Çarşamba, Ekim 26, 2016

TÜRKİYE HAPİSHANELERİ

Türkiye hapishanelerini başlıca üç kısma ayırabiliriz:
1- Büyükşehir hapishaneleri.
2- Vilayet hapishaneleri.
3- Kaza hapishaneleri.
Birinci sınıf hapishaneler yalnız İstanbul ve İzmir'dedir. Bu hapishaneler, nispeten beynelmilel mahiyette olan mücrim tiplerini, cemiyetin çizdiği yoldan bilerek çıkan zayıf karakterli, yanlış düşünüşlü psikopatları ihtiva ederler. Türkiye'ye has olan mücrimler yalnız hiddet veya içki tesiriyle veya kıskançlık yüzünden katillerdir. Diğer mahkûmlar, yani hırsızlar, yankesiciler ve diğer serseriler umumi mücrim evsafını haizdirler.
Türkiye için asıl haiz-i ehemmiyet olan ve çok karakteristik vasıflara malik bulunan hapishaneler, vilayetlerde veya müstakil ağır ceza teşkilatına malik kazalardaki umumi hapishanelerdir.
Bu hapishaneleri umumiyetle mücrim olmayan mahkûmlar doldurur. Ekserisi katilden yatan bu mahkûmlar, kendi muhitleri ve zihinleri nazar-ı itibara alınırsa, gayet tabii, makul ve namuslu insanlardır. Çocukluktan beri, kendisine küfür edildiği zaman silaha davranarak namusunu kurtarmayı meşru ve lazım gösteren zihniyet ve muhit telakkileri, buna karşı olan kanunun karşısında eriyecek kadar zayıf değildir. Mesela bozkırda kendisine veya akrabasına bir hakaret veya bir zarar yapan adamı öldürmeyerek bunlara tahammül etmek, senelerce hapse mahkûm olup yatmaktan daha haysiyet-şiken, daha gayr-i kâbil-i tahammül addedilmektedir. Mesela garbi Anadolu'da, köyün biraz yüreklilerinin dağa çıkıp zeybek olması, köy basması, düğün yerinde sarhoş olunca etrafa tabanca atması en tabii, en makul, münasip ve hatta mergup hareketlerden addedilmektedir.
Bu telakki tarzları, bu havali sakinlerinin dimağlarında doğdukları günden beri yer etmekte olduğundan kanun icap ettiği tesiri yapamamakta ve ancak iş olsun diye, hiçbir faydası ve gayesi olmadan tatbik edilmektedir. Ceza, diğerlerini ıslah değil, ihafe bile edemediğinden bu sözler mübalağalı değildir. Halk, kanuna rağmen kendi telakkilerine göre hareket etmeyi bir namus borcu ve bir fedakarlık bildikçe hapishanelerin her zaman için böyle mücrim olmayan zihniyet kurbanı mahkûmlarla dolması tabiidir.
Bu kabil mahkûmların çoğu, vakar ve haysiyetlerine burada da ziyadesiyle dikkat ederler. Yalnız bakacak kimseleri olmayan ve bir tayına kalan bazı mahkûmlar başkalarına hizmet etmeyi haysiyetlerine yediremediklerinden zorbalaşmaya, diğer zayıf mahkûmlara, yeni gelen mahkûmlara tahakküm, onları istismar etmeye başlarlar. Zaruret ve sefalet bu adamları uzun mahkûmiyet senelerinde, hilekâr, hâin yapmakta gecikmez...
Bu adamların cemiyet için kaybolmalarına yardım eden en dehşetli vasıtalardan biri de "esrar"dır. Türkiye'de içerisine külliyatlı miktarda esrar girmemiş hiçbir hapishane yoktur. Bir iki tanesi müstesna, birçok yerlerde esrar açıkça ve hatta gardiyanların yanında içilir. Esrarı içeri sokan gardiyanlar ve jandarmalardır. Mahkûmlar da envâi türlü vasıtalarla kendileri de getirirler. Mesela ekmek veya karpuzun içinde. Esrar kullanmayan mahkûm %3 kadar ancak vardır ve bunu kullananlar göze çarpan ruhi bir düşkünlük -apati- içinde dimâğen tamamiyle mahvolurlar. Çıktıklarında bunu terk etmeleri imkânsızdır.
Kumar bazı hapishanelerde çok serbesttir. İzmir, İstanbul, Konya, Ankara, Samsun hapishanelerinde alınan çok sıkı tedbirler bunun buralarda mahdut şekilde oynanmasına mucip olmaktadır. Mamafih çok kere bir tek zar, bir aşık, hatta yazı mı tura mı oynamak için bir kuruş, beş on kişinin kirli ışıklı bir lambanın altında saatlerce kumar oynamasına ve sırtlarından yeleklerini, üstlerinden yorganlarını vermelerine kifayet eder. Şâyân-ı hayret olan cihet, kumarı hemen hemen tamamen çıplakların, yani kimsesi olmayan, yalnız bir tayınla ve başkalarına hizmet ederek yaşamaya mecbur bulunanların oynamasıdır.
Bütün Türkiye hapishanelerinde ehemmiyetli bir yekûn tutan bir sınıf da devlet veya millet parası çalıp gelen memurlardır. Türkiye'de imkân bulup da para çalmayan memur olmadığına göre bu adamların da hataları ve diğer hapis olmayanlardan farkları yakalanmaktan yani biraz acemilikten ibaret olup, hadd-ı zatında kendilerine göre çok sağlam ahlak ve namus telakkileri olan bu adamlara külliyen mücrim demek imkânsızdır.
Sonra bilhassa Orta Anadolu'da görülen kadın kaçırmak, avrat sürümek cürümleri şâyân-ı dikkattir. Buralarda fahişe bir kadını anasının elinden almak, oturaktan kadın kaçırmak, garbı Anadolu'da yavuklusunu veya sevdiği kızı kaçırmak kadar şerefli ve kabadayıca bir iştir. Böyle bir cürümden yatanları tanıdıkları kadınlar daima ziyaret ederler, hatta mahpus oldukları müddetçe onları beslerler.
Bu hapishanelerde dörtte veya beşte bir miktarı teşkil edebilen hırsız, yankesici ve diğer serseriler alelekser yabancı ve büyük şehirler mahsulü olup, içlerinde köylü pek nadirdir.
Kaza hapishaneleri cezaları üç seneyi tecavüz etmeyen mahkûmların, yani attığı kurşun öldürmeyip yaralayanlarla doludur. Buraların mahkûmları biraz daha serbesttir, hatta kazada serbestçe gezip dolaşırlar. Şâyân-ı dikkat cihetleri buralarda da "mücrim" denecek adamın pek bulunamayışıdır.
Şu halde Türkiye hapishanelerindeki mahkûmların ve mevkûfların beşte dördünü cemiyetin mücrim dediği muayyen ruhî vasıflara malik psikopatlar değil, cehalet ve zihniyet ve telakki farkları yüzünden kanuna muhalif hareket eden zavallılar teşkil etmektedir ve bunlar hapishanelerde bozulmakta, eğer çıkıp memleketlerine dönerlerse hakiki bir bela teşkil etmektedirler.
Cürümlerinin mahiyeti itibarıyla beynelmilel evsaf arz eden adi mücrimlerin de bizde bir hususiyetleri vardır: Bu adamları cürüm yapmaya sevk eden, başka memleketlerde alelekser vâki olduğu gibi, anormal bir takım temayüller değil, doğrudan doğruya sefalettir. Başka memleketlerde cemiyetin iyi yapamadığı insanlar mücrim olur, bizde cemiyet çok kere kendisi mücrim yapar. Gerçi bütün burjuva cemiyetlerinin, mücrim yetişmesine sebep olduğu iddia edilmekte ve bu iddia doğru bulunmakta ise de, bu gibi cemiyetlerde de hiç olmazsa işin zevahiri kurtarılmaya çalışılmakta ve hiçbir memlekette bizde olduğu kadar cürümlerin esbâb ve evâmiline lakayıt kalınmamaktadır.


