Pazartesi, Mayıs 21, 2012

MÜTEAHHİT NİHAT ÖZDEMİR

“BU İŞİ EN İYİ MÜTEAHHİTLER BİLİR” başlıklı yazımda ne yazmıştım müteahhitler için; bu mesleğin “en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar.
İşin gerçekleştirilme aşamalarında da bu meslek erbaplarının yapabilecekleri sınırlı olmayıp, akıllara ziyan, şeytana pabucunu ters giydirecek uygulamalara sahne olur yine bu faaliyet alanı. Mesafe tutanakları mı dersiniz, yeni birim fiyat zabıtları mı dersiniz, özellikle yaratılan yıllara sarih işlerde oluşan fiyat farkları mı dersiniz, ne derseniz deyin ama mutlaka kadayıfın altı da üstü de kaymaklı hale getirilir.”

Fenerbahçe Yönetiminin 3 Temmuz 2012 den bu yana; bir istifa ettiğini açıklayan, bir görevinin başında olduğunu beyan eden, kah CAS davasının namusları olduğunu kah CAS taki davayı geri çekerek, bir taraftan fairplay deyip bir taraftan her türlü melanet çevirerek yaptığı manevralarla başta kendi tarafları olmak üzere ortalığı geren Müteahhit Nihat Özdemir; ne diyor ortalığın savaş meydanına döndüğü Fenerbahçe-Galatasaray maçından sonra; “Rakip takım futbolcuları, sahanın ortasında şampiyonluk sevinci yaşarken Fenerbahçe taraftarı, ’Bu taraftar sizinle gurur duyuyor’ diyerek takımımızı tribünlere çağırdı, alkışladı…
Sporcularımız ve hocamız rakip takımı tebrik ederken, hafta boyunca planlanan, maçtan önce, maç sırasında ve maç sonunda devam eden tüm bu barış, destek hissiyatının tam aksine belki çok ufak bir kıvılcım sonucunda ortaya çıkan hiç istemediğimiz, üzücü olaylarla karşı karşıya kaldık.”

Şimdi yaşanan olaylar tüm izleyenlerin gözü önünde oldu; bu yönetici çıksa dese ki, ne yazık ki istenmeyen ve kontrol edilemeyen olaylar yaşandı, bundan ötürü üzüntülüyüz, ancak orada olaylara karışan yaklaşık 500 kişi ya vardır ya yoktur, stada gelen yaklaşık 50.000 kişi içinde yaklaşık % 1 lik bir bölümü teşkil eden bu serseriler Fenerbahçe taraftarı olamaz ya da ne yazık ki aramızdan bu kadar serseri çıktı, bu oranda serseri her takım taraftarı arasından çıkabilir dese, belki konu asayiş dışında bu kadar alevlenmeyecek, büyümeyecekti. Ama ne yaptı, müteahhitlik geleneğinden gelen alışkanlığı ile bu müteahhit beyefendi, Galatasaray seyircimizi provoke etti, polis durup dururken seyircimize saldırdı, Galatasaraylı futbolcu Yekta Kurtuluş elindeki bayrağı sahamıza dikecekti vs. vs. gibi çokta anlamı olmayan bir dolu laf edip, bu sahada sadece kupa bizim tarafımızdan alınabilir gibi aptal sepet bir noktaya konuyu getirip, sahanın göle çevrilmesi, ışıkların kapatılması, soyunma odalarına girip Galatasaraylı futbolculara saldırma gibi yaşananları görmezden gelmemizi istedi. Futbol dünyamız; yok en önemli rakibi olduğu için Galatasaray Fenerbahçe sahasının 5-6 maç kapanmasını planlayarak bu olayları çıkardı demeye kadar getirilen bu heyezan durumuna artık, tıp ta çare bulamaz diyorum. Böylesi bir yaklaşım, davranış, değerlendirme, sonuçlandırma ve kabullenme içinde; ahlak ve etik, fairplay kuralları ve en önemlisi de Türkiye Futbol Federasyon’u kararları ayaklar altına alınmış, çiğnenmiş ne gam, kimin umurunda FENERBAHÇE CUMHURİYETİ ne bir şey gelmesin, yeter.

