Salı, Haziran 30, 2015

BAĞCIYI DÖVMEK

Bilindiği üzere; dinlenme, eğlenme, görme, tanıma ve öğrenme benzeri amaçlarla yapılan gezi anlamına gelen “Turizm” ve sonuçta “destinasyon”; bugünkü içeriğiyle mezkûr tarife, benim köklü itiraz ve çekincelerime rağmen, yerleşik genel kanı ve içinde bulunduğumuz sistemin kabulleri ve tarifleri açısından çok insanı çekebilmek, çok insan için cazibe alanı olmaktır. Peki; mezkûr tarife uygunluğu bakımından, ÇEŞME, ister deniz, plaj gibi cazibeleri, ister her yer sıcaktan bunalırken oldukça serin ve rutubetsiz bir ortamda bulunma konforu, ister merak edilerek görülmeye gelinmesi, ister festivallere katılmak ya da izlemek, ister eğlenme amaçlı konserleri izleme, ister tarihi kalıntı-buluntuları görme isteği, ister oldukça meşhur termal sulardan yararlanma, ister meşhur balık restoranlarında deniz mahsulleri yemenin zevkine varmak, ister kongre merkezlerinde neler olduğunu izlemek gibi faaliyetlerde sınıfı geçmiş midir? Görünen ve anlaşılan o ki ziyadesiyle geçmiş görünmektedir. Peki, konu ile ilgili atılması gereken daha çok adım olmadığı anlamına gelir mi? Asla ve kata… Yapılacak daha çok şey vardır ve zaman içinde de yapılacaktır diye ummaktayız…
Bugünlerde Çeşme sokaklarında dolaşır iken kulak misafiri olduğunuz ya da açıktan dinlediğiniz en önemli konu nedir… Münafık, “Üç pide 200Tl.” diye başlayan bir yazı yazmış ya, 3 adet 1,5 pidenin 200 Tl.ye satıldığı pidecinin kim olduğu konusu herkesin dilinde… Herkesin ittifakla en fazla uğranılan 3 adet pideci dediği; Dost, Kır çiçeği, Elit, fiyatları ile yaptıkları hesaplarla bir türlü bulunamayan 200 Tl. ve tam da bu yüzden insanlar mezkur münafığı, bulabildikleri en güzel kelimelerle yad etmeleridir. Çeşme’de her türlü ekonomik duruma uygun, yemek yenilecek ve konaklanacak yer olması gerçeği bir kenara, memleketin genel ahvalinden çok ta farklı olmayan bir duruma haiz olduğu özellikle ve taammüden gizlenecek şekilde yorum yapmak olsa olsa niyetlerin ray değiştirdiği ya da deray olduğunun ispatıdır… Mesela bir kulüp başkanının, yıllarca yönetim sorumluluğu taşıdığı işlerden hukuken ibra olmasına rağmen vicdanen ibra olamamış bir hali omuzlarında şal gibi dururken, elindeki kalemi kendisine yönelmiş hukuki tehditleri savuşturmak adına kılıç misali kullanıyorsa, ne söylenebilir ki ilaveten… Mesela, bir gazeteci kaleme aldığı bir kent yazıları üstünden hele hele de yazılar beğeni dolu iken kent yöneticilerinden bir beklentiye girer mi? Girerse bu beklentiler, nakdi mi ayni mi karşılanır, bu beklentilerin karşılanması durumunda beklentiye giren ile beklentiyi karşılayan aynı ölçüde taraflar açısından karşılıklı bir ilzam oluşur mu?
Şimdi gelelim mezkûr yazıdaki, öne çıkan pide fiyatlarının gölgesinde kalan ama belli ki bir husumete dayalı diğer ciddi iddialara, canım yurdumun genel konularındaki açmaz ve çıkmazları üstünden sadece buraya aitmiş yaklaşımı içinde vurun yerel yönetimlere, sevsinler… Çeşme’nin başına bela RES rezaletinde, TOKİ rezaletinde, açık deniz balıkçı barınağı rezaletinde, limanın katledilerek marinaya evrilmesinde, üç maymunu oynayarak etekleriniz zil çalacak biçimde susacaksınız, sonra da kalkıp timsah gözyaşları içinde ahhhhh Çeşme, vahhhhh Çeşme diyerek, müstevlilerinizin çaktırmadan tarafınıza tevdi ettikleri görevin gereklerinin kulağa sufle edilmesini yazı diye yutturmaya kalkacaksınız… 2 domates kabuğunu kirden sayarak koparılan fırtınanın yanında elektromanyetik kirliliğe göz, kulak ve ağız kapatırsanız da, adama sorarlar bu ne ikiyüzlülük kardeşim diye…
Ancak bilinmeli ki, bizler bu yazıyı Çeşme’ye bir dikkat çekme yazısı olarak değerlendirmiyor tam tersine mezkûr musibetlerin gerçekleşmesine yönelik bir temenni yazısı gibi değerlendiriyor, hatta bir beklentinin gerçekleşmemesi ihtimalinin var olmasına delalet ettiğinin de her türlü emaresinin işaretlerini taşıdığını düşündüren bir üslup içinde bulmaktayız… Daha da ötesi “bağcıyı dövme” niyeti sırıtmaktadır gayri…

