Pazartesi, Temmuz 30, 2018

MASALSI ÇOCUKLUKLAR


Çocukluğumuzun en harika, en tılsımlı, en nostaljik ve en akılda kalan bölümleri, bugünden bakıldığında adeta bir arkası yarın tadında idi, hani radyo dönemlerinin “radyo tiyatrosu” devamlılığı içinde desem, dönemin kaliteli ve seviyeli dizi oyunları vardı ya, tam da öyle bir şey… Bir gün önceden kalan, maçın rövanşı ya da yarım kalan maçın devamı, ya da yarım kalan uzuneşek oyunun tamamlanması, ya da çelik çomak rövanşı gibi, tıpkı dizi filmler gibi vallahi… Gerçi her gün kurulan takımlar farklı futbolculardan oluşurdu, olsun, ne gam, ne keder, iddialı olmak, yenmek, yenilmek, şimdilerdeki kadar acıtmazdı bizleri, insanları ve tezahüratlarda asla “vur kır parçala, bu maçı kazan”ın olmadığı dönem idi… Top sahibi olmanın mutlaka bir takımda “has oyuncu” olma garantisi bir kenara, istediği mevkide de, istediği sürede, istediği kadar oynama lüksüne de sahip olması kaçınılmazdı, diğerleri için maharet ve beceri olmazsa olmaz idi. Gerçi maçlar, 6’da devre, 12’de maç ya da çok az da olsa, 12’de devre, 24’te maç gibi atılan gole dayalı sürelere tekabül ederdi ama genellikle 2. si seçilirse maç genellikle tamamlanamazdı, ya evden çağırılır ya artık karanlık basar gözler kifayetsiz kalırdı. Eyy gidi güzel günler, 3 korner 1 penaltı dönemi… Hele hele, en mahir, en becerikli ve en atak 2’sinin hemen karşılıklı takımların kaptanları olarak kendilerini ilan etmesini müteakip, çevrelerinde dizilmiş oyunculardan sıra ile ve birer birer seçmek üzere, aralarında belli mesafe bırakarak ilk seçici olmak üzere adım atışlarının heyecanı nasıl anlatılabilir ki. İlk seçici ilk oyuncuyu seçer ki bu da genellikle en golcü, en iyi kaleci ya da en iyi savunmacı olurdu kaptanın taktik öngörüsüne istinaden, sonra sıra ile kaç kişi var ise bekleyen takımlara dağılır idi zaman zaman yedek oyuncular da olur ve gerektiğinde takım kaptanı gerekli değişikliği yapar idi. Mezkur müsabakalar genellikle sokakta ve nerdeyse herkesin evine yakın olurdu ve bu müsabakalarda sivrilen oyuncular adeta bir üst lig durumundaki “mahalle takımına” davet edilmeye kadar uzanırdı. Bu mahalle takımının sivrilenleri de, Çeşmespor’da top koşturma şerefine nail olmuşlardır. Ben mi? Ara sıra da olsa belki de adam yokluğundan mahalle takımına girmişliğim vardır, bu da bana yetiyor öğünmek için. Yalandan da olsa, gerek antrenör (şimdiki teknik direktör karşılığı) torpili ile, gerekse de oyuncu arkadaşlarımın himmetine istinaden Çeşmespor idmanlarının birkaçına katılabilme şansı elde edebildim.

Birlikte ya da karşılıklı az da olsa oynama şerefine nail olduğum ya da daha doğru ifade ile bana kendileri ile oynama şerefi bahşeden, dönemin efsane Çeşmespor kadrosunda bulunan, Latif Çelebi, Hüseyin Aykın, Ergun Mütevellioğlu, Kadri Karataş, Mustafa Özşahin, Hasan Erküçük başta olmak üzere hemen hemen hepsi ile şimdilerde o güzel hatıraları yad etmekteyim. Yakınlarda kaybettiğimiz, Latif Çelebi ise bizleri büyük bir üzüntüye atarak aramızdan ayrıldı. Bu mahalle takımlarından gelerek, Çeşmespor’un efsane kadrosunda yer alan, Mehmet Erküçük, Hasan Soma, Nail Barutçu, Latif Çelebi, Güngör Yamaner, Hasan Soma, Halim Oranlı, Arif Çilek, Mehmet Vardarlı, Tufan Çınar gibi isimleri de tanımış olmak, arkadaşlık etmek tarafıma kalan önemli bir mirastır. Hele hele, efsane teknik direktör, İsmail Denizli, önemli anılarımdan biridir, bana göre Türkiye’nin dönem itibari ile yurt dışı yayınlar takip eden, yabancı dil bilen ender isimlerinden biridir ve en önemlisi Ege Bölgesinde tanınan ve aranan bir dama ustası idi kendisi. Ve hayatımda ilk kez dama oyununda 15 taşı vererek, oyunu alan kişidir, İsmail Denizli. Halen geriye dönüp baktığımda, dönem itibari ile yetkili ya da etkili olsa idim, tereddütsüz Türkiye Milli Takımının başına atayacağım ya da atanmasına aracılık edeceğim bir futbol adamıdır ve ne yazık ki kendisini de kaybettik, nurlar içinde olsun.