Ama dedik ya, müteahhitlik eyler iken edinip te kullandıkları, kafa-kol, ayarlama ya da yuvarlamalarla; “mezkur meslek erbaplarının en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar. Hele ihalesi yapılan bu taahhüt konusu işler sözleşme sonrası bir de avans bahşediyorsa kazananlarına siz seyreyleyin çümbüşü, bu uğurda elden, ayaktan, cüzdandan ve kabzadan hiçbir şey eksik edilmez, ama illaki de karar vericiler kutlamaların asıl oğlanıdırlar.” (yazımın 1. bölümü) gereği ve mucibince; konumuzun bu bölümünde de; Türkiye Futbol Federasyonu, Merkez Hakem komitesi, Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, Tahkim kurulu ve de özellikle Medya üzerinde, müteahhitlikte edindikleri becerileri uygulayarak başarıya ulaşmaktadırlar; herhalde.

Konunun cılkını çıkarmak için elinden geleni yapan medya tutturmuş bir; “KADIKÖY atmosferinde bacağı titreyen bir futbolcular” masalı gidiyor, anlamak mümkün değil büyük bir çoğunluğu futbolcu eskisi, eğitimsiz oldukları bir kesinde ilaveten öğretimleri de “mahalle mektebi” düzeyini aşamamış ama adamları bir dinle abuk subuk mimiklerine ilaveten kasım kasım kasınarak; “fobi”, “korku” ile “büyük baskı altında insan davranışları” üzerine doktora yapmış adam edasıyla ve her biri sosyal psikolojinin üstad-ı keremi rollerinde, inanılmaz ve ne yazık ki katlanılmaz durum. (konunun öğretim ve eğitim tarafını tamamlamış ya da haddini bilen futbolcu eskilerini çok az olsalar da saygıyla tenzih ediyorum) Yahu Allahaşkına; Fenerbahçe’nin gecekondu stadına gelene kadar bu adamların nerede ise tamamı; Wembley, Elland Road, Maracana, Nou Camp, Santiago Bernabeu, Giuseppe Meazza, Roma olimpiyat Stadı, Stade de France gibi stadlarda oynamışlar ayakları titrememiş, Manchester United FC, FC Bayern Münich, Liverpool FC, Real Madrit, Milan FC, Roma FC, Paris Saint Germain FC, Barcelona FC, Atletico Madrit gibi dünya çapında takımlarda ya da onlara karşı futbol oynamışlar ayakları titrememiş ama gelmişler Fenerbahçe’ye karşı ayakları titremiş, “tuzlayayım da kokmayasınız”. Hani bu işkembeyi kübradan atışlarını evlerinde çoluk-çocuk otururken yapsalar kendi ailelerinden başkasına zarar vermeyecekler ama bunlar eğitim-öğretim seviyesi yeterince yüksek olmayan milletimize 7 gün 10 saat esası ve ulusal çapta yayın yapan yaklaşık 50 TV kanalında sınırsız ve fütursuzca hitap edince ortalık karışıyor, tüm hafta boyunca yani maçın ikincisine kadar sürmek kaydı ile tüm kahvehanelerde, ofislerde, fabrikalarda ve restoranlarda; “yandı gülüm keten helva”. Kaybolan işe mi yanarsın yoksa gereksiz sinirlenmeler neticesinde kırılan kalplere mi yanarsın, gereksiz kavga ve küfürleşmelere mi yanarsın, artık gel de karar ver.

Tabii hiçbir tarafın işine gelmiyor, Fenerbahçe’nim Ali menfaatlerine dokunulacak korku ve telaşı ile; hemen bu palavra devreye giriyor, kimse bunlara “buldunuz köpeksiz köyü geziyorsunuz değneksiz” diyemiyor, gazeteci iseniz gazeteden atılmanıza sebep olurlar, TV yorumcusu iseniz sizi de attırırlar, gerçi artık TV lerde yorum yapabilmek için Fenerbahçe akreditasyonunuz yoksa zaten size iş te yoktur ya, daha da dikseniz kimliği meçhul kişilerden kurşun da yiyebilirsiniz, yaratılan bu korku ortamında kimse diyemiyor tabii ki 03.04.1989 tarihinden itibaren, maalesef Fenerbahçe dışındaki maalesef başta Galatasaray olmak üzere tüm kulüplerinde inandığı ya da inanmak zorunda kaldığı, Türkiye futbolunu 25.07.1997 tarihine kadar yöneten, Fenerbahçeliliğinin kararttığı gözlerle yarattığı hakem taifesi ile yaklaşık 15 yıldır başta Galatasaray olmak üzere rakip olabilecek her takımın dize getirilişini hazırlayan Şenez Erzik’ten kimse bu yönüyle bahsetmiyor, yahu bu adamın bulup çıkardığı ve hakemlik eden bu kişileri incelemek kimsenin de işine gelmiyor. Ve ne yazık ki bu taraflı, memur zihniyetli, çabuk etki altında kalan taife hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan ile başlayan Ali Aydın gibi gözü kara yüzlerce kişiye ulaşmış ve Fenerbahçe’nin tüm rakiplerini sindirmiş, kimin umurunda, sonra çıkacaksın ortaya Galatasaray Fenerbahçe’yi 15 yıldır yenemiyor diyeceksin ve buna da bahane Galatasaraylı futbolcuların dizleri titriyor, yok bu saha da büyü var gibi sadece köşe başlarını tutmuş bu zevatın inandığı ve bizim de inanmamızı isteyeceksin, güldürmeyin bizi… “Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” demişti ya propagandanın profesörü Faşist Goebbels ama bunlar bu durumu daha da geliştirip daha veciz hale getirerek "bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ordinaryüslüklerini ilan etmişlerdir. Şenez bey ile ilgili Fenerbahçe maçı öncesi başarılar dilemek için aradığı hakem konusunu daha sonra yazmak üzere ayrı tutuyorum.

