Çarşamba, Aralık 25, 2013

ÇEŞME TARIMINA SAHİP ÇIKILMALI


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan bildirilerin kitaplaştırıldığı ve 1997 yılında “Çeşme Belediyesi” tarafından basılarak dağıtılmış olan kitap, bilim adamlarının ve araştırmacıların tamamının görüş birliğini sağlayamamış olmasına rağmen büyük ölçüde bu kitap en ciddi Çeşme araştırmasıdır. 1995 ve 1997 yıllarında 2 bölüm halinde yapılan bu çalışmaların toplandığı bu 2 ciltlik çalışmayı şimdilerde edinmek çok kolay değildir ne yazık ki, anlaşıldığı kadarı ile bu çalışma Belediye tarafından pek sahiplenilmemiş ve sadece eski yönetimin bir çalışması gibi durmaktadır. Çeşme konu ise bilinmeyen çok olduğundan bu tür çalışmaların yapılmasını, ama kim yaparsa yapsın önemsemeden desteklemenin gerektiği düşüncesiyle konuya sahip çıkılmalıdır.

Mezkûr sempozyumda; Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiride; 1317 H/1899–1900 tarihli salnameye atfen, Çeşme kazasında 8061 hane, 1121 dükkân, 2 han, 2 hamam, 54 un değirmeni, 9 yağhane gibi konut ve ticari binanın yanında resmi ve dini bina olarak ta 1 hükümet konağı, 14 cami, 1 mescit, 1 tekke, 40 kilise, 3 havra, 1 rüştiye mektebi, 1 ibtida-yı zükür (erkek ilk mektebi), 1 ibtida-yı inas (kız ilk mektebi), 4 gayri müslim mektebi bulunmakta olup yine aynı yıllara ait genel nüfus 30.706 olup 15.871 erkek ve 14.835 kadından oluşmaktadır. Sevgili dostum Taner Morova tarafından hediye edilen; 1914–1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın 1959 basımı “Hatıralarım” adlı kitabında Çeşme’nin nüfusuna yönelik “İlçenin 45 bin nüfusundan 40 bini Rum’du ve Türkler kasabada olduğu gibi, bütün İlçede de azınlıkta idi” şeklinde düştüğü not, Osmanlı salnamelerindeki belirtilen rakamları yaklaşık teyit etmektedir.

Yukarıda sıralanan rakamlara bakıldığında, nasıl güçlü bir üretim, ticaret ve nüfusun varlığının yarattığı büyüklük göz kamaştırıcı olmaktadır. Üretim denince dönem itibariyle de anlaşılması gereken şeyin tarımsal olması gerekir ama un ve yağ fabrikalarına ve burada bahsedilmemiş tütün işleme atölyelerine de bakılınca tarım endüstrisinin de hiç geri olmadığı anlaşılmaktadır. Bugün artık ne yazık ki numunelik bile olsa açık bir zeytinyağı ya da un fabrikası bulunmamaktadır, gerçi artık tarım da çok sınırlı bir şekilde yapılmaktadır ya, Çeşme turizm ile geçinecektir rüyasına mı kapıldı, peki turizm, tarım eskisi gibi artarak devam ederek yapılamazmıydı da böyle oldu, bilemiyorum… Bu sorulara herkes farklı cevap verebilir yani doğru cevabı çok olan bir soru muamelesi yapılabilir.

Mezkûr salnamelerden aktaran Prof. Dr. Necmi Ülker; 1878–79 yıllarına münhasıran; başlıca mahsulün çekirdeksiz ve razakı ve siyah üzüm olup buğday ve diğer hububat ziraatının da azımsanmayacak miktarda yapıldığı, bilahare 1870’lerde anason ve kökboya tarımına da başlanılmış olduğunu belirtmektedir. 1877 yılında 51.200 kg anason ve 225.600 kg kökboya üretilmiş olduğundan bahisle, ada soğanı ve şeker tarımından da herhangi bir üretim miktarı belirtmeden bilgi aktarılmaktadır. Yazıyı daha çok rakamlara boğmamak adına kısa keserek, tüm üretilen tarımsal ürünlerin detaylı incelenmesi sonucu, Çeşme’nin en önemli ürününün üzüm olduğunu anlıyoruz, o kadar ki 1884 yılında 10.000.000 kg kuru üzüm rekoltesine ulaşıldığı tespit edilmektedir.

Çeşme’nin mikroklimatik iklimi; enginarı, Çeşme kavunu, Çeşme anasonu, üzümü, Çeşme limonu, Çeşme mandalinası, Çeşme soğanı, sakızı, zeytin hurması yetiştirilmesi konusunda nicelik olmasa bile nitelik açısından mükemmel bir vasat oluşturur, ancak Çeşme tarımı maalesef yazlıkçı turizmine kurban edilmiştir. Tarımı gözden çıkaranların en önemli iddiası, Çeşme mandalinası için o mükemmel aromasına rağmen çok çekirdekli, Çeşme limonunu o muhteşem lezzetine rağmen kalın kabuklu, bin derde deva diye takdimi yapılan meşhur Çeşme soğanını göz yakıyor diyerek, burun kıvrılması olmuştur maalesef, küçük bir grup Çeşmeli her şeye rağmen bu ürünlere sahip çıkmaktadır. Sakız ve Antep fıstığı tarımına gönül vermiş Çoşkun Vural’dan dinlediğim kadarı ile bilinenin aksine Çeşme sakızının Sakız Adasının sakızından daha değerli olduğunu bu yüzden de daha pahalı olduğunu öğreniyoruz.