Sokaklardan oluşan statlarımızın yanında mahalle maçlarının yapıldığı, seyircilerin de hiçte azımsanmayacak miktarda yer bulabildiği daha üst düzey alanlar da bulunmakta idi. Mesela, Ali Sami Yen, Eski Hükümet Binasının arkasındaki alan, bilindiği üzere şimdiki Ertürk Feryboat acentesinin, Tokmak Hasan Lokantasının bulunduğu yerde Çeşme’nin nadir güzel binalarından, ahşap kargir sarı iki katlı bir bina idi eski hükümet binası, küçük bir alan olmakla birlikte 6 şar kişilik takımların harika maçlar oynadığı toprak zemin idi. Aklımda kaldığı kadarı ile, kaleci olmasına rağmen lakabı “Sanlı” olan İbrahim Gürsoy’un efsaneleştiği yerdi Ali Sami Yen. Alanın yan tarafındaki yüksek alan ve yıkıntılar ise seyirciler için adeta bir tribün havasında idi, inanın ki şimdiki statları hiç aratmayacak kalite ve tempoda tezahüratlarda yapılırdı bu maçlarda. Hele hele gençleri izlemeye gelen, Çeşmespor’da artık son dönem görevlerini yapan ya da futbol zevki için seyircilik eden, aklımda kaldığı kadarı ile başta Çoşkun Kalkan, Nuri Ertan, Ekrem Çimen, Nuri Tarhan, Mehmet Korkmaz, Atalay Derici, Nejat Albayrak, Yıldıray Derici, İsmet Gökseloğlu olmak üzere büyüklerimizi de bu nedenle bir kez daha anmak istiyorum.

Diğer taraftan, Kale burçlarının arasındaki alan, seyircinin fazlaca rağbet etmediği bir yer olup, bahar aylarında zemini çayır ve haylice korunaklı idi. Ayrıca şimdiki balıkçılar sokağı diye bilinen ve Hulki’nin sinemasının arkasına düşen alan da doğal yapısı gereği stat görevi yapmıştır. Şimdi hatırlayabildiğim 3 mahalle takımı vardı sık sık karşı karşıya gelen, Musalla, Sakarya ve 16 Eylül. Birde “Yağhaneler” arkası sokak vardı ama burada oynama ya da maç izleme şerefine nail olamadım.

Şimdi denilecek ki; bu ne büyük bir eskiye özlem, bu ne konsantre nostalji, memleketin bin bir türlü derdi dururken, sen nelerle uğraşıyorsun, ne yapayım bunlarda benim “penguen belgeselim”. Konu bu kadar basit ve anlaşılır, haaa özlem yok mu var şüphesiz ama bu kadar mı, o tartışılır…

