Salı, Mart 27, 2012

NEREDE BU BİLİM ADAMLARI

Demokratik Katılım Grubu, “İstanbul Üniversitesi’nin Kenan Evren’e vermiş olduğu “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu” unvanları daha fazla gecikmeksizin geri alınmalıdır” talebiyle bir imza kampanyası başlattı. Mezkûr grup Üniversite yönetimini muhatap tutarak; insanlığa karşı suç işlemiş bu diktatör Generalin duvarında asılı bulunan Üniversite Senatosunun onayı ile verilmiş “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu” belgesinin behemehâl iptal edilmesi ile halkımızın demokrasiye ve hukuk devletine inancının artacağını ve aynı zamanda Hukuk Fakültesinde yetiştirilen hukukçuların durumlarından sevinç duyulacağını açıklamıştır.

Bilindiği üzere; İstanbul Üniversitesi Senatosu, her fakültenin dekanı ve birer öğretim üyesi, yüksekokul müdürleri ve rektör yardımcılarının katılımı ile toplanır 12 Eylül faşist darbesinin başı Ahmet Kenan Evren’e 2 Aralık 1982 tarih 4943 sayılı “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu (Honoris Causa)” verilmesini ittifakla kararlaştırmıştı. Bu payeleri bilim adamı ama kendileri müsvette olan şakşakçıbaşları utanmadan ve sıkılmadan kararın gerekçesini, “Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren'e ilmi kıymet ve meziyetlerinin tebcili için "fahri profesörlük" payesinin tevcihine karar verilmiştir.” Şeklinde açıklamışlardır.

Bu sözde bilim ama gerçekte şakşakçıbaşı olan adamların 12 Eylül faşist darbesi ile çeşitli biçimlerde işbirliği içinde bulunup, hatta işkencelere tıp hekimi rütbesiyle katılan, işkencecilere yol gösteren, işkenceleri gizleyecek düzmece raporlar hazırlayarak payanda olanların yanında bazıları da konuyu; şeref ve haysiyet yoksunu olduğunu gösterir kesin emareler bulunduğu düşünülen, insanlıktan nasibini kapasitesinin elvermemesi nedeniyle alamadığı anlaşılan Prof. Dr. Kemal Balcı gibi; “sorgulamalarda işkence yerine insanda otokontrolü kaybettiren ve yaşanan olayları hatırlatan “sodyum pentothal” adlı ilaç kullanmalı”  diye önerilerde bulunmaya, Prof. Dr. Turan İtil gibi bazıları ise Nazi Almanya’sının hapishanelerindeki araştırmacı doktorlar benzeri, 12 Eylül Faşist darbecileri ve onların hâkimleri tarafından inanılmaz ve tarifsiz facialara gark ederek yarattıkları “savaş esiri” varsayımı ile tutukladıkları insanları suç tefriki yapılmaksızın pahalı ama idamdan iyidir savıyla minimum 40 yaşına kadar mapushanelerde tutulmaları konusunda fetvalar vermişlerdir. Ayhan Songar gibi müsvettelerinde Cerrahpaşa Psikiyatri Kliniğine getirttiği bazı esirler üzerinde derin çalışmalar yürütmüş(!!!) ve elde ettiği bilimsel verileri destek olması amacıyla da 12 Eylülün faşist generalleri ile paylaşabilmiştir ve bugünlerde bu müsvettelerin ardılları TV kanallarında görüş bildirmektedir ve ne yazık ki bu adamları bilim adamı diye de bu TV kanalları tanıtmaktadır.

Peki, bu yağcılar, bu şakşakçıbaşılar bununla sınırlı mı, hani sınırlı olsa gam yemeyeceğim, hiçte üzülmeyeceğim ama bunlar ne yazık ki küçük bir örnek demeti oluşturmaktadırlar; bakın gerisine;

16 Eylül 1980 tarihinde Üniversitelerarası Kurul Başkanı Prof. Dr. Nihat Balkır, diktatör General Kenan Evren'e bir kutlama mesajı göndermiş.

15 Eylül 1980 tarihinde İstanbul'da toplanan bazı Üniversite ve Akademilerin Senato ve Yönetim Kurulları, diktatör General Kenan Evren'e gönderdikleri telgraflarında bağlılık ve başarı dileklerini sundular.

14 Eylül 1980 tarihinde; Atatürk Üniversitesi Yönetim Kurulu diktatör Kenan Evren’e kutlama telgrafı gönderdi.

Ölümüne kadar 12 Eylül faşizmine bağlı olduğunu açıklayan İhsan Doğramacı’ya artık söylenecek bir şey kalmamış ve yukarıda sayılanların başı olduğunu söylemekle iktifa edelim, şimdilik…

Üstelik 12 Eylülün Faşist Diktatörü Ahmet Kenan Evren kısa bir süre önce “Üniversite hocaları para almazsa bayrağın ucundan tutmaz” diyerek bu yardakçı ve şakşakçıları da suçlamış olmasına rağmen, bu alçaklar hiç sesini çıkarmamaları bir kenara yağcılık ve şakşakçılıkta sınır tanımaz tutumlarını devam ettirmişlerdir. Diğer taraftan bu Faşist 5 General bunları söyleyerek yaptıkları aşağılama ile yetinmişler midir, tabii ki hayır bu tür tahkir edici açıklamaları ile yetinmeyip, hemen ardından 1983 yılında, 1402 sayılı yasayla; kendilerini kutlamayan muhalif görülen çok sayıda öğretim üyesi üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırmışlardır. Bu şakşakçıbaşılara ne gam, insanlar üniversiteden atılmış, kendilerine hakaret edilmiş bunların umurunda mı, varsa yoksa kendilerine bir şey olmasın…

Bu bilim adamı kisvesindeki alçaklar ve vatan hainleri, diktatör General Kenan Evren’in sürekli tekrarladığı “darbe zeminini hazırlamak için şartların olgunlaşması beklenmiştir” açıklamalarına, şartların oluşması esnasında da; 1978 yılında 900 ölüm 7000 yaralı, 1979 yılında 1100 ölüm 5500 yaralı, 1980 yılında 2100 ölüm 4500 yaralı yurttaşımıza mâl olmuş, bilahare de diktatör General Kenan Evren’in emir ve talimatlarıyla 12 Eylülde gerçekleştirilmek üzere 6 ay öncesinden “Bayrak Harekât Planı” hazırlanmış, hiçbir şey görmemişler, ama haklılar canım yurdumun insanları bunların anlattıklarını yedikçe bunlar cesaretle bu pespaye tutumlarına devam etmişlerdir ve görünen o ki edeceklerdir de…

Evet, sizce bu vatan hainleri ve kendilerinin yetiştirdikleri nerededirler acaba şimdilerde, acaba bir yerlerde Hukukçu mu yetiştiriyorlar, yoksa “Yetmez ama evetçi” mi olmuşlardır, yoksa “ileri demokrasi” nin nimetleri konusunda canım yurdumun insanlarına fetva mı veriyorlardır. Bu diktatör Generaller sağcı-solcu-adli demeden hatta denge adına sıra ile bir onlardan bir bunlardan astık diyerek, canım yurdumun tüm insanlarına “bakın hepinizi her an asabiliriz” mesajı vererek yarattıkları korku imparatorluğu sayesinde yerli ve yabancı sponsorlarına güven verirlerken, bu bilim adamı müsvetteleri bir köşeye sinmiş, şakşaka ve yağcılığa devam etmişlerdir.

12 Eylül faşizmine karşı daha ilk günden itibaren direnen, direnememesi halinde ise en azından alkış tutmayan bilim adamlarını ki onlar gerçek bilim adamlarıdır ve salt bu yüzden de üniversitelerinden atılmışlardır, onları tenzih eder, önlerinde saygı ile eğilir ve bu vesile ile Demokratik Katılım Grubunun, “İstanbul Üniversitesi’nin Kenan Evren’e vermiş olduğu “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu” unvanları daha fazla gecikmeksizin geri alınmalıdır” talebine canı gönülden katılır ve bu yazımızın imza kampanyasına katılım olduğunu beyan ederiz.

Cuma, Mart 16, 2012

“SOMALI GAZOZLARI” UNUTULMAZ YEREL TAT

“yerli malı yurdun malı” fikri ve zikrinin yükseldiği “yerli malı haftası” adı altında kutlamaların yapıldığı dönemlerde Canım Yurdumun her bir tarafında yerel bir isimle meşhur olan ve genellikle de sade olan gazozlar üretilirdi. Hayalimde bir şişe gazozu kana kana içiyor ve geçmişe dönüyorum, 60 lı yılların sonu 70 li yılların ortaları arasında Çeşme’nin ürettiği yerel tatlardan birisi, Somalı Gazozları; benzerleri ile kıyaslandığında çok mu lezzetli, hani tadı damağımızda kaldı cinsinden mi idi bilmiyorum, ancak hayalimdeki lezzetin seviyesini tarif etmem mümkün değil. Çeşme’nin ya da Çeşme’lilerin yarattığı bir diğer lezzet “sütsan dondurma” ile birlikte, ki bir başka yazımın konusu olacak; şimdilerde bile çocukluk arkadaşlarımla yaptığımız geçmişi yâd etme muhabbetlerinin zaman zaman konusunu oluşturur Somalı gazozları. Konu ile ilgili hayalimin yarattığı geçmişe dair bu güzel lezzet, nostaljiye dayalı duygularımı ifade etmenin yanında bu yerel markaların büyük içecek tekellerine karşı direnmenin birer nüveleri olmalarıydı belki de. Belki de tam da bu yüzden “dondurmam gaymak” filmini sevdik, çünkü filmin konu eksenini burada da yerel bir markanın uluslar arası tekellere direnen masalımsı savaşını oluşturmakta idi…

Mehmet Soma ve Rıza Akarsu, kayınbirader ve Enişte, Somalı gazozlarının kurucuları olduğunu hatırlıyorum, eniştenin kamu görevlisi olması nedeni ile hukuki ortak mı idi bilmiyor ve hatırlamıyorum, zaten konumuz ticaret hukukunun alanına da girmez, ayrıca tarih dersi de değil, tamamen benim hafıza kayıtlarımın çözümlemesi ve yarattığı duygusal keyif ve hoşluk. Mehmet Soma, uzun olmayan boy ama uzun akıl ve girişimcilik ruhu ile donanımlı bir komşu büyüğümüz idi, ne yazık ki artık aramızda değil, kendisini yıldızlara uğurladığımız büyüğümüz, topraktan ekmek kazanmaktan ticaretten ekmek kazanmaya sıçramanın nadir örneklerinden biri olup, “Somalı Gazozları” girişimi de bu uğurda önemli bir evredir. Rıza Akarsu ise, bizim bağarası mevkiinin eniştesi olarak hep saygı görmüş, kamu görevlisi olarak ta yaptığı görevin kendisinde yarattığı sakinlik bugün bile hafızalardadır. Kendisini ölene kadar muhtar zannettiğim Ali Tunar’dan sonra, kendi ayrılışına kadar muhtarlık görevini başarı ile yürüten komşu büyüğümüz Mehmet Soma, muhtarlıktaki başarısını oğlu Önder Soma’ya aktarmış gibi görünmekte bu dönemlerde.

Gazoz toplumsal yaşamımızda önemli bir yer tutmakta olup, gazoza olan düşkünlük ya da atfedilen öneme binaen olsa gerek, gazozuna oynanan kahve oyunlarında “gazoz ağacı” takılmaları vardır ki hatırlaması bile dünyaya bedel, kendilerini sürekli yendikleri havası yaratmak üzere insanların birbirlerine benim gazoz ağacım muamelesi yapması bugünlere kadar devam etmiştir. Diğer taraftan gazoz o kadar hayatımıza girip yer etmiş ki “ayılana gazoz bayılana limon” şeklinde şarkılar bile yapılmıştır ve döneminde de bir hayli sevilen şarkılar haline gelmişlerdir.

Delikanlılığımızın ya da biraz daha öncesinin, bugün bile hala nedenini anlayamadığım ama muhtemelen Hz. İbrahim’in kesik başına benzetilmesi hasebiyle olduğunu düşündüğüm, futbol oynamanın yasak edilmesine ve yakalanılması halinde gerek okulda gerek evde dayak yeme ihtimalinin çok yüksek olmasına karşın Gazozuna futbol maçları yapmanın dayanılmaz keyfini yaşadık, iyi ki de yaşamışız.

Dönemin evlerinde yemek masalarının en önemli konuğu, alamayanlarında özlemi olurdu gazoz. Hele satın alma konusunda cimri davranıp ta gazoz içmekten fedakârlık yapamayanların, limon, yemek sodası, maden suyu karışımları ile yapmaya, daha doğrusu benzeterek kendi nefislerini kandırmaya çalışmaları da bugün bile hatırlandığında gülümsemelere neden olmaktadır.

Şimdilerde unutulmuş yazlık sinemalarda “buz gibi gazoz” diye bağırarak gazoz satmak ya da boş gazoz şişesi toplamak her çocuğun yaptığı işlerden birisidir. Nedendir bilinmez ama bana hala o cam gazoz şişeleri çok sempatik görünür, ince belli upuzun bir boynu olan bu şişeler toplumsal bellekte nasıl bir yer etmişse bugün dünya gazlı içecek konusundaki en büyük tekel olan Coca-Cola bile bu nostaljik şişeleri piyasaya sürerek büyük bir reklam kampanyası yürütmektedir. Bu şişelerle gözlerini kapatarak içilen gazozların, sanki gözlerin kapanması ile lezzet hissinin artışının ters orantılı olduğu zannedilirdi hep ve şimdi bu gazozdan bir yudum alarak kendimizi ilkokul yıllarına atacakmışız gibi bir his kaplar ruhumuzu, ne hoş… Hani bu güzel gazozların içine sarı ve kaba leblebileri koyar, bünyelerine aldıkları gazozun aroması ile şişerdi ya bu leblebiler yemeye doyamazdık, hayali bile cihana değer derler ya, işte öyle bir şey…



Görüldüğü üzere, ister büyük, ister küçük olun ister sokakta futbol, ister kahvehanede tavla, kâğıt oynayın, iddiayı kaybedenin kaybedeceği kazananın kazanacağı yegâne önemli şey gazozdur, o dönemlerde.

Somalı gazozları imalathanesinde yaşanan imalat sürecinde gönüllü olarak görev almamış bir çocukluk arkadaşımın olduğunu hatırlamıyorum, özellikle de şişe yıkama aşamasında çalışmamış birisi asla bulunmaz. Kocaman ahşap, bir büyük su dolu yalak içerisine doldurulmuş boş şişeler ellere tutuşturulmuş birer sert kıl fırça marifetiyle, şişelerin içleri fırçalanarak yıkanır, bilahare ikinci bölümde başka bir su içine sokularak durulanır ve oradan çıkan şişeler ters konularak suyun süzülmesi sağlanır ve tüm çalışmanın ödülü ise bir şişe Somalı Gazozu olurdu. Hepimizin asıl beklentisi ise; hazırlanmış gazozun bir yarı otomatik makine ile gaz basılarak şişelenmesi sürecinde görev almaktır ama ben asla o görevi yapamadım, hele o ayak ile kumanda edilen ve basıldığında tısss diye ses çıkararak gaz basımı ve kapak kapatılması işi artık ustalık mahareti istediğinden olsa gerek, imalathane sahipleri tarafından yapılırdı.

Şüphesiz bu gazoz muhabbetini fazlaca abartılı bulanlarımız olabilir, bu anlatımdan bakılırsa geçmişe, sanki bugün hayatımızın eskisi kadar güzel olmamasının yegâne sebebi, artık o güzel gazozlara sahip olamamamız gibi algılanabilir, doğru olabilir mi bilmiyorum, evet dersek bugüne hayır dersek te o güzel dünlere yazık mı ederiz, gayri bilinmez… Bilinen bir şey var ve o da kesin; artık bu yerel gazoz ancak hayallerimizde yer alacaktır ya da birileri çıkacak her şeye rağmen bunu tekrar üretecektir. Mesela Esnaf ve Sanatkârlar odası salt bu tadı canlandırıp yaşatmak için bir atılım yapabilir belki de, tabii ki ticaret, medeni ve borçlar kanunlarından gelen haklar ve pozisyonlar korunarak, ama bu kadar şey salt nostalji için de yapılabilir mi, zannetmiyorum…

Ne yazık ki; tıpkı kurucuları ve ilk üreticileri Mehmet Soma ve Rıza Akarsu gibi, “Somalı gazozları” da artık yıldızlara uğurlanmış durumda.


Pazartesi, Mart 05, 2012

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü için öncelikle biraz ansiklopedik bilgi vererek başlayalım; 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York Şehrinde yaklaşık 40.000 tekstil dokuma işçisi daha sağlıklı ve uygun çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar, polisin işçilere saldırması ve planlı bir şekilde işçilerin çıkış ya da kaçış yollarının kilitlenerek kapatılması, arkasından çıkarılan yangında işçilerin bu nedenle kaçamaması sonucunda da çoğunluğu kadın 129 işçi can verir, ölen emekçilerin cenaze törenine 100 binden fazla kişi katılır ve akıllardan kolay çıkmayacak bir eylem olarak tarihteki yerini alır. 26-27 Ağustos 1910 tarihinde “Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı”nın toplantısında mezkûr eylemde ölen kadın işçilerin anısına 8 Mart'ın "Dünya emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanması oybirliğiyle kabul edilir, aynı örgütün Moskova'da gerçekleştirilen 3. Konferansı’nda alınan karar ile de artık uluslar arası bir anma gününe dönüşmüş oldu. Peki; bu eylem ne için yapılmıştı? Ne istiyordu ağırlıklı kadın olan bu çalışanlar? Ne demektir çalışanlar için daha uygun ve sağlıklı çalışma ortamı? Bugün artık tartışılması bile çok ayıp kabul edilen, seçimlerde oy kullanabilme hakkı, yaklaşık 14 saatlik işgünü yerine 8 saatlik işgünü başta olmak üzere, külliyen sömürüye, baskıya, zulme, haksızlığa, eşitsizliğe karşı bir duruştur, işte tam da bu nedenle hak denildiği zaman mutlaka emekçi olmak ön plana gelecektir.

Dünya emekçi kadınlar günü denildiğine göre, demek ki bir de emekçi olmayan kadınlar da var anlamı ortaya çıkar ki, tam da burada 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü; tarihçesi, anlamı ve kapsamı ve kutlanış nedeni itibari ile işçi-emekçi bir kimliğe sahiptir ve bizim konumuzu da emekçi kadınlar üzerinden tüm emekçiler oluşturmaktadır...

Emeğin yüceliğini, kutsallığını ve haklılığını bilen bizler; sınıflı toplumlardaki ayrışmadaki ana eksenin dışında oluşturulan ve bir vaka olan emekçi kadınların durumuna bakınca sömürünün nasıl katmerleştiğini canımız yanarak izleriz ve sadece de bu durumun göz önüne serilmesi amacıyla da kutlanacak gün olarak bakarız, 8 Mart’a, yoksa sömürü, baskı, zulüm ve yoksulluk tüm emekçileri hedefine almıştır.

Başta ABD ve tamamen güdümündeki BM (Birleşmiş Milletler Cemiyeti) olmak üzere Kapitalizm ve Emperyalizmin babaları konumundaki ülkeler ve kuruluşlar tarafından "Dünya emekçi Kadınlar Günü" önceleri yok sayılmış, olmayınca içi boşaltılmaya çalışılmış, sınıfsal ve siyasi önemi gizlenmek ve saklanmak istenmiştir, sürekli feminizmle, kadın-erkek münasebetleriyle, şiddetle, cinsellikle vs. ilişkilendirilmeye çalışılmıştır. Yapılan her türlü açıklama, duyuru ve anonslarda sürekli; kadınlık, annelik vurgusu yapılmış, her konuda olduğu üzere konunun magazin tarafı abartılarak anlam, kapsam ve önem yitirmesi adına her fedakârlık yapılmış, özellikle de kadına şiddet, cinsel taciz gibi ögelere dikkat çekilerek bunlar suç değilmiş, hukuk konusu değilmiş, insan hakkı ihlali değilmiş gibi öne çıkarılmıştır.

Oysaki 8 Mart, Clra Zetkin’den bu yana hep kırmızıdır ve olmaya da devam edecektir, başka renge dönüştürmeye kimsenin yeltenmemesi, kalkışanlara da kimsenin uymaması çok önemli olmalıdır…

Sadece bizde değil tüm dünyada genelde emek özelde ise kadın emeği ucuz, güvencesiz, sosyal güvenlikten yoksun olup emeği anlamsız, değersiz ve ucuz gören bu istihdam politikaları behemehâl değişmeli, güvenceli çalışma, eşit koşullarda istihdam, iş güvenliği sağlanmalıdır.

Bugün canım yurdumda taşeronlaşmaya verilen öneme ve bu yolda katedilen mesafeye de bakınca ve ister istemez de bu politikaları savunanların desteğini görünce artık fren tutmaz şekilde gaza basılmış olmasının vahameti ile atılan nutukların nasıl palavralar olduğunu gördükçe de dehşete düşmekteyim açıkçası… Ama ne yazık ki artık algılama ayarlarımız bu ekip tarafından bozulmuş ve yalan adına ne söylenirse inanır hale gelmiş durumdayız. Evet, bir kez daha propagandanın ya da mode deyimiyle algı yönetiminin babası Goobbels’in meşhur sözünü hatırlıyoruz, “Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çoktur”

Konunun anlamını belirtmek için yapılacak açıklamalarda, yazılacak yazılarda, mesajlarda “annelik” vurgusu yerine “emekçi” vurgusunun, anneler gününden öte emekçi kadınlar günü olduğunun ön plana çıkacağını umarak, “sevgililer günü” değil de; emeğiyle ve onuruyla yaşayan mücadeleden yorulan ama asla vazgeçmeyen, baskı, sömürü, yoksulluk ve köleliğe boyun eğmeyen tüm emekçi kadınların gününü kutlarım.

8 Mart’ın; Kapitalizme ve emperyalizme karşı toplumun direnişini unutturmama günü olarak tekrar gözden geçirilerek adlandırılması; kapitalizmin sık sık girdiği ekonomik krizler nedeniyle artan ücret eşitsizliğine, işten atılmalara, ucuz işgücüne dönüşmelere karşı durma, mutad kadınlar günü kutlaması değil, aynen 1 Mayıs ta olduğu üzere bir mücadele günü olması için yapılması gereken çok şey olduğu aşikârdır. Her şeye rağmen hala birey değil kadın diye tarifleniyorsa, bu bile tek başına bir ötekileştirme değil mi? Sınıflı toplumlarda sadece emekçiler ve karşılarındaki muktedirler vardır ve kadın erkek değil ama bölünmede tek bir eksen olmalıdır emekçiler ve karşısındakiler…

Dünyamızın büyük şairlerinden Nazım Hikmet kadınlarımızın durumunu aşağıdaki muhteşem şiirinde dile getirmiş olup, bize de bu vesileyle şiirin yazıldığı dönem ile bugünün kıyaslaması halinde genelde insanlığımızın özelde de kadınlarımızın ne merhale katettiğini sorgulama fırsatı vermiştir.

Korkunç ve mübarek elleri
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yarimiz
Ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri
Öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
Ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların
Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
Kadınlar,
Bizim kadınlarımız.