Gençliğime denk gelen dönemde; şimdilerde restorasyonu tamamlanarak kültürel faaliyetler için kullanılan “Kilise”nin, Çeşme’nin ilk üretici hali olarak hizmet gördüğünü ve rahmetli Ahmet Sinan, İbrahim Gören (manav) tarafından yürütülmüş olduğunu dün gibi ve üreticiden gelen büyük miktarda meyve ve sebzelerin o günkü ilçenin nüfus ve otel sayılarına göre inanılmaz boyutta olduğunu hala hatırlarım. Bilahare, bugünkü “Kervansaray’ın” karşısına inşaatı yapılmış, üretici hali, öncekine göre bir hayli büyük olmasına rağmen üreticiden gelen ürünlerle dolar taşar hatta önündeki meydanı taa Kervansaray’a kadar doldururdu, mezkur dönemde üretici hali faaliyetleri İbrahim Gören (manav), Sadullah Kanyılmaz tarafından yürütülmüş, şimdiki üretici hali artık yukarıda bahsedildiği nedenlerle iyice azalmış üretime bağlı olarak Çeşme Otogarı arkasında küçücük bir yere, adeta Belediyenin himmetiymişçesine sığınmış durumda olup, Mustafa Ertemiz tarafından yürütülmektedir ve görünen o ki ismi zikredilen arkadaşımızın bu işi bırakması halinde de bu işin defterinin dürüleceği aşikârdır. Hele o Kervansaray önündeki hal dönemini hatırlayanlar bilir, dönem itibariyle Çeşme’de 3 otel, 4 kamp ve 4 manav bulunmakta ve nüfus da ancak 5.000’ler düzeyinde olup, binlerce kavun-karpuz, yüzlerce kasa domates, biber, patlıcan, taze fasulye, acur, bamya, börülce vb. vb. ürünler en geç saat 13:00’e kadar satılırdı… Evet, o günlerden, bu günlere tarımsal üretim nerdeyse 50 kat azalmıştır. Bu gelişmelerin müsebbipleri, bu yazdıklarımı bir nostalji olarak değerlendirecektir eminim ki, ama bilsinler ki bizatihi kendi geleceklerinin teminatı, tarımı eski haline kavuşturmaktan geçmektedir.

Çeşme; gerek ekonomisinin rotasını turizme çevirmesi, gerekse de buna uygun kentleşme süreci, ne yazık ki tarımsal ürünler konusunda yukarıdaki tespitlerimizi yapmamızı gerektirdi. Tarımın bu denli tukaka edilmesi sonucu, Canım Yurdumun; önümüzdeki uzun vadede sıkıntılı süreçlerden geçmesi de kaçınılmazdır. Bu konuda her meyve ve de sebze birer yazı konusu oluşturabilecekken, şimdilik bununla iktifa ediyorum.

Sonsöz; Anason ürününün kalitesine delalet etmesi bakımından da, Çeşme’de üretilen Arak (Rakı) kalitesinin tecrübeyle ispatlandığı iddia edilmekte olup bir sonraki yazımın konusunu oluşturacaktır.

Cuma, Aralık 20, 2013

BİR 12 EYLÜL HİKÂYESİ


Türkiye; 1970’li yılların sonunda sıkıntılı bir süreçten geçmekte benzeri hemen hemen gelişmekte olan her ülkede (yarı sömürge-yeni sömürge) olduğu üzere, canım Yurdumda mevsim sonbahara evrilirken politik ve sosyal yaşam ise kutup kışına hazırlanmaktaydı, Amerikanın içimizdeki çocuklarının elleriyle… Çeşme ise çok etkilenmiş görünmese de ciddi ipuçları vardı yakında kopacak fırtınanın, ama önemli bir kesim bunun farkında değiller idi, ne yazık ki…

Çeşme’nin Belediye yönetiminde Saim Ertürk ile bulunan milliyetçi cenah, aslında gözlerinin önünde ülkenin nereye sürüklendiği görebilecek durumda idiler ama içinde bulundukları rüzgâr nedeniyle ellerinden de başka bir gelmemişti… Ancak, bir tarafı ile komşumuz Yunanistan ile genel politikalar gereği gerilen ilişkileri, Belediye yönetiminin turizme olan inançları nedeniyle yumuşatma adına komşumuzun bize çok yakın adası yönetimi ile ortak bazı faaliyetler planlamakta idiler, diğer tarafı ile… Turizmin gelişmesinin, 2 ülke arasındaki yumuşamanın olmazsa olmazı olduğuna inanan Belediye Başkanı Saim Ertürk, Çeşmespor ve Sakız adası futbol takımları arasında bir maç organize edilmesi için çok uğraşır ve sonunda başarır, tarih konusunda yanılmıyorsam 14 Eylül 1980 de maç Çeşme’de oynanacaktır. Tüm hazırlıklar buna uygun yapılmaktadır.