Pazar, Temmuz 22, 2018

ÇİFTLİK KÖYÜ – RENKLERİN RESMİ GEÇİTİ


Çeşme’nin İhraç İskelesi olarak; Osmanlı döneminde “Katopania” adı ile ya da kayıtlarda yer yer “Aşağı Çiftlik” yer yer de “Yukarı Çiftlik” olarak bilinen “Çiftlik Köyü” ya da şimdiki ucube düzenleme akabinde “Çiftlik Mahallesi” ile maruf köyümüz, İzmir’in en batısında Yunanistan’ın Sakız Adası ile karşılıklı olup ve arada oluşan Boğaz’ın karşılıklı taraflarında yer alarak biri sabahları diğeri akşamları denizinin kenarında oturan insana, güneşin doğuşu ve batışı sırasında inanılmaz güzellikler yaşatır, “Şarap Denizi” Ege’nin bin bir renginin harmonisini sunar.  Adeta denizin üstünden Sakız Adasına bakar iken, günün çeşitli bölümlerinde ışığın, kırılarak oluşturduğu ışık tayfının resmi geçidine tanıklık edilir. Karşıda Yunanistan’a ait Sakız adasının yüksek dağları, keraat vakti dediğimiz güneşin kavuşmasına mızrak boyu kaldığında, inanılmaz bir şekilde mor renge bürünür, Çiftliğin akşamını yavaş yavaş erguvandan eflatun’a dönüştürür, Herodot’un Ege Denizi üstüne şarabın rengi Ege ve renklerin dansı tanımlamalarını adeta günümüze taşıyarak, denizin şarkılarını balık restoranların içine getirir. Denizin iyice azalan verimine rağmen yakalanan balıklar, barbun, adabeyi, sinarit, mercan ya da çipurası ile tezgahlarda oluşturduğu renk cümbüşü, adeta gökyüzünün denizin içine inerek oluşturduğu ışık tayfının bir devamıdır. Denizdeki ya da Sakız Adasının üzerinde oluşan renk dönüşümleri muhteşem olup, tam da bu yüzden Heredot’a bile şarap renkli deniz Ege dedirtecek kadar şiirsel bir görünüm vermektedir. Renk geçişlerin yukarıdan aşağıya ya da sağdan sola ya da soldan sağa geçişlerindeki ahenk ressam çatlatan cinsten olup keraat saatinin müjdecisidirler adeta. Renklerin adeta boya satışı yapanların skalalarını andırır vaziyette akışı, Sakız Adası üzerinde resmigeçit yaparcasına sıralanırken, günün solan ferinin hızına mütenasip ve müteakip Ada’nın sizden uzaklaşıyor hissi yaratıyor olması da işin sihrini yaratıyor sanki. Renklerin birbirleri arasındaki geçiş ve akışlarına mütenasip bir rüzgar akışı da vardır gün boyunca, sabahın dinginliği saat 10’larda “melteme” dönüşürken, genellikle akşamın ilerleyen saatlerine kadar devam eder, bazen hızlı esen “Gerence” rüzgarları ile gökyüzünde hızla hareket eden bulutlarla birlikte daha da katmerli ve kararlı hale dönüşürler. Deniz üstündeki renk dönüşümleri ile birlikte karadaki izdüşümleri ve Sakız Adası tepelerinin üstünde renk akış ve geçişleri ayrı ayrı ve birer birer ressam davetiyesidir bana göre. Güneş öyle bir dokunmaktadır ki ufuktaki Sakız Adasının tepelerine adeta sevgiliye usulca kondurulmuş bir sevgi öpücüğünü çağrıştırır bu dokunuşlar, yavaş yavaş inmekte olan akşamın yarattığı küçük küçük bulutlar ise çiçekler arasındaki öpücükleri canlandırmaktadır sanki. Gemiler geçiyor aradaki Çiftlik Köyü ile Sakız Adası arasındaki boğazdan, sanki Ege Denizinin mavisine boyanmış koyu yeşil karpuz kesen bir bıçak sapı görüntüsü vererek ilerlemekteler. Tüm bu ahenk ve renk çümbüşü içinden, Güneş adeta Sakız Adası Dağları ardından tam nereden kaybolacağını bizlere hissettirmektedir ki bu mevsimlere hatta günlere bağlı olarak ufacık ta olsa değişiklik göstermektedir. Akşam saatlerinin bu muhteşem renk geçiş ve akışları da son dönemde “Gelin-Damat” evlilik fotoğraflarına arka plan oluşturma konusunda da trend olmuştur.

Bilindiği üzere tüm kitaplar Deniz rengini ittifaken “mavi” olarak verir, hep böyle öğreniriz değil mi? Oysa izlenimlerim kesinlikle bunun böyle olmadığını göstermektedir, yukarıda detayları ile anlatmaya çalıştığım üzere. Bunda fizik mi, biyoloji mi, coğrafya mı etkilidir bilemem ama durum bu.

Akşamın renklerinin geçidini anlatırken sabahı unutmayalım, aksamın anlatımı balık restoranlara sabahın renk cümbüşünün anlatımı da kahvaltıcılara yarar ve tam da bu yüzden ilgili mekanlar sırasıyla dolup taşar. Ressamın paleti ya da boyacının boya skalası, akşam oluşanın tersine sabahları gecenin parlament mavisinin, başlangıçta biraz açık ve silik, gittikçe yoğunlaşan hatta bir ara kızıllaşan turuncudan kırmızıya nihayet gün mavisine devreder nöbeti.

Çiftlik Köyünün bu muhteşem renk geçiş ve akışlarının ruhuna uygun düşen bir düzen oluşturur güzel balıkçı restoranları, benzerleri kadar olmasa da biraz fiyatlıdırlar ama akşamları buradan Sakız Adasına doğru bakarak rakı-balık keyfi yapmanın tadına doyulmaz, gerçi Sakız Adasından da Çiftlik Köyüne bakarak uzo-balık keyfi yapmak ta “uzo-rakı” kardeşliği oluşumuna ciddi katkı yapmaktadır.

Güzel bir gün doğuşu ya da gün batışı anındaki renk geçiş ve akışlarına fotoğraf çekme yolu ile tanıklık etmek isteyenler ve fotoğraf çekerek bu anları ölümsüzleştirmek isteyenler burada fotoğraf çekmeye önem vermektedirler ama bunun daha profesyonel hala gelmesi de beklentiler arasındadır. Hele fotoğrafçılığa, var olan güzelliklerin fotoğraf vasıtası ile geniş kitlelere ulaştırılması sürecinde, teknolojinin katkılarının ne kadar büyük olduğu “dron”ların devreye girmesi ile daha iyi ve net anlaşılmıştır. Plajların renk cümbüşünün yukarıdan aktarılması ile yukarıda bahsettiğim renk geçiş ve akışlarının farklı açılardan yansıtılmasının, fotoğraflara bakanların adeta yerinde çıplak gözle olaylara tanıklık ediyor olması ile eş düzeydedir.

