Pazar, Kasım 27, 2022

HAYIT ÇALI AĞAÇLARI

Çeşme’nin yerel tarımsal üretimle döndüğü günler, yöre insanının en önemli geçim kaynağı tarım ve hayvancılık, üretilen ürünlerin taşınması, saklanması, korunması gibi maksatlara matuf en önemli gereçler ise, sepet, köfün, keletir ve sele vs. gibi olup, gerek malzemesi, gerekse de emeği yerelden temin edilmektedir. Hatırladığım ve bakiyesi de yer yer halen mevcut hayıt çalı-ağaçları ile kargı (kamış) bitkileri, her derede ve Allah vergisi beleş vaziyette hiçbir katkı ve emek ihtiyacı duymaksızın yetişmekte olup ihtiyaç sahiplerinin emrindedir. Tanıklığım, gerek Çeşme Akarca Deresi gerekse de Çiftlik Deresi yerleşim yeri dâhil tüm dere boyunca mezkûr bitkilerin tabii mecrası. Böyle olunca, ihtiyaç da, sepet, köfün, keletir ve sele ise bir de bunu örecek mahir zevata sahipseniz, mesele kalmıyor. Şimdilerde, plastik mamullerin revaçta olması, kapitalizmin kullan at türünden poşet dayatması, kolaylığı ve ucuzluğu erişim kolaylığı gibi sebepler ve de özellikle de el imalatlarının gerek malzemesinin temini gerekse de imalat ustalarının artık yeterince yetişmemesi nedeni ile mezkûr imalatlar pek gözde değiller. Babam Tito Yaşar, bizim bahçenin hemen yanında bulunan ve yağmura bağlı yatağı genişleyen derede yetişen neredeyse sınırsız miktarda gibi gözüme görünen hayıt ve kargıyı (kamış) Çeşme’ye ilkbaharda gelen aynı göçerlere verir, onlar da ihtiyaca uygun biçimde hayıt ve kargıları keser, onlardan sepet, köfün ve sele yaparlar ve galiba anlaşmaları gereği her yıl da bu malzemelere mukabil onlarda bizim ihtiyacımız kadar sepet, köfün ve seleyi verirlerdi. Mezkûr göçerler ile ilişkimiz sadece bu değil idi onlar aynı zamanda dereye çok yakın kayalık olduğu içinde tarım yapılamayan bir alanda bulunan ve içinde birkaç zeytin ağacımız olan tarlamıza yerleşir ve Çeşme’de kaldıkları süre içinde hep burada eğleşirlerdi. Sepet ve köfünlerin asıl karkas denilebilecek ana taşıyıcı bölümü hayıtların uygun kalınlıkta olanlarından seçilip örülür ve ara boşlukları da dolgu ve kapama malzemesi olarak da kargıların diklemesine bölünmesi suretiyle işlem tamamlanır ve taşıma kulpu ise mutlaka hayıttan yapılırdı. Kolayca anlaşılacağı üzere hayıt ağacından kesilerek kullanıma hazır hale getirilen bu esnek ve sağlam bölüm uzun süreli kullanıma haizdir.

Çiftlik Deresinin ise hemen köy çıkışında Balcı Hilmi büyüğümüzün evinin önüne denk gelen bölümünden seyrek seyrek başlar, lakin Kara Hasan lakaplı büyüğümüzün evinin önünden sonra da artık yılların da etkisi ile olsa gerek ağaçlaşmaya yüz tutan bir biçimde tüm dereyi adeta geçişe engel olacak bir şekilde kaplardı. Çiftlik Deresi şimdilerde ıslah edilen yerinde lakin serbest ve yağış rejimine bağlı zaman zaman da yağışa bağlı ciddi artışlar gösteren bir biçimde yine şimdilerde kurulan Pazar yerinin oradan geçmektedir. Giritli Ovası denilen tarım arazilerinin bulunduğu bu alana da ulaşım, bu derenin içinde oluşan ve zaman zaman derenin daha doğrusu suyun durumuna bağlı değişen bir patikadan gerçekleşirdi. Bu dere ile ilgili daha önce de yazdığım üzere her Çiftliklinin anlatabileceği anıları vardır. Dönemin yağış rejiminin yoğunluğu nedeni ile bol miktarda deresi olan Çiftlik’in en meşhur ve büyük deresidir. Şimdilerde bile yağışların şiddetli olduğu anlarda çok ciddi bir su geliri vardır, Ovadan Denize doğru.