Tarih itibariyle; Canım yurdum kendi ordusunun yönetiminde bulunan uzaklardakilerin çocukları önderliğinde darbe yapmış, ülke genelinde yapılanların herkes tarafından iyi bilinmesi nedeniyle tekrarlamaya gerek yok, Çeşme cephesinde seçilmiş Belediye Başkanı derhal görevden alınarak gözaltına alınmış, dolayısı ile organize edilmiş olan futbol maçı ikinci bir emre kadar iptal edilmiş, ancak Sakız Adasından da kafile Çeşme’ye gelmiş bulunmaktadır. Futbolcular ve resmi kafile Ertan Otel’e yerleşmiş, ancak seyirci olarak kafilede bulunanlar da mezkûr otel dışında bir yerde kalmak için arayış içindeler, bu amaçla dolaşılırken Yunancayı oldukça iyi konuştuğu bilinen dostum Hüsnü Karaman ile kesişiyor yollar, konuşulacak ortak bir dil de olduğuna göre, muhabbet koyulaşıyor kısa sürede…

Hüsnü Karaman; an itibari ile canım yurdumdaki gelişmeleri anlatırken, o anda karşılığını “darbe” yerine “ihtilal” olarak çevirince ya da söyleyince, hemen atılan ve mesleği arkeolog olan misafir “ne ihtilali vre, tam tamına bir darbedir bu” diyor, diğer konuk ressam “evet bizim güzel yurdumuzda aynı şeyi yaşamıştı bir süre önce” deyip, kapitalizmin krizlerinde yaşanan zorlukların tüm faturalarının az gelişmiş ülkelere nasıl kesildiğinin kısa bir özetini yapmıştır. Canım yurdum; daha evvel yaşananların üstüne adeta vites yükselterek yaşanacak dramların henüz başında iken, hatta daha 12 Mart askeri faşist darbesinin üzerinden 10 yıl geçmişken, 12 Mart açık faşizminin ataleti hala yaşanırken üzerine 12 Eylül askeri faşist darbesinin yapılması neticesinde adeta dizlerinin üzerine çökertilmiştir. ABD’nin içimizdeki çocukları; içinden çıkanlar vasıtasıyla içinden çıkılan halka ağır bir terör saldırı ortamını yaratmış, bu sırada her zaman olmasa da barış oluşturmanın en iyi araçlarından biri spor diye tutturulmasına göz yumar mı, zinhar… Peki, turizm onlar için önemli mi, zinhar… Onlar için varsa yoksa “bu kış komünizm gelecek” fikrinin seslendirilmesine aracılık edenlerin okyanus ötesi ağababalarının emperyal düşünceleri ve beklentilerinin karşılanması…

Darbe konusunda tecrübe sahibi Sakızlı misafirler, ertesi sabah kalkıp kahvaltı sonrası futbol maçına gidecekleri biçimiyle programlanmış seyahatin, 12 Eylül darbesi ile altüst oluşu üzerine, Çeşme, Alaçatı ve Urla’yı hızlı bir şekilde gezelim planı üstüne, sabah erkenden kalkıp kiralanan araba ile yollara düşerler. Bir önceki gece, kendilerine bu seyahatten söz edilmediği için gönüllü rehberlik etmeyi içinden geçirmiş Hüsnü Karaman, erkenden pansiyona gitmeyip misafirlerin daha uzun ve iyi dinlenmelerini temin etmeyi de düşünmüştü. Ancak; artık yeteri kadar dinlenmişler düşüncesi ile misafirlerin kaldığı pansiyona gidince, çok hızlı bir tur için ayrıldıklarını öğrenir ve darbenin ardından neler yaşanabileceğini iyi tahmin ettiğinden de hemen o da arkalarından arkadaşı Yalçın Günen’in otomobili ile yola düşerler ve onlarla Urla’da karşılaşırlar ve herkes iyi ve her şey yolundadır. Artık Çeşme’ye doğru dönüş başlamış ve bir taraftan zamanın ilerlemesi diğer taraftan yoğun bir program izlenmesi nedeniyle, susanmış ve acıkılmıştır da… Bugün de o gün de Uzunkuyu ovasına hakim ve harika bir manzarası olan, insana huzur veren tepekahve’deki kahvehaneden bozma lokantada mola verilir ve yenilecek şeyler sipariş edilir, yemekler yenilir, çaylar içilir ve muhabbette koyulaşır, hesap ödenir ve kalkılır. Yemek ve edilen koyu sohbet üstüne çöken rehavet ile birlikte artık dönme zamanı geldiğinden yola düşülmüş ancak tarafların hepsi “mübadil” olduğundan ortak geçmiş ve yaşananlar üstüne yeni yeni sohbetler açılmaktadır. Doğrusu mübadil olmanın acılarının birkaç kuşak atlaması ile kolay kolay geçmeyeceği aşikâr olup, muhtemelen birkaç kuşak daha canlı kalacaktır ya da unutulamayacaktır yaşananlar, görünen o. Doğaldır ki; yaklaşık 1.500.000 Ortodoks’un Anadolu’dan Yunanistan’a, yaklaşık 750.000 Müslüman’ın Yunanistan’dan Anadolu’ya göçü dönemin ulaştırma olanakları taraf ülkelerin konuyla ilgili güç ve kapasiteleri ile teknolojik seviyeleri göz önüne alındığında bu nüfus değişiminin sıkıntılı, sancılı ve acılı olması kaçınılmaz olup bunlarında sohbet konusu olması daha uzun yıllar sürer gibi duruyor.