Diğer taraftan, içinde yaşanılan, tutanın tuttuğunu kopardığı, güçlünün güçsüzü boğduğu, yoksul ile varsılın arasındaki var olan uçurumun ne yazık ki görülemediği, para kazanma hırsının her türlü ahlaki durumun önüne geçtiği bu ortamın, canım yurdumun insanlarının vicdan ve ahlak irtifasına neden olmasından, her türlü abuk subuk davranışın makulmüş gibi kakalandığı, dün yediğini anlatmak zorunda kalınca “söylemesi ayıp” gibi bir girizgâh ile başlanırken, bugün marka süsleme adına “yiyen var, yiyemeyen var” diye tefrik etmeksizin TV ve gazetelerde boy boy varsıl için iştah kabartan, yoksul için göz karartan reklamlarının yapılması noktasına gelinmiş ve hatta şatafatın, debdebenin ve görgüsüzlüğün boyutunun, yedikleri yemeğe “altın tozu” serpilmesine vardırılmış olması hep gözlerden kaçırılmıştır. Oysa bu yozlaşmanın, bu görgüsüzlüğün müsebbibi, içinde yaşanılan ve gittikçe kısa aralıklarla kriz ve bunalım yaşayan ve ne yazık ki hep faturasını geniş halk yığınlarının ödemesini üstlendiği, kapitalizmdir ve bu tespit yapılmaksızın sağlıklı değerlendirmeler asla mümkün olmayacaktır. Gerisi lafügüzaf…