Sonuçta; Müteahhitler Türkiye Futbolunun organize işlerini ayarlamaya uyarlamaya devam ediyorlar. Hayırlı olsun.

Salı, Mayıs 15, 2012

BU İŞİ EN İYİ MÜTEAHHİTLER BİLİR - Günün önemine binaen yeniden

Müteahhit için; taahhüt sözcüğünden türeyen ve "taahhüt eden kişi" anlamına gelen ve iş dünyasında "ben bu işi şu kadar paraya şu kadar sürede yapmayı taahhüt ediyorum" diyen yani kısaca zaman ve bedel taahhüdünde bulunan kurum ya da kişidir demektedir sözlükler.

Ancak; zaman zaman haklı ve doğru açıklamaları bulunsa dahi; halkın dilinde üçkağıtçı ve sürekli olarak çalan çırpan ve genel olarak ta en çok kazanan mesleklerin başında gelen bir meslektir. Bir dönem Karadenizliler ile özdeşleşmişse de; 1980 ve de özellikle de Turgut Özal’dan sonra Doğu ve Güneydoğuluların en fazla rağbet edip ve o ölçüde de başarılı oldukları bir iş koludur. Ayrıca erbapları tarafından “elin taşı ile elin kuşunu vurmak” ya da “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” gibi veciz sözlerle tariflenir bu faaliyetler ve herkese uygun ve açık bir alan gibi görünse ve herhangi bir eğitim, bilgi, birikim, deneyim sürecinden geçmesine gerek duyulmayan özellikle bilek, atış ve ateş gücü yüksekliğine dayalı olduğundan mezkur bölgenin yetiştirdikleri alanın en meşhurlarıdır bu günlerde.

Bir kişiye ne işle iştigal ettiği sorulduğunda mühendisim diyorsa görmüş olduğu öğretimi hemen bilir ve anlarız. Berber, tamirci çırağı bile çıraklık eğitim merkezlerinde öğretim görerek, berber ve tamirci sıfatını ancak alabilirken, hemen hemen her meslek sahibi belli bir eğitim ve öğretimden, bu anlamda bir süreçten geçerek mesleğin sıfatını kazanır ancak müteahhitlik babadan oğula geçen bir meslek olup, müteahhitlik gibi belirli özelliği, eğitimi olmayıp yapılabilen başkaca meslekler de vardır, kolayca anlaşılacağı üzere ama yinede acemilik sürecinin iyi pişme ve eğitilme süreci olarak değerlendirilmesi kaydıyla. Genellikle insanların gözünde; iki gözü fer fecir edip gözleri yerinde durmayan, daha çok para nasıl kazanılırın yolunu arayan, bir keçi’den birden fazla deri çıkarmaya çalışan, ama sonuçta da bunu şartlar ne olursa olsun mutlaka başaran kişidir, dünyanın en eski mesleğinin dışında bir zamanlar karnesi de olup, tarihe ikinci karneli meslek erbabı olarak altın harflerle yazdırmıştır kendini, Müteahhit. Bu konuda kendilerine en büyük destek ve bir anlamda da ortak, maalesef öğretim ve eğitim görmüş, mürekkep yalamış Mimar, inşaat, makine, elektrik, elektronik ve harita Mühendisi, jeolog, içmimar gibi meslek erbapları olup, her türlü teknik ve yasal kılıf bulunarak ve hatta yaratılarak kendilerine bu konuda derin ve eşsiz olanaklar sunmaktadırlar.