Pazar, Temmuz 15, 2018

RÜYA GİBİ HATIRALAR - RADYO


Bir dönemin etkili siyaset yapma araçlarından “Radyo”nun, siyasal rejimlerin uygulama yoğunlukları üstünde inanılmaz etkili olduğu dönemler vardır bilindiği üzere. Peki sadece siyasi hayatı tanzim için mi aracılık etti radyo, şüphesiz ki hayır, hayatın her alanında muktedirlerin düşündükleri nizamın tesis edilmesine erketelik görevi de üstlenmiştir. Radyonun icadı ile başlayan, haber verme, eğitim, mal ve hizmet tanıtımı, eğlendirme, inanç yayma, kitleleri hareketlendirme gibi görev ve misyon tarifi günün şartlarına uygun olarak sürekli güncellenerek devam etmekte olup bir yerde demokrasi mücadelesi aracı, diğer yerde faşizmin ihdası ve ihyası aracı olurken, diğer yanda sosyal, ekonomik ya da eğitim aracı olmaya da devam etmiştir. Almanya’nın karanlık dönemi Hitler faşizminin ölüm saçtığı dönemde, mobil radyo yayınları ile verilen mücadelenin muhteşemliğini Mario Simmel’in romanlarında bulurken, Bulgaristan’ın iyice kaosa sokulma döneminde de Türkiye’den kalkan uçaklarla havadan yayın yapma çalışmaları, Vietnam’da ABD Emperyalizmine karşı yürütülen mücadele karşılıklı yayınlar, unutulmazlarıdır bu sürecin. Kolaylıkla anlaşılacağı üzere, radyonun çok sesliliğe ve demokratik, sosyal gelenek oluşturmaya uygun ortam yaratılmasına bu kadar yakın iken bu kadar uzak tutulması anlaşılabilir de değil açıkçası. Radyoların kullanılmaya başladığı yıllar ve bugünkü fonksiyonları karşılaştırıldığında birbirlerinden oldukça farklı tariflerin yapılması mümkündür haliyle… Zaman içinde değişen koşullar, radyonun işlevlerinde de önemli değişikliklerin oluşmasına neden olur. Dünyanın sıcak ve soğuk savaşı yaşadığı yıllarda radyo en güçlü propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Radyo, günümüzdeki yaygın kullanılma şekillerinin haricinde daha zengin ve demokratik hedefleri olan amaçlarla kullanılmaya uygun bir araç olup, demokratik ve gerçek çoksesliliği sağlayabilecek avantaja, kolaylığa, yeteneğe ve potansiyele sahiptir.

Radyonun icadını müteakip ABD’nin Jersey kentinde 2 Temmuz 1921’de ilk canlı yayın gerçekleştirilir ve bir ABD klasiği ağır sıklet boks maçı, Atlantik kıyısındaki 200 noktadan dinlenir haldedir. 1922’de Lenin, radyonun gücünü fark eder etmez, telsiz telgraf tekniklerinin devrimin başarısı için arttırılması adına girişimleri arttırır ve 1922 de Moskova’da radyo yayınını başlatır ve 1924 yılında da Lenin henüz hayatta iken gösterdiği çabaların sonuçlarını da görür ve dünyada ilk kısa dalga radyo yayını Rusya’nın başkenti Moskova’dan yapılır. Bilindiği üzere 2.3-30 Mhz arası frekanstan yayın yapan kısa dalga radyo sinyallerinin çok uzak mesafelere gönderilmesi kabiliyetine haiz olup, sınırlar ötesi yayın yapılmasına uygun olmakla birlikte konumundan ötürü de yayını yapanın amaçlarının ve propagandasının olabildiğince uzaklardan dinlenilmesine de fırsat yaratmaktadır. Takip eden dönemde; Moskova Radyosu diplomasi alanında da yoğun bir biçimde devrimin hizmetindedir, 1929 yılında 4 dilde yayın yapar iken yakalanan başarının hızlı ve etkili arttırılmasına yönelik 11 dille yayın yapar hale gelir.