Dönüş yolunda, Çeşme’ye yaklaşmış iken dönemin önemine binaen askerler tarafından aralıksız yol kontrolleri yapılmaktadır, tam Germiyen köyü yol sapağına gelinince asker Yunanlı misafirleri ve onlara gönüllü rehberlik yapan Çeşme’lileri durduruyor ve çile başlıyor. Darbecibaşı’na benzemeye çalışan onbinlerce asker bulunuyor olması, bu kontrollerde sürekli sıkıntılı anlar yaşanmasına neden olduğu dönemi yaşayan herkesin malumudur, etraf küçük küçük binlerce Kenan Evren kopyası ile doludur ve onlara göre herkes suçludur. Yunanlı misafirler, Çeşme’de yapılacak dostluk maçı için gelmiş olduklarından genel vize kapsamında gelmemişler ve seyahat hakları da sınırsız değildir, Çeşme dışına çıkmış olmaları ciddi bir fırça yemelerine neden olmuştur. Israrla turist olduklarını, maç için geldiklerini maçın iptal olması nedeniyle Urla’ya atalarının geçmişte yaşadıkları toprakları görmek için geldiklerini anlatıyorlar ama askeri timin başındaki küçük Kenan Evren, kısık gözlerle kızgınlık enerjisini karşısındakilerin gözlerinden taa beyinlerinin derinliklerine kadar işleyen bakışlar atarak bu insanları sindirmeye çalışırken, adamcağızlar da “do you speak english” diye tekrarlayarak iletişim yolu aramaktaydılar ama karşısındakinin böyle bir derdi hatta niyeti yoktu… Ama küçük Kenan kükrüyordu; “Bir çarparım görürsünüz do you speak’i”…

Nihayetinde Çeşme’de karakol’a gidilir, yaşananların yarattığı utancın da sıkıntısını yaşayan Hüsnü Karaman’ın gayet olumlu girişimleri ve anlatımları ile anlayışlı komutanında iyi niyetle yaklaşımı nedeniyle konu tatlıya bağlanır ve maç için gelip maç yerine gezi ile iktifa edenler faşist cuntanın estirdiği rüzgârın etkisinden kurtulur ve ülkelerine dönerler…

Cuma, Aralık 13, 2013

KANDIRALI (AKARCA) DERESİ


Kandıralı deresi; şimdiki İzmir-Çeşme otoyolunun Çeşme çıkışından Marina’ya ulaşan yolun refüjünde yer alan ıslahı tamamlanmış, adı için başvurduğum büyüklerimizin bile adını söylemekte-hatırlamakta ittifak edemedikleri, kimisinin Kandıralı, kimisinin Akarca, kimisinin Kuşyeri ve kimisinin de Karadağ deresi olarak hatırladıkları, son tahlilde iklim değişiklerine dayanan gerekçelerden ötürü artık eskisi kadar su taşıyamayan adeta önceki taşımışlıkların yorgunluğu nedeniyle su taşıma işinden kaytarmıştır. Bilindiği üzere Çeşme Limanından otoyol girişine doğru gidilir iken, kısa Çeşme vadisi birden arkası Ovacık köyüne dek uzanan tepe ile 2 ye bölünmekte ve sol bölümde uzayan bölümüne Akarca, sağ tarafa uzanan bölümü ise Kuşyeri adı verilmekte ve bilahare de meşhur Çeşme kavunlarının da yetiştiği Ovacık ovasına ulaşılmaktadır. Mezkûr derenin en önemli su gelirini oluşturan Akarca mevkii olup buradan gelen dere tarla aralarından gelen ama sadece kış ve bahar ayları su veren dereciklerle beslenerek, kuşyeri tarafından gelen hatta askeri amaçlarla yapıldığı söylenen bir Çeşmesi olan Kandıralı Çeşmesi adıyla maruf çeşmenin de oluşturduğu dere ile birleşir ve artık adı “Kandıralı deresidir” ve oradan daha güçlü bir şekilde, yine şimdiki Otogar’ın oradaki dere, sonrada artık imar uygulamasına kurban edilerek kapatılan bahçelerarasından gelen diğer dereyi de gelirine ekleyerek denize ulaşmaktadır. Artık kolayca anlaşılacağı üzere gerek yağışların azalması, gerekse de Çeşme’nin su ihtiyacını karşılamak adına açılan derin su kuyuları nedeniyle su seviyesi çok derinlere inmiş olmasından ötürü dere artık çok yorgundur ve suyu taşımaktan vazgeçmiştir. Eskiden yaz kış demeden su akışı olan bu dere, denize yaklaştığı yerde yani şimdilerde yerinde yeller esen kemerli taş köprüye gelmeden önceki bölümünde, çalı türünden boyları birkaç mt ye kadar yükselen pembe ve mavi çiçekler açan hayıt ile kayıtkargı da denilen boyları 3-5 mt ye kadar varan kargılar arasında yer alırdı. Yaz ayları, şu anda sepet örmekten gayrı faaliyetlerinin ne olduğunu pek hatırlayamadığım göçerler gelirdi Çeşme’ye ve babama ait Karadağ eteklerinde bulunan bir taşlık tarlada konaklarlardı, derenin bizim tarlamıza bitişik yerlerindeki, gerek hayıt gerekse de kargıları kesen ya da kestiren babam, bu hayıt ve kargıları mezkûr göçerlere verir, bahçede yetiştirdiği sebzeleri müstahsil haline taşımakta kullandığı büyük sepet adı verilen köfün ve sepetlerin imalatını, üretilenin yarısı göçerlere kalmak kaydıyla yaptırırdı. İmalatı tamamlanan köfün ve sepetler, üstüne büyük bir itinayla, yağlı boya ile YC yazılır, tüm yaz boyunca kullanılırdı.