Sabahattin Ali'nin savunmaları, iddianameleri, görüş bildirimleri üzerine düzenlenmiş "Mahkemelerde" adlı kitaptan aktarmaya devam... Ya şimdi ülkece külliyen hapishane olduk, ya da o dönemlerdeki içeride olan profil şimdi dışarıda, muhalifler külliyen içeride... Fıkradaki gibi taşlar bağlanır, köpekler serbest bırakılırsa olacağı da buydu, oldu...

Pazar, Ekim 23, 2016

CEHL-İ BASİT'E TEBLİGAT

·   1878'de Kıbrıs'a İngiliz bayrağının çekilmesi hangi anlı şanlı padişah döneminde gerçekleştiği bilinir mi? Nerdeeee... Peki neden ve nasıl yapıldığı biliniyor mu dersiniz, nerde, tarihe 93 harbi diye geçen ve Ruslara karşı kaybedilen büyük savaşın neticesinde imzalanan "Ayestafanos Antlaşması"nın Akdeniz'i de Ruslara açtığını gören başta İngiltere olmak üzere batılı güçlerin yardım ve delaleti ile "Berlin antlaşması" ile kısmen şartlar Osmanlı lehine yumuşatılmış ve bunun diyeti (komisyonu) olarak Kıbrıs Adası anlı şanlı padişah tarafından İngilizlere terk edilmiştir. Kıbrıs Adası o gün bugündür, İngiltere (Birleşik Krallık) tarafından işgal altında tutulmaktadır. Sen şimdi bu gerçekleri örtmek için ne kadar balçığa ihtiyacın olduğunu düşün dur, padişah yalakası tarihçi muhterem... Şimdi bakıyorum bir takım, dahili bedhahlar, "adayı vermedi de üs verdi" gibisinden belden sağlı sollu, arkalı önlü kıvırıp duruyorlar ama konu o kadar ağır ki, kıvırmanın çapının büyüklüğü vahameti örtmeye yetmiyor. Ve ne büyük ve yaman çelişkidir ki, şimdi bu güruh Adana İncirlik üssü için de aynı nakaratları terane etmekte, Allah bunlara akıl, fikir, ahlak ve izan ihsan eylesin, ama Allah bile bunları terk etmiş.
·  Yere göğe sığdırılamayan, bugünden yarına öykünülerek Canım Yurdumun uçuşa geçeceği dönem diye süslenerek sunulan dönemin en büyük defosu, devletin ve ekonomisinin iflası ve kaynaklarına haciz konulmasına rıza gösterilen durum anlamına gelen yöneticilerin yani karar vericilerinin tamamen kefere takımından oluştuğu bilinen "Duyun-u umumiye" (borçlar idaresi) hikmetinden sual olunmaz hangi padişah dönemine rastlamıştır. Bilinir mi, bilinir şüphesiz. Peki neden bilinmiyor numarasına yatılır, onu da vatandaş düşünmeli, gayri... Peki, kelime manası "borçlar idaresi" olan duyun-u umumiye (Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi) gerçekte ne idi; şimdilerde tukaka edilmeye çalışılan "Lozan antlaşması" ile tarihin çöp sepetine atılan bu kurum, Osmanlı idaresinin kılıç ile dengede tutulan maliyesinin, kılıçtan tüfenge geçemeyen hale düşünce de, kaynak yaratılamayınca ilk başlarda bir maharet imiş gibi görünen borçlanmanın bilahare devletin başına bela olması ve devletin yönetimine de kefere takımın geçmesi ile sonuçlanan bir uygulamadır... Peki hangi dönemde bu uygulamaya geçilmiştir, şimdilerde konuşula konuşula bitirilemeyen, oysa ciddi manada kayda değer olduğu çok tartışmalı olan padişah hazretleri dönemindedir.
Peki; yukarıda verilen 2 maddede olanlarla kurtarabilmişmidir kendisi, "Devlet-i Ali Osmaniye"yi, zinhar... Adım adım her cephede, her alanda tel tel dökülmeye başlamıştır. Buyrun,
·      Tunus Fransızlar tarafından hangi yere göğe sığdırılamayan padişah döneminde gerçekleşmiştir.
·      Yunanistan'ın Teselya'yı ilhakı (1881) bu dönemdedir.
·      Bosna Hersek ve Yenipazar'ın Avusturya tarafından işgali (1878) de bu dönemdedir.
·      93 Harbi, Osmanlı İmparatorluğunun Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödemesini de içeren, 3 Mart 1878'de hemen İstanbul surları dışındaki "Ayastefanos'a" kadar gelip karargah kuran Rusya'nın dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Anlaşmaya göre; Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı, sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, Kars, Ardahan, Batum ve Doğubayazıt Rusya'ya verilecek, Teselya Yunanistan'a bırakılacak, Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak. Oldukça vahim ve ağır şartlar içeren bu antlaşmaya göre, Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan diğer Avrupa devletleri anlaşmaya karşı çıktılar. 13 Temmuz 1878'de Ayastefanos Antlaşması'nın yerine geçen Berlin Antlaşması imzalandı.
·      Bosna Hersek ve Yenipazar'ın Avusturya tarafından işgali bu dönemde gerçekleşti (1878)
·      Mısır'ın İngiltere tarafından işgaline padişah hazretlerinden itiraz gelmedi (1882)
·      Somali'nin İngiltere tarafından işgaline padişah hazretleri ses çıkarmadı (1884)
·      Habeş Eyaletinin İtalya tarafından işgaline ses çıkarılmadı (1885)
·      Girit'e özerklik verildi (1898)
·      Kuveyt'e özerklik verildi (1899)
·      Yemen İsyanı, hani kendisini çok sevdikleri söylenen padişaha karşı isyan olarak tarihe geçti.(1905)