Pazar, Haziran 21, 2015

OCAK’TAN GAZ OCAĞINA

Yeni bir çağa girip, oradan da bir hayli mesafe aldıktan, daha doğrusu dünyada bize ayrılan sürenin önemli bir bölümünü kullandıktan sonra “nostalji” kabilinden geriye dönüp baktığımızda, neler yaşamışız, neler görmüşüz, neler kullanmışız, neler okumuşuz diye düşündüğümüzde, şüphesiz buluşların ve icatların hızlı gelişmesinin de bir etkisi olduğu açık olmakla birlikte, tüm bunların sonucunun bizim de yavaş yavaş birer tarih olduğumuza tekabül ettiği açıktır… Öyle tahmin ediyorum ki, bizim kuşak kadar, hayatına bu kadar fazla teknolojik “in” ve bu kadar fazla “out” giren bir başka kuşak olmamıştır… Okuduklarımızdan ve dinlediklerimizden anlıyoruz ki, geçmiş kuşakların hayatı görece daha durağan, daha dingin devam etmiş, ancak bizim kuşak öylemi, neler gördük neler… Telden kıvrılarak icat edilen oyuncak arabalardan, en az insan aklı kadar akla sahip oyuncaklara, külle yıkanan çamaşırlardan çok hassas ve değişik etkileri olan akıllı deterjanlara, mektup yazmanın bile büyük bir keyf sayıldığı noktadan elektronik ortamda görüntülü konuşmalara, ateşte yemek pişirmekten mikrodalga fırınlarda yemek pişirmeye, ocak ile ısınmaktan, mangala, oradan da ısıtma-soğutma teknolojisinin doruklarına… Vs vs… Hele neredeyse birkaç ay içinde gelişen teknoloji ile desteklenen cep telefonları, bilgisayarlardan bahsetmeye hiç gerek yoktur sanırım… Dün sahip olduğumuz ya da dün yaptığımız ettiğimiz ne kaldı hala hayatımızda, nerdeyse hiçbir şey… Dünü anlatmaya nereden başlasak diye düşünürken, maalesef mi diyelim yoksa iyi ki mi diyelim bilemediğim düzeyde değiştirmişiz sahip olduklarımızı… Kentleşmenin baş döndürücü bu boyutuna gelinmeden önce; birkaç büyük kent hariç, yerleşim alanlarının neredeyse tamamında insanlarımız, gerek tarıma bağlılıkları, gerekse de ananevi yaşam tarzları nedeniyle genellikle bahçeli evlerde otururlardı… Bahçelerin büyük ya da küçük olmasının öneminden ziyade bahçede olmazsa olmazlar nedir diye baktığınızda, bir köşede mutlaka, üzerinde kazan ile su kaynatılmak, gerektiğinde ekmek yapımına uygun saç tandırları yerleştirmek, sabun yapmak, bulgur kaynatmak, pekmez kaynatmak vs. gibi amaçlara uygun yapılmış içinde ateş yakılacak bir adet ocak bulunurdu… Bu ocakların içinde maltız denilen 3 ayaklı, ateş ile üstünde ısıtılacak, pişirilecek, kaynatılacak şeylerin konduğu kabın yerleştirileceği bir düzenek bulunurdu… Ocağına incir dikilmesi sözünün de dayandırıldığı bu ocak ile ilgili daha sonra bir şeyler yazmak üzere nokta koyup, bu ocaktan sonra büyük teknolojik devrim sonucu kullanılmaya başlanan, gaz ocaklarına geçelim… Gaz ocakları, bakır ve bronz alaşımı sarı görünümlü bir malzemeden yapılan, 30-40 