Cumartesi, Mart 26, 2011

AKSIRINCAYA KADAR TIKSIRINCAYA KADAR İÇİYORLAR

“8 yıldır bizim samimiyetimiz test ediliyor. Birileri ısrarla bize gizli hedefler izafe ediyor. Soruyorum. 8 yıldır hangi özgürlüğü kısıtladık. 8 yıldır kimin yaşam tarzına müdahale ettik. Herkes istediği gibi giyiniyor. Herkes istediği gibi içiyor. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyorlar.” diye buyuruyor bir Türk büyüğü, bilahare de “Dinim emrettiği için bu konulara girmiş değiliz, 58. ve 59. madde açık. Bize hemen damgayı vuruyorlar. Peki din güzel bir şey emrediyorsa, onu yapmak da mı suç? Trafik kazalarının sebepleri, cezaevine girilmesi, suç işleme olaylarında alkolün etkisi ortada. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar demişim. Ben de insanım. Benim de gerilimli dönemlerim, stresli ve sinirli anlarım oluyor… Benim de hatam olur. Hatasız kul değiliz ya…” diyerek kendisini masum göstererek savunmaya çalışıyor.

Ne diyor bu ulu Türk büyüğü trafik kazalarını alkollüler yaparmış, trafik polisleri her kazada alkollüleri yakalarmış, peki bir ulu Türk büyüğünün mahdumunun yaptığı trafik kazasında hem de ehliyetsiz araba kullanma hali varken, kaza kapatılmış, müştekiler bir şekilde şikâyetçi olamaz hala getirilmiş belki de ikna edilmiş ise, bu durumu nasıl izah etmek gerekecektir? Akıllara durgunluk veren, beyne spazm geçirten bu gelişmeler karşısında insanın deliliğe vermesi gerekiyor herhalde ruhi çıkış olarak, aksi taktirde maazallah…

Ayrıca ve ilaveten ne diyor bu ulu Türk büyüğü; girişimin hedefi Anayasanın 58. ve 59. maddelerinin amir hükümleri çerçevesinde gençliğin korunmasıdır. Evet, evet bu gençleri korumak gerek ama kimden ve neden korunmalıdır işte oda yine mezkûr Anayasanın 58. maddesinde çok açıktır, “müspet ilimin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda eğitilmelidir” bu gençler ki, asıl koruma oluşsun; ama ne gam… Siz gençleri koruyacağınıza eğitim ve öğretimi korusanıza bu yobaz, bu dış mihraklı baskı, bu çağdışı saldırıdan, eğer bu yapılmış olsa gençleri herhangi bir şeyden korumaya gerek kalmaz… Ama ne gam ne keder…

Peki, gerçekten amaç, gençliği korumak ise, neden kumardan korumuyorlar acaba? Alkol ve seks gibi takıntıları var bunların kesinlikle gençleri korumak gibi bir dertleri yok, öyle olsa neden pıtırcık gibi sayısal lotocular, iddiacılar artıyor acaba? Neden acaba; Milli Piyangonun özelleştirilmesi gereğini açıklarlarken yeni oyunların ihdas edilmesi kaçınılmaz olmuştur gibi açıklamalarda bulunurlar ve hatta iddia oyunları hariç günde ortalama 3 kez devlet eliyle bahis oynatılmasına rağmen…

Alkol konusundaki pozisyon almaları; önce düğünlerde daha önce hiç kullanılmamış bardaklarla şerbet dağıtmak, kırmızı hatlar oluşturarak alkollü restoran ve lokantaları bu hatların gerisine çekmek vs. gibi masum görünen ve kamuoyunda tepki oluşturmayacak yaklaşımlar göstererek bilahare de asıl amaç olan alkolün külliyen yasaklanmasıdır, görünen…

“Hem bize ne milletin yaptığından” denilerek koro halinde propaganda yapılmakta, hem de milletin içtiğine karışıyor “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar” diyerek Kasımpaşa ya da Eşrefpaşa’nın magandaları edasıyla seviyesiz yorum yapılmaktadır ki, bu şekilde bir ifade ile milletin ne kadar içtiklerini biliyor havası yaratıp ama karışmıyor görüntüsü ile de kendilerini aklamaya çalışıyorlar, yahu ayıptır bu kadar aptallığımızı yüzümüze vurmak be.

Evet, bu Sn. Ulu Türk büyüklerinin “kısıtlama yok” dediklerine katılmıyorsam namerdim, kesinlikle kısıtlama yok, direkt olarak toptan yasaklamanın idmanları yapılmaktadır.