Yukarıda zikredilen tüm ülke halklarının bağımsızlıklarını kazanıyor olmaları, tarihin o dayanılmaz ve karşı konulamaz dayatması olarak, elbet bir gün insanlığın önüne çıkacaktı ve çıktı... Sorun, bunlar bu anlı şanlı padişah tarafından neden kaybedildi sorgulaması değil elbet... Peki kimdir bu anlı şanlı padişah... Tabii ki bu günlerde öne çıkartılan II. Abdülhamit... Ama tarihçilikleri siyaset yapıcıların manipülasyonuna dayalı, menkulü kendinden ve bildikleri yanıldıklarına yetmeyen ya da tarihçi gibi kıvırtan beyzadelerin; "Bu padişah zamanında Osmanlı inkişaf etmiştir, toprak kaybetmemiştir" gibi sözlerine tekzip olsun diye bunların tek tek yazılması ve söylenmesi kaçınılmazdır. Ahada ben duymadım, ben okumadım, ben bilmiyorum diyen kalmasın... Kılavuzu karga olanın, burnu neden kurtulmazdı...


Cehl-i basit: Bilmediğini bilmek suretiyle olan cahillik

Çarşamba, Ekim 19, 2016

MEHMET FATİH ÖKTÜLMÜŞ


Türkiye tarihinin bir kara sayfası olan, bugün hala acıları çekilen ve "ABD'nin çocukları” olarak tarihe adlarını yazdıranlar, yani 12 Eylül Faşist darbesinin mağrur generalleri ve sivil aveneleri, devletin iç yüzünü dışa vurarak, kendisinden öncekilerin mıntıka temizliği üstüne, toplumun her noktasının zapt-u rapt altına almak adına, yarattığı işkencehaneler ve işkenceler, hayatları kararan insanların yaşadığı dramlar, sakatlıklar ve ölümler, kayıplar, kimsesiz mezarlıklarının arttığı dönemler, hıyanet ve direniş... Tıpkı Ahmet Arif'in "Diyarbakır Kalesinden Notlar" şiirinde anlattığı üzere; bir tarafta, engerekler, çıyanlar ve ekmeğe göz koyanlar diğer tarafta ise, bu namustur künyemize kazınmış diyerek, bunları görerek, tanıyarak ve anlatarak büyüyenler...

Kurulan işkence tezgahlarında, dert, sadece işkenceye çekileni fizik olarak yok etmek değil, umudunu kırmak, güven duyduğun tüm insanları unutarak hatta yok sayarak, içinde büyük emeklerle yarattığın kendine, çevrene ve topluma saygı duymayı yıkmak, büyük bir özenle ben demek yerine biz demeyi tercih etmişliği tarumar etmek,  nihayetinde de psikolojik olarak çökertmek, ben birşey değilim artık, ruh haline büründürmek, hatta sorgucular açısından da artık bilgi edinmekten öte geçmiş bir ruh halinin sergilendiği, artık intikam alma haline dönüşmüş olma halidir, tüm bu yapılanlar. Artık, bir takım kişiliksiz profesör unvanlı sözde bilim adamları vasıtasıyla "tıp bilimi" de devletlerin işkence sistematiği hizmetine girmiş, şeytanın bile aklına gelmeyecek haltlar yemeğe başladıkları dönemler yaşanmıştır.

Bizlerin yaşadığı bu olağanüstü dönemleri nasıl ve nereden başlayarak anlatsak, daha net anlaşılır bilemiyorum açıkçası, bilen ve yaşayanlar açısından anımsamakta, algılamakta sorun olmaz diye düşünüyorum ama yaşamayanlar açısından çok ciddi bir sıkıntıdır, anlayabilmek, algılayabilmek...

Yarı sömürge, yarı feodal durumdaki ülkelerde devrimci mücadelenin, başat unsurlarının bağımsızlık ve demokrasi olarak öne çıkması neticesinde, canım yurdumda da, 60 yıllar ve 70 li yıllar öğrenci gençlik açısından, üniversite, eğitim-öğretim, gençlik sorunlarını ön plana alan ve bilahare ülkenin tüm yakıcı sorunlarını kendine dert haline getiren, dönemin en önde gelen devrimci önderi Che Guevera'nın "Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zamansa; bana komünist diyorlar" sözü formülasyonu mucibince de, yoksul halkların neden yoksul olduklarını sorgulamaya başlayınca da, "ben, ailem ve geleceğim" diye kaygılanmayan, kendisi dışındaki sorunların etrafını yakıyor olmasını dert edinen ve bu uğurda mücadele edilen, bir süreç haline dönüşmüştür.

12 Mart'ın ve 12 Eylül'ün sürek avı şeklinde gelişen devrimci avı, tazı köpeklerini hasetinden çatlatacak biçimlerde gelişmeler göstermeye başlamıştır artık, Hollywood takipçiliği mi yapıyordu bu kepazeler, yoksa Hollywood mu onları takip ediyordu artık ayırt etmek çok zordu. Bakan düzeyindeki kahramanlar bile sorgu timlerinden intikam ve kan ister hale gelmişlerdi.

Bizim bir başka nedenle, Adana Emniyet Müdürlüğü'nün oto garajının sorgu merkezi haline dönüştürülmüş hücrelerinde tutulduğumuz dönemde, yanılmıyorsam Mart 1981 ortaları idi, sonradan tüm detaylarını öğrendiğimiz şekli ile, arkadaşları ile buluşmak üzere bir randevu yerine giden, Mehmet Fatih Öktülmüş, bir başka teşkilat için pusu kuran polis,  Fatih'i tanıyınca diğer operasyondan vazgeçer, Fatih'i hedef alır, çıkan silahlı çatışmada 3 aşamalı kurulmuş polis çemberinin bir kısmını aşarsa da yaralanır ve yaralı olarak ele geçer. Üzerinde Dilaver adına düzenlenmiş bir kimlik bulunur...