Hayıt çalı ağaçları kendiliğinden yetişen kuru iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerde dere yataklarını tercih eden bir bitkidir. Hayıt, Mayıs ve Haziran aylarında mor mor çiçekler açar, müthiş güzel görüntüler oluşturur hele yoğun bulundukları yerlerde bu çiçeklerle oluşan görsel şölen bana göre muhteşemdir. Gerçi yer yer pembe ya da mavi renkli çiçeklerine de rastlanır. Hayıt’ın küçük küçük olan meyvelerinin yaşından ayrı, kurusundan ayrı farklı farklı biçimlerde hazırlanarak tedavi amaçlı kullanıldığını çok duymama rağmen ne ailem ne de bizzat kendimin böyle bir tecrübesi olmuştur. Bitkinin, gerek tohumlarından, gerek yapraklarından ve gerekse de köklerinden elde edilen öz, krem, parfüm yapımında kullanılmaktadır diye duymaktayım. Lakin mor renkli çiçeklerinin, baskın olmayan hafif ve hoş kokusu müthiş bir keyif ortamı yaratır idi benim için hala da öyle, bulabildiğim yerlerde gider aralarında zaman geçiririm.

Hayıt çalı ağaçları küçük yapraklı bir bitki olup tohumlarının tıpkı karabiber tohumları gibi koyu kahverengi olması ve tadı ve kokusunun da benzerliği nedeni ile birbirine karıştırıldığı söylenmektedir. Memleketin geldiği nokta itibari ile de bu benzerlikten istifade ediliyor mudur sorusuna hayır demenin mümkün olmadığı da yeterince sarihtir. Gerçi yine doğru hatırlıyorsam karabiber bitki tohumları azıcık daha etli olur ve tadından fark edilmesi ise biraz tecrübe gerektirir. Dünya üzerinde çok farklı formlarda çok fazla miktarda olduğu bilinen bu çalı ağaç, yaklaşık 1 mt den 6 mt ye kadar yüksekliğe ulaşabilmekte olup, ne Çeşme Akarca Deresinde ne de Çiftlik Deresinde 1,5 – 2 mt den fazla yükselenini görmüş değilim. Dere yataklarında yetişen bu çalı ağaç formunun aynı zamanda yağışın yüksek miktarlarda olduğu dönemlerde erozyona nasıl direnç gösterdiğine de şahitliğim vardır.

Hayıt Çalı Ağacından mülhem Anadolu’da yerleşim adlarının da bulunduğu bilinir. Karacahayıt, Karahayıt,  Hayıtlı,  Hayıtbükü, Ahmet Çavuş Hayıtlı vb gibi olmakla birlikte bir bakıyorsunuz “Karahayıt” adlı birden fazla yerleşim yeri çıkıyor karşınıza, enteresan. Bu kadarı bile insanımızın hayatı üstünde hayıt’ın etkisini göstermeye yeter. “Ayıt” ile de adlandırılmış kasabalar, köyler, dereler, dağlar bulunmaktadır, ilaveten… Bilindiği üzere halkımızın bir bölümü hayıt çalı ağacına ayıt demektedir.

Ancak günümüzde,  hayıt ağacıyla ilişkili kullanım ve uygulamalar azalmış ve hatta kayıt ve bilgiler bile modernleşmenin yanı sıra hayıt ağaçlarının da azalması ile birlikte yok olmaya yüz tutmuştur.  Karahayıt, hayıt ya da ayıt artık insan eli değmemiş yerlerde yaşamaya devam ediyor lakin tabiatı artık kocaman bir kupon arazi olarak görenlerin de ayak sesleri yaklaşıyor…

Hayıt’ın gerek yaprakları, gerekse tohumları gerekse de kökü üstüne sağlık açısından iyi gelir, kötü gelir gibisine ciddi miktarda bilgi sözlü ve yazılı paylaşılır ve de “aktarlarımızda” da yeter miktarda bulunabilir. Lakin bunların hangisi, hangi nedenle yararlanılması gerekendir, bilinmesi hayli zordur, tıpkı diğer bitkiler benzeri.