Gençlerin alkolden korunmaları gerekmiyor bana göre, ama acilen yobaz saldırılardan, acilen beyin yıkama seanslarından, acilen trafik teröründen, acilen uyuşturucudan, acilen kumar ve şans oyunu tutkunluğundan korunma yollarının bulunması ve uygulanması gerekmektedir. Ama asıl olan ise de; bedava öğrenim, bedava yurt temini, kolay ve bedava yiyecek, kolay ve ucuz ulaşım, bedava sağlık ve tedavi, hülasa kolay ve ucuz hatta bedava yaşam sunulmalıdır gençlere.

Ama en önemlisi de çocuk yaştaki kızların evlendirilmelerine karşı çıkın, canım yurdumun önemli bir bölümünde hala kız çocuklarının para karşılığı satılarak, babaları ve dedeleri yaşındaki heriflerle evlenmeye zorlanmalarına karşı çıkın…

Kızların 13 yaşında evlendirilmesine sesin çıkmasın, 18 yaşına gelen yurdum insanının beline ruhsatlı silah takabilmesi için yasa çıkarılmasına sesin çıkmasın, ama alkol alımı için canım yurdumun genci ancak 24 yaşında içki satın alıp içebilecek, bu kafayı ben iyi biliyorum ama canım Yurdumun canım insanını bunları anladığı için anlayamıyorum, hayret doğrusu… Bu adamları anlamasak ta olur ama vatandaşı anlamak gerek bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan halkın gideceği nokta neresi olur bilemiyorum vallahi…

Çok merak ediyorum Zafer Üskül hoca ne diyor, ne yapıyor acaba bu gelişmeler karşısında…

Aslında bu gelişmeyi de şamata ile karşılayıp, ciddi ciddi önümüze dayatılan bu hikaye karşısında gülüp geçmek gerekiyor ama… Hadi biz de dalgaya vuralım ve durumdan şakalar üretelim…

BİR ŞAKA: Belki de, ya sadece lokanta ve restoran çalıştıranlar ile gençler arasında bir referandum yapılmalı ya da lokanta ve restoranların 12 Haziran 2011 e kadar %42 si alkolsuz %58 i de alkollü olsun, daha demokratik olmaz mı acaba? Sonrasında da yeni seçimlere göre yeni bir kompozisyon çıkar ortaya nasıl olsa…

BAŞKA BİR ŞAKA: Uzun yıllardan beri Türkiye'nin alkol tüketimi istatistiklerinde, ilk sıralardaki İllerimizin genellikle muhafazakârların (siz anladınız tam kimleri kastettiğimi) hep tulum çıkardığı İller olduğu düşünülürse bu tariflerdekilerin aslında kendi siyasi tabanları olduğu açıktır… Ne yapsın adamcağızlar tabanlarını korumak istiyorlar, zaten bize ne dediler “gavur İzmir”, demek ki derdi bizimle değil, gavur içer zaten, ona da mı karışacak adamcağızlar, ayrıca gavurlar aksırarak, tıksırarak değil; adam gibi içerler. Bu nedenle herhalde biz hedef sayılmayız değil mi?

Yahu bırakın bu beyhude girişimleri ve çabaları… Suudi Arabistan’da yasaktır, peki ne oluyor biliyormusunuz, her ev bir içki imalathanesine, fabrikasına dönüşmüş ve ciddi bir Filipinli evde alkol üreticisi işçi de ithal edilmiş vaziyettedir, diğer taraftan ise herkesin ağzında özellikle Yemen sınırına yakın bölgelerde yetişen ve uyuşturucuya yakın bir ot, korkarım bunlar burada bizi Maraş otu bağımlısı yapmak istiyorlar galiba, yorumu da yapabilir bazıları, maazallah…

Adamcağızlar, şiirsever tabii, Tevfik Fikret’ten şiirlerle hitap ediyor, ne desinler yani, “işeyene sıçana” kadar içiyorlar mı deseydiler…

Bizde bir diğer Tevfik’ten (Neyzen Tevfik) bir şiir ile sona erdirelim.
Rakı şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım, içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye,
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim

BİR ANI: Geçtiğimiz yaz Yunanistan’ın Sakız adasına geziye gitmiştim, tam da o günlerde Ramazan ayı idi. Tekneden indiğimizde pasaport kontrolünün her ülkede olduğu üzere 2 kapıdan birinde EU vatandaşları ve diğerinde ise diğerleri yazılmaktaydı diğerleri kapısı çok kalabalık olunca bende EU vatandaşları kapısına gittim polis bana anlamlı anlamlı ama özellikle de neden bu bölümdesin edasıyla bakarak kaç gün kalacağımı sorduğunda ben de karşıda ramazan var burada bu gece içip yarında döneceğimi söylemiştim adam da gülmüştü. İstermisiniz bu şaka yollu yaptığım şey gerçek olsun ve bugün Suudilerin yaptığı gibi içki içmek için yurtdışına gidelim…

Ne yapalım şimdi;
“Alkol bütün kötülüklerin anasıdır
“Cennet anaların ayakları altındadır”
Hadi izah edin bakalım edebilirseniz…









Pazar, Mart 20, 2011

SİZİ SAVUNMAK NE YAZIK Kİ BİZE DÜŞTÜ

Bugünlerde kamuoyunu önemli ölçüde meşgul eden ve toplumsal polarizasyonu artıran “Balyoz darbe planı davası”, 1. Ordu Komutanlığı tarafından hükümeti devirmek amacıyla Balyoz isimli bir askeri darbe planı hazırlandığı iddiasına dayanarak Özel Savcılıkça başlatılan soruşturma sonucu Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen bir dava konusu olduğu herkesin malumudur. Hükümeti güç kullanarak düşürmek (cebren ıskat) ve vazife görmekten men etmeye teşebbüs girişimi olarak Çarşaf, Sakal, Suga ve Oraj kod adlı eylem planları hazırlayarak darbe ortamı oluşturmak en önemli suçlamadır. Peki, böyle bir ihtimal olabilir mi acaba? Bunu ben bilemem şüphesiz, belki olabilir belki de olmayabilir… Ancak bu kabil gücü elinde bulunduran ve harekete geçirme yetkisini kendinde görenler buna benzer organizasyonlar içinde bulunabilirler, şüphesiz… Aslolan ise bu çaplı gücü elinde bulundurduğunu düşünenlerin sürekli cunta oluşturma girişimlerin kaçınılmazlığıdır ve tüm dünyada silahlı kuvvetlerde rastlanılacak bir durumdur, ne yazık ki. Ancak ülkedeki diğer kurumların gücü ve etkisi ile siyasilerin ve toplumun kararlılığı, direnci ve uyanıklığı karşısında bu kabil çabaların defedilmesi mümkün görünmektedir.

Şimdi; bu yargılama sürecinde kamuoyunda, basına yansıdığı kadarı ile hukukun ayaklar altına alındığı konusunda yaygın bir kanı oluşmuş bazı kesimlerde ise de infiale varan gelişmeler yaşanmaktadır. Kişisel kanaatim odur ki; bu dava da hukukun dışına çıkılmış, ciddi hukuk ihlalleri yaşanmaktadır.

Halk arasında sürekli olarak “bu hukuk herkese gerek” lafı çok sık kullanılır ama özellikle de hukuku çiğnenenler bu konuda feryat figandırlar. Sürekli “bu hukuk bir gün herkese gerek olabilir” lafını söyleyenleri gücü elinde bulunduranlar sürekli muhalif, muarız diye suçlarlar ya, bu sefer de bu kural değişmedi. Dünün muktedirleri bugünün mağdurları oldular, gerçi bu devran böyle sürer gider kimsenin kuşkusu olmasın. Güç ellerinde iken yapmadıklarını bırakmazlar güç elden gidince de mağdur duruma düşünce hukuk katlediliyor diye ortalığı kaldırırlar…

Gelelim dünün güçlülerine; dün herkese her şeyi yapmayı kendilerinde hak görenler, reva görenler, dün hukuk çiğneniyor feryatlarına kulak tıkayanlar bugün kendi feryatlarına kulak verilmesi bekliyorlar… Haklılar onların hukuklarının çiğnenmesine bizim kulak tıkamamamız gerekiyor, onlar için hukuk kurallarının layığı ile işlemesi için çaba sarf etmemiz gerekmekte olduğuna canı gönülden inanıyorum… Hukuk herkes için olmalı, herkese aynı uygulamalar yapılmalı.

Ama ne yazık ki bugünün mağdurları; hukuk düzeninin bozulması, takdirlerin güçlüden yana yapılması, hukukun güçlüleri gözetmesini sağlayacak o kadar çok düzenlemeye karar verdiler, destek verdiler ya da göz yumdular ki, gelinen noktada kendileri için yapılabilecek çok şey bırakmadılar, zannettiler ki bu düzen 1000 yıl (yazıyla bin yıl) böyle gidecek. Şimdi destek verdikleri ucubenin mağduru oldular.

Şöyle kısaca bir hatırlayalım, verdikleri kararları, verdikleri destekleri ya da göz yummalarını;

12 Mart’çılar astılar kestiler
Ziverbey köşkü bir işkence üniversitesi haline getirilmesine rağmen ses çıkarmadınız, Anayasanın rafa kaldırılmasına göz yumdunuz, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilirken üstelik bugünden geriye baktığımızda çok ta komik bulunabilecek suçlamalar neticesinde yine kılınız kıpırdamadı, sürek avları düzenlenerek yabancı avcıların da tatminlerini sağlayacak şekilde başta Mahir Çayan ve arkadaşları olmak üzere bu ülkenin geleceği olan yüzlerce genç dağlarda, ovalarda ve evlerde katledildiler, ama ne gam ne keder …
68 Kuşağının mağdurları ağabeylerimizin “yapmayın efendiler bir gün bu hukuk size de gerekebilir” feryatlarına kulak tıkadınız…
Tabii bunlara hemen koro halinde “ama onlarda komünisttiler, devleti yıkmaya çalışıyorlardı” bizde devleti koruduk diyebilirsiniz ama artık bunların kocaman birer palavra olduğunu bizatihi üst düzey mensuplarınızın beyanlarından anlıyoruz.

12 Eylülcüler astılar kestiler
1 Mayıs 1977 de yapılan katliamda bir sürü unsurunuzun rol aldığı söylendi yazıldı hatta kısmen ispat edildi ama sadece ve sadece sizden ses çıkmadı,
1.000.000’a yakın insan gözaltına alındı, inanılmaz işkencelerden geçirildi, yıllarca yargılanıyorlar palavrası ile tutuklu kaldılar, ama hiçbiriniz “yahu bu adamlar suçlarını bilmeden yatıyorlar” sözünü Allah rızası için bir kez bile söylemediniz, söyleyenleri de YAŞ kararları mucibince bir güzel saf dışı ettiniz ya da edilmesine göz yumdunuz ya da ses çıkarmadınız…
Kendinize lider tayin ettiğiniz bir Türk büyüğünün “bu kış komünizm gelecek” sözünü kendinize şiar edindiniz sürek avları başlatılmasına ses çıkarmadığınız kabak gibi ortada iken, tam tersine “şartların oluşmasını bekledik” sözünün arkasına sığınılmasına sessiz kaldınız…
“Our boys” gibi çok ağır bir yaftadan rahatsız olmadınız ya da oldunuz ama sessiz kaldınız
78 liler olarak bizlerin “yapmayın efendiler bir gün size de gerekebilir” feryatlarımıza kulak tıkadınız…

28 Şubatçılar hükümeti düşürdüler
O zaman ki üstleriniz tarafından “Balans ayarı” yapıldı sesiniz çıkmadı, O zaman ki Komutanlarınız ABD de görüşmelerde bulunup geldikten sonra bu operasyonları yapmış olmalarına rağmen hiçbir zaman illiyetleri ve rabıtaları görmediniz ya da gördünüz ama sesiniz çıkmadı. Tüm bunların emir komuta zinciri içerisinde olduğunun tarafımızca anlaşılmasını ve üzerlerine de fazlaca gidilmemesini beklediniz ve hatta arzuladınız
Temelde bütün darbeleriniz (tabii ki kurumsal yapınız itibariyle) “sosyal gelişmeler ekonomik gelişmelerin önüne geçmiştir” anlayışının ürünü olmasına rağmen sesiniz çıkmadı şimdi sosyal yönünü bitirdiğiniz toplumdan sizi anlamasını hatta desteklemesini beklemektesiniz, isteseler de yapamayacaklarını bile bile…

Her “milli güvenlik kurulu” toplantılarından sonra sürekli “irtica ve bölücülükle mücadeleye devam edilecektir” açıklamasının yapılmasına rağmen ne hikmetse her darbeden, her müdahaleden sonra artarak gelen irticanın sorgulanmasının takipçisi olmadınız, olmadığınız gibi her seferinde de kaçanları bulup garantiler vererek geri getirdiniz ve partiler kurdurdunuz…

Şimdi kendileri yargılanıyorlar ve hukuk bekliyorlar
Şimdi bakıyorum “ben 2 yıldır tutuklu bulunuyorum ama ne ile suçlandığımı bilmiyorum” diye haklı olarak şikâyetçi oluyorsunuz da, mensuplarınızca yapılan her darbeden sonra bir sürü insan “neden ceza aldık bilmiyorum” ya da “neden bu insanlar idam edildi anlamıyoruz” diyenleri hep horladınız, hep görmediniz ya, işte buna şaşıyorum.

