında, tüm kasabalılar tarafından tanınan-bilinen işadamlarından birisinin eşi çağımızın belası olan hastalık nedeniyle hakkın rahmetine kavuşur, defin işlemleri ve arkasından gelen gelenek ve görenek gereği tüm vecibeler, işlemler ve sefahat tamamlanır. Mezkûr işadamının sahibi olduğu geniş ve ulaşımı kolay restoranda vefat eden eşinin arkasından “mevlit” okutulması kararı verilir ve konu ile kasabanın din önderleri ve ileri gelenlerine danışılır, sual olunur ki “her daim alkol servisi yapılan bu restoranda, mevlit okutulmasının dinimizce uygunluğu varmıdır”, işadamının en azından bu vecibeler konusunda bir hayli cömert olabileceği beklenti ve öngörüsüne dayanılarak cevaz-ı fetva derç edilir. Diğer taraftan görevi sürekli gezerek Belediye adına kontrol ve izleme görevi yapan ya da yapması gereken bir de “zabıta”mız vardır bu hikâyenin bir tarafında ve davetli olmanın dışında mezkûr ortamlara en azından mesai saatleri içinde zinhar dâhil olmaması gerekirken kendisini sürekli bu tür faaliyetlerin ayrılmaz bir parçası kabulü ile de mütemadiyen asli işinin dışında bu kabil faaliyetleri takip ederek, metazori katılımlar gerçekleştirmektedir, vazifesi nedeniyle de sürekli Belediye dışında olması ise ortadan kaybolmasına çok uygun bir ortam oluşturmaktadır ve hedefi başlıkta verilen işte bu muhterem çocuğun hikâyesidir, hikâyemiz. Diğer meslektaşları, gerek motosikletler gerekse de yürüyerek, yaz kış, uzun ve meşakkatli mesai saatleri demeden çalışırken, bahse konu beyzade, çağımızın kolaycı ve müşterisi bol olan malum bezirgânlık faaliyetlerine hiç ara vermeden devam etmekte ve birlikte hareket edeceği bir de grubun içinde de yer almaktadır. Bu konuda ilerideki yazılarımızda inşallah değinebileceğimiz üzere, soruşturma ve yaptırımlara da uğramıştır bu muhterem çocuğumuz…
Neyse biz fazla uzatmadan hikâyemize dönelim şimdilik. Fetva mucibince mevlit vakti saatinde, mevlit için katılımcılar kendileri için, faaliyete uygun düzenlenen mezkûr restoranda yerlerini alırlar, burada bu okumanın gerçekleşmesinin, dinen caiz ve helal olacağı cevaz-ı fetvasını veren dini önder grubundan ağır toplar, başta da dini önder bey olmak üzere, mezkûr zabıtamızın da katılımıyla, mevlit başlatılmıştır. Sulh selah ile dinlenen mevlid-i şerifi müteakip merhumenin arkasından hayır dualar edilir, helallikler verilir ve katılımcılar bir taraftan muhterem okuma heyetine teşekkürlerini diğer taraftan da eşini kaybeden işadamına başsağlığı dileklerini ileterek birer birer ayrılmaktadırlar. Nihayetinde, gelenek ve görenekler gereği, merhumenin hayırlarla ve dualarla anılması sefahati tamamlanır, mevlit okumasını gerçekleştiren başta dini önder bey olmak üzere tüm zevata ılık içecek ve bir miktarda yiyecek servisi yapılır ve kısmen de olsa muhabbet faslına geçilir. Bir taraftan eşini yitirmiş olmanın acısını içten yaşayarak çok üzülen hatta yıkılan ancak okunan mevlidin yarattığı ortamın ve katılımcıların hayır dualarının oluşturduğu huş içinde, dini önder beyin yanında oturarak yerini alan işadamımız, her ne kadar bu iş için herhangi bir ödeme talebinin olmamasına rağmen cebinden çıkardığı ve 2 ye katlanmış, iç içe konulmuş olan 200 Euro’yu dini önder beyin gömlek cebine yerleştiriverir. İşadamı kendisine bahşedilen bu ortamda eşine son bir kez daha helallik görevini yerine getirmiş olmasının yarattığı iç huzuru ile fazlaca cömert sayılmasa bile bu miktar ödemede bir tereddüt göstermemiş ve içinden de yarı mırıldanarak helallik vermiştir. Artık dini telkin ve görevlerinde gün itibariyle sonuna gelinmiş ve artık ayrılma vakti gelmiştir ancak mezkûr muhterem zabıtamız 200 Euro’dan kendisine bir pay ayrılmamış olacağı öngörüsü ya da umutsuzluğu içinde konuya odaklanmış ve kendisine nasıl bir pay oluşturabileceği konusunda kafa patlatmaktadır sadece. Tam ayrılmak üzere iken, fırsat kollayan zabıtamız için bir ışık doğmuştur aniden, def-i haceti için lavaboya giden dini önder beyin hemen peşine takılır ve lavabo önünde erkete vaziyetinde ancak avını bekleyen kaplan hazırlığı ve çevikliğinde pozisyon alır. İçeriden rahatlamış olmanın huzuru ve cebindeki paranın keyfiyle çıkan dini önder bey henüz yıkamış olduğu ellerinin daha ıslaklığını kurutamadan, kaplan çocuğumuzun eli büyük bir maharet ve kıvraklıkla derhal gömlek cebindeki 2 ye katlanmış iç içe konulmuş 200 Euro’ya yönelir ve 2 parmağı ile adeta kapar ve artık 200 Euro yer değiştirmiştir. Ancak zabıta çocuğumuz aldığı eğitim ve aile terbiyesi mucibince, özenle 2 ye katlanmış ve iç içe bulunan 200 Euro’dan bir tanesini alır diğerini dini önder beyin gömlek cebine tekrar yerleştirir.  Eeee çocuk, hem eğitimli, hem terbiyeli öyle hepsinin üstüne yatacak değil elbette, aslında konu buralara da gelmezdi ama dini önder beyde kendisine bilahare kırışırız ya da paylaşırız gibi bir ışık vermemişti, bir işaret çakmamıştı, böyle bir işaret çakmış olsaydı eğer, böyle terbiyesizlik addedilecek bir harekete zinhar kalkışmazdı… Diğer taraftan dini önder beyde önce hepsinin gittiği korkusuna kapılıp bilahare yarısının yeniden cebine girmesinin verdiği bir rahatlamayı yaşarken, gençliğinin ve cesaretinin hatta girişiminin neticesi, oluşan bütçenin yarısının cebinde olmasının rahatlığı da mezkûr ve muhteşem zabıtamızın yüzüne vurmuştur, gayri…
Bu hikâyenin gerçek olup olmadığını düşünecektir bazı okurlarımız, valla ben gerçek değildir diye cevap vermek isterim sadece… Peki, böyle bir hikâye yaşanmış olabilir mi, diyebilir bir kısmı, eee yaşanır tabii, neden yaşanmasın ki… Haftaya da hatırlayabilirsem eğer, devamı kabilinden uydurduğum bölümünü yazacağım, duruma göre…