Adana Emniyet Müdürlüğü eski binasındaki bodrumdaki oto garajındaki hücrelerde, hücre komşum idi, tanımadığımız ama yaralı ele geçmiş yarı çıplak bir adam, demir kapıya kelepçeler ile gerilmiş vaziyette, yan hücreden bakınca, tüm zorluklara rağmen, sapsarı bir yüz ama gülümser vaziyette... Sorgucular geliyor gidiyor, sürekli aynı nakarat, en azından bizim duyduğumuz, "Mehmet Fatih Öktülmüş" diye sesleniş o ise ısrarla ve tereddütsüz, "Ben Dilaver...", gidiyor sorgucular... Sorgucuların gece ziyaretlerinde, çıplak vücuttaki yaralara tükenmez kalem sokarak kanırtma ve itiraf beklentisi, gündüz ise muhtemelen hastane ve dikiş yenilemesi, bir kaç gün böyle gitti... Duyduğumuz, sadece "ben Dilaver..." cevabı dışında, yan hücredekilere işkenceye karşı konulması yönündeki tavsiyeleri...Sonra İstanbul'a götürdüklerini duydum ve bilahare de mensubu olduğu teşkilatın önemli ve eski bir yöneticisi olduğunu öğrendim... Diğer sorgu odalarında neler olduğunu görme şansımız yoktu ama, gelince gördüğümüz kadarı ile bitkin ve ayakta duramayacak haldeki bu insanın, kendi hücresinde ise diğer hücrelerdekilerin bile görebileceği şekilde vahşeti andıran işkenceleri... Ancak, her soruya karşı kilitlenmiş dudaklar ile suskun kalmayı, konuşunca da aradıkları kişinin kendisi olmadığının belirtilmesi, tek anlaşılan şeyler bunlardı.

İnançlarına; saygının ve sadakatin ciddiyeti içinde, işkencelere ve tüm vahşet kabilinden zulümlere direnişin, tüm bu yapılanlara karşı dudaklarından gülüşünü eksiltmeyen, eğilmeyen bükülmeyen duruşun sembolü olan M. F. Öktülmüş'ü hatırlamak bir borçtur bize... Sonraları da; cezaevlerinde ceza çekmeyi aşıp, intikam uygulamaları yapılmasına karşı da direnişini sürdüren, ölüm orucuna yatan ve bu uğurda hayatını feda eden bu yiğit insanın, yıldızlar yoldaşı olsun...

 

 

Cuma, Ekim 14, 2016

DİXİ ET SALVAVİ ANİMAM MEAM

1 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Cami Baykurt ile beraber Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başlar. Hemen ardından, 4 Aralık'ta yapılan gösteriler sonucu Yeni Dünya ile aynı çizgide olan Tan gazetesi ve Yeni Dünya'nın da basıldığı La Turquie gazetesinin matbaası yıkılır. Bu yüzden, Yeni Dünya gazetesi ancak dört sayı çıkar. 11 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınır. Bu olaydan üç gün sonra, 14 Aralık 1945'te, zamanın Milli Eğitim Bakam olan Hasan Ali Yücel'e uzun bir mektup yazarak politik görüşlerini açıklar.