Radyonun çok etkin kullanıldığını gerek okuduklarımızdan gerekse de izlediğimiz filmlerden bildiğimiz yıllar, II. Dünya Savaşı yıllarıdır ve bu anlamda sadece saldırgan ve işgalci ülkelerin propagandaları için değil, işgal edilen ülkelerin halklarının direniş ruhunu canlı tutmak, moralini yükseltmek için de kullanılmıştır. 1941’de, ABD’nin fiilen II. Dünya savaşına daveti sayılan, Japonya’nın Pearl Harbour’a düzenlediği hava saldırısı, ABD’nin de bir resmi radyosu olması sonucunu doğurur ve 1942 de ABD Savaş ve Enformasyon Ofisi kurulur ve ofisin ilk işi de VOA (Amerikanın sesi radyosu) adı ile halen yayın yapan bir radyo kurulur. Halen yaklaşık 45 dilde yayın yapan bu Radyo, ABD Emperyalizminin çıkarlarının korunması adına, zehirin tatlandırıcılar ile kaplanarak sunulması çalışmalarına devam etmektedir. Özellikle sosyalizmin kalesi olarak tespit edilen Sovyetler Birliğinin yıkılması için, batılı emperyalistlerin ve avenelerinin büyük ekonomik destekleri ile kurulan ve Balkanlar, Sovyetler Birliği, Kafkasya, İran ve Orta Asya’yı hedef tutan, 1951 yılında Münih’te yayın hayatına başlayan Radio Free Europe (RFE) ve Radio Liberty (RL) “gerçeklere dayanan bilgi ve görüşleri yayarak demokratik değerleri ve kurumları geliştirmek” gibi yalana, riyaya ve dolana dayalı çalışmaları ile kara propaganda radyolarının izlerini her türlü ansiklopedi ve anı kitaplarında ziyadesi ile görmekteyiz.

Osmanlı topraklarında ise, ilk radyo yayını bir müzik programı olup İstanbul önlerinde işgalcilere ait bir Fransız savaş gemisinden 1921 yılında yapılır ve ziyadesi ile de başarılıdır. 1923’te canım Yurdumda Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte ilk radyo yayını Öğretmen Okulu’nun bodrumunda, küçük bir davetli grubu ve basın huzurunda gerçekleştirilir.  1925’te, “Telsiz Tesisi Hakkında Kanun” başlıklı bir kanun yayınlanarak, okuma yazması olmayan Anadolu Halkına Cumhuriyetin ve devrimlerin anlam ve önemini, yeni rejimin hedeflerini ve başarılarını anlatmada etkili olduğu iyi bilinen radyodan yararlanmak için yurt sathına yayılan telsiz şebekesi kurulması için gerekli hazırlıkların başlatılmasını arzu edilir. Yurdumuzda ilk radyo yayını 6 Mayıs 1927 tarihinde İstanbul Sirkeci’de Büyük Postanenin stüdyoya dönüştürülen üst katından gerçekleştirilmiş olup ondan bir yıl sonra kurulan Ankara radyosunun, nüfusu 13 milyon civarında olan Türkiye’de, 2000 dolayında radyo ile sesini duyurmaya çalıştığı kayıtlarda bulunmaktadır. Yazılı basına göre ulaşımdaki kolaylığı Radyoyu bu anlamda çok önemli kılmış ve cumhuriyet ve demokrasi kavramları konusunda halkın bilinçlendirmesi ve bu düşüncenin yaygınlaştırması adına bir hayli etkili yapmıştır.

1950li yıllar radyoculuğun kara yüzüdür canım yurdumda, “partizan radyo” uygulamasına geçilir adeta, muhalefet yok sayılır, sadece DP iktidarı vardır, radyo DP’nin sesi gibi yayın yapar, DP’nin Kore savaşına ABD’nin menfaatleri doğrultusunda asker göndermesinin meşruiyeti adına kullanılır, DP’yi seçenlerin adları tek tek yayınlanır, vs vs… Yani elinde bulunduranın, “kimin arabasına binersen onun düdüğünü öttürürsün” diye mızıkçılık yaptığı platformdur radyo… Daha ne olsun işte…

 

Pazartesi, Temmuz 09, 2018

RÜYA GİBİ HATIRALAR


Benzer yaşlarda olduğumuz Çeşmelilerin kolayca hatırlayacağı üzere, şimdilerde tam kalenin karşısında, deniz kenarında Kale Kafe adı ile faaliyet yürütülen alanda 4 adet tek katlı bina vardı. Mezkûr binalar ile kale arasında şimdi yerinde yeller esen kara Selviler uzanırdı gökyüzüne adeta delercesine. Bu binalardan önce aklımda kaldığı kadarı ile, Sağlık Ocağı görevi (adı böyle değildi) gören bir sağlık birimi vardı, işte o bina yıkıldı, sonra da diğer 3ü birden, kime nasıl ve neden bir rahatsızlık verdi bilinmez, biri PTT, diğeri Gümrük Muhafaza, bir diğeri de Sahil Sıhhiye idi… Hele kara Selvilerin Kale tarafındaki güzelim mermer kaplı Çeşme… Evet önce şehrin fizik bölümü yok edilecek ki, bağlaşık ve ardışık içindekiler, sonra bu günler… Ben Çeşme’nin bu halinin korunmasının taraftarı idim ama güç kimde o düdük çalıyor malum olduğu üzere… Artık ne o ağaçlar, ne o binalar ve de ne o insanlar var… Bu binalar özelinde ve genelde de kentlerin bu kadar değişikliğinin sosyolojiyi nasıl oluşturduğunu, önce kentin sonra da insanların nasıl dumura uğratıldığını yazmak istiyorum… Çamların bulunduğu bölüm yaz aylarında bir takım tiyatro, illüzyon gösterilerin yapıldığı bir yer olarak anılarımızı süslemeye devam edecektir şüphesiz ama bizden sonraki nesillere aktarılamamış olarak… 12 Eylül’ün Çeşme özelinde tarihe, topluma ve arkeolojiye attığı kazıklardan birisidir ne yazık ki, ama cambaza bak misali dikkatlerin başka yerlere çekilmesi neticesinde konu 66’ya bağlanmıştır gayri, ne gam ne keder…