cm yüksekliğinde 3 adet ayaküstünde en altta yaklaşık 1 lt gaz yağı alacak kadar bir gaz haznesi ki oda yerden yaklaşık 10 cm yükseklikte olur, bu hazneden pompalanan gazın yukarıda bulunan ve öncelikle ispirto ile ısıtılan çanak şeklindeki bölüme çıkması için bir boru, en üstte ise ısıtılacak ya da pişirilecek malzemenin konulduğu kapların güvenli ve dengeli yerleştirileceği aşağıdan gelen 3 ayağın kıvrılarak oluşturduğu bir platformdan oluşurdu. En alttaki gazyağı haznesinden gazın üstteki yanma noktasına çıkarılmasını temin etmek için genellikle yan tarafında yer alan bir pompa düzeneği bulunurdu. Öyle yeni ve gelişmiş teknoloji deyince, her şeyin çok kolay çalıştığı ve kolay sonuç alındığı sanılmasın hemen… Kafa denilen mekanizmanın içine öncelikle mavi renkli ispirto konulur, kafa bu ispirto aracılığıyla ısıtılır, aşağıdan pompalanarak gelen gazın temas ettiği ateş ile hızlı yanabilmesi için uygun bir ortam hazırlanırdı. Çalışma prensibi, aşağıdan pompalanan gazın ısıtılmış ocak kafasına püskürtülmesi ve ateş ile teması neticesi oluşan bu sistem, gazın yeterince rafine olmaması ya da gazın doğal yapısı nedeniyle zaman içinde gaz haznesinden gazın yanacağı bölüme ulaşmasında sorun olunca, gazın yandığı yere gazı püskürten meme denilen yer, ucunda çok ince bir delik açıcı bulunan iğne ile açılırdı. Her şeye ve tüm dikkate rağmen bu kabil bir aksilik neticesinde meme sıcak iken ocak sönerse, insanın midesini bulandıran, görece yoğunlaşan bir çiğ gaz kokusu oluşur, rezalet bu koku ile birlikte insanın gözleri yaşarır idi… Artık dışarılardaki ocakların yerini alan “gazocağı” evin dışından evin içine girmiş olup, yemekler evlerin içinde yapılmaya, çamaşır kazanı kaynatılması ya da banyo suyu hazırlanması evlerin içinde yapılmaya başlanmıştır… Eskiden; şimdi olduğu gibi küçük bir köyde bile bulunan, akaryakıt istasyonları sadece büyük kentlerde olduğundan küçük kentlerde gaz yağı bakkallar tarafından satılır, genellikle bakkalın içinde yer alan variller, içinde saklanan bu gaz bakkalın içinin keyifsiz bir kokuyla dolmasına neden olurdu. Gazyağı satan bu bakkallar, ilaveten ispirto, meme açıcı iğne satışını da yaparlardı… Bilindiği üzere gazyağı olarak adlandırılan bu yakıt halk arasında sadece gaz diye adlandırılır. Çocukluğumuzun, annelerimiz tarafından bize verilen ama asla sevmediğimiz işlerinden biri de gaz ocağının yanındaki pompanın ocağın çalışması esnasında sık sık pompalanarak gaz pompalanmasının eksiksiz temin işi idi… Pompalama işleminden sonra, şimdiki gibi kokulu sabunların ya da ıslak mendillerin yaygın olmaması nedeni ile üstlere sinen ya da ellerdeki gaz ve ispirto kokusunun verdiği rahatsızlıkları anlatmaya gerek yoktur herhalde…

Salı, Haziran 09, 2015

İSTİKRAR

Bektaşi’nin birinin önüne iki şişe şarap koyup sormuşlar: “Baba erenler, sen bu işi iyi bilirsin, bir bak bakalım şaraplardan hangisi daha iyi?” Bektaşi babası, şaraplardan birinden bir yudum çekmiş suratını buruşturup öteki şişeyi göstermiş: “Bu iyi”. Soranlar itiraz etmişler: “Ama Baba erenler, daha onu tatmadın bile...” Bektaşi omuz silkmiş: “Olsun” demiş, “Nasıl olsa bundan daha kötü olamaz...”
Günün anlam ve öneminin anlatımı açısından çok uygun bir fıkradır, bu…
Şimdi bakıyorum, hormonlu medyanın hormonlu yazarlarının büyük çoğunluğu ile bu zevatın mutlak etkisi altında kalmış insanların sosyal medya paylaşımlarında, var olan “istikrar”ın bozulacağı, ekonominin kötüye gideceği velhasıl ülkenin kaosa sürükleneceğine dair abuk subuk görüşler bulunmaktadır. Tam bir felaket tellali kabilinden yaklaşımlar…
Yahu zannedersiniz ki bu aklıevvellere göre, Belçika’da yaşıyorduk… Sanki kaosun asıl ve en önemli göstergesi sayılacak, insanlar anayasal haklarını kullanır iken, tıpkı böcekler gibi “gaz” sıkılarak cezalandırılmıyorlardı, sadece doğaya sahip çıkmak isterken, inanılmaz ve sert şekilde bir tepkiyle dağıtılarak ölümlere neden olunmamış, binlerce insan bırakın usulüne göre kullanılmayı tam tersine kasıtlı silah atışları ile gözlerinden olarak yaralanmamış, insanların üzerlerine araçlar sürülmemiş, tüm bunların üstüne çocuklarını yitirmiş aileler bindirilmiş kıtalara yuhalatılmamış gibi… Nasıl çocuk yapılacağından, kimin önünde sigara içilebileceğine kadar yüzlerce abuk subuk konuda insanlara ayar verilmeye kalkarak, toplumsal gerilim yaratılmamış gibi… Sanki insanların, kitleler halinde tutuklanmaları için deliller uydurulmadı, özel mahkemeler kurulmadı, beğenilmeyen karar üreten mahkemeler lav edilmedi, vs. vs… Mahkeme kararlarına aykırı biçimde, sadece yandaşlara kıyak olsun diye, HES’ler, RES’ler için olmadık yerlerde inşa edilebilsin diye lisans verilmedi sanki… Uluslararası bazı kurumların fonlarının değerleri katlansın diye, para politikaları oluşturulmadı sanki… Hiç gereği yokken, komşudaki yangına benzin püskürtme kabilinden komşu ülkelerle ilgili uluslararası mahfillerde tezgâhlanmış emperyalist politikalara hizmette kusur olmasın diye fırıldak çevrilmemiş gibi… Şimdi Amerikan doları seçim gecesi ve sabahı kısa süre içinde, 2,70 ten 2,80 çıktı diye feryat figan edilirken, doların son 10 ayda 1,6 dan 2,70 çıkarılması sürecinin yok sayılması, tam da necip milletimizin fertlerine uygun düşmektedir. İşsizlik istatistikleri, sanayide kapasite kullanımları, ithalat-ihracaat makasının açılması, sanki görülmüyor gibi… Gazetecilerin haber bile yapmakta korktukları ortamı sanki görmedik gibi, karikatüristlerin meslekleri yüzünden mahkemelerde süründürüldüklerini unuttuk sanki… “Tükürürüm böyle heykelin içine” denildiği sanki yaşanmamış gibi, heykellerin yıkılması ya da yıktırılması kolayca unutulur gibi sanki… Üfürük bilimi geliştiriliyor kabilinden, diyanet vasıtasıyla hem de bir sürü bakanlık bütçesinden kat be kat bütçeler kullanılarak, sadece “başı açık kadın, tecavüzü hak eder” benzeri yüzlerce fetva üretilmemiş gibi… New York Times gazetesine ayar verilirken, “ölen eşinizle 6 saat ilişkiye girebilirsiniz” diyen sapık fikirlere ses çıkarılmamasını kim unutabilir ki… Daha yüzlerce örnek yazmak mümkün ama gerek te yok…
Şimdi bunlar topluma dayatılırken, yaşatılırken kaos olmuyor da, abiler mecliste çoğunluğu kaybediyor olunca kaos oluyor, sevsinler sizi… Esasen kapitalizmin bitmeyen bunalım ve krize tutulma periyodunun artık eskisinden daha da kısa olması ne yazık ki, bu tür sonuçları doğurmaktadır… “Krizle gelenler krizle giderler” sözü bir kez daha kendini göstermiştir… İstikrarsızlığı bize istikrar diye kakalayan zevata hatırlatalım ki, istikrar korunur mu sorusundan ziyade asıl şimdi normalleşme başlayacaktır…
Hiç kimse "gak guk" etmesin, bundan daha kötüsü olmaz.... Yok, eski Türkiye anlatılamamış insanlara, yeni Türkiye'nin ne hıyrını gördü ademoğlu... Bi susun... Çekilin bir kenara... Hani biz bir mesaj vermedik ama hani siz mesajı aldık diyorsunuz ya, bari onun yüzü suyu hürmetine bi soluklanın da, susun…

Biz vatandaşların mesaj verdiği üstüne, bitimsiz geyik muhabbetleri oluşturan derin ağabeylere gelince, biz mesaj falan vermedik… Her devrin muktedirleri ile sorunsuz ikbal eklemlenmesi yaşayan,  gerek medya plazalarda köşelerinde yazdıkları yazılar ile gerekse de TV’lerde kuruldukları masa başlarında ettikleri kelamlar ile derin ulema görüntüsü veren önemli abiler, yine başrollerdeler… Önemli ve derin analizler yapıyorlar, oylarına her dönem sponsor arayan biz fani kulların, hangi partiye ne mesaj verdiğimiz üzerine uzun uzun görüş dercediyorlar… Yahu biz ne mesajlar vermişiz de haberimiz yokmuş, bu “siyaset uzmanı analist” bayan ve baylara göre... Yahu kardeşim biz seçmenler bir şey falan demedik zaten diyecek bir şeyimiz de yok ki, bir şey diyebilmek için o bir şeyi söyleyecek dilin arkasında inanılmaz ciddi bir fikri birikimin olması da gerekir ayrıca. Sadece ve sadece nabzımıza verilen şerbete uygun olarak oyumuzu kullandık ve evimize gittik. Bırakın bizim tercihimiz üstüne bu kadar sofistike izahlar yapmayı…