Hülasa; kelimenin sonundaki iki harf durumun en anlamlı ve önemli safhası oluşturmaktadır; MüteahhİT.

Mezkur meslek erbaplarının en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar. Hele ihalesi yapılan bu taahhüt konusu işler sözleşme sonrası bir de avans bahşediyorsa kazananlarına siz seyreyleyin çümbüşü, bu uğurda elden, ayaktan, cüzdandan ve kabzadan hiçbir şey eksik edilmez, ama illaki de karar vericiler kutlamaların asıl oğlanıdırlar.

İşin gerçekleştirilme aşamalarında da bu meslek erbaplarının yapabilecekleri sınırlı olmayıp, akıllara ziyan, şeytana pabucunu ters giydirecek uygulamalara sahne olur yine bu faaliyet alanı. Mesafe tutanakları mı dersiniz, yeni birim fiyat zabıtları mı dersiniz, özellikle yaratılan yıllara sarih işlerde oluşan fiyat farkları mı dersiniz, ne derseniz deyin ama mutlaka kadayıfın altı da üstü de kaymaklı hale getirilir. Mezkur meslek erbaplarının, yukarıda sayılan mürekkep yalamış işbirlikçilerinden biri olarak; meslek hayatım boyunca duyduğum en önemli söz : “müteahhit yaptığı işten değil, yapmadığı işten para kazanır” olmuştur, vardır herhalde bir kıymet-i harbiyesi ya da hikmet-i harbiyesi. Hele bu meslek erbaplarının konut sektöründe faaliyet yürütenleri; imar kurallarına ve kanunlarına uygun hazırlanmış imar planlarını asla ve kata sevmezler, bu uygulamalara karşı çıkanlar olursa da gerekirse bizzat politikaya atılarak saf dışı ederler ve imar rantının nasıl yaratılacağını da uygulamalı olarak göstermekten geri durmazlar, Bina yapmayı pek iyi bilmezler ama ne gam ne keder… Buna itiraz edenlerinize her depremden sonra hasar gören binalardaki sayısal fazlalığı ve ölen vatandaşlarımızı örnek verebilirim, ayrıca 1999 yılı depremi sonrası oscar’ı son anda kaçırmışlardır maalesef. Çimentosuz betonarme icadı konusunda uzunca bir mesafe katettikleri ve pek yakında konu ile ilgili uygulamalara başlayacakları konusunda ciddi ciddi haberler yayılmaktadır. Kendilerine başarılar dileyelim.

Peki ben bu herkes tarafından çok iyi bir şekilde bilinen konuları neden mi yazdım.

Son 20 yılda kendi mesleki faaliyetlerindeki başarılarını (!!!) spor alanları ve klüplerine de taşımış olmaları idi benim asıl derdim ama giriş o kadar uzadı ki detayları bir başka yazının konusu olmayı gerçekten çok hak etti. Spor klüpleri konusundaki en önemli ve görkemli örneği Fenerbahçe teşkil etmekte olup, bildim bileli mezkur klübü müteahhitler yönetmektedirler. Peki acaba; ihaleleri gününden önce ve yeterli karlılıkta sonuçlandırabilme kabiliyeti ve meziyeti mi, yoksa bu faaliyetler sayesinde edindikleri diplomasi becerileri mi, mezkur meslek erbaplarının, gerek Futbol Federasyonu nezdinde ve bünyesinde bulunan “Merkez Hakem Komitesi” nezdinde bu çaplı başarılı olmaların doğurmaktadır? Ancak, ister öyle ister böyle Türkiye’nin güzide klübü Fenerbahçe bu konuyla da ilgili olarak, liderliğini sürdürmekte olup, gerekli övgüyü yeterince almakta ve her şeyin “en” ini oluşturmaktadır.