Dönem itibari ile Canım Yurdumun en önemli ve yaygın haber alma ve eğlence aleti “Radyo”dur ancak aynı zamanda bir almaç değil bir göndermeçtir de ve daha da önemlisi frekans ayarları ile oynanırsa kolluk kuvvetlerinin haberleşmelerine bile muttali olunabilir daha da önemlisi “kerim devlet” tarafından zararlı ve siyasi ahlaka mugayir yayınlardan da korunmalı idi ahali… Tam da bu nedenlerle yıllık “radyo vizeleri” ihdas olunmalıdır, netekim olunmuştur, telsiz telgraf kanunun bilmem kaçıncı maddelerine göre, yani her radyonun bir kimlik kartı bulunmakta ve kartın muhteviyatında da bugünkü otomobil ruhsatlarında bulunan vize bölümlerine benzer bölümleri olan ve A6 büyüklüğünde bir defterdir. Radyo sahipleri her yıl radyolarını PTT’ye götürür, radyolar itina ile tutanak karşılığı teslim alınır, sahibinin yanında Amerikan bezinden yapılmış küçük bir çuval içine konulur, çuvalın ağzı güzelce kurşun ile mühürlenir, kontrol edilmesi için ilgili birimlere sevk edilir, birkaç gün içinde eğer bir sorun yoksa bulgular ve tespitler radyonun künyesi sayılan kimliğe işlenerek iade edilir idi. Aaaaa bir sorun ya da kerim devletimizin hoşuna gitmeyecek bir şeyler olursa ne yapılırdı, vallahi bilmiyorum ama biz böyle bir durum ile karşılaşmadık. Hay Allah, ne günler değil mi, bunları görmeyenler hatta daha önce hiç duymayanlar nasıl gülüyorlardır… İşte toplumsal zapt-ı rapt adına ihtiyaçlar ne ise, kanun o, yani kanun bu ne yapalım yok, güç elinde ise kanunu yaparsın sonra da bu kanuna göre denetliyorum dersin olur biter… Soran olursa da kanun nizam der geçersin…

Radyoların, şimdiki gibi FM kanalından yayını yok, “Uzun dalga” (LW) ya da “Orta dalga” (MW) gibi frekans aralıkları var, oralardan ilgili düğmeleri çevirerek istenilen kanallar bulunur, dinlenirdi… Sabahları “Gününüz aydın Ürününüz bol olsun çiftçi kardeşlerim” spotu ile tarımsal yenilikler, ürün ve yetiştirme metotları üstüne, bilim adamları destekli, türkü katkısı ile de eğlenceli, saat başlarında ajanslar, sabah ve akşamları radyo tiyatroları, arkası yarın adı ile maruf bugünkü TV dizilerinin audio versiyonları, ama bugünkü kadar toplumdan uzak ve kalitesiz olmayan programlar öne çıkmakta idi… Hele bir de, daha sonraları da olsa,  “Orhan Boran ve Yuki” vardı ki, içeriği tartışılsa bile kalite ve seviyesi tartışılmayan eğlence programları idi… Hafta sonları Futbol maç yayınlarını, tutulan takım futbolcularının gazetelerden görülen fotoğrafları, renkli formaları hayal edilerek sanki sahada maç izliyormuşçasına dinlemek ayrı bir güzellikti, rüya gibi hatıralardır. Hani şimdi kalitesi çok yükseltilmiş dijital ekranlarda, örümcek kameralarla zenginleştirilmiş yayınlar ile yeni bir yol tutturmuşlar var ya, o güzellikleri hayal bile edemezler…