Cumartesi, Kasım 19, 2022

MUHTEŞEM BİR ANI TÜRKİYE AVUSTURYA MÜSABAKASI

Avusturya’da yaşayan ve kendisini “Çeşme’yi kendine dert edinen Osmaniyeli” olarak tanımladığım MKÇ (Mustafa Kemal Çelikkıran) ile geçenlerde muhabbet ederken çok enteresan bir anı ortaya çıktı. Mustafa; eski bir futbolcu, eski bir teknik direktör, eski bir kulüp yöneticisi ve de yeni ve yaşlı ve de halen faal bir hakem olarak futbol konusunu konuşmayı çok seviyor açıkçası, ben de kendisi ile futbolu fazlaca seviyor olmam hasebiyle bu konu üstüne çok keyifli, bilgilendirici ve eğlendirici konuşmalar yapmayı çok seviyorum, dolayısı ile bazen daha sık olsa da genellikle haftalık konuşmalar yapıyoruz.

Son haftanın konusu yine futbol idi ve bir gün bir alt küme maçına “Siyah bir gözlük ve kolumda Siyah noktalı bant ile” çıkarak bir tarafı ile farkındalık diğer tarafı ile hakemlik adına derin bir ironi yaratmak istediğini söyleyerek başladık bu sefer. Bu arada Mustafa, Avusturya’da yaşadığı köyünde, adını Tuna’ya karışan bir nehirden alan ASK Ybbs’nin (Allgemeine Sport Klup) yönetim kurulu üyesi olup eski bir Bakan ve Federasyon Başkanının başkanlığında yönetim kurulunda bulunmaktadır. Derken, yöneticilik yaptığı kendi köyünün futbol kulübünün başkanı Karl Sekanina sıra aldı muhabbetin bir aşamasında. Eski Avusturya Futbol Federasyonu Başkanlığı yapmış bu muhteremin, Kulüp Başkanlığı, Ulaştırma Bakanlığı üzerine anılar aktardı. Bu anılardan bir tanesi var ki, muhteşem. Ne kadar doğru, ne kadar şamata ben bilemem gerçi çok eskilerde bu hikâyeyi dinlediğimi hatırlıyor gibiyim ya, şimdi de yeniden anlatanın aktaranı durumundayım. 

1978 yılında Arjantin’de düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonası finallerine katılan Avusturya, finallere katılma hakkını İzmir’de Türkiye’yi 1-0 yenerek elde etmiş. Aynı Avusturya finallerde Almanya’yı da 3-2 yenerek tarihe Cordoba zaferi diye not düşmüştür. Ekim 1977 tarihinde İzmir Atatürk Stadında oynanan maç eğer kazanılsa Canım Yurdum Dünya kupası finallerine gidecek lakin tam tersi oluyor ne yazık ki yeniliyor ve finallere katılma şansını da, taa 2002 yılına kadar erteliyor. Maçın oynandığı İzmir Atatürk Stadı, Akdeniz Olimpiyatları için yapıldığından aynı zamanda Olimpiyat Stadı, bulunduğu bölge itibari ise de Halkapınar Tesisleri olarak adlandırılmakta olup, dönemin bazı önemli yöneticileri tarafından “uğurlu stad” değerlendirilmesi nedeni ile milli maçlar için genellikle tercih edilen stad idi. Milli Takımımız da, önemli isimlerin yönettiği ve oynadığı bir takımdır aynı zamanda.           Milli Takımımız, Eser Özaltındere, Fatih Terim, Erol Togay, Erdogan Arıca, Turgay Semercioğlu, Volkan Yayım, Engin Verel, Sedat Özden, Mustafa Denizli, Ali Kemal Denizci, Cemil Turan ilk onbiri ile sahaya çıkıyor sonrasında da Gökmen Özdenak ve İsa Ertürk değişim ile oyuna dâhil oluyor, takımın teknik direktör ise Metin Türel. Ey bre gençliğimizin deyim yerinde ise tam anlamı ile “deve dişi” gibi oyuncuları ve yöneticileri ey… Peki; Avusturya daha aşağı mı? Şüphesiz değil. Kaleci Koncilia, Stoper Pezzey, Orta sahada Jara, Prohaska, forvet Krankl dönemin önemli oyuncuları. Bilenler bilir, büyük golcü Hans Krankl’ın Rapid Wien ve Barcelona takımlarındaki başarıları tartışılmaz. Mezkûr maçın tek golünü atan Prohaska ise Mustafa’nın kendisi ile muhabbetinden aktardığı ifadesi ile “hatta gol olsun diye vurmadım, vurmuş olmak içindi, bu yüzden burun vurdum diyordu. Oda gitmiş gol olmuş”. İşte böyle bir gol ile eleniyor Milli Takımımız. Yine Mustafa’nın aktardığına göre, Prohaska’nın lakabı “Schnecken” imiş yani “Salyangoz”, şimdi olabildiğince “kel” olan muhterem dönem itibari ile kıvrım kıvrım saçlarına istinaden benzediği salyangoz kabuğu gibi yani…