 
Derenin denize karıştığı yerde, derenin taşıdığı organizmalar ve orada oluşan planktonlarla beslenen, bol miktarda kefal balığı bulunurdu, kargı ve misina kullanılarak yapılan ve oltaya yakın yerde oltanın yüzeyde kalmasını sağlayan mantar ile takviyeli “kargılı” dediğimiz oltalarla, balık yakalardık. Derenin denize açıldığı yerde, derenin 2 tarafındaki muhtemelen yıkılan binaların kalıntıları olan taşlar üzerinde durarak, yine aynı düzenekle yakaladığımız “isparozlar” hala aklımdadır. Diğer taraftan, derenin ortasından geçtiği küçük verimli Çeşme ovasındaki tarlalarda bulunan “dolap kuyuları” (hazneleri büyük olan keson kuyular) sulama amaçlı olmasına rağmen, derenin taşıdığı su ile deniz suyunun karıştığı yerde bulunan kefal balığı yavrularının yakalanarak balık yetiştirilmesine yönelik kullanılmakta ve bunlardan en önemlisi hatırlayabildiğim kadarıyla, amcam Murat Çilek’e ait olup, bu yavru balıklar kısa sürede derya kuzusu haline dönüşerek masalar süslemekte idi.

Burada yapılan oyuncak yelkenli tekne yarışlarını da büyük bir özlemle anmak zorundayız derenin önemine tebarüz açısından, yelkenli teneke oyuncak kayıklarımız, teneke kıvrım yerleri, genellikle geçen büyük gemilerden artık olarak atılan, düşen ve deniz kenarlarından zar zor bulunup toplanan ziftler ile izole edilir, teneke dediğiniz de peynir ya da gaz tenekesi olup tekneler bu tenekelerden yapılırdı, hele bu teknelere yelken de yapılmaz mı idi, o güzelliklerin her biri sanki mimari birer değer gibi idiler. Teneke bulmanın hiç te kolay olmadığı bir dönemden bahsettiğim hiç unutulmamalı çünkü 3 bakkalla dönen bir tüketim yelpazesi ve Ilıca’da bir adet akaryakıt istasyonunu söz konusudur. Tenekeler büyük bir özenle kesilip, kıvrılır, zift ısıtıp su izolasyonu yapılır, yelkenler yerleştirilecek hatta önlerine isim yazılacak kadar ciddiye alınan işlerdi bunlar ve mahallenin çocukları arasında en önemli rekabet konusu tenekeden tekne üretmek idi, dönem itibariyle… Bu teknelerin mucitlerinin bir bölümü bilahare o yokluk sürecinde bezden balıkçı tekneleri üretimine terfi etmişlerdi, bilenler bilir…