Cuma, Mayıs 11, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI: BÖLÜM 6 3 e 3

Soğuk savaşın saha uygulamasının 1. etabını uygulayan ama ne yaptıysa da bir türlü Zulüm İmparatorluğu ABD ye yaranamayan ve mezkûr imparatorluk tarafından askeri cunta marifetiyle iktidardan uzaklaştırılan DP iktidarından sonra, Canım Yurdumdaki 2. etabı yönetme görevi alan muhterem ve muhteşem zat, tarihe “iti ite kırdırma” politikası diye geçen, özgürlük ve adalet arayışları karşısında, ABD başkanı ile çektirdiği fotoğrafın kazandırdığı seçimin sarhoşluğuyla öncülünün başına gelenleri de aklının bir kenarında tutarak ama asla misyonuna aykırı düşmeyerek, devletin koruması altında palazlanan, destelenen ve hatta örgütlenen paramiliter güçlerin ortalığı kasıp kavurduğu karanlık sürecin baş mimarıdır. Siyasi çizgisinde hiçbir zaman bir değişiklik olmamasına rağmen, günün gerektirdiği popüler lafları etmekten geri kalmamış ve imtina etmemiş ama asla bu kapsamdaki herhangi bir sözünün arkasında da durmamış, sıkışınca da “dün dündür bugün ise bugün” gibi ucuz, hiçbir siyasetçiye yakışmayacak ve çok sıradan bir 3. dünya ülkesi TV lerinde gösterilen dizilerden fırlamış gibi duran sığ felsefe yapmış ancak asla kendisini ne pahasına olursa olsun desteklemiş ABD’ye sırt dön(e)memiştir, o kadar ki Irak işgalini gerçekleştiren ABD’ye işgal öncesi “büyük güçlerin geri vitesi yoktur” diyerek büyük destek vermiş, barışçı yollar arayanların çabalarını eleştirmiş ve boşa çıkması için her yolu denemiştir.

12 Mart 1971 Askeri faşist darbesi neticesinde, Başbakanlığa getirilen Nihat Erim’in kulağına fısıldanan talimatları yüksek sesle ve herkese ders olması bakımından, herkesin her an başına gelebileceğini hissettirdiği “balyoz harekâtı” canım yurdumun üstüne bir karabasan olarak çöküyor ve hedefi düşünen ve yurdunu seven insan olan sürek avı başlatılıyor, özgürlük ve bağımsızlık talebiyle yola çıkan herkese yönelik susturma ve kan kusturma layık görülüyor, bu çerçevede ülkemizin onurlu geleceği için mücadele eden yüzlerce insan kurşunlanıyor, işkencelerde yok ediliyor ama Canım Yurduma ders olması bakımından da, bakın ayağınızı denk almazsanız her zaman sizin de başınıza gelir kabilinden olmak üzere ilave bir ders verilmesi ABD Emperyalizminin ulvi çıkarları açısından da kaçınılmazdır. Kendileri için bir şey istememiş, sadece ve sadece ülkelerinin bağımsızlığını isteyen ve sömürüye karşı mücadele ettiklerini haykıran 3 fidanın idam sehpasına gönderilmesini, hem ders hem de 1960’ın intikamı çerçevesinde değerlendiren, içimizdeki Amerikalıların en meşhuru, muhteşem ve muhterem baba önderliğindeki “Türkiye Sağı”, bazı yalakaların yok şu katılmadı yok bu hayır oyu kullandı gibi kafa bulandırmaya yönelik söylemlerine rağmen blok halinde, büyük bir sevinçle evetlemişlerdir/onaylamışlardır. O günün meclis görüşmelerinin basına yansıyan fotoğraflarında; Canım Yudumun sömürgeleştirilme sürecindeki katmerleşmede hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya dönüştürme mahareti gösteren bu zat, oyunu açıklama sırası kendisine geldiğinde, inanılmaz bir keyifle, müsamere çocuğu edasıyla büyük bir heyecanla ayağa fırlayıp, 2 elini de birden havaya kaldırarak, daha önce defalarca tekrarladığı “Üçe üç, bizden üç gitti, sizden de üç gidecek” edasıyla evet demiştir.