Bu maçın asıl hatırlanası tam bir trajikomik tarafı da vardır, belki de mezkûr dönemin bayağı bayağı “amatörce” yürütülen işlerinin bir göstergesidir de bu. Maç için Avusturya’dan yola çıkılıyor, maç için gerekli malzemeleri listeleyen, hazırlayan muhteremler kadere bakın ki “maç formalarını almayı” unutuyorlar. Dönem şimdiki çılgın hız dönemi değil tabii ki, hemen “atlayın bir uçağa formaları getirin” denilemiyor tabii ki… Hızlı düşünüp hızlı sonuç alan abiler hemen devreye giriyor, hem Türkiye, hem Avusturya formalarının “kırmızı beyaz” olması nedeniyle, Türkiye Milli Takımının antrenman formalarının, Avusturya Milli Takımının maç forması olarak kullanılmasına karar veriyorlar. Formaları getirmeyi unutan malzemeci kadrosu sabaha kadar, Türkiye Milli Takımının antrenman formalarının ay yıldızlarını itina ile teker teker söküyorlar, hazırlıyorlar. Ertesi gün, Avusturyalılar bu formaları maç forması olarak kullanıyorlar. İşin en enteresanı kazanan tarafın Dünya Kupası Finallerine gideceğinin tayininin yapılacağı bu maçın her iki takımın da aynı takıma ait formalarla maça çıkıyor olmasıdır. Maçın kazananının tescili Avusturya lehine yapılırken kazanan forma ise Türkiye formasıdır maalesef antrenman forması tabii ki. Enteresan bir tesadüf ve olay… Prohaska şamata gibi görünen bu hatıratı Mustafa ile bir muhabbetinde teyit etmiş bulunduğundan yazılmasında bir mahsur bulunmamaktadır gayri.  

Görüldüğü üzere, milli maçlar için “uğurlu geldiği” üfürüğü ile tercih edilen stadında uğurlu olmadığı bu maç ile ortaya çıkmış oluyor idi lakin kimse daha önce bu kapsamda edilen kelamları hatırlamak istemiyordu. Diğer taraftan, dönemin ve hatta bugünlere kadar uzanan sürecin dominant karakterlerinden sayılan Fatih Terim, Mustafa Denizli gibi oyuncuların sahada yer alması, bilenler için enteresan anılardır. Bir diğer enteresan hatıra ise, Metin Türel tarafından kısa bir süre önce de Fatih Terim’in kamptan kaçarak gece hayatına akmalarının karşılığı “kadro dışı bırakılmasının” bu maçta nihayetlenmesidir. O dönemin futbolcuları da, büyük bölümünün sigara, kumar, gece hayatı tercihlerini yapıyor olmalarından ötürü her yenilgi sonrası basının müstesna yer ayırdığı insanlardır. Dönemin önce Galatasaray sonra Fenerbahçe solbeki olarak epey sükse yapmış futbolcusu Erdoğan Arıca, mezkûr müsabaka için anılarında şöyle bahsetmektedir; “bir tek o Avusturya maçı işte... İzmir’de yensek, gidiyorduk. Çok önemli maç olduğu için onbeş gün kamp yaptık. O onbeş gün kamp da iyice germiş bizi, şimdi anlıyorum onu. O dünya Kupasına gitme olasılığına da şöyle inandırdılar bizi: Efes Otelindeydik, dünya küresini getirdiler, Arjantin’i gösterdiler, "işte buraya gideceğiz" dediler"... Artık öğrenmişler idi, haritada hedef ülkeyi bulunca gidilemeyeceğini, futbolun geçer gereklerinin yapılması gerektiğini… 

Son olarak ise, Mustafa Kemal Çelikkıran’ın, birlikte yöneticilik yaptığı Federasyon Eski Başkanı, eski Ulaştırma Bakanı, eski Sendika başkanı Karl Sekanina ile ilgili bir başka anısı daha var, biraz da muziplik içeren bir yaş günü kutlaması, bu anıya da bir başka defa da değinmek üzere…

  