Radyonun her ne kadar, devlet ricalinin bugünkü ardıllarının TVler için sarf ettikleri misali “temel işlevi eğitim ve bilgilendirmedir” gibi tılsımlı kelamlar etse de temelde tarih boyunca propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Propagandanın zirve yaptığı döneminde “soğuk savaş” dönemi olduğunu söylemeye de gerek yoktur zannederim, adeta “radyo savaşları” denilebilecek biçimi ile hatta artan bir fonksiyon ile bugün de devam etmektedir. Ben şahsen dinlemesem de kim unutabilir, Türkiye Radyolarında DP tarafından organize edilen “Vatan Cephesine” katılanların listelerinin isim isim saatlerce yayınlanmış olduğunu. İsteyen özellikle, İzmir’i doğuya doğru çıkıp diyelim ki Kayseri, diyelim ki Adana yolcuğu yapsın, yolda aracında radyosunu açsın, denesin, küçücük ilçelerden bile geçerken dini yayınlar yapan en az 3 radyo istasyonu bulacaklardır. Evet soğuk savaş döneminin, burası “Amerika’nın sesi”, ya da burası “Sofya radyosu”, ya da burası “bizim radyo” ya da burası “BBC” anonsları ile başlayan, kendince kendinin cilalı durumlarını anlatan, yoğun propaganda dönemleri unutulmayacaktır. Kurumu ve yayını çok zor olmayan radyo, her ne kadar ülkelerini yönetenlerin ellerindeki beyin yıkama araçları gibi bulunsa da, ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele edenlerin, yönetimlere karşı muhalif olanların ve dikta rejimlerine karşı direnen ve savaşanların da sıklıkla kullandığı bir araç olmuştur.

Kim unutabilir Üniversite sınavlarından sonra ön kayıtlar için üniversitelerin her gün açıkladıkları, ihtiyaç duyulan öğrenci sayısına ulaşılana kadar puan düşürerek yaptıkları anonsları… Ben üniversite genel sınavından sonra bir yıl radyo başında ön kayıt puanlarını düşüren üniversiteleri takip etmiştir. Gerçi o yıl bir işime yaramamıştı ama…

Eğer bir daha radyo yazısı yazarsam, Dünyada ve Türkiye’de ilk yayınlar ile propaganda amaçlı ve liderler tarafından kullanılış biçimi üstüne yazmak istiyorum.

Pazar, Temmuz 01, 2018

TEKKE KOYU ve PLAJI


“Vakıf tahrir defterlerinde Çeşme Kazasında biri Çeşme’de, diğeri Karaburun’da olmak üzere Samut Baba adlı iki zaviyeden bahis vardır. Bunlardan biri Çeşme’deki körfezin kuzeyinde bugün Tekke koyu olarak bilinen koyun yakınında 16 Eylül mahallesindedir. Günümüzde Tekkeden eser kalmamakla beraber sonradan hazırlanmış bir mezar taşı ve tekkenin haziresi olduğu düşünülen yerde birkaç mezar taşı daha bulunmaktadır. Zaviyenin yerinin Çeşme Körfezine hâkim oluşu kuruluş yıllarında burayı kontrol vazifesini yüklenmiş olduğunu göstermektedir.” diye aktarmaktadır Mübahat Kütükoğlu “XVI. Asırda Çeşme Kazasının sosyal ve iktisadi yapısı” adlı eserinde, Doç. Dr. Nahide Şimşir tarafından, bir sempozyum için hazırlanan “Çeşme’de ziyaret yeri olarak seçilen kabirler” adlı tebliğinden. Aynı tebliğ de zaviyenin gelirinden, padişah tahsislerinden ve talimatlarından ve sosyal yükümlülüklerinden detayları ile bahsedilmektedir. Aynı eserde “Samut Baba Tekkesi ya da Türbesi” adı ile Karaburun’da da bir tekkenin bulunduğu bahse konudur ancak bildiğim kadarı ile başta Urla’da da hiç ziyaret etmemekle birlikte bir adet bulunduğu bilmekteyim. Diğer taraftan Anadolu’nun birkaç yerinde daha aynı adla tekke, zaviye ve türbelerin bulunduğu da kısa bir araştırma neticesinde anlaşılmaktadır. Gerçi konu etmek istediğim ne türbe, ne zaviye, ne de tekkedir ama mezkur “koyun ve plajın” adının nereden geldiği konusunda daha önceleri okuduğum kitap ve kaynaklardan aldığım notlara istinaden bu girişin faydalı ve anlamlı olacağını düşündüm. Çok muhtemel ki Alevi ve Bektaşi kültürü ile yoğrulmuş, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yerleşmiş Babalar ve Dedeler ve de müritleri, yönetim durumuna göre kâh otorite ile bağlaşık, kâh dikleniş ve baş kaldırış sergilemişlerdir. Çeşme’deki Samut Baba ile ilgili, muhtemelen de konumuna binaen, canım Yurdumun insanı ona bir “gözlemcilik” görevi yaratmıştır, muhayyel olarak hatta bu hayaldeki sınırsızlık çok çeşitli menkıbeler yaratılmasına sebep olmuştur. Bu menkıbelerden biri yine Doç. Dr. Nahide Şimşir aktarımına göre; "Samut Baba denilen zat halk arasında ermiş olarak bilinir. İstiklal Savaşı yıllarında Çeşme'yi düşman işgal edeceği sırada, tüm sahili yeşil sarıklı savaşçılar kaplar. Düşman bu sahneyi görünce dağılır. Sonunda Türk ordusu yetişir." şeklindedir. Diğer taraftan tarihlere bakınca, her ne kadar Şeyh Bedrettin, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa ile irtibata uygun bir kaynak bulunmamakla birlikte en azından ben bilmemekteyim, mezkûr konunun bakiyelerinden olma ihtimalleri de göz ardı edilemeyecek kadar akla uygundur. Çünkü Osmanlıdaki mezkûr başkaldırışın gerek coğrafi gerekse de tarihsel tutum alışlar açısından değerlendirilmesi neticesinde de mutlaka bakiyeleri olmalıdır ve tam da bu yüzden tasnif dışı tutulmamalıdır bu vaka… Dikleniş, başkaldırı, yenilgi ve biat süreci yaşanmış olabilir. Samut; Arapça kökenli bir kelime olup, susan ya da surat asarak konuşmayan anlamındadır.