Tabii ki bu ülkede; sadece Süleyman Bey gibiler yoktu, TBMM ye yansımasa da önemli bir miktarda insan bu idamlara karşı olduklarını, yapılan tüm baskılara rağmen düzenlenen imza kampanyaları ile göstermişlerdir, ne yazık ki bütün bu çabalara rağmen, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan 6 Mayıs 1972 sabaha karşı, mevzuat ve yasalara uygun ama hukuka aykırı bir şekilde idam edilerek katledilmişlerdir. “Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın halk, yaşasın işçiler, köylüler. Yaşasın halkların kardeşliği. Kahrolsun emperyalizm” diyerek, gözlerini kırpmadan idam sehpasına çıkan, bu yurtseverlerin geçen zaman içinde, bu hukuksuz idamları toplum vicdanında rahatsızlık uyandırmış ve dün büyük bir sevinçle idamlarına evet diyenlerin başındaki bu zat; “O devir içerisinde benim siyasi sorumluluğum yok. Benim gücüm yok. Çünkü benim elimden de hükümet alınmış. O gün ülkeye hâkim olan güç benim elimden de hükümeti almış” diyerek, ne kadar masum olduğunu göstermeye çalışmış ancak yine zekâmızla adeta alay ederek ve çok iyi bildiği balık hafızamıza da güvenerek; “Bu hadise devletin tasarrufudur, yani mahkemeden geçmiştir, Meclis tasdiklemiştir. İcra edilmiştir. Durup durduğu yerde de olmuş değildir. Onun içindir ki o tasarruf seçilmiş Meclisindir. Zaman içerisinde meclislerin birtakım kararları yadırganabilir. Ama karar meşrudur, meşruiyet tartışması yapılamaz. Bundan kötüleme tartışması çıkartamazsınız, o zaman devlet işlemez.” diyerekte fikri kıvırmanın üstadı azamı olduğunu kanıtlamıştır.

Oysa, bu takipçileri ve taraftarları tarafından bize çok önemli bir devlet adamıdır diye yutturulmaya çalışılan zat, bir taraftan “Askeri idareydi, biz ne yapabilirdik ki, hâkimler bu cezayı vermek zorundaydı, biz de onaylamak zorundaydık” diyerek toplum vicdanında aklanma beklentisi içinde, diğer taraftan da nasıl kinci ve intikamcı bir ruh hali içinde “Evet siyasi kararlar verdim, Deniz Gezmiş'leri astırdım” diyen mahkeme başkanı Ali Elverdi’yi kaptan köşkünde bulunduğu Adalet Partisinden milletvekili yaparak aslına rucü ettiğini, taraftar ve tarafgirlerine göstermiştir. Peki, yaşanan bu hukuksuz idam süreçlerinin hemen ertesinde böylesine duygusal kararlar alınmıştır deyip kendisini sürekli aklamaya çalışanlara; “mahkemede iyi davransalardı, idam edilmezler, cezaları müebbete çevrilirdi” diyen bir başka tescilliyi, Baki Tuğ’u 1990 larda kaptan köşküne geçtiği Doğru Yol Partisinden milletvekili yaparak konuya nasıl sahip çıktığını göstermiştir, tüm görebilenlere.

Günümüzde artık Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararlarının hukuki değil ama “siyasi” olduğu konusunda idam kararlarına imza atanlar bile dâhil olmak üzere hemen hemen herkes hemfikir durumdadır. Üç Fidan’ın avukatı Halit Çelenk de 12 Mart Faşist darbesinin askeri mahkemelerinde verilen kararının siyasi olduğunu ve hukuka aykırı olduğunu, “Bu karar asla hukuki değildi. Mahkeme de tarafsız değil, yanlıydı. Talimat ve intikam duygularıyla verilen bir karardı. Anayasayı savunan gençler, anayasayı değiştirmek suçundan asıldılar. Oysa sivil mahkemelerde en fazla 15 yıl ceza alırlardı” diyerek durumun vahametine hep vurgu yapmıştır.

Artık Dünya, cezalandırmalarda idam taleplerini, yaşama hakkına saygı ve telafisinin olmaması başta olmak üzere bir dolu nedenden ötürü, kamu gücünü elinde bulunduranların intikam hırsının yarattığı ve yol açtığı acılara son vermek adına, yasalarından çıkarmıştırlar ve çıkarmaktadırlar. Ancak ne yazık ki ülkemizde hala idam gibi çağdışı bir cezanın tekrar yasalarımızda yer almasını isteyen bir grup insan bulunmaktadır maalesef ve tüm bu yaşananların kendilerine ders oluşturamamış olması da kendilerini iflah olmazlar sınıfına sokmaktadır.  Ama ne yazık ki, tecavüzcülerin, dolandırıcıların, kravatlı banka soyguncularının, karşılıksız çek vererek insanların paralarını ya da emeklerini çalanların, kamuyu soyanların, her türlü mafiozi ilişkiler içindekilerin serbest dolaşabildiği, sanki paralı eğitim istemeleri gerekirken parasız ve eşit eğitim hakkı istiyorlarmış gibi gösterilerek hapislerde gençlerimiz çürüten ve muhalif siyasi görüş sahiplerini idam etme geleneğinden geliyoruz ya, her türlü kelamın bittiği noktadayız işte.