Cumartesi, Kasım 12, 2022

İĞDELER YANI- ÇİFTLİK KÖYÜ

İğdeler yanı, eski Çiftlik Köylülerin bileceği bir yer olup bugün artık hemen yanında inşa edilen ve kanaatimce Çiftlik Köy genel yapı anlayışına yükseklik açısından hiç de uygun olmayan birkaç binadan oluşan bir otelin adı ile anılmaktadır. Mezkûr dönemde biraz köyün dışında sayılan bu alan denizin tam da şiddetli batı rüzgârlarını adeta bir koçbaşı darbesi gibi cepheden alan bir yer olması hasebiyle başkaca ağacın kolaylıkla yetişemeyeceği bu yerde 3 adet asırlık iğde ağacı bulunmakta ve muhtemelen de yakınından geçen yolu korumak adına dikilmiş görüntüsündeydiler. Ağaçlardan bir tanesi muhtemelen dalga ve rüzgâr nedeniyle adeta sırt üstü uzanmış gibi tamamen yere yatmış vaziyette bir kalın ve güçlü gövdeye sahip idi ki bizler onun üstüne oturur ya da uzanır vaziyette arkadaşlarımızla muhabbetler ederdik. Bu muhabbetler sadece gündüzleri yapılırdı çünkü akşam karanlık basınca mezkûr mahalde “şeytanların” cirit attığına inandırılmış idik. Şimdi soyadını anımsamadığım “Topuz Mehmet” diye bir büyüğümüz vardı, çok muhtemel ki ani rüzgâr çıkışı ya da ani soğuk teması ile yüzünde yine çok muhtemel ki “Facial Paralysis” denilen bir çeşit yüz felci durumu ile bir olumsuzluk oluşmuş idi ve büyüklerimiz bunun “İğdeler Yanındaki” şeytanın çarpmasına delalet ettiği konusunda bizlere telkinde bulunur idiler. Sadece telkin ile kalınsa iyi inanmayanlara da “zındık” muamelesi yaparlardı. Bilineceği üzere ani soğuk teması ile yüzdeki mimik kaslarını kontrol eden sinir uçlarında oluşan hasara istinaden genellikle geçici bazen de maalesef kalıcı hareketsiz kalmalar ya da donmalar oluşur ki bazen de zaman içinde renk değişiklikleri ya da şişkin kalışlar oluşmaktadır. Bu durum sonradan öğrendiğimiz hali ile Topuz Mehmet büyüğümüzün yaşadığı talihsizliğin izahıdır esasen ve diğer taraftan da mezkûr alanın nasıl soğuk bir alan olduğunun da bilinmesi açısından teyididir. Lakin gel gör ki; dönemin karşı mahalle mukimlerinin hem sayıca fazla oluşu hem de etkili oluşu yaşanılanların izahına takla attırmaktadır. Aaa, eğer diyecekseniz ki onlar eskidendi, vallahi şimdiki durum daha da iyi olamamıştır ve görünen o ki olamayacaktır. Cahilin ferasetinin tercih edildiği günlerden geçilir iken daha iyisi beklenemez…

Bu “İğdeler Yanı” bizde üzerine fazla konuşulacak anılar bırakmış ve artık anılardaki yerini almış durumdadır. Şimdilerde orada eski Belediye Dönemlerinde dikilmiş birkaç iğde ağacı vardır ve nostalji yaratır hatırlatmalarda bulunur lakin o kadar işte… Eski havası yoktur ve olmayacaktır da. Eski ve eskimiş tefriki yapmadan konuları birbirine karıştıra karıştıra şöför koltuğuna oturanın gazına da gelerek yaşanan fecaatlerin önüne geçmek ne yazık ki mümkün olamıyor. Sürekli bir değişkenlik içinde kentlerimiz karakterlerini yitiriyor ama kimsenin kılı kıpırdamıyor. Şair Eşref’in deyişi misali “soğan soyulurken gözü yaşaranların” kılı kıpırdamıyor… Ne diyelim… Neyzen Tevfik yıllar önce görmüş ve tespit etmiş; “Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.” Ne diyelim; “hal-i pür melalimiz budur”. Evet; tıpkı Cem Karaca’nın “Hep bir hallı Turhallıyız, biz bize benzeriz, yüz bin kere tövbe eder gene şarap içeriz” dediği üzere “benim oğlum bina okur döner döner yine okur”… Sonuç ne oluyor, mehter marşı, bir adım ileri iki adım geri… Neyse memleketin izahı kolay değil konuya marş…