Sayın Yücel,
Siyasi hayata atıldığım için Bakanlık emrine alındığımı öğrendim. Bu karar bence pek yerindedir. Yalnız, şahsıma karşı senelerden beri göstermiş olduğunuz sevgi ve teveccühe karşılık, size ve büyük İnönü'ye durumumu açıklamayı bir borç bildiğim için bu satırları yaz-maya karar verdim.
Hükümet memuru olmanın bana yüklediği idari vazife ile muharrir hüviyetimin artık bağdaşamaz bir hale geldiğini son senelerde açıkça hissediyordum. Bir buçuk yıl önceki Turancılar davasından sonra ise, kendimi ve eserlerimi inkar edip yazı yazmaktan vazgeçmedikçe, siyasi mücadeleden kaçınmamın imkânsız olduğuna kesin şekilde hükmettim. Uzun uzadıya düşündüm. Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.
Belirmiş siyasi kanaatlerim vardı; bugünün dünyasına hâkim olan belli başlı dünya görüşlerini oldukça iyi bildiğim gibi, yurdumu ve onun hususiyetlerini de yakından tanıyordum. Her şeyden evvel, bütün insanları ve bilhassa bu yurdun dört bucağında, sekiz yüz yıldan beri hemen hiç değişmeyen bir hayata rağmen, içinde tükenmez manevi hazineler taşıyan bu milleti delice seviyordum. Her sene üç dört ay köylerde kasabalarda dolaşarak onların arasına katılıyor, ancak o zaman sahiden yaşadığımı, sahiden yaşayan insanlar arasında olduğumu fark ediyor ve senenin diğer aylarında bundan kuvvet alarak çalışıyordum. Yollarda şoförlerle, hanlarda köylü kadınlarla, kasabalarda ve şehirlerde işçilerle, Köy Enstitülerinde, içlerindeki o tükenmez hazineyi dışarıya vurabilmek imkânını bulmuş çocuklarla haşır neşir oldukça, kafamda ümitler beliriyor, onlara hizmet edebilmek isteğim dayanılmaz şekilde artıyordu. Ama bütün bu sevdiğim insanların kültür ve sosyal seviyeleri, içinde bulunduğumuz dünya ile kıyaslanamayacak kadar geri idi.
Milletin layık olduğu seviyeye kısa zamanda varabilmesi için büyük bir hamle lazımdı ve bu hamle ancak bu milletin içinden, ortasından gelirse bir sonuca götürebilirdi.
Bunun için kafamda ilk beliren ve sarih şekiller alan siyasi kanaat tam bir demokrasi idi: Asırlardan beri bu memleketin mukadderatına karıştırılmamış olan on sekiz milyon insanın her birinin siyasi bakımdan aktif hale gelmesi, memleketin idaresine doğrudan doğruya karışması, tebaa halinden vatandaş haline yükselmesi şeklinde anladığım bir demokrasi.
Bundan başka, dünyanın dev adımlarıyla sosyalist bir iktisadi nizama gittiği inkâr edilemezdi. Hele bizim gibi istihsal seviyesi pek düşük olan bir memleketi yüksek medeniyet seviyesine ancak sosyalizm çıkarabilirdi. Fakat yurdumuzun birçok bölgeleri ekonomik ve sosyal bakımdan henüz pek iptidai bir vaziyette bulunduğu, halkımızın kültür seviyesi sosyalizmi kavramasına müsait olmadığı için, kanaatimce bizde bu yolda yapılacak iş, sosyalist cemiyete geçiş için gereken şartların hazırlanmasına hizmet etmek olabilirdi.
İç siyaset hakkındaki fikirlerim bu şekilde hulasa edilebilir. Dış siyaset hakkında neler düşünmüş olduğumu da kısaca arz edeyim:
Türkiye'nin emniyet ve selametini bütün dünya milletleri ile bilhassa etrafını çeviren komşuları ile iyi dostluk münasebetleri kurmasında görüyordum. Dış siyasette gaye, bize karşı herhangi bir devletin girişebileceği herhangi bir tecavüzü, mütecaviz için büyük bir prestij kaybı ve haksız bir müdahale haline getirebilmek için, iç ve dış siyasette bize hücum vesilesi vermemek, içerde büyük halk kitlelerine dayanmak, dışarıda her türlü yabancı tesir ve nüfuzundan kaçınmak, kısacası, coğrafi vaziyeti Türkiye'ye pek benzeyen İsveç'in yolunu tutmak olmalıydı. Buna rağmen haksız bir tecavüze uğrarsak, istiklalimizi kanımızın son damlasına kadar müdafaa etmeliydik. Böylece bir savaşta yenilsek bile, istiklalini gönül rızasıyla feda etmeyen bir milletin tekrar dirilmesi, kalkınması her zaman için mukadderdi.
Bu kanaatlerimi açıkça müdafaa için nasıl bir yol tutacağım hakkında sarih bir karar vermemiştim. Elimdeki bir miktar para ile bir kütüphane açarak kendi eserlerimi kendim neşretmeyi, böylece kitapçı istismarından kurtulmayı, kendimi tam manasıyla yazı hayatına vermeyi düşünüyordum. Bu sıralarda İstanbul'da Halide Edip Adıvar'ın evinde Cami Baykurt'la tanıştım. Siyasi fikirlerini kendiminkilere yakın buldum. O da her milletin kendi sosyalist nizamını kendi bünyesine göre kurması hususunda bana iştirak ediyordu. Bu tanışmadan bir kaç ay sonra tekrar Cami Baykurt'u gördüğüm zaman, oğlunun bir gündelik siyasi gazete çı-karmak istediğini, benim "fikri iştirakimi" rica ettiğini söyledi. Yukarıdaki siyasi kanaatlerimi açıkça ve bir daha izah ettim. "Her noktada mutabıkız" dedi. Bunun dışına asla çıkmayacağımızı taahhüt ettik. Ben de edebi yazılarla iştirake söz verdim. Gazetenin çıkması uzadıkça uzadı, sebebini sordum, mali zorluklar dediler. İşi büyük tuttukları için yüzde %24 faizle para almağa kalkmışlardı. Ben onları bundan vazgeçmeye ikna ettim. La Turquie'nin basılmakta olduğu matbaada, düz makinede, mütevazi bir fikir gazetesi çıkarmanın daha doğru olacağını, bu takdirde benim de bir miktar para katabileceğimi söyledim. Razı oldular. Yirmi iki yıldan beri arkadaşım olan ve dürüstlüğü, vatanseverliği, ileri fikirleri, tok yazıları ile tanınan Esat Adil Müstecaplıoğlu da bu işe katıldı, ben memurluk sıfatını üzerimde taşıdığım müddetçe gazetenin fikri kontrolünü üzerine aldı.
Böyle bir harekete girişirken bize cesaret veren iki şey vardı: Türkiye'de demokrasi cereyanının gitgide ilerlemekte olması ve memleketin başında bulunanların, bilhassa büyük İnönü'nün böyle bir siyasi hareketi anlayış, hatta takdirle karşılayacağı kanaati. Çünkü onun büyük eseri olan Köy Enstitüleri, adeta bizim tasavvur, mesut, ileri, kuvvetli Türkiye'nin küçük birer örneği idi. Buna rağmen gazeteyi yayınlamaya kesin olarak ancak İnönü'nün 1 Kasım nutuklarını dinledikten ve orada açıklanan ileri hamlelere inandıktan sonra karar verdik.