Pazartesi, Mayıs 07, 2012

ÇERNOBİL FACİASI VE TÜRKİYENİN ÇIKARDIĞI DERSLER

Geçtiğimiz hafta içerisinde 26 Nisan’da; geçen yüzyılımızın en büyük felaketlerinden biri kabul edilen ve şu ana kadar yaşanmış en büyük nükleer felaket olan; o dönem Sovyetler Birliği, bugün Ukrayna’nın sınırları içerisinde kalan ve başkent Kiev yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santralinin patlamasının 26. yılı nedeniyle bugüne ışık tutabilmesi, bugünkü muktedirlerin ders alabilmesine olanak tanımak adına tüm duyarlı kesimlerce konu gündeme tekrar getirilmiş ve getirilmeye de devam edilecektir.

Bilindiği üzere; 30 Nisan 1986 tarihinde; 1972 yılında, bir hayli de yeni inşa edilmiş sayılabilecek ve her biri 1.000 (MW) gücünde dört reaktörden birinde deney yapmak isterken güvenlik sistemlerinin devre dışı kalması ve art arda hatalar meydana gelmesi neticesinde; binlerce insan felaketin etkisiyle direk ölüyor, yüzbinlerce insan ise rakyoaktivitenin yarattığı felaket neticesinde başta troid kanseri olmak üzere çeşitli kanser vakalarında ölüyor, yaşanan ağır füzyonun etkisinin ise uzmanlar tarafından 2065 yılına kadar sürecek ölümleri tetikleyeceği söyleniyor. Aynı dönemde yaşanan bu felaketten; Canım Yurdumda, özellikle tükettiği besin maddelerinden ötürü binlerce insanın kanser hastalığına yakalanmasının yanında, takip edecek 50 ya da 60 yıl içerisinde milyonlarca insanın maruz kaldığı radyasyon neticesinde hayatını kaybetme riski taşıdığı bilim çevrelerince açıklanmış olmasına rağmen, bu ülkede ne yazık ki bir şekilde görev almış bazı alçaklar da halkımız ile adeta dalga geçmekteydi, Türk çayı içiyorum diye Hindistan’dan gelen çayı içerek.  

O günleri hala dün gibi hatırlıyorum, gençliğimin ve nükleer karşıtlığımın üst seviyede olması ve tam o yıl bir çocuk babası olmam nedeniyle de hiçbir şeyi kaçırmamaya özen göstererek her tartışmayı, görüşü, konuşmayı ve açıklamayı takip ediyordum. Soğuk savaşının kapitalist dünya tarafından kazanılmaya yüz tuttuğu bu acımasız ve her türlü yalanın mubah sayıldığı dönemde, kapitalist dünyanın düşmanı sosyalist Sovyetler Birliği hedef olduğundan bu felaketten de, geri teknoloji, gelişmemiş teknoloji ve sosyalizm sorumlu ilan edilmiş ve kapitalistlerin nükleeri aklanmıştı.

O dönem Sovyetler Birliği’nin teknolojisine atıf yaparak konuyu geçiştirmeye çalışanlar; 10 Mart 2011 tarihinde Japonya’nın Fukuşima nükleer felaketi karşısında da bu sefer depremi ve tsunamiyi bahane ederek durumu kurtarmaya çalışıyorlar ya, yuh bunların hepsine, başka diyecek söz yok. Hatırlanacağı üzere bu kaz kafalıların kıt zekâ nedeniyle öykündüğü, nedenini bilmem ama savunduğu, teknolojisini sürekli parlattığı, güvenlik önlemlerine çok güvendiği kapitalizmin parlak yıldızı ülke Japonya’da da yaşandı ya, artık teknolojiye çamur atmak olmazdı, güvenlik süreçleri ehven idi ve ayrıca dinen de caizdi. Bilindiği üzere Fukuşima Nükleer Santrali felaketi; 2011 yılında Tohoku’da meydana gelen deprem ve sonrası oluşan tsunami ardından, 11 Mart 2011 de başlayan ve halen devam eden, atmosfere radyoaktif madde salınması neticesinde ciddi ölümler, kansere yakalanmalar ve yakın süreçte kanser vakalarının artma riski yanında asla telafi edilemeyeceği çok açık olan çevre felaketine yol açılmış olundu. Bilim adamı kisvesi altında birtakım şarlatanların tüm teknolojik parlatma ve aklama çabalarına rağmen, bugüne kadar yaşanan bu en karmaşık nükleer kazanın önüne geçilememiş, kaza sonrası alınan önlemler yeterli olamamış hülasa felaket sonrası süreç doğru yönetilememiş, o kadar ki kapitalizmin parlak ülkesi Japonya Başbakanı bile koparılan vaveylanın etkisiyle uzunca bir süre durumun ayardına varamamıştır. Ancak her şeye rağmen Japonya Başbakanı için; felaketin doğru yöneltilememiş olması ve yanıltılmış olmasının geç farkına varmış olması karşısında her namuslu politikacının yapması gereken şey kaçınılmaz hale gelmiş ve behemehâl istifasını vermiş, Nükleer enerjinin kendisine ve kamuoyuna sunulduğu gibi olmadığını anlayınca da nükleer karşıtı görüşü desteklemeye ve hatta ciddi anti-nükleer eylemcisi haline dönüştüğü büyük bir cesaretle açıklamıştır.