Okul dışı zamanlarımda, Ailenin faaliyetlerine katkı kapsamında bazen anneannemlerle ortak beslediğimiz küçükbaş hayvanların dolaştırılarak “otlatılmasında” başrol hep bana düşerdi. Dönem itibari ile hep söylediğim üzere insanlar “kendi yağı ile kavrulmayı” becerebilen hülasa kendine yeten ürün yetiştirilmesi ve üretimi yaparlardı. Yani her türlü gıda ihtiyacı kendi kaynaklarından temin edilir şüphesiz tamamı değil lakin tamamına yakını ya da daha doğru bir yaklaşımla yetiştirdiği ile yetinen bir haldir anlatmaya çalıştığım. Bu kapsamda her ailede olduğunun benzeri bizim ailemizde de birkaç keçi ve birkaç koyun mutlaka vardır ki her aile kendi süt, yoğurt ve peynir ihtiyacını karşılayabilsin. İlkbahardan itibaren sonbahara kadar bizim keçi ve koyunlar da yapılan tarımsal faaliyetlere istinaden ağırlıklı yaşanılan Çiftlik Köye getirilir ve Anneannemlerin sayıca her zaman bizimkilerin 4 ya da 5 katı sahip oldukları miktarda hayvan ile bir araya getirilir ve beslenirdi. Bu hayvanlar genellikle boş arazilerde serbestçe beslenmeye biz çocukların kontrolünde çıkarılır ve olabildiğince serbest otlanırlardı. Yani çobanlık bize düşerdi. Ama çobanlık o dönem de çok ciddi bir iş idi. Öyle dikkatsiz davranıp başkasının ürününe zarar verilmesi halinde sonuçları “eşek sudan gelene kadar” muamelesi ile nihayetlenebilirdi. O dönem şimdilerde aramızda olmayan Selim Ayran ve halen görüşüp muhabbet ettiğimiz Yaşar Şenkul en sık hayvan otlattığım arkadaşlarım idi yani çoban yarenler idik. Bu hayvan otlatmalar eğer “İğdeler Yanına” yakın alanlarda olursa ki sıklıkla olur idi işte dikkat ve kontrol bir kat daha fazlası ile artmış olurdu. Hemen “İğdeler Yanı” arkasında lakabı “Hovarda” olan Ali Sönmez büyüğümüze ait ve genellikle anason ve buğday dikili olan tarla bu otlatmalarda ilk ve öncelikli hedef olurdu ki şimdilerde yerinde kocaman bir otel bulunmaktadır. Hovarda Ali büyüğümüzün çocukları Hicri Sönmez ve Remzi Sönmez halen sık görüştüğüm arkadaşlarımdır. “İğdeler Yanı” akşam karanlığından itibaren şeytanların cirit attığı yer idi ya rivayete göre gel de hayvanları oraya götür. Ama imdada İslam’ın kolaylıkları yetişiyor ve oradan geçer iken koyunlara tutunarak geçersen sorun aşılıyor aman ha aman keçilere dokunmak zinhar olmaz. Koyun ne yapar denilmesin öteki dünyada da sırat köprüsünden geçişlerde insanoğlunun yegâne yardımcısı değil midir? Bu kolaylıkların kıymetinin bilinmesi en büyük erdemdir, inananlar açısından.

Derin ve tam da batı rüzgârının tos yaptığı yer olması nedeni ile çalkantılı denizi ve kenardaki meşhur iğde ağaçları ile hatıralarımızda bu kadar yer tutan bu alanın şu anda ne kadar yakın olduğu sarih iken dönem itibari ile bize o kadar uzak görünür idi inanılmaz. Yine mezkûr dönemde şose olan yolun köye doğru iğdeler geçilince artık şimdilerde yerinde yeller esen bir dere tarafından sık sık bozulduğu yolu traktör harici araçlar açısından geçilmez hale geldiği uygun yaşta olanlar tarafından gayet iyi bilinir. Şimdi yerinde “Canbaba Restoranın” bulunan yerde bir su kuyusu vardı inanılır gibi olmasa bile denize bu kadar yakın olup bu kadar berrak ve içilebilir düzeyde su olması bizim için hayvanların sulanmasında da büyük bir kolaylık sağlardı. 