Yayınlayabildiğimiz dört nüsha, nasıl hayırlı bir yolda her gün biraz daha gayretle, mutedil fakat azimli adımlarla yürümek istediğimizi göstermeye kafidir. Böyle bir işe ilk başlamanın ve en fakir, en acemi şartlarla başlamanın doğurduğu bazı talihsizlikler istisna edilirse, gazetede yüzümüzü kızartacak bir şey bulunmadığını açıkça söyleyebilirim. Afişi yapan ressam buna Sovyet bayrağını koymayı unutmuş, ilave etmesi istendiği zaman da, boş yer arayıp en başa koymuş ve telaş arasında bu gözden kaçmış, ama kem gözlerden kaçmadı. Gazetenin başlığı altındaki yıldızlar bile dedikodulara meydan verdi. Sovyet cumhuriyetleri sayısının 16 olduğunu bile bilmeyen kötü niyet sahipleri tarafından, Abdülhamit devrini hatırlatan bir zihniyetle, bu yıldızlar 13 Sovyet Cumhuriyetine alamettir denildi. Afiş meselesinin ressamdan ve afişi basan matbaadan tahkiki her an mümkündür.
Yurduma ve milletime karşı borcum olduğuna inanarak ve hizmetten kaçmamak kaygısıyla, kendimin ve ailemin refah ve huzurunu tehlikeye koydum. Hiç bir menfaat düşüncesinin ve şahsi ihtirasın hareketlerime müessir olmadığına, her biri başıma sadece bin bir dert ve huzursuzluk getirdiği halde bir türlü yazmaktan vazgeçemediğim kitaplarımla iki odalı bir evde bir hizmetçi bile tutmadan geçen şahsi hayatım en açık delildir.
Böylece on yılda dişimden tırnağımdan arttırdığım birkaç bin lira şimdi bir anda yok olduğu gibi, gazete yüzünden girdiğim bir hayli borç da üzerimde ağır bir yük olarak kaldı.
Gerçi ben siyasi hayata girmeye niyetlenmiştim, fakat bu niyetimi fiil haline getirmek için attığım ilk adımda öyle ağır bir darbe yedim, öyle ziyanlara girdim, öyle iğrenç bir tezvir ve iftira yağmuruna tutuldum ki, bu yolda devamıma şimdilik ne maddi ne de manevi bir imkân görüyorum. Ama buna karşılık, "siyasi hayata atıldı" diye, ortada bir tek satır siyasi yazım bile yokken, bütün niyetlerim henüz teşebbüs halindeyken, vazifemden uzaklaştırılıyorum.
Son günlerde kendi kendimle çok muhasebe ettim; “acaba ben mi haksızım, acaba taraftarı olduğum fikirler mi yanlış?” diye çok düşündüm, uykusuz geceler geçirdim. Fakat karşı tarafın mücadele metotlarına bir göz atınca, onların haklı olmasına imkân olmadığı neticesine vardım. Haklı olanlar bu yoldan yürüyemezlerdi, hayır, hak hiç bir zaman söz ve fikir tarafını bırakıp tekme ve balyoz tarafını tutmuş olamazdı.
Hiç ummadığım bu ağır darbe karşısında, bunun sebeplerini düşündüm ve araştırdım. O zaman gördüğüm manzara bana dehşet verdi. Turancılar davası sırasında arz etmiş olduğum gibi, bu sefer de tehlike yine benden ziyade memleketimi tehdit ediyordu:
İnönü, 1 Kasım nutuklarında Türkiye'nin bugünkü dünya içinde şerefli, itibarlı, refahlı bir mevkiye ulaşması için gereken değişiklikleri açıkça ortaya serince, uzun zamandan beri dünyanın ve Türkiye'nin gidişinden memnun olmayan bir takım geri görüşlü, menfaat düşkünü kimseler büyük bir telaşa kapılmışlardı. Bugün ellerinde tuttukları gelirli mevkileri, daha geniş bir halk kitlesine dayanan, daha hür ve daha adaletli bir Türkiye'de asla muhafaza edemeyeceklerinden korkan ve tek dereceli seçim, birden fazla parti, hür basın gibi sözlerin ağza alınmasından bile dehşete düşen bu karanlık ruhlu insanlar derhal harekete geçtiler. İlk olarak kendi aralarında guruplaşmaya, teşkilatlanmaya, kendilerine liderler seçmeye koyuldular. Bir taraftan da basın hürriyetine şiddetle hücum ediyorlar, her türlü tenkidi bir cinayet sayıyorlardı. Muhalif basın da buna vesile vermekte kusur etmiyordu. Siyasi terbiye ve olgunluk noksanı, yurdun hususiyetlerini bilmeme, uzun yıllar susmanın doğurduğu acemilik ve realitelerden ziyade klişe fikirlere bağlılık onları çok kere yanlış, belki de zararlı yollara götürüyordu. Fakat açık ve hür bir fikir mücadelesi sonunda bu sancılı devir elbette geçecek, memlekete hayırlı bir sonuca varılacaktı. Millet, kültür seviyesi ve siyasi olgunluğu arttıkça, elbette iyiyi kötüden, hası kalptan ayıracak, bu yurda hizmet etmek isteyenlerle, başka emellere hizmet edenlerin arasındaki farkı görecekti.
Fakat karanlık ruhlu insanları en çok korkutan da işte halkın bu olgunluğa varması idi. Bu memlekette atılacak her ileri adımı kendi hak edilmemiş ekmeklerine bir tecavüz gibi nefretle karşılayan bu insanlar, hiç bir kötü vasıtayı ihmal etmeden açık ve kapalı tezvirlerine devam ediyorlardı. Ellerindeki en kuvvetli silah komünizmdi. Her ileri hamleyi, her ileri fikri bu damga ile gözden düşürmeye uğraşıyorlardı. Köy Enstitülerine komünist yuvası diyen onlardı; Hasan Ali Yücel'e komünistlerin koruyucusu diyen onlardı; Sabahattin Ali'nin, içlerinde bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir tek heyecanın ifadesi bulunmayan eserlerine komünist damgasını vuran onlardı; Turancıları, ırkçılığı, geriliği himayelerine alan onlardı; ve bugün, İnönü'nün 1 Kasım nutkundan sonra, o büyük ve hâkim insana bile dil uzatmaya cüret ederek: "İnönü mütereddit... Dış baskının tesiri altında yurdun disiplinini gevşetiyor, milli bünyemize ve seviyemize uymayan değişikliklere girişiyor; tek dereceli seçim memlekette anarşi doğurur, hür basın bizi Bolşevik istilasına götürür" diyenler de onlardır.
Memleketimin ve milletimin ilerlemesini isteyen bir insan sıfatıyla İnönü'nün ve sizin eserlerinize karşı nasıl duygular beslediğimi yakından bilirsiniz. Bugün bu eserleri ve yurdu bir irtica hamlesinin tehdit etmekte olduğunu, fikir mücadelesini kanunsuzluk ve zorbalık yollarına dökmek isteyen sorumsuz kuvvetlerin harekete geçtiğini, bunun içerden ve dışarıdan rahatsızlıklara sebep olabileceğini görüyor ve bir buçuk sene önceki gibi yine size başvuruyorum. Kendim için hiç bir şey istemiyorum. Bugün her sofraya oturuşumda karımla çocuğuma bakarak: "Bunlara bu yemeği daha kaç gün yedirebileceğim acaba?" diye içim titrediği halde, şerefimle siyasi hayata atılabilmemin mümkün olabileceği günü bekleyeceğim ve bundan ümidimi kesersem, bütün siyasi emellerimden toptan vazgeçerek, tekrar devlet kapısına dönmek isteyeceğim. O zamana kadar da kalemimle geçinmeğe çalışacağım.
Derin saygılarımı sunar, bana karşı teveccühleri olduğuna ve teveccühe layık olmayacak hiç bir harekette bulunmadığıma emin olduğum büyük İnönü'ye bu hususların arzına delalet buyurmanızı istirham ederim.