Peki; yaşanan Çernobil felaketinden sonra gerçek radyasyon ölçüm sonuçlarını kamuoyuna açıklamayan, tam tersine kamuoyunu yanıltmak amacıyla farklı sonuçları ölçüm değerleri gibi açıklama talihsizliği hatta ihaneti yaşanmış canım yurdumda durum yetkili ve sorumlular açısından balık hafızamıza sığınarak nasıl savuşturulduğu dün gibi hatırlanmaktadır. Sakın yanlış anlaşılmasın bu sadece ufku dar, palavrası geniş, ahlaki erozyonu sonsuz, çapsız ve kemiksiz politikacıların bol olduğu ülkemize has bir davranıştır demiyoruz, diyemeyiz, bakmayın kendi ülke dinamiklerinin farklılığından ötürü farkıymış gibi açıklamalar yaptıklarına bu sadece biçim farkıdır ancak özünde aynı biçimde davranan pek çok kapitalist ülke bulunmaktadır, hele bir de bunu halkı paniğe sürüklememek adına yaptıklarını açıklamıyorlar mı, lanet olsun bu gibilere.

Çernobil Nükleer felaketi ile özdeşleşen, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi hükümetinde Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın TV lerde boy göstererek çay içmesi olmuştur hatırlanacağı üzere, Bakan, radyasyonun ülkemiz topraklarını etkilemediğini savunarak tarihe kara bir leke gibi düşen şu konuşmayı yapmıştır; “Bu Karadeniz'de değil bir, 17 tane Çernobil'i eritseniz, ancak radyasyon burada etkili olabilir. İnsan vücudu radyasyonsuz yaşayamaz. Bunun azı faydalı, çoğu zararlıdır. Bir de çaydaki radyasyonun suya geçmemesi Allah'ın bir vergisi. Çok düşük oranda geçiyor”.

Diğer taraftan, tek yanlı propagandaya dayalı yalan bilgilendirme ve kandırmacalar neticesinde yaratılan “nükleer enerji ucuz ve temiz enerji kaynağıdır” yalanı var ya, bu kadar çok insanın da buna inanıyor olması beni kahretmektedir. Açar bakarsınız teklif edilen ve kabul edilmiş Akkuyu nükleer santrali çıkışlı enerjinin birim fiyatına ve aynı zamanda nelerin bu fiyata dâhil olduğuna ilkokul aritmetiği ile bir göz atarsınız, her şey anlaşılır, ama nerde öyle yurttaş… Özellikle güvenlik konusundaki muafiyetler ve kapsam dışı unsurlar birer dehşet unsuru gibi bulunmakta, ama ne gam, hadi anlıyorum güvenlik necip Türk milleti için önemli değil, Türk milletine radyasyon işlemez vs. vs. nükleer atıkların çözümü hala herhangi bir dünya ülkesinde bulunamamış iken, bugünümüzü çok belirgin olmamakla birlikte geleceğimizi ve bizden sonraki nesilleri önemli ölçüde tehdit ederken, bugünümüzü tüketmiş ve geleceğimizi ipotek altına almaya kimin hakkı olabilir.

Ve Canım Yurdumun çıkardığı dersleri yaklaşık 35 yıldır bizi yönetenlerin ağzından verelim ki; ne kadar önemli dersler çıkardığımızı 7 den 77 ye herkes anlasın.

Kenan Evren: Radyasyon kemiklere faydalıdır. %92
Turgut Özal: Radyoaktif çay daha lezzetlidir %42
Cahit Aral: biraz radyasyon iyidir % 42
Tayyip Erdoğan: mutfak tüpü de nükleer kadar tehlikelidir %53