Perşembe, Kasım 03, 2022

1960 ÖNCESİ ÇEŞME ve AHMET AKGÜL

Ahmet Akgül öğretmenimiz son kitabı “1960 öncesi Çeşme”yi imzalayarak takdim etti, hemen okudum. Zaman zaman hatırladığımız ya da bize intikal eden değerler ağırlıklı bir kitap olmuş, ziyadesiyle duygulanarak okudum, teşekkürler Ahmet Öğretmenim. Kendine yetmeyi bilen ve bundan ötürü asla ve kat’a yüksünmeyen insanların küçük üreticilik ve küçük yerleşim yerlerinin ahalisi ve tüm bunların sonuçlarından fazlaca şikâyet etmeden yaşayanların müthiş hikâyeleri bulunan bu kitap Çeşme’nin o yıllarını merak edenlere, yaşadıklarını yeniden hatırlamak isteyenlere bir yol gösterici olmuş. Konu akıcı, dil akıcı olunca niyet de Çeşme’nin eski halini okumak olunca hızlıca okunuyor kitap.

Benim de hatıralarımda ziyadesiyle yer tutan “Küçük Çarşı” için; “Kuşkusuz günümüzde yaşanılan her olay ile içinde yaşadığımız her semt, her kent de tıpkı geçmişte olduğu gibi, ileride tarih olacaktır. Çeşme’nin bir zamanlar alış veriş merkezi sayılan Küçük Çarşısı için de bu böyle olmuştur. Burası da çoktan tarih olup unutuldu. Bin dokuz yüz elli yıllarından sonra hızla değişime uğrayan Çeşmenin bu güzelim Küçük Çarşısı, zamanla işlevini tamamen yitirmiş, eski canlılığından günümüze neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Gerçi sonradan burada yeniden günümüz koşullarına ve gereklerine uygun bazı yapılanmalar olmuş, küçük küçük işyerleri açılmıştır; ancak bunların hiçbirisi bize, o eski günleri anımsatacak türden işyerleri değildirler. Küçük Çarşının o eski görünüşünü, insanlarını, birlikte paylaşılan o sıcak ve güzel dostluklarını bugün geriye getirmek, onları yeniden yaşamak kuşkusuz olanaksızdır.” diyerek kısa lakin etkili ve kıyaslamalı bir tanımlama yapmıştır. Benim “Camcı Yusuf” olarak bilinen Yusuf Salman büyüğümüzün Küçük Çarşı’nın orta yerindeki asırlık koca çınar ağacından mülhem “Çınaraltı Bakkaliyesi” adlı dükkânını hayal meyal hatırlamama sebep olduğu içinde özel bir teşekkürü hak etmiştir, Ahmet Akgül Öğretmen. Evet, bakkaliye denilince bugünkü bakkallara hiç benzemeyen bir yapısı vardı tıpkı emsalleri gibi. Tuzlu balıktan, lakerdaya, ip ve urgan gibi hırdavat malzemelerine, gaz yağına hayvan yemi olarak da küspeye kadar, şekerleme ve lokum benzeri gıdalara, her şey. Hay Allah, nereden hatırladım şimdi o yuvarlak kutular içindeki tuzlu balıkları, müthiş lezzet idi. Bakkaliye deyip geçmeyin küçük çaplı zücaciye, küçük çaplı hırdavatçı, küçük çaplı gıda ürünleri… Babam, Tito Yaşar annemin olmadığı zamanlarda mutlaka o zaman mutfağımızdaki ocak düzenine uygun “maltızda” tuzlu balık ızgarası hazırlardı… 


Küçük Çarşının Ovacık Köyü tarafında gelirken ilk dükkânı olan şimdilerde yerinde bir butik otel bulunan yerde çocukluk arkadaşım Nadir Ergun’un dedesinin bakkal dükkânından da bahseder Ahmet Öğretmen. Nadir’in babası Feyzi Ergun’dan dan da bahseder, Feyzi Abimiz, kavli beladan beri Beşiktaş’lıdır. Mustafa Denizli’nin de Beşiktaş’lı olmasında etkisi olduğu bilinir ayrıca Mustafa’nın kendi süper yeteneğinin yanında en büyük moral destekçisi de yine Feyzi Abidir. Benim de bir yazımda bahsetmek istediğim “nur yüzlü” İbrahim Ergun büyüğümüzün öğretmenliğini hatırlamam lakin bakkaliyesini daha dün gibi hatırlıyorum. Hele dükkânın dışında bugünkü panjur yerine kullanılan aşağıdan yukarıya kaldırılmak ve 2 adet demir çubuk dayama ile desteklenmek sureti ile geceleri güvenlik, gündüzleri de yağmur, güneş gibi dış faktörlere karşı koruma temin eden yekpare ahşap kapak vardı ki, İbrahim Ergun büyüğümüzün kol engeline rağmen bunu nasıl çalıştırdığını büyük bir hayretle izlerdik. Mahallemizin unutulmazları arasında olan bu büyüğümüzü de saygı ve hürmetle anıyorum, bir kez daha…