Eski devirlerde derenin üzerinden karşıya geçip ulaşımı temin etmek üzere inşa edilmiş “kemerli taş köprü”, ne yazık ki otoyolun limana bağlanan bağlantı yolu nedeniyle dönemin Belediye yönetimince yıkılmasına göz yumulması olabilecek kötülüklerin başında gelebilecek durumdadır. Çocukluğumda taşıt trafiğine bile hizmet vermiş bu köprünün yıkılması ya da yıkılmasına göz yumulması, şüphesiz kötü niyetle açıklanacak bir durum olmamakla birlikte, bir gaflet anıdır herhalde. Mezkûr köprü, 1. derece deprem bölgesi olan Çeşme’de bulunmasına ve öğrenebildiğim kadarı ile de karşıya geçişte tek köprü olmasına rağmen, 1980 li yılların sonuna kadar doğaya direnmiş ama ne yazık ki insanın insafsızlığına ve vefasızlığına direnememiştir.  Kaplaması Arnavut taş kaplama olan köprü, Çeşme’nin geçmişi ile oluşturulacak en önemli bağlardan biri olarak, paha biçilmez kültürel kimliğimizin ve medeniyetimizin yansıması olarak değerlendirilmesi gerekirken, ne yazık ki tarihin çöplüğüne gönderilmiştir, hem de tarihimiz, kültürümüz üstüne methiyeler düzenler, Bosna’daki Mostar köprüsüne ağlayan ama bu köprünün yıkılmasına alkış tutanlar tarafından, şüphesiz Mostar köprüsü ile kıyaslanamayacak önem ve büyüklüğe haiz olmakla birlikte, Çeşme’mizde başka bir örneği olmaması hasebiyle önemi yadırganamayacak durumdadır ve bu durum hayrete şayan bir tenakuzdur…

Kemerli taş köprü; varlığını sürdürürken hayatın hızlanan akışına cevap verememesi nedeniyle deniz tarafına, önce ahşap bilahare de çelik ve beton karışımı kompozit bir köprü yapılmış ve bu 2 köprüden de bugün artık eser kalmamıştır, bu köprülerin bir tarafında; halen varlığını sürdüren bir çam ağacı ve yeri değiştirilen ehven eller tarafından yapılmaması nedeniyle de aynısı olmasa bile yine de bir benzeri, yer değiştirilerek yeniden yapılan “çeşme” olup bunun da bir kazanç olduğu kabul edilmelidir.

Çeşme için bir fikrim var kapsamında olur olmaz fikirlerin taklası neticesinde cazibesi ancak kendinden menkul 3-5 proje önerenlerin aklına bu dere ve üzerindeki kemerli taş köprünün ihya edilmesinin gelmemiş olması da bir kayıp hatta ayıptır…

Cuma, Aralık 06, 2013

KAHROLSUN KOMÜNİZM DİYE DİYE KÜÇÜK AMERİKA’YA DÖNÜŞME RÜYASI


Amerika; Marshall yardımı kapsamında özellikle ilkokullarda dağıtılmak üzere, Canım Yurduma “halis muhlis” süttozlarını sevk etmiştir ki necip Türk Milletinin necip evlatları bu dünya nimetinden mahrum kalmasınlar… 1960’lı yıllarda da devam eden; ilkokullarda sabah saatlerindeki genellikle de 2. teneffüslerde, canım Yurduma Amerikan yardımı olarak sevk edilen süttozu, büyük kazanlarda kaynatılan suyun içerisine konulup karıştırılarak süt elde edilirdi, hatta bazen de tüm bu karıştırmalara rağmen dağıtıldığı sırada bardaklarımızın dibine çökerdi, bedava olarak öğrencilere dağıtılmıştır. Ancak şimdi bu konuyu anımsarken bile, yüzümün burulduğunu hissettiğim bu süte benzeyen gıda, çok ağır bir kokuya sahip olması hasebiyle de pek sevilmeden hatta “beslenme saati zorunluluğu” nedeniyle, içmemek adına her öğrencinin çeşitli bahaneler bulmasına rağmen, mecbur olması yüzünden nefret edilerek içilirdi. Bana hiç denk gelmemesine rağmen bazı öğrencilerin tüketim fazlası gibi duran süttozlarını evlerine götürdüklerini hatta bu sütten yoğurt bile yaptıklarını duyardık… Şimdilerde ise; Çok Şükür ki, sütler bozuk mu idi?, bayat mı idi?, çocuklar zehirlendi mi?, yoksa bu çocuklar “besin intoleransı” nedeniyle alerji mi olmuşlardı? diye tefrik etmeksizin durum, o günkü Amerikalıların yerli ortakları eliyle millileştirilmiş ve kefere oyunudur bahanesine de yer kalmamıştır.

Okullarda çocukları süttozları ile beslenen necip Türk milletinin; sabah kahvaltılarında yine ABD ekonomik yardım paketinden çıkan “eritme peynirler” ile karın doyurmaları uzun vadede canım Yurdumun ekonomisine ve bilahare de siyasetine sirayet eden bir düşüncesizlik kaynağı olmuştur. Yuvarlak teneke kutular içerisinde evlerine ulaşan, tadı hiçte alışık olmadığı bir tat olan, bu turuncu renkli peynirler, “bedava sirke baldan tatlıdır” şiarı ile beyinlere nakşedilince de, artık elin “conisi” pek te bir sevimli gelmeye başlamıştı.