Dixi et salvavi animam meam.(Konuştum ve ruhumu kurtardım)

Sabahattin Ali


Evet; yıl 1945, nüfus 18 milyon, sorunlar demokrasi, adalet ve komşularla iyi münasebet... Sanki bugüne manifesto...

Pazar, Ekim 09, 2016

LİSAN-I MİLLİ MEKATİB İRSAL EYLEMEK

"MAHKEMELERDE" SABAHATTİN ALİ
12 Eylül askeri faşist yönetim dönemi; tüm ülkede olduğu üzere, tüm lisan-ı mahalli hitabet men edilmiş, kürsülerden haykıran müstebit, "asmayalım da besleyelim mi?" diye bas bas bağırıyor, yandaşları, şakşakçıları ve sair tüm güce tapanlar avuçları patlayana kadar alkışlıyor... Olsun öykündüğümüz batının dilleri, elin gavurunun konuştuğu diller serbest, İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca vs., serbest ne demek, hatta "teşvik" kapsamında, ama canım yurdumun kimine göre 12 milyon kimine göre 20 milyon insanının konuştuğu yani ana dili Kürtçe yasak... Neyse; öyle ya da böyle, o zorla kabul ettirdi ya da öteki liberalliğinden serbest bıraktı, şimdi konuşuluyor, kime ne zararı var... Artık özellikle cezaevlerinin toplama kampı düzeninde olduğu "Türkçe konuş, çok konuş" dönemi artık gerilerde kaldı, umarım bir daha dönülmez o şebek günlere... Gerçi bu durumdan hala rahatsız olanlar var ya... Hem de diğer Türk dünyasına dikkat kesilip oradaki Türkçe konuşmanın yasak edilmesini dile getirip, telin mitingleri düzenleyip, baskılara son verilmesini talep edenlerin alkışlarına mazhar olması da tam da bir karikatür... Gerçi ne beklenir ki, gelinen nokta da, tefekkür yok, empati yok, sempati yok, merhamet yok, acıma yok, üzüntü yok, mahcubiyet yok, ahde vefa yok, rahatsızlık yok, ilgi yok... yok oğlu yok, aldırmazlık var, bana ne var, bana dokunmayan yılan bin yaşasın var, aşağılama var, duyarsızlık var, fobi var, histeri var, düşmanlık var, hoşnutsuzluk var, kafa karışıklığı var, vahşet var, yalan var, dolan var, desise var, başkasının zararına sevinme var, nefret var, şüphe var, kıskançlık var, küçümseme var, var oğlu var... Ve tekrar bu şebekliğin başladığını söyleyenler de var... Allah akıl, fikir ve izan ihsan eylesin, demekten başka çare yok (aslında var)...

Bugünlerde okuduğum; usta Romancı, şair ve hikayeci ve düşünce özgürlüğünün yılmaz savunucusu, uzlaşmaz kişiliği ve muhalifliği ile maruf Sabahattin Ali'nin, mahkemelerdeki savunmaları, iddianameleri, mektuplaşmaları, tanıklıkları üzerine yazılmış yazılarının arasından seçilenler ile, yazarlar Nüket Esen ve Nezihe Seyhan tarafından kaleme alınmış, "Mahkemelerde" adlı kitabın, başlıktaki konu ile ilgili gözlemi ve ilgili belgelerin bir bölümü aşağıda verilmektedir. Mezkur kitap inanılmaz, tanıklık ve yaşanmışlıkları aktarıyor ve buradan anlıyoruz ki, dün de aynı, bugün de aynı... Tıpkı, Neyzen Tevfik'in dediği gibi; değişen tek şey, artık soruluyor olması, yani, eskiden sormadan asıyorlardı, şimdi sorarak asıyorlar...

Sabahattin Ali'nin evrakı arasında bulunan 1899 tarihli bir dilekçe, bir hapishanede yatan zamanın azınlıklarının yazdığı pullu ve imzalı resmi bir belgesi, kolayca anlaşılacağı gibi birilerinin yere göğe sığdıramadığı padişah II. Abdülhamit dönemi, sonraki Abdülhamitlerin değiştirmediği kurallar devam ediyor...

Huzur-ı Alicenab-ı Mutasarrıf-ı Ekremiye;
Acizleri idam ve on beş seneye mahkum olarak sekiz senedir mevkufuz. İptida-yı tevkifimizden bu yana değin memleketimize irsal eylediğimiz mektuplarımız Rumca ve Ermenice ve Bulgarca tahrir edilerek hapishane memurları tarafından lazım gelen muayenelerle postahaneye teslim edilmekte iken bu kere mektuplarımızın Osmanlıca yazılması emir buyurulmuş ise de köleleri fukaradan olup her daim posta ücretinden başka Türkçe mektup yazdırmaya muktedir olamayacağımız gibi şimdiye kadar mektup tahrir ve irsalinde hiçbir güne kusur ve vukuatımız görülmemiş olduğundan lütfen ve merhameten bundan böyle yazılacak mektuplarımızın kema-fissabık muayene ve mütalaasıyla postaya teslim ettirilmesi için lazım gelenlere emir ve irade buyurulmasını arz ve istirham eyleriz. Ol bapta emr ü ferman menlehül emrindir.

28 haziran 1317 (1899)

Hapishane-i umumide mevkuf
İzmirli Üstadi

Mahkumen mevkuf             Mahkumen mevkuf            Mahkemen mevkuf
Rum Milletinden                 Ermeni Milletinden            Bulgar Milletinden
6 imza                               13 imza                              15 imza

Beyan-ı keyfiyet zımnında Hapishane Müdürlüğü Vekaletine
30 Haziran sene 317

Emr-ühavale buyurulan işbu arz-ı hal muhakeme olundu. Mahkumun merkumun memleketlerine yazdıkları mektupları Türkçe yazmayıp lisan-ı millileri üzere yazmalarına müsaade buyrulmasını Türkçe yazmaları lazimeden bulunmuş olmakla icra-yı icabı zımnında huzur-ı alicenap-ı mutasarrıf-ı ekremiyelerine arz u takdim kılmaya ol babda emr ü ferman.

Müdür Vekili                                                              11 Temmuz sene 317
        N.

Kendilerine beray-ı takdim Hapishane Müdürlüğü Vekaletine
11 Temmuz sene 317

Pazar, Ekim 02, 2016

REİSİCUMHUR HAZRETLERİNİ GIYABEN TAHKİR-İ TAZAMMUN

SABAHATTİN ALİ ve MAHKEMELERDE

Cumhuriyet tarihinin, özellikle de ilk yılların çok önemli yazar ve şairi Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali'de, babasına ait büyük bir sandık dolusu doküman vardır, yargılanmalarını konu alan, gerek mahkemelere yazılan dilekçeler, gerekse de kendisine verilen cevap ve mahkeme kararları  ile mahpus hayatını belgeleyen mektup ve yazışmalar arasından seçilenler ile, yazarlar Nüket Esen ve Nezihe Seyhan tarafından kaleme alınmış, "Mahkemelerde" adlı kitabı okudum. Kitap çok büyük bölümü Arapça el yazıları ile yazılmış olan doküman fotokopileri ile desteklenmiş, önsözünden anlaşıldığı kadarı ile çok sayıda uzman akademisyen tarafından da Latin harfleri ile yeniden yazılmış halleri ile düzenlenmiştir.