Kaymakam Evi’nden sonraki en uçta 2 evden biri Ali Subay diğeri de başöğretmen Şerif ve Melahat Öğretmenin evinden de bahsetmiş idim daha önce bir yazımda. Ahmet Öğretmen, kitabında Şerif ve Melahat Öğretmenlerden meslektaş ve başarılı birer öğretmen olarak bahsetmektedir. Öğretmenliklerine tanıklık edemedim sadece dinledim  lakin insanlıklarına yaşayarak, izleyerek tanıklık ettim, fevkalade insanlar idiler. Yine Küçük Çarşı’nın unutulmaz esnaflarından Kurukahveci Yahya, Hüseyin Hoca (Hüseyin Yerli), Bakkal Atalay, Mehmet Kuşoğlu’nun marangozhanesi, Ayhan Uz’un kahvehanesi, meşhur Kahraman Testerelerinin sahibi Ahmet Kahraman ve atölyesi, Somalı Gazozlarının sahipleri Mehmet Somalı ve Rıza Akarsu işletmeleri, benim için sanki muhtar doğmuş muhtar terki dünya eylemiş meşhur muhtar Ali Tunar, Damaroğlu Hakkı ve kahvehanesi, ayakkabıcılar Osman ve oğlu Hadi Gür ile İhsan Özbay, demirci İbrahim Şarlak başta olmak üzere tüm esnaf tek tek hatırlanarak kendileri ve işletmeleri hakkında detaylar verilmiş. Çarşıyı bilen bizler açısından kitap adeta bir “büyüklerimizin ve esnaflarımızın resmigeçidi” tadındadır.

Ahmet Öğretmenimiz, şimdilerde ancak filmlerde görülebilecek “bakkal alışveriş yöntemi takas”tan bahseder. “Köylü yumurtasını, peynirini, arpasını, buğdayını, yulafını, nohudunu, baklasını, zeytinini, yağını, incirini, üzümünü, bademini kısacası, evinde yiyecek türü ihtiyaç fazlası nesi varsa bunları hayvanlarına sarar, götürür ilçedeki bakkallara satardı. Bunun karşılığında da yine evinin ihtiyacı olan öteberiyi, aynı dükkândan alırdı.” diyerek resmigeçidin medarı maişet boyutunu artık yapılmayan haliyle sayfalarına taşımış.

Doğuştan muhtar ölünceye kadar da muhtar gibi gözüme görünen Ali Tunar büyüğümüz için ise; “Ali Amca, bilgili, güngörmüş herkesçe sevilen saygı duyulan ve en önemlisi güven duyulan çok iyi bir insandı. Bu yüzden de mahalleli kendisini uzun yıllar mahallenin muhtarı yapmıştı. Osmanlıcayı iyi okuyup anladığı için, devlet ona arşiv araştırmalarında bilirkişilik yetkisi vermişti” diyerek adeta benim de sahip olduğum duyguları paylaşmaktadır.

Değerli Öğretmenimizin kitabını bu yazıda layığı ile tanıtmak elbette imkânsızdır lakin dediğim gibi Çeşmeseverlere özet bir geçmiş Çeşme resmigeçidi tadında tarih, sosyoloji, antropoloji ve etnografi büyüteçleri ile takdim edilmektedir. Kitap okumak ve öğrenmek dahası hatırlamak ve hatırladığını canlı tutmak isteyen herkese şiddetle öneririm mezkûr kitabı.

Kitaba, aktardığı bilgiler göz önüne alınınca bence fazlaca uygun düşmemiş tek yaklaşım, kim varsa neredeyse herkes “Efendi” tamlaması ile tanımlanmış, oysaki artık herkesin soyadı var ve sevgili Ahmet Öğretmen bunların tamamını biliyor. Soyadların kullanılmış olması halinde isimlerden karıştırılanlar, hatırlanamayanlar, bilinemeyenler ve unutulanlar açısından, mezkûr sülalelerin bugünkü devamlarına bakarak kolayca irtibat ve illiyet oluşturmanın temini sağlanabilirdi. Yine de başlangıçta dediğim haliyle, kitap Çeşme Tarihini araştıranlar, Çeşme Folklorunu merak edenler başta olmak üzere hepimize, öğretme ve hatırlatma görevini ziyadesiyle ve layığıyla yapmaktadır. Bir kez daha teşekkürler…