Çocuklar okullarda bu tadı rezil süttozunundan üretilen sütü içmemek için çeşitli numaralar çevirirken ebeveynler evlerde şenlik yapıyorlardı, ne de olsa bedava süt, bedava peynir, bedava balıkyağı idi söz konusu olan… Bunların ambalajlarının hepsinin üstünde, birinde Türkiye bayrağı, diğerinde Amerika bayrağı bulunan tokalaşan 2 el bulunurdu, daha ne olacaktı, akşam yenilen hurmaların ertesi gün ilgili organları tırmalaması dışında…

Okul hayatı ve mutfak çalışmaları için bu kadar kolaylık yaratmış olan muktedirler, “bedava sirke baldan tatlıdır” şiarını edinmişlerin sevindirik olmaları üzerine, bunların okullarına da Amerikan dilini öğretmek üzere kendilerine “Barış gönüllüleri” denen bir eğitim ve öğretim ordusu ihdas edilmesi, yağlı yemek üstüne bol şıralı tatlı gibi olacaktı. Ne gam ne tasa, o gün bunların CIA ajanı olduklarını iddia edenlerin mapuslarda çürütülmüş olması küçük bir topluluk dışında kimsenin görmediği bir olay olmuş, belgelerin gizlilik süreleri dolup ta ortalığa saçılması ile de her şey herkes tarafından öğrenilmiştir ama o gün alkış tutanlar dut yemiş bülbül numarasına yatıyorlardı artık…

Sabah kahvaltı da ABD peyniri, okulda ABD süttozundan süt, okullarında “barış gönüllüsü” öğretmenler olurda, okul dışı insanların eğitimsiz bırakılması mümkün olur mu, asla, kütüphane de her akşam kısa metrajlı ABD yapımı ve ABD tarımını ve hayvancılığını dolayısıyla da özendirmek adına Amerikan sosyal hayatını öven filmler gösterilmelidir. Büyük hayranlıklarla izlediğimiz bu filmler sayesinde, çalışkan ABD köylüsünün ne yaman ve işbilen olduğunu görür, hayatında yüzlerce ineği bir arada ve büyük damlarda fenni şartlarda görmemiş, uçsuz bucaksız tarlalarda yetişen muhteşem buğdayların hasatı insanımıza izletilir ve hayranlığımızın kalıcı olması temin edilmeye çalışılırdı ve ne yazık ki bu komedi 1970 li yılların ortasına kadar da sürmüştü. Artık utançlarından mı yoksa ihtiyaç kalmamasından mı bilinmez daha fazla sürdürülmemiştir.

Dönemin yandaş ve candaş gazeteleri de, özgürlüğün ve demokrasinin beşiği ülke betimlemeleri ile Amerikan güzellemelerini durmaksızın beyin yıkama ritüelleri olarak yaparlardı, bugünkülerin öncülleri olarak… Hani konu sanki Menderes ve yönettiği Demokrat Partinin sorunuymuşçasına, 27 Mayısçılar tarafından da tam hız ve gazla sürdürülen bu politikaların, bazı sol adına konuştuğunu söyleyenler tarafından gösterilmemeye çalışılması da tam bir halüsinasyon yaratma çabası gibi duruyor açıkçası… Diğer taraftan, Amerikan yardımları alınırken “Amerika’ya karşı çıkmak komünistliktir” diyen komutan geleneğinden gelen dönemin muktedirleri, Amerika’nın kendilerinden artık hizmet almayacağı beyanına müteakip hiç öyle olmamasına rağmen yandaşları tarafından bize “Amerika’ya karşı geldiler diye başlarına gelmedik kalmadı” diye sunulmaları da, olsa olsa kara mizahtır…

Bilindiği üzere tüm bu trajikomik yaşananlar ve başımıza gelenler, II. Paylaşım (Dünya) Savaşı sonrasında, 1948 te yürürlüğe konan yeşil kuşak projesi kapsamında yaşanır ve başta Türkiye ve Yunanistan’ın bulunduğu 16 ülkenin gizli işgalini hedefleyen ABD’nin dönem itibariyle dışişleri bakanı George Marshall’ın adını taşıyan “Marshall ekonomik kalkınma yardımı” adı altında yürütülen bir operasyonun parçalarıdır. 16 Ülke arasında Marshall yardım planına kendi isteğiyle katılan, hatta bir hayli fazla kapı eşiği aşındırarak dâhil olmanın başarıldığı dersek ayıp ve yanlış yapmayız ve ABD’nin yeni sömürgecilik prensipleriyle teçhiz ettiği işte bu paket canım Yurdumun artık bir daha asla ve kata kurtulamayacağı bir bağımlılığın başlangıç noktasıdır. Başlarda ABD emperyalizminin “baş düşman” ilan ettiği Sovyetler Birliğine karşı mezkûr bölgede askeri bir üs yaratma çalışması gibi görünse de, bilahare ve özellikle de 1950 den sonra iktidar direksiyonuna geçen Celal Bayar ve Adnan Menderes hükümetleri tarafından hazırlanan ortam sayesinde, başta Petrol ve madenler olmak üzere iğneden ipliğe bir ekonomik ketenpereye ve zapturapta dönüşmüştür. Ancak muktedirlere dönemin aklıselim insanları ve devrimcileri tarafından, sonucun hüsran olacağına yönelik dikkat çekici karşı duruşlar, aydınlatma çalışmaları, bugün de izleri şekil değiştirerek sürdürülen “komünist uydurmaları” kara propagandası üzerinden büyük tenkil ve tedip hareketleri ile bastırılmaya çalışılmıştır. Ancak artık iş işten geçmiş, halkın üretim ve tüketim alışkanlıkları değişmiş ve yaratılan işbirlikçi siyaset erbabı vasıtasıyla da canım yurdum dizlerinin üstüne çökertilmiştir.

Diğer taraftan; mezkûr dönemde dağıtılan bu sütlerin, peynirlerin tüketilmesi halinde da insanların şakayla karışık boylarının kısa kalacağı iddia edilmiş idi, ancak boylarda bir kısalma gözlenmemiştir ama beyin diye taşıdığımız organa çok ciddi şekilde dikkat kesilmeliyiz. Çocukluğumda hemen hemen ilk baskılarından okuduğum, Fakir Baykurt’un “Amerikan sargısı” diye bir kitabı vardır; mezkûr Amerikan yardımlarının kendini, süttozu, peynir, balıkyağlarıyla gösterdiği yıllarda, canım Yurdumun, damızlık hayvanları ve tohumları ile karakterinin tamamen değiştirilme çabasındaki tarımının ve yukarıda kısaca değindiğim yardımlar ile de siyasi ve kültürel yapısının Amerikalılaştırılmaya çalışılmasını hicveder burada yazar… Ve bu ahlaksız teklif ve yaklaşımlara direnilemeyen canım yurdumda, siyasi ve ekonomik yatırımların uzun yıllar sonra sonuçları şimdi gözümüzün önündedir, Amerikanperverlere hayırlı uğurlu olsun…

Son söz; kahrolsun komünizm diye diye ABD ye öykün, küçük Amerika olacağız de, sonra da git Türkmenistan’a benze, tam bizim meşrebe uygun bir durum.

Pazar, Aralık 01, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK - 3


16 Ağustos 2011 tarihli gazetelerde yer alan flaş bir haberle konu kamuoyuna malolmuştu; Türkmenistan da Fettullah Gülen Cemaati’nin bu ülkedeki okullarını kapattı.” Sonra konu diğer ülkeleri de kapsayan bir kapatmalar serüvenine dönüşmüş idi…

Haberlerin detaylarına bakınca, “Türkmenistan Devleti, Cemaatin Türkmenistan’da yarattığı dini ortam ve türbülans ile cemaat mensuplarının ABD adına gizli emeller besleme iddiaları ve bunların daha da artacağına yönelik duyduğu kaygılar yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten cemaate ait tüm Türk Okulları diye bilinen okulların faaliyetlerini sonlandırma kararı” aldığını görmekteyiz. Haber Ajans’larının haberlerine göre, söz konusu Türk okullarının öğretim ve eğitim faaliyetleri yanında ülkede mezkûr okullardan mezun olan ve yetişmiş öğrencileri kilit mevkilerdeki görevlere atamak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı hatta bu uğurda büyük rüşvetlerin bile verildiği anlaşılmaktadır. Hülasa Türkmenistan Devletinin açıklamasının Türkçe ve direk meali; bu okullarda ABD için casus olarak çalışacak elemanlar yetiştirildiği ve bu elemanlar vasıtasıyla devletin idari yapısına sızılarak müesses nizamın bu yönde tesisi ve yerleştirilen bu kabil kişiler vasıtası ile de seviyesi yükseltilmeye çalışılan kapitalizmin üzerinden emperyal amaçlara uygun ortam oluşturulmasına karşı çıkıyoruz, diye anlaşılabilir…

O günleri dün gibi hatırlıyoruz; okulların kapatılmasına şiddetle karşı çıkanların, başta da Gülenperverlerin iddiası; “Casus yetiştirme ile ne ilgisi var, ABD Emperyalizmine hizmet te nereden çıkarılıyor, külliyen palavra ve kara propagandadır” değerlendirilmesi ile “aslında tam tersine bunlar Rus emperyalizmine hizmet edenlerin faaliyetidir, ABD ile Türkiye’nin 80 yıldır birlikte hareket etmelerinden ötürü böyle değerlendirme yapılamayacağı ama bu kabil değerlendirmeler Türkiye düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek isteyenlerin faaliyetidir” biçimiyle şekillenirken, alınan karara “Asya enerji kaynaklarının ve yollarının tam kontrol altına alınması girişimi olan ABD emperyalizmine bir karşı duruş, kış uykusundan uyanarak doğru işi Türkmenistan yaparken, Türkiye bu cemaate teslim oluyor, zaten bunlar ABD’ye casus temin ediyorlar” yorumuyla, AKP ve Gülen Cemaatı muhalifleri destek veriyorlardı…

Bilindiği üzere; Fettullah Gülen tarafından gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde, 120 ye yakın ülkede 500 lise ve benzeri okul, 6 üniversite, yüzlerce dil eğitim ve öğretim merkezi açılmış ve yaklaşık 100.000 civarında öğrenci tedris edilmiştir. Yapıldığı; kulaklara fısıldanan bir çalışma neticesinde, mezkûr okullarda ABD vatandaşı olan birkaç bin eğitmen ve öğretmen bