Cumartesi, Aralık 26, 2020

ROMAN KIYIMI, ÇİNGENE SOYKIRIMI YA DA PORAJMOS

Son günlerde yine; PSG Başakşehir maçı ile gündemi bir kez daha “No to racism” deyimi ile oturmuştur, ırkçılık… Meğerse ne kadar da kötü imiş bu ırkçılık, bize karşı yapıldı ya, feryat figan… Oysaki “ırkçılık” hep vardı ve hep başımızı ağrıttı hatta daha da artarak ağrıtmaya devam ediyor… Ben çok merak ediyorum acaba hemen dibinde yapılan ırkçılığı görmeyen ama kanaat önderlerinin tukaka demesi ile feryat figan ve isyan eden ademoğlunun yakını görme problemi mi var? Nedir, sorun nasıl tarifleniyor kafasında? Bu baptan çok kelam edilebilir, sosyolojik, felsefik, ahlaki çok izahı yapılabilir, ki sakın “şahsımın bunları bilmediği sanılmasın”, ama emin olun ki türbanlanarak milliyetçilik haline getirilmiş ırkçılık daima damarlarımızda dolaşmaktadır. Efendim makro milliyetçilik, efendim mikro milliyetçilik, şöyleymiş te böyleymiş te, çene suyu pilav bunlar, geç efendim geç… O duraktan binilen otobüsün varacağı yer yeterince aşikardır. Varılacak yerde de inilecektir, biz bunları çok iyi biliyoruz… Ancak ırkçılık denince, “kafatası ölçümlerini” aklına getiren ve ırkçılık tarifini bu baptan yapanlara kolay hatim ettirilecek bir şey değildir, tüm bu olanlar… Irkçılık ve soykırım denilince sadece Nazi faşistlerini düşünen, öfkelenen, lanetleyen, feryat figan eden zevata ve zevzekliğine iğne, ilaç kâr etmez… Esasen canım Yurdumda son yarım yüzyılda çok kelimenin çılkını çıkarmış durmdayız, çıkarmaya da devam ediyoruz… Ne hoş, alıyoruz bir kelimeyi, kendisini sabit tutarak içeriğini, öncelikle tarif üstüne şüpheler oluşturarak, kafa bulanıklığı yaratıyoruz bilahare de boşaltıyoruz, hatta o kadar ki zaman zaman faşizmi bile türbanlayarak sevimli hale getiriyoruz… Neyse tekrar başlıktaki konumuza dönelim.

 

Uluslararası sermayenin sınırsız ve sorumsuz desteği ile devlet gücünü ele geçiren “nazi partisinin” Almanya ayağı muktedirlerinin tabancası konumundaki Adolf Hitler ve tüm ekibi, öncelikle dış düşman olarak nitelediği sosyalist Sovyetler Birliğini yok etme planı ile kolları sıvamışlar, işler içeride kendilerini desteklemeyenleri dahi tenkil etmeye kadar varmıştır. Konunun ekonomi politiğine ve siyasal devinim ve sonuçlarına bu yazıda değinecek durumda değilim hatta bilgi seviyesinde de hissetmiyorum kendimi ve bu nedenle olayların akışını öğrendiğim ve anlayabildiğim boyutu ile sadece not etmeye çalışacağım kendimce… Çıkın sokağa, sorun, nazi katliamı ile ilgili yurdum insanının ne bildiğini ve ne hatırladığını, çok muhtemel ki, herkes konsantrasyon kamplarını ve katledilen Yahudileri söyleyecektir. Oysa sinsi sinsi son tahlildeki sosyalist kampın kabesi Sovyetler Birliği hedef olsa bile, evvel emirde dahili düşman tespit ve tayini ile öncelikle ve sonrada sırasıyla, psikolojik sorunu olanlar, engelliler, sakat ve müzmin hastalıklı olanlar, komünistler, sosyalistler, sendikacılar, sosyal demokratlar, Yahudiler, Sintiler ve Çingeneler ve nihayetinde de önce kendilerinden olmayan ve kendilerini destelemeyenlere kadar varan bir cephenin, “uzun bıçaklar gecesi”, “kristal gece”, “reichtag yangını” aldatmacası ve kara propagandası vs vs gibi her türlü yalan, dolan, hile, hurda ve desise ile, yok edilmesi planının icrasıdır. İşte bu ahval ve şeriatta ABD Holokost Anma Müzesinin yaptığı bir araştırmaya göre, yaklaşık 15–20 milyon arasında insan katledildi.

 

Oysaki her şey ne kadar da güzel başlamıştı, önce teşhir ve tecrit manasında kapılarının üstüne yağlı boyalarla Yahudi yıldızı işaretleri çizmeler, sonra Yahudilerin kollarına Yahudi yıldızlı pazubantlar bağlamak, daha da sonra iş vermemeler, çalışanları işten çıkarmalar, iş sahiplerinin işine el koymalar, sonra sermayeye bedava iş gücü tayinleri, sonra da çalışma kampları adından katliam kamplarına sürgün bilahare de yok etme operasyonları… Her şey adım adım, önceleri çaktırmadan bilahare de çaktırarak ve propaganda tahtında güzel ölüm… Ve ne yazık ki bunu hala sadece Almanya’da yaşanmış gibi bilen ve düşünen andevüller var bu dünya da… Vah ki vah, güzel dünyam… Hani çaktırmadan’ı, çaktırarak takip eden süreç var ya, malumdur kendisini vücuda getiren ve bilim dünyasına “kurbağa sendromu” diye takdim edilen bir test ile kaindir. Mezkûr test biyolojik bir test olarak kurbağalar üstünde yapılırken, ademoğluna sosyolojik sonuçlar verir, tabii ki testte zorlama yoktur, ilim, irfan ve feyz arzu edene verir bu sonuçları… Hani yahu bu nasıl iştir kurbağa üstünde canlı canlı test mi yapılırmış, kurbağayı öldürüyorlar, bu bilim insanları diyene de at gözlüğü takmasından ötürü edilecek kelam da yoktur. Söylenir ya, eğer bir kurbağayı sıcak suyun içine atarsanız kurbağa hemen kendini dışarıya atar oysa kurbağayı soğuk su dolu bir kazana koyar ve altını yakarsanız, yavaş yavaş ısınan suda kurbağa gevşer ve nihayetinde kıpırdayamaz hale gelir ya… Durum aynen böyledir mezkûr konuda da, önce kapısına işaret çizerseniz, en sonunda da öldürürsünüz ve bu süreçte tepki vermesi beklenen kesim hazırlanır ve alıştırılır bu ölümlere yavaş yavaş…

 

Hatırlanmasında ve anılmasında bugün bile farklı dengeler gözetilir dünyada ve ne yazık ki kimse demez ki yahu bu Yahudiler dışında, Sintiler,  Laller, Romanlar ve Çingeneler de vardı,  hem de hepsi Çingene kökenden gelmesine rağmen kayıtlar farklı farklı etnik kökende tutulur ki göze fazlaca batmasın diye, eyyy gidi insanlık eyyyy… Eeee, tabii ki bu garip gurebanın Yahudiler gibi hamileri yoktur bu cihanda, sonrası ise zaten bilmediğimiz hesap…

 

Nazi Almanya’sının işgali altında bulunan ülkelerdeki yaklaşık 950.000 Romandan, ne yazık ki bu katiller sürüsü yaklaşık 500.000’ini katletmiştir. Tarihe, “Porajmos” diye geçen “Roman Kırımı, Çingene Soykırımı” çok bilinmez, az konuşulur haksız bir saldırıdır, ne yazık ki… Sonuç itibariyle Nazi faşistlerinin Holokost’una ne kadar karşı duruluyor ise aynı şekilde ve yine nazi faşistlerinin Çingenelerin “porajmos’una” karşı durulabiliyorsa, anılabiliryorsa insanlığımızı yüceltebiliriz, bence… Efendim denilebilir ki, evet ama sayısal olarak Yahudiler kadar yok edilmediler, el cevap ne yapalım namussuzlar ancak bu kadar Çingene yakalayabilmişler ya da etraflarında bu kadar Çingene bulabilmişler… Ama bilinmelidir, mevcut nüfusa oranla yapılan kırımın aritmetik sonucu, yani Çingenelerin öldürülme oranı Yahudilerden daha fazladır. Buradan ne anlaşılır bilemiyorum, Nazi faşistlerinin hedefi öncelikle Yahudiler değildi mi yoksa öldürebilme kapasiteleri ve tesis verimliliği mi böyle sonuçlar doğurdu vs vs…

 

Ancak yine de en tuhafı esasen de en ahlaksızı tüm bu katliamlar yaşanırken, öğrenme çabası göstermeden, neler oluyor demeden, gününü gün eden, vur patlasın çal oynasın hayatını idame ettiren namertlerin sonradan çıkıp, ne yapalım gazeteler bunu yazmıyordu, biz nereden bilelim, demiş olmalarıdır… İlgisizliğin, dağlarca bilgisizlik ürettiği doğru olmakla birlikte eh bre namert sende azıcık çaba göstersen hatta azıcık kulak kabartsan ilaveten azıcık kafatasının içindeki sana bahşedilen organı çalıştırsan ne olurdu be…

 


Cumartesi, Aralık 19, 2020

TAPIŞTI HASAN

 

Yollarımız ayrılana kadar her fırsatta bir araya geldiğimiz çocukluk arkadaşımdı, çok güzel bir insandı, Hasan… Gençliğimizin en popüler sanatçılarından biri olan İlhan İrem ile nerdeyse tıpa tıp görüntü benzerliği ile el üstünde ziyadesiyle tutulduğumuz mekanlar ve zamanlar olmuştur. İzmir’e gidişlerimizde kendisini “Hasan” olarak bilmeyenlere mutlaka onu İlhan İrem diye sık sık takdim ederek, ufak tefek avantajlar peşinde koşarken, tercihlerimizin, zevk, kalite ve kandite açısından mezkûr şahsa uygun olmamaları da sırıtır durur idi açıkçası, bizde bunun hiç farkında olmazdık… Ne gam ne keder, biz kendi çapımızda kendi oyunumuzun hülyası içinde kendimizce tatmin oluyorduk. Ama sonuç itibari ile Hasan; dışarıya İlhan İrem diye pazarladığımız bizim gençlik arkadaşımız ve dostumuz ve hatta hala anıları ile sık sık hatırladığımız birisidir. Hasan her hali ile “nevi şahsına münhasır” denilenlerden birisi idi ve hep öyle kalacak…

 

Çiftlik yolunun, bugün artık geride kalmamış eski hali ile hemen Kaymakam Evini geçince, tam virajda, Ali Subay’ın güzel evine gelmeden, son derece mütevazi bir evde yaşıyordu, tüm ailesi ile. Dışarıdan bakılınca son derece dengeli ve mutlu, ama eğer değilse bile dışarıya bir şey sızdırılmamış hali ile bir ev hali idi, aklımda kaldığı kadarı ile… 2 katlı bir ev, alt katı yüksekliği bugünkü yüksekliklerle kıyaslayınca oldukça düşük belki de başka amaçlarla kullanılırken, büyüyen ailenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere genişleme sonucu ailece hizmete alınmış olabilir. Bugünkü Akpınar Otel’in bulunduğu alan ise o zamanlar hatırladığım kadarı ile genellikle “marul” tarımı yapılan bir tarla idi… Mezkûr ev, önünde yer alan deniz ile hemen hemen aynı kotlarda(seviye) idi… Akarca Deresini geçer geçmez tam “Kaymakam Evi” önünde denizden ötürü yol sık sık bozulur idi, Belediye sürekli tahkimat yapardı, burada… Bugün doldurularak artık geriye kalmamış deniz, bizler için balık avcılığı yemi olarak kullanılan “tekesakal” deposuydu… Bu deniz ve bu yol için başlı başına bir yazı yazmayı planlamaktayım, açıkçası… 

“Tapıştı Hasan” babadan intikal etmiş lakabı ile anılır hale gelmiş, babadan diğer intikal işler ile iştigal etmiş biri olarak, ilaveten kahvede ocakçılık ve garsonluk, gazete kioskunda satıcılık, seyyar köftecilik, yabancı seyahat acenteliği başta olmak üzere her işi yaparak medarı maişet eylemiştir. Üniversite sınavlarında ilk yıl başarılı olamadığımdan 1 yıl boyunca Hasan ile birlikte seyyar köftecilikte yaptık. Ne güzel günlerdi… Düşünün satmak üzere köfte hazırlanıyor, hem de beleşe bahçeden soğan, maydanoz, domates, biber, limon getiriyorum, Hasan satın aldığımız kıyma ile köfteyi güzelce hazırlıyor, dinlendiriyor, sonra mis gibi ızgara köfte satıyoruz. Yatırım maliyeti ve hedeflenen o günlük kar elde edildiğine kani olduğumuz an, hemen rakı satın alınıyor, su zaten belediyeden beleş, yavaştan başlanıyor demlenmeye… Sonraları bunu daha uygun hatta mükemmel sofralara dönüştürüyoruz. Hasan; Sakız Adası ile Çeşme arasında feribot hizmeti veren Yunanlı şirketinin bürosunda çalışıyor, seyyar köfte arabası hemen önüne çekiliyor, ofs meyhane düzenine dönüştürülüyor ve sonradan aramıza katılan o zamanki Tekel İdaresinin Çeşme sorumlusu Hayati ve şu anda ismini anamadığım bir arkadaşımın daha katılımı ile şüphesiz köfteler, salatalar ve ekmekler bizden rakılar Hayati’den olmak üzere harika akşam yemeği masaları oluşturuyorduk. Rakının belli bir evresinde gelinen duygusallık, hatırat-ı bergüzar hali Hayati’yi değme Türk Sanat Müsikisi sanatçısı haline dönüştürmekte idi… Yahu, her gece aynı menü ile rakı masası mı donatılır, evet, vallahi şimdiki o anları hatırlamak bile cihane değer bir durumdur… Ama kadro ve menü aynı olsa bile muhabbet konusu hep değişiktir ki mezkûr masaların en önemli mezesi de muhabbettir…

 

Dönem itibari ile neredeyse bir günün uyku dışında tamamını birlikte geçirmekteyiz bu arkadaş grubu ile, Urla’dan Birol kardeşimizin Eniştesinin kahvehanesini, ki o zamanlar “memurlar kulübü” diye bilinirdi, şimdiki Çeşme Belediyesinin Emlak ve Gelirler Müdürlüğü bölümü, eniştenin eve gitmesinden sonra işletmesini genellikle akşam üzerleri devir alır ve gece geç saatlere hatta kapandıktan sonra içeride oturmak kaydı ile birlikte olunur idi. O kahvehanede bazen sabahlara kadar bekler ve dönem itibari ile toplumumuzun çok yakından ilgisine mazhar olmuş Muhammet Ali Clay boks maçlarını izlerdik ki o zaman bu maçlar kesinlikle canlı yayınlanır idi. Neyse…

 


“Tapıştı” lakabı üzerine sevgili arkadaşım Hasan’ın; dedesi ya da babası için olduğunu ve “Anne sabah ekmek için hamur hazırlar iken, hamurun yapışması üzerine, “yapıştı, anne yapıştı” diyecek iken çocukluğun doğallığı içinde “anne, tapıştı, tapıştı” demesi üzerine kendilerine bu lakabın yapıştığını” anlatmış idi. Çocukluk tabii ki, belki de başka bir nedenle yapışmıştır bu tapıştı lakabı ama bendeki bilgi bu… Ama aslan yelesini andıran saçlarını sallayarak yürüyen dostum Hasan kendisinin bu lakabı ile ne övünür ne de yüksünür idi, onun için sanki doğuştan gelmiş ve asla terk edilemeyen bir şeymiş gibi bir tutum sergilemiştir, her daim…

Sayısız güzel anılarımız vardır, Sevgili Arkadaşım “Tapıştı Hasan” ile… Ama bugün hala anımsar iken, katıla katıla güldüğümüz bir tanesini yazmak istiyorum. Dönemin önemli duraklarından biri, “Kolovo’nun Kahvehanesi”, bugün bir ayakkabı dükkânı olarak çalıştırılan mezkûr mekân, biz yeni gençlerin bir araya geldiği hatta tavla ve bazı kâğıt oyunları oynamaya başladığımız …. Biz 3 arkadaş, Tapıştı Hasan, şimdi adını anmayacağım biri ve ben, akşamın ilk saatlerinde mezkûr mekânda oturur iken, kontrol için Polis geldi. Tapıştı Hasan sakalı az, yüzü nurlu ve 18 yaş altı görünümlü iken aslında da son muayenesini yaptırmış askere sevkini beklemekte, diğer tarafta bizler ise tam manası ile kara kuru, sakalı yeni yeni terlemeye başlamış ama güneş altında kalma nedeni ile de olduğundan yaşlı görünen bir haldeyiz. Polis bizim masaya geldi, belki de yeni tayin olmuş biri idi çünkü polisler genelde bizleri tanırlar idi, tam hatırlamıyorum, “çat bir tokat” Hasan’a “yaşın tutmuyor ne işin var kahvehanede, kalk git” diyor, buna bağırıp çağırıp şiddetle itiraz edip kimliğini çıkarıp gösterince polis yanlış yaptığını anlayıp bizim masadan mahcup mahcup ayrıldı. Biz, diğer 2 kişi gerçek manada yaşı küçükler de yırtmış olduk. O zamanda buna çok gülerdik, şimdi de…



Sonradan askerliğini de yaptığı Kıbrıs’a gider, evlenir ve çalışır orada… Sonradan vefat haberini aldık, çok üzüldük… Evet bugün hasret ve özlemle anımsadığımız “Tapıştı Hasan’ı” çok büyük benzerliği olan İlhan İrem’in bir şarkısının sözleri ile ve saygı ile yad edelim…

Hatırlar mısın bilmem...

Yıllar geçti üstünden...

Yağmurlu bir akşamdı...

Sevgimi söyledim ben...

Yağmur muydu bilmem...

Süzüldü gözlerinden...

Utanmış kızarmıştın

 

Cumartesi, Aralık 12, 2020

MÜZE ve MÜZECİLİK


Ülkelerin zenginlik tanımını yaparken maalesef muktedirlerin ölçülendirmelerini kullanmaktadır insanlar, varsa yoksa kişi başına düşen otomobil, telefon, buzdolabı vs vs. Burada kütüphane, kitap, okul, müze genellikle esamesi okunmayan elemanlardır, anlayacağınız okullaşma, kitaplaşma kültürel gelişim ve paylaşım ise bu kümenin en etkisiz alt detaylarını oluşturmaktadır. Bunların içinde de müze işi hemen hemen uzmanlarına göre bile ne yazık ki en sona bırakılmaktadır, oysaki değerlendirmeler içerisinde müzelerin sayıldığı ülkeler, itibarları yüksek ülkelerdir. Diğer taraftan; müze, toplumların tarihsel süreçte nereden nereye, nasıl ve ne tür badireler atlatarak evrildiğinin küçük bir sahnesi ya da özetidir. Eğitim çok önemlidir denir ya, eğitimin de en önemli cüzü, başta arkeoloji, etnoğrafya, sanat, tarih, coğrafya, şehircilik, denizcilik, havacılık, ekoloji, doğa, jeoloji, endüstri, resim, heykel, askeri, müzik ve açık hava olmak üzere hemen her konuya haiz temalı disiplinleri ile müzelerdir, bana göre. Çok değerli yazar, şair, gazeteci ve tiyatrocu, “şahsımın da ziyadesiyle beğendiği” Sunay Akın müzeler için muhteşem bir laf eder; “Müzeler toplumların hafızasıdır” der. Bence ilaveten de geleceğidir de çünkü geçmişin birikimi üzerine tesis edilmektedir gelecek.

Günümüzde Turizm ve tanıtma açısından değerli birer destinasyon olmalarının önemi bir kenara, geçmişin, her manada delillerinin toplanması, korunması ve sergilenmesi, toplanan, korunan, değerlendirilen mirastan yeterince ve layığınca ilim, irfan ve feyz alınması ile geleceğe taşınmasının platformlarından biri olan müzeler, bu manada ülkelerin ulusal politika oluşturmaları gereken bir dal olmayı da ziyadesiyle hak ederler. Bu sadece kelamda kalacak bir tespit ve tayin olmamalıdır, ciddiyetle, mekân, yetişmiş bilgili ve görgülü eleman, araç gereç ve her türlü gerekli ve yeterince kaynak tahsisi yapılarak, bilimsel ve yönetsel özerklik ve özgürlük tanınarak gerçekleştirilmelidir. Müzelere; sadece bulunan, bağışlanan, satın alınan eserlerin sergilendiği bir mekân gözü ile bakınca varılacak yer fazlaca yabancı olmadığımız bir konumdur.    

Müze ve müzecilik konusunda insan kaynağının en önemli bileşen olduğunun altı çizilerek belirtilmelidir. Bu manada, yönetsel, bilimsel ve teknik kavrayış ve işleyiş ve bileşenleri doğru ilişkilendirilme ve de önemlisi gerekli irade oluşturulmalıdır. Yönetim; veri toplama, analiz, ölçme ve değerlendirme, bilişim, bilgi teknolojilerini değerlendirme ve kullanma, iletişim ve tanıtım-pazarlama, stratejik planlama ve finans yönetimi, hepsinden önemlisi de operasyonel kabiliyet ve imkana haiz olabilmelidir. Ulusal ve uluslararası düzeyde konsept olarak benzerleri çok olmakla birlikte, her birinin aidiyeti, sahipliği, temsiliyeti ve kabiliyeti bakımından yek diğerinden farklı olması itibariyle son derece hassas ve dikkatli olunması gereği açıktır. Bu müzelere, her birine ayrı ayrı bir tasarım, planlama, tanıtım ve konumlama, koruma ve korunma planları yapma zarureti doğurmaktadır. Çağdaş müze yönetimleri, eğitim ve tanıtım programları açısından da son derece dinamik ve hassas ilaveten de dikkatli olmak zorundadır. Tüm bu geniş ve sofistike bilgi, görgü ve güç gerektiren yönetim sürecini, bilim dünyası ve gerek ulusal gerekse de uluslararası düzeyde üniversiteler ile çağdaş değerlendirme ve ilişkilendirme yaparak planlayarak geliştirmenin mümkün olabileceğini belirtmek gerekmektedir. Tüm bunlara uygun, yönetici modeli yaratmak ve bu yönetimi uygun, veri toplama ve değerlendirme, restorasyon, envanter ve arşivleme, sergi ve teşhir etme, iltisak ve ilişki itibari ile kayıp, kaçak takip etme ve izleme, uluslararası koleksiyonları bilen ve takip edebilen, bilgi akış ve iletişim kurabilen ve de tanıtım başta olmak üzere hemen her konuda vizyoner ve profesyonel bir organizasyon ile tahkim edilmelidir.        

Azıcık da ansiklopedik bilgi; “Müze”; Türkçe Etimoloji Sözlüğü Nişanyan’a göre, Fransızca “musée” sözcüğünden alıntıdır ve Fransızca sözcük ise eski Yunanca “mouseîon” “Mousa’lar tapınağı, Mousa’lara adanmış yer” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Eski Yunanca Moûsa “sanat tanrıçası” sözcüğünden +ion ekiyle türetilmiştir. Esasen de eski Yunancada “bilimler tapınağı” manasında kullanıldığı bilinmektedir. Dünyada müze anlamında ilk yerleşke gerçekleşmesi de Mısır’ın İskenderiye şehrinde olmuştur, mezkûr ansiklopediden öğrenebildiğimiz kadarı ile.  Diğer taraftan mezkûr sözcüğün kullanıldığı tespit edilen en eski Türkçe kaynak ise; 1860 tarihli Şinasi, Tasvir-i Efkâr makaleleridir, yine mezkûr kaynağa göre…

Turizmin başkentleri konumlu şehirleri gezenler bilirler, mezkûr şehirler adeta birer müzeler resmi geçidine ev sahipliği etmektedirler. İrili ufaklı, kamu’lu ve özel’li yüzlerce müze bulunur ve çok büyük çoğunluğu da ziyarete açık saatlerde dolup taşmaktadır. Hatta bazılarına günler öncesinden rezervasyon yaptırmak zorundasınızdır. Bir de canım Yurdumdaki çok önemli ve meşhur müzelerimizin haricindeki müzelerin turist gruplarının ziyaretleri haricindeki durumuna bir bakın, muradım ve meramım daha net anlaşılacaktır. Oysaki eğitime en önemli destek veren alan müzelerdir hem de her biri interaktif öğrenme mekanlarıdır bana göre… Bu interaktif öğrenmeye kendi çocuklarımın müzelerdeki davranışlarını izlerken, günlerce anlatıp anlatıp iz bırakamadığımız konularda müzelerde 10 ya da 15 dakikalarda öğrenmenin gerçekleştiğine tanıklık ettim.

Müze ve Kütüphane sayısı bir ölçüde medeniyet seviyesi ifade eder. Müze yeterli midir, zinhar, bilgi yönetimi de, onun heyecanı ve şevki de olacaktır insanda, olmayınca da sonuç olumsuz oluyor şüphesiz… Gerçi canım yurdumun bir kavimler geçidi sahnesi olması hasebiyle her medeniyetin kalıntısından yararlanıldığı için adeta bir Açıkhava müzesidir ve tam da o yüzden her şey açıktadır, hoş kapalı alanlarda bile eser kayıplarından geçilmiyormuş, ama… Canım Yurdum, müze ve müzecilik konusunda erken yola çıkmıştır lakin ve ne yazık ki ünlü söz devreye girer bu konuda da; “Türk gibi başla …” Benim anlayışıma çok uygun olmamakla birlikte; müzeler günümüz turizminde çok ciddi birer destinasyon olarak tarif edilmekte olsa da esas fonksiyonu itibariyle bir taraftan geçmişe ciddi bir yolculuk diğer taraftan da geleceğin tesis ve tercihlerine ciddi manada ışık tutmaktadır ve tutmaya da devam da edecektir.

Bilgi paylaşımının hızı, internet ve ilgili bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak da müzeler sanal ortama yatırım yapmaya başlamışlardır. Hele bugün pandemi koşullarından ötürü bir sürü ünlü müze internet ortamının sağladığı imkanlar ile evlerimize kadar gelmiştir. Peki kaçımız bu hizmetten yararlandık, çok olabileceğimizi zannetmiyorum.