Salı, Temmuz 01, 2014

ÇAKILDAK ve ÇAKILDAKÇI


Anadolu’da bir söz vardır : “Çakıldakçı”; bu koyunların kuyrukları altında, koyunun pislemeyi yaparken tüm gayreti ile kuyruğunu kaldırma çabasına rağmen yine de tüylere/kıllara yapışıp kuruyan ve oradan da kendi kendine asla düşmeyen pisliklerin (bokların); ki bunlara “çakıldak” denir, temizlenmesi işlemini gerçekleştiren kişiye de bu isim verilir ve genellikle bu görev çoban yardımcıları tarafından yerine getirilir. Gerçi aynı kelime insanlar içinde ve de ne yazık ki aynı anlamda kullanılmaktadır. Çakıldakların temizlenmemesi, kırkma denilen koyunun yününün alınması işlemi sırasında yünün/yapağının kalitesinin düşmesi anlamına gelmekte olup mutlaka en azından bahse konu kırkma döneminden önce bile olsa bir kez temizlenmek durumundadır, aksi takdirde yünün/yapağının işlenmesi zorlukları yanında kalite düşmesine de neden olmaktadır. Bu “çakıldakçıların” durumları, sayıları ise de işletmenin büyüklüğüne yani beslenilen koyun miktarına bağlı olup, eğer ailece yapılan bir işlemse çakıldakçılık görevi de ailede genellikle de çocuklara düşen bir görevdir, işletme büyüdükçe de görevler görece profesyoneller tarafından yerine getirilmektedir. Anlaşılacağı üzere; koyunun yününün/yapağısının kalitesinin ve işleme kolaylığının artması için koyunların çakıldaklarının (boklarının) yün kırkma dönemlerinde temizlenmesi gerekmektedir, çakıldakçıların sayıları ve sosyal statüleri de koyun sayısına bağlı olup; yukarıdaki yazılan tüm bu işlemleri yerine getiren çakıldakçıların durumunu muzip ve bilge kişiler Anadolu’da; eğer birileri önem vehmedilenlerin arkalarını temizliyorlar ve etraflarında yağcılık yapmak için dolanıp duruyorlar ise, bu kişiler için “çakıldakçı” demişler ve uzun yıllardır bu laf kullanıla gelmiştir.

Bu söz; Yurdumuzun çeşitli yörelerinde, Ege ve Çukurova’da böğrülce ve Ordu ve Giresun tarafında da fındık tazesi gibi meyve-sebzelerden, değirmenlerde bazı uyarıcı görevleri olan ses düzeneklerine kadar çeşitli anlamlarda da kullanılmaktadır.

Ege yöresinde ise; “çakıldaklı” diye bir söz bulunmakta olup, çok konuşan kafa şişiren, kafa ütüleyen anlamına kullanılmaktadır. Kök kelimenin farklı farklı ekler alarak bir hayli geniş alanda anlam bulmasının da, konunun ne kadar büyük bir tarif alanı oluşturduğuna bağlıdır.

Biz konumuz gereği yukarıda genişçe anlatılan ve yağcı, yardakçı ve erkete rolü için kullanıp, toplumumuzda da bu görevi yerine getiren bazı erbap kişileri tanımlamak için kullanacağız.

Canım yurdumun yaşadığı sıkıntısı ve çalkantısı büyük dönemlerde, herkesinde kolayca hatırlayacağı ve bilebileceği üzere; çakıldak olmayı içine gönül rahatlığı ile sindirmiş, ya da çakıldaklara karşı çakıldakçı olmayı tercih etmiş insanların sayısı artar. Oysa ki; Ademoğlu bir anlayabilse, çakıldak olmanın insanı insanlıktan uzaklaştırdığını, zinhar bu tercihinden vazgeçecektir… Ama nerde…

Bu haftaki yazı kısa oldu, umarım uzun yazıyorsun diyenler ve haliyle yazının uzunluğuna bağlı olarak ta fontunun bana ayrılan yerin azlığı nedeniyle bir hayli küçük olması hasebiyle de okuma zorluğu çekenler, rahat bir nefes almıştır.