Ama şimdi biz sizlerin (onların) haklarını savunuyoruz

Son söz de bugün bu hukuk dışı uygulamaları gerçekleştirenlere ve savunanlara belki yarın size de gerek olabilir, lütfen hukuk devletini militanca savunun…
İlerde bir de sizin haklarınızı savunmak durumunda bırakmayın bizi… Sakın bu; AB’ye ve ABD’ye güvenmeyin, özellikle bakın İslam Dünyasına, dün desteklediklerini şimdi terk ettiler…

Salı, Mart 08, 2011

BİR MANDOLİN HİKÂYESİ

Okulların görece hala Eğitim Kurumu olduğu yıllarda şimdiki gibi sadece öğretim kurumu haline getirilmeden önce demek istiyorum kolayca anlaşılacağı üzere… Bugün ne yazık ki eğitimin artık önemi kalmamış görünmekte ve yeter ki öğretimi yüksek toplum olalım yaklaşımı öne çıkmıştır.
 
Eğitimin önde tutulduğu, okullarda müzik ve tarım derslerinin seçmeli ders olmadığı mezkûr senelerde insanın bir tarafta kulağı diğer tarafta eli eğitilmek üzere uygulamalı dersler yapılırdı. Özellikle de elişi dersleri insan elinin ehilleştirilmesi adına önemli bir ders idi. Zamanla bu derslerin önemi azaltıldı sonra da tamamen kaldırıldı ya da seçmeli ders haline getirildi ya yanarım bu duruma.

Çeşme ortaokulunda aslında coğrafya öğretmeni olmasına rağmen belki de mandolin çalmasını bilmesinden ötürü müzik öğretmeni olarakta ders veren Kostarika lakaplı Ahmet Uğur, derslere sürekli mandolini ile gelir dersin önemli bir bölümünde mandolin çalar ve ders kitabındaki müzik parçalarını hep beraber icra ederdik. Aslında ne yüz ifadesi ne de davranışları bir müzik öğretmeni olmasına uygun bir durum oluştururdu benim için, çünkü çok sert görünümlü ve öğrencilere çok sert davranan hatta bol miktarda dayak atan birisiydi. O dönemde okulun müdür muavini olması nedeniylede davranışları terör boyutuna ulaşırdı zaman zaman… Ders saatleri dışında elinde tahta 1 mt lik cetvel olurdu, attığı dayakların bir kısmında aletli dayak kabilinden olmak üzere de bunu sıkça kullanırdı, özellikle de ellerin parmaklarını yukarı gelecek şekilde birleştirdikten sonra olanca gücüyle cetvel ile vurması neticesi öğrenciler parmaklarının koptuğu hissine kapılırdı. Bunun böyle sürüp gitmesinde de velilerin çocuklarını öğretmenlere “eti sizin kemiği bizim” diyerek teslim etmelerinden kaynaklanırdı büyük ölçüde kanımca… Neden bu öğretmene Kosta Rika denirdi şimdi onu hatırlamıyorum açıkçası ama büyük ihtimalle coğrafya öğretmeni olması nedeniyle muhtemel bir çam devirmesi ya da öğrencilerin bir takması neticesinde olmuş olabilir.
 
Ahmet Uğur öğretmenin zamane Neron’u veren görüntü ve davranışına rağmen inanılmaz bir şekilde müzik derslerini sevmiş idim ve salt bu yüzden de mandolin sahibi olabilmenin ve çalabilmenin dayanılmaz bir özlemi oluşmuştu içimde… Çobanların kavalı, düğünlerdeki davul zurna ve okullarımızın, belediyemizin bando takımlarının yaptığı müzik dışındaki canlı müzikten başka tecrübesi olmayan benim için bu durum muhteşem bir durumdur. Pena ile çalınan ve öğrenilmesinin kolay olduğu söylenilen, gitar öncesi bir çalgı aleti olan mandolin artık hayallerimi süslemekte idi…

Şu anda hayatta olmayan, rahmetle andığım, benim bildiğim kadarıyla Çeşme’de 2. Müzik Öğretmeni Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ahmet Aykın, ki çocukluk arkadaşımın babası ve kendisi de babamın yakın arkadaşı idi. Ahmet Aykın öğretmende son derece sert mizaçlı birisi olup, bildiğim kadarıyla da en başta ve en fazla da kendi oğlu olmakla birlikte neredeyse benim dışımda dayağını yemeyen bir öğrenci kalmamıştır ve zaten babasından miras “atom” lakabı ile anılırdı. Ancak bu sert mizaçlı arkadaşımın babası, babamın arkadaşı başöğretmen ile inanılmaz samimi bir iletişime sahip olduğumu hep hissetmişimdir, bende bu hissi yarattığı için kendisini de sürekli minnetle ve özlemle, şimdi de rahmetle anmaktayım… Toprağı bol olsun…

Bir gün samimi iletişime sahip olduğum başöğretmen Ahmet Aykın’a, mandolin çalabilmenin benim için ne kadar büyük bir önem taşıdığını ve bunu ne kadar büyük bir özlemle istediğimi anlattım, bilahare de bana bu konuda yardımcı olup olamayacağını sordum, bana hitap ederken sürekli “birader” diyen hocamdan “tamam birader, sen mandolini aldır” cevabını alınca bir etap daha geçmenin sevincini yaşadım.

Şimdi sıra en son etaba gelmişti, babama bir mandolin satın aldırmanın yolunu bulmalıydım, bu nasıl olacaktı işte bunu bilemiyordum…

Her çocuğun başvurduğu ilk yol olan anne üzerinden girişim benim de çaremdi ama süreç içinde anladım ki benim özelimde bu bir başarı getirmeyecekti, bu nedenle kendim direk babamı ikna edebilmenin bir yolunu bulmalıydım. Her türlü girişimde bulunmama rağmen bir süre sonuç alamadım.

Ve Babam Mandolin almaya karar verir bir gün, ne oldu da satın alma kararı verdi hiçbir zaman öğrenemedim. Ama her çocuğun yaşadığını düşündüğüm çok isteyip gerçekleşen bir şey karşısında önce şaşkınlık, sonra sevinç duygularını ben de yaşamıştım. Ve babam ile birlikte İzmir’e gittim, sora sorula nereden mandolin bulabileceğimizi öğrendik, adresi öğrenilen bugün Kemeraltı’nda olduğunu düşündüğüm dükkâna gittik, ve işte şimdi hatırlamadığım ama önemli bir miktar olduğunu hatırladığım bedel ödenerek mandolini satın aldık.

Artık bir mandolinim vardı, bir mandolin sahibiydim, özlem büyük ölçüde gerçekleşmekte idi. Son bir etap daha kalmıştı artık, mandolin çalma derslerine gelmişti sıra, bu heyecanla Çeşme’ye dönüldü hemen ilk fırsatta başöğretmen Ahmet Aykın’a başvurdum, ama o da ne, hayret bizim birader “birader, sinirlerim artık kaldırmıyor ben ders vermeyi bıraktım” dedi ya bende bir şok oluştu. Ama yapılacak bir şey yok, binbir türlü dil dökerek babamı ikna edip mandolin aldırabildiğime mi yanayım, babamın gözünde bu başarısızlığın nedeni olarak görüleceğime mi yanayım, bilemedim…
 
Artık hayallerin sonu gelmişti, düş kırıklığı, mandolin bir kenara kaldırıldı, ara sıra açarak tek başına çalmayı becerebilme denemesi yaptıktan ve kah pena kırılması kah tel kopması ve sonuçta da becerememekten ötürü de tamamen unutmaktan başka da çare kalmamıştı. Gerçi bu sürecin sonunda lise çağı gelmişti, İzmir’e yatılı okumaya gidildi, yeni meşgaleler, ilişkiler ve başka konsantrasyonlar beni mandolin çalmayı öğrenme fikrinden uzaklaştırmaya başladı ve süreç içinde de unutuldu gitti.
 
Yine hayatta halen devam ettiği üzere ıslık dışında bir müzik aleti çalamayan bir adam olarak kalmıştım.

Yıllar sonra güzelim mandolinim gitti komşumuz Marangoz Necati Abi’nin oğlu Hüseyin’e ama o çalmayı öğrenebildi mi bilmiyorum…