Günümüz Hatay Müzesi müthiş bir eser bana göre ama daha düzenlenir düzenlenmez potansiyel sergi ve eser ile düzenlenen sergi alanı arasında bir uyuşmazlık, eser çok, yer dar, hay Allah…  Anadolu Medeniyetleri, Bergama, Selçuk ve Gaziantep Zeugma Müzesi de ayrıca ve gerçekten birer şaheserdir bana göre, emeği geçen herkesin ciddi bir alkışı hak ettiğine inanıyorum ve intibaları itibariyle bunlara özel bir yazı ile ileride değinmek istiyorum.

Pazar, Aralık 06, 2020

GAVUR MÜMİN – GAZİ PAŞA’NIIN CASUSU

 

Gazeteci ve yazar dostumuz Yaşar Aksoy’un bu yıl içerisinde Kırmızı Kedi yayınlarından çıkan “Gavur Mümin” adlı kitabını bir solukta okudum. Kısa süre önce pandemi koşullarında bile uygun fırsat yaratıp gazetemize gelerek, kitabını imzalama zarafetini göstermiş olmasının yanına hem kitap üzerine hem de genel durumların değerlendirmesini yaptık, bu vesile ile kendisine tekrar teşekkür ediyor, kalemine kuvvet der iken de hafıza selameti ve bereketi diliyorum. Hızlı okunan ama hepsinden önemlisi zaman zaman kısa kısa yazılmış olsa, bu detayları tarihin tozlu raflarında kalmış, bir tarihi kişiliği ve içerisinde bulunduğu meşakkatli çalışma sürecini, hülasa kurtuluş savaşının bu veçhesini ulusal ve uluslararası illiyetleri ile ortaya koymuştur.

Canım Yurdum işgal altında, memleket dahilinde iktidar sahipleri, hem gaflet, hem dalalet, üstüne üstlük te hıyanet içinde, Millet fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş… İktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emelleriyle tevhit etmiş… Uzun yıllar süren savaşlar insani kırıma yol açmış, asker kaçakları eşkıyaya dönmüş… vs vs… Herkesin ziyadesiyle malumat sahibi olduğu manzara-i umumiye… 

Ancak; tüm bu olumsuzluk ve uğursuzluklarda dahi umudunu yitirmeyen, bağımsızlık fikri ile iman tazeleyen bir avuç önder Anadolu’da köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir gezer, umut tazelemeye güç toplamaya cephe oluşturmaya, mücadele ateşini yakmaya uğraşır. Şüphesiz ki savaş ve mücadele sadece kendi cephende vaziyet almakla kazanılmıyor tek başına, karşı cephede de faaliyet göstermek bilinci ile de teşkilatlar organize ediliyor.

Bu baptan olmak üzere; dayısı İzmir Belediye Başkanı işbirlikçi kabul edilen Hasan Paşa inayet, hidayet ve himmeti ile çok iyi konuştuğu Rumcayı da kullanarak işgalcilerin yardımcısı postunu giyer ama, aması uzun olur… Artık Mustafa Mümin görüntüde “1 numaralı hain ve işbirlikçi” ve “Gavur Mümin” olarak yaygın şekilde anılmaya başlar, tüm İzmir Gavur Mümin’i nefretle anmakta, halk sokakta, çarşıda karşılaştığında ona türlü hakaretler etmekte, hatta yüzüne tükürenler olur.

Yayınlanmış anılarından beni etkileyen bölümler aktarıyorum;

“Epey önce milli mücadele yolunda teşkilatlanma teklifi götürdüğümüz zaman kesinlikle kabul etmeyen ve Padişah Efendimize bağlılıklarını gösteren zabitlerimizi listelemiştim. Bunlar şehir içinde pek saklanmadan dolaşıyor veya pek işe yaramayan birliklerine gitmeden evlerinde başıboş keyif çatan, eskiden İzmir’de veya civar vilayetlerde görevli kişilerdi. Kararımızı vermiştik. Bunları Yunan idaresine ihbar edecektik.” 

“Şükrü Ali Bey, sabaha karşı konuşmamız bitmek üzere iken elimi kuvvetle sıkarak son talimatını verdi: “şimdilik vazifeniz istihbarat ve bize zabit sevkiyatıdır. Fakat İzmir’de bunlardan başka, halka maneviyat yükseltici beyannamelerin dağıtılması, ordumuz hakkında güven verici bilgilerin halka duyurulması, düşmanın içine Rumca bastırabileceğiniz bozguncu beyannamelerin dağıtılması gibi işleri de başarabilirsiniz.” Zekasının kıvraklığına ve intikal kudretinin üstünlüğüne hayran kaldığım o sıcakkanlı memleket evladına kendisi ile konuşmaya doyamamış olarak veda ettim ve otelime gittim. Aynı gün İzmir’e dönmek için yola çıktım.”

Hemşire de sağdan soldan duyduğu dedikoduların derdinde. Onun dediğine göre benim adım herkesin dilinde “Gavur Mümin”e çıkmış. Benim kıtır kıtır kesilecek bir namert olduğumu söyleyenler epey çokmuş. Yolumu gözleyip suratıma tükürmek için bekleyenler de varmış.

“Foça yakınlarında seyrettiğim bir avı hep aklıma getiririm. Balıkçıların attıkları bomba derinliklerde patlayınca tazyikin öldürdüğü balıklar kendiliklerinden suyun yüzüne çıkıyorlardı. O zaman elinde içi kokmuş balıklarla dolu bir büyük fileyi denize indiren balıkçı ile köpekbalığı arasında pek komik bir kapışma başlıyordu. Köpekbalığı kendi üstüne doğru gelirken balıkçı ona bir kokuşmuş balık atıyor ve canavar onu yerken balıkçı düğün parası toplarcasına topladığı balıkları kendi torbasına dolduruyordu. Bunu hatırlayarak şimdi ben de Zafiryu karşısında kendimi, alık köpekbalığını kokmuş yemlerle oyalayan ve hayvan onlarla uğraşırken etrafında kendi taze balık nafakasını toplayan açıkgöz balıkçıya benzetiyordum.

Bana göre ben balıkçıydım. Zafiryu ise köpekbalığı. Canavara verdiğim kokmuş balıklar ise ara sıra Zafiryu’ya verdiğim hain zabitlerin adresleri, sahte haberlerdi, yalan dolandı.”

Canımı sıkan sebeplerden birisi de aylardan beri hadiselerin hiç de lehimize inkişaf etmemekte olmasıdır. Padişah ve hükümeti Anadolu’da harekete geçen Mustafa Kemal Paşa’yı ve etrafındakileri önce nasihatle kendi sakim yoluna çevirme gayreti gösterdi, sonra Paşa’yı bir alçak suçlu gibi tevkif ettirmek hülyasına kapıldı. Bunu da beceremeyince Anadolu’daki isyan hareketine karşı resmen ve fiilen faaliyete geçti.

Biz şimdi Yunan istila ordusundan ve onları destekleyen Avrupalı düşmanlardan gayri bir de Halife sıfatlı Padişah ordusuyla ve onun Anzavur gibi gaddar, yobaz uşaklarıyla uğraşıyoruz. Paçalarından ihanet çirkefleri akarken belki bütün insanlık tarihinde misli görülmemiş bir hayasızlık ve yüzsüzlükle kendisini hala İslam’ın Halifesi, dinin kurtarıcısı gibi kutsal zırhlara bürünmüş gören Padişah Vahdettin’e göre Kemal Paşa aylardan beri bir idam mahkûmu sayılıyor. Vahdettin’in “Şeyhülislam” sıfatı taşıyan Dürrizade Abdullah Efendi’ye yazdırdığı o sözde idam fetvası, şimdi bir taharet bezi kadar bile kullanılmayacak bir paçavra haline gelmiş bulunmakta.”

Evet, canını hiçe sayarak, yurdun kurtuluşu için gözünü budaktan esirgemeyen, zabit “Gavur Mümin” için en büyük korku ise gerçeğin ortaya çıkmadan başına bir şey gelmesidir. Gerçeği bilmeyenlerin seni; “vatan haini”, “Ülkenin ve ailenin yüz karası” bilmesi ya da kabul etmesi, ne büyük yıkımdır kendisi için… Yüzüne tükürüldüğü vakit duyduğu ıstırap çeşitli cephelerde daha önce çok yakından bildiği kurşun yaralanmalarından da ağır gelmektedir… Ama en kötüsü de yine doğduğu, büyüdüğü ve de ölümüne sevdiği şehir İzmir’de küfür ve hakaret duymadan yürüyememektir… 

Nasıl ki Gavur Mümin işgalcilerin içine sızmış ise işgale karşı Kurtuluş Savaşı veren Millici Hükümete de işgalci casusları sızmıştır ve Gavur Mümin’in yakalanma işini organize ederler, eee bu işler gerçek manada organize işler… Çileli, işkence dolu cezaevi cehennemi de yaşanır götürüldüğü Yunanistan’da… Ama uğruna mücadele ettiği yurdu ve yurdunu yöneten hamiyetli insanlar onu unutmazlar ve esir değişimi kapsamında çok sevdiği yurduna kavuşur…

Evet, yerimiz bu kadar detay yazmaya uygun, daha detaylısı Yaşar Aksoy ustanın kitabında…