Kendisi hakkında çok şeyler okuduğum, Sabahattin Ali ile direk kendi kitabını okuyarak ilk tanışmam; 12 Eylül askeri faşist darbesi sırasında yasaklanan "Benden selam söyle Anadolu'ya" adlı kitabın yazarının doğduğu topraklar olan, bugünkü adı "Şirince" ve İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı bu köy için Osmanlıdan bu yana "Sırça Köşk" adlı öykü kitabında yazdıklarıdır, inanılmaz akıcı ve doyurucu bir anlatım tarzı ile... Orada; Şirince için, Osmanlı da "Kırkıca" bilahare de "Çirkince" ve nihayetinde de Şirince'ye dönüşümün hikayesi vardı, herkese okuması için öneririm.

Dönemin, siyasi atmosferini, sosyal ve toplumsal yapılanmasını, politik mevzilenmelerini, kerim devletin kolaylıkla hissedilmesini, tek parti döneminin sıkıntılarını göstermesi bakımından gerek makaleleri, gerek yazıları, gerek romanları ve şiirleri ve de gerekse yazışmaları ile çok net ve sarihtir, Sabahattin Ali. Kitaplarının ve şiirlerinin sık sık soruşturmaya uğraması bir yana, "Yeni Dünya", "Marko Paşa" ve "Merhum Paşa" adı ile maruf gazetelerde gerek kendisinin gerekse de Aziz Nesin'in başı, özellikle de hiciv yazıları yüzünden sık sık belaya girmiştir.

"Mahkemelerde" adlı kitapta da, Sabahattin Ali'nin, genellikle yazdığı yazılar üzerinden hep sorgulanması, takip edilmesi ya da yargılanması ile mahpus olması vardır, baştan aşağıya... Başına neler gelebileceğini bile bile, dönemin ağır topları , Nihal Atsız, Falih Rıfkı Atay, Cemil Barlas gibi isimleri eleştirmeye devam etmesini ve her şeye rağmen özellikle de Nihal Atsız dışında kimseyi dava etmemesini, ancak onu da sadece kendisine "vatan haini" demesi nedeni ile mahkeme verdiğini anlamaktayız yazılanlardan. Diğer taraftan; tarihçilerin üstad-ı azam diyerek uçurduğu, gerçekte ise zaman zaman "nurcu" zaman zaman "bozkurt" zaman zaman ise "Atatürkçü" geçinerek sürekli bir savrulma halinde olan Cemal Kutay'ı, Sabahattin Ali'nin birkaç savunmasında; "Cemal Bey, gazetesinde… parasız çalışmak istemediğim için bana muğber idi." diyerek, asılsız ihbar ve ispiyonların adresi olarak adeta tarihe not düşercesine tespiti vardır.

Sabahattin Ali, bir arkadaş toplantısında okuduğu iddia edilen "Memleketten haber" adlı hiciv içeren şiirde, Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesi ile bir ihbar üzerine tutuklanmıştır. Aşağıda tutuklanmasına itiraz ettiği resmi başvurusundan kısa kısa notlar bulacaksınız...

"Konya İkinci Karar Hakimliği Memuriyet-i aliyesine
Reisicumhur hazretlerine hakareti tazammun eden "Memleketten haber" ünvanlı bir şiiri, Yahya ve Namık Beyler'in hanelerinde okuduğum hakkındaki iddianameye itirazımdır.
1- Evlerine ilk defa gittiğim ve yeni tanıştığım bu zatların huzurunda böyle bir şey okumak cesaretini göstermek, delilikten başka bir kelime ile tavsif edilemez. Ben ise melekat-ı akliyesine sahip bir adamımdır.
2- İfadelerine müracaat edilen şahıslardan ifadelerinin tetkiki, muhbirler tarafından şiiri dinledikleri iddia edilenlerin böyle bir şeyden haberleri olmadığının meydana çıkaracaktır. Şu halde muhbirin iddiasının asılsız olduğu, bana şahsen münfail olan Mehmet Emin Soysal Bey ile Cemal Bey'in (Kutay) ve onların ortak ve arkadaşları olan Eyüp Hamdi ve Remzi Beyler'in bana iftirada bulundukları tezahür eder." diye uzun uzun iddiaların mantıksızlığını anlatır, ama ne çare, karar; "Reisicumhur hazretlerini gıyaben tahkir eylemekten suçlu olup 22.12.1932 tarihinde sulh hakimliğince sorgusu icra kılındıktan sonra taht-ı tevkife alınan Konya Ortamektep Almanca muallimi Sabahattin Ali Bey hakkındaki iddianame ve hazırlık tahkikatı açılması iddiasıyla memuriyetine tevdi edilip iddianame sureti mumaileyh Sabahattin Ali Bey'e tebliğ edildiği halde müddet-i kanuniyesi zarfında iddianameye itiraz ettiği ve ikametgah ashabından bulunduğundan kefaletle tahliyesini mutazammın bulunan her iki istida okundu." diyerek uzayıp giden bir safahat söz konusudur. Lakin suçlama ağırdır ve ne yazık ki dava da, bir şiir okuma meselesini aşıp bir siyasal zemine kaymaktadır, eee zaten daha önce görev yaptığı Aydın'da "komünizm propagandası yapmaktan" yargılanmıştır, o halde kafadan suçludur.

Belediye Başkanlığı döneminde, şiir okudu diye yargılanan şimdiki Cumhurbaşkanı da, mağdur edilmiş ve sonrada taltif edilmiştir. Ancak süreç Sabahattin Ali için, hiçte bu kadar hoşgörülü ve de sevimli bitmemiştir, bırakın taltifi, katline ferman olarak değerlendirilmiştir.


Sabahattin Ali'nin bir güzel sözü ile bitirelim; "Bir fikre sahip olmak cürüm değilse ona lisan vermek de cürüm değildir. Zaten fikirlerin ancak lisana inkılap ettikleri zaman fikir oldukları, lisansız fikir tasavvur edilemeyeceği herkesçe malum bir keyfiyettir."