Bir dönem, Çeşme’nin ve ahalisinin, Hıdrellez kutlamaları için ateşler yakarak eğleştikleri “Tekke Koyu” şimdilerde artık yüksek zevatın inayet ve iradeleri kapsamında ranta kurban edilmiş olup gayri dönüşü yoktur. İmara kapalı iken bir anda canım Yurdumun mütegallibesi ve yerli avenelerinin, kuşa bak misali, “körfez silueti projesi” gibi tılsım ve ihtişamı yüksek, hedefi belli, tezvik ve tezyini ile gözlerimize çektikleri sürme neticesinde gelinen nokta ortadadır. Savunma ise, orada 1 m2 bile yeri olmayan zevata, sorduğu soruya istinaden, sen de inşaat yapımı talep et aynı haklara sahip ol, gibi kargaların başta olmak üzere tüm mahlukatın güleceği ama politikacıların anlayabileceği kuş dili ile yapılmıştır. Sonuçta kentlerin karakterlerini oluşturan bu tür yerlerin korunamaması nedeni ile iğdiş işlemi devam etmektedir. Ancak gitti güzelim Hıdrellez kutlama alanı, gerçi artık eski Hıdrellez kutlamaları da gitti ya neyse. Ama neresinden başlayıp anlatsam çocukluğumun o güzel Hıdrellez kutlamalarını, neyse eskiden atı alan Üsküdar’ı geçiyordu ama şimdi Üsküdar’ı alan karşıya geçiriveriyor oldu, lafz-i tadilat muvacehesinde… Ayrıca, genellikle herhangi bir Tekke’nin mütemmim cüzü kabilinden bulunan “deliklitaş” hala yerinde midir bilemiyorum ama çocukluğumuzda biz zayıfların sorunsuz geçtiği hafif kilolu arkadaşlarımızın geçemediği anlarda, geçenlerin geçemeyenlere takılmaları dün gibi aklımdadır. Genel manada canım yurdumun insanının inanışına göre, deliklitaşı sorunsuz geçenler günahsız, geçemeyenler ise tam anlamı ile günahkardırlar… Artık onlara, adaklar mı adamak düşer, günlerce 7 adet üst üste dizilmiş tuğla üstünde tuğlalar eriyene kadar yıkanmak mı düşer, tekke’ye bağışlar mı düşer, yoksa Dedelerin yanında çilehanelere katılmak mı düşer, Allah bilir…

Tekke plajının bir dönem yerel yönetim tarafından adı beğenilmeyerek “Kadınlar Plajına” da dönüştürülmesi, hem de Tekke ve Zaviyelerin ihdas edilmesine canı gönülden inanan ve savunanlarca yapılmış olması da ayrı bir tenakuz konusu iken, kadınlar plajına dönüşen yerde üstsüz güneşlenmek isteyen kadınları da, yerli ve yabancı tefriki yapılmaksızın zabıta gücü ile engelleyenler de aynı kafanın takipçileri olmaları bir başka tenakuzu oluşturmakta idi.

Bir dönem mezkûr plajın ki, genellikle kısa süreli yüzmek isteyen komşuların yoğunlukla tercih ettiği bir plaj olması nedeni ile, yoğun müşteri tercihinden ötürü özelleştirme kapsamında özel işletmelere devredilmesi tam bir rezalet iken şimdilerde yeniden sınırsız şekilde halkın kullanımına açık olması bu hali ile bile güzelleştirmiştir orayı.  Artık koyun hemen arkasındaki tepede çam ağaçları ile dolu mesire alanı yoktur ayrıca oraya dönüş umudu da yoktur.