Perşembe, Haziran 04, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -3 UŞAK OLAYLARI

Yıl 1959, canım Yurdumun bağrına çöken “yeni tek parti”despotizmi çerçevesinde, demokrasive özgürlük talebinde bulunmak, “yeter söz milletin” faslından derdest edilmek için yeterlidir, artık... Muhalefet edilmesini bırakın, kendilerinden olunmamasının bile rahatsızlık yarattığı ve tenkil edilmek için yeterli sayıldığı sath-ı mail oluşmuştur gayri... 

Bu ahvalde; dönemin CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “Ege Vazife Gezisi” adını verdiği ve 40’a yakın milletvekilinin de katılacağı gezisine, 30 Nisan 1959 tarihinde Uşak’tan başlamayı planlar, proğram Kurtuluş savaşının en önemli aşaması olan “Büyük Taarruz” rotası üzerinden gerçekleştirilecektir. Böyle bir proğram, günün siyasi atmosferine ve muktedirlerine göre zinhar uygulanmamalıdır, dönemin içişleri bakanı Namık Gedik, TBMM Kürsüsünden, “Başlarında liderleri, bir başka ifade ile başkumandanları, teşriî masuniyet zırhına bürünmüş 40’tan fazla mebusla, Meclisi ve oradaki vazifelerini terk ederek sefere çıkmaya karar vermiştir. Adını bizzat koymuş oldukları bu sefer, Ege büyük taarruzudur. Taarruz.. Hem de büyük. Kime karşı, ne maksatla, hangi neticeyi istihsal etmek için ve neden?” diyerek, karşı planların neler olabileceğinin işaretlerini verircesine bir nutuk atar... Muhalefetin iç ve dış siyasi olumlu gelişmeleri baltalamaya yönelik çalışmalar içinde olduğu suçlamasıylada iyi saatte olsunlar çalışmaya başlarlar ve madem ki bu muhalefet, bir taraftan içerdeki sulh ve selah ortamını, diğer taraftan dışarıda Yunanistan ile Kıbrıs olayları nedeniyle gerginleşen ancak büyük çabalarla yumuşama temin edilerek oluşturulan iyi ilişkileri bozmak için girişimlerde bulunuyor, behemehal haddi bildirilmeliydi... Bizzat bir bakan öncüğünde milletvekillerinden oluşan bir heyet, Uşak’a gidecek, incelemelerde bulunacak, yapılan hazırlıkları yerinde görecek, organize edecek ve Demokrat Parti teşkilatını ortaya çıkması muhtemel olaylar hakkında bilgilendirecek, gibi masumane sunuşlarla süslenen çalışma amacıyla, aslında ise, ne yapıp edip kendilerinin deyimi ile “sağır papaz”ın ziyaretinin engellenmesinin yolları aranacaktı... Kolluk kuvvetlerin, bugünlerde de sık sık karşılaşıldığı üzere, alınan önlemler faslından, karşılamaya gelenlerin engellenmesi amacıyla, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemler ile araçlarının seyrü seferden men edilerek, kilometrelerce yolu yayan yürüyerek gitmek zorunda bırakılmışlar, bir kısmı ise geriye çevrilmişler, bazı yolları ise “Karayolları teşkilatı” vasıtasıyla kapalı yol lehvaları konularak, trafiğe men elmişler... Bir kısım muhalif ise, halk arasında heyecan çıkaracağı ve bu yolla olaylara neden olacağı iddiasıyla da tedbien önceden gözaltına alınırlar, diğer taraftan ise kolluk kuvvetlerine, başta Vali olmak üzere her kademeden yetkili, İsmet İnönü’yü karşılamaya gelenlerin arasına sivil memurların yerleştirilerek, kolluk kuvvetlerinin müdahalesine uygun ortam hazırlama çalışması yapılması, diğer taraftan müdahaleye hazır kuvvetlerin de cop ve gaz bombası kullanımına hazır olunması talimatı verilir... 

CHP'nin ziyareti öncesi teyakkuza geçen Uşak Valiliği, ziyaretin iki gün öncesinden başlayarak, 28 ve 29 Nisan günleri boyunca, çeşitli aralıklarla belediye hoparlörlerinden halkı uyarıcı anonslarda bulunur, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri” hakkındaki kanuna atıfta bulunularak, gösteri yürüyüşü vesair teşebbüslerin kolluk kuvvetlerince derhal kanuni şekilde şiddetle men edileceği ve ilgililer hakkında ayrıca soruşturmaların açılacağı belirtilir, Uşaklıların bu gibi teşebbüslere asla meydan vermemeleri, kanunlara daima uymaları ve her zaman için asilce yurttaşlık görevlerini yerine getirmeleri valilik tarafından ilanen rica edilir. 

CHP milletvekillerinin,İnönü’den bir gün önce gelişleri sırasında, DP İl merkezi önünden geçerken, bazı Demokrat Partililerin, CHP’lilere yönelik olarak sözlü ve fiili saldırılarda bulunduğu her türlü engellemeye rağmen zabıtlarabile geçirilmişti. DP lilerin il içindeki faaliyetleri de yoğunluk kazanır, parti içinde sıkı tedbirlerin alındığı, sabah 6’da toplanılmak üzere bütün partililere emirler verildiği ve nöbet tutmaları istenildiği ve ayrıca polise yardımcı (!!!!) olmak için aralarında adam seçtikleri konuları kararlaştırılır, ziyaretin bir gün öncesinden istasyonu şehre bağlayan cadde tamirat adı altında, kazmalarla aralıklı olarak kazılmış, delik deşik hale getirilir, şehirde bulunan ve dolmuşçuluk yapan araçların hepsi, CHP’lilerin kullanmaması için, Demokrat Parti tarafından kiralanır, hülasa CHP lilerin iyi bir gezi yapabilmeleri açısından kendilerince her türlü demokratik ve ahlaki önlem alınır... 

Sonunda; İsmet İnönü ve CHP’li milletvekillerinin bulunduğu tren 30 Nisan sabahı Uşak istasyonuna gelmiş, İnönü, Uşak’ta, “Hoş geldin Garp Cephesi Kumandanı” yazılmış levhalar ve flamalarla karşılanmış, ancak yine zabıtlara geçtiği biçimiyle, çıkarılan her türlü engele rağmen karşılamaya gelen yaklaşık 15.000 kişinin alkışları ve tezahüratları bile kolluk kuvvetlerini yönetenleri çileden çıkarır, derhal çoşkulu kalabalığa müdahale edilir, gaz bombası, gaz copu mermisi kullanılarak halk topluluğu parçalara ayrılarak dağıtılılır... Eee ne de olsa canım Yurdumda artık, “söz milletindir”... İddialar o kadar korkunçtur ki, İnönü’nün vurulması talimatının dahi verildiğinin önemli ve yetkili şahsiyetler tarafından aktarıldığı beyan edilmektedir... Olmadı, İsmet İnönü’nün konakladığı evin bodrumunda gece yarısı yangın çıkarılır, artık gözler iyice dönmüştür... 

Asıl olaylar ise, İnönü’nün şehirden ayrılışı sırasında olur, bütün gece başta köylerden olmak üzere, büyük gruplar halinde Demokrat Partliler, Başvekil Adnan Menderes gelecek ve karşılama bahanesiyle şehre taşınılır, bu kalabalıklar vasıtasıyla İnönü’nün aracının istasyona gitmesine izin verilmez, yola yürüyerek devam eder, taşlı sopalı saldırılara uğrar, yaralanır... 

Daha yazılacak çok detay var ama, yer ve yen dar... Ancak aslolan memlekete “demokrasi gelmiş” ve “söz milletin” olmuş olmasıdır...Allahtan artık böyle olaylar Yeni Türkiye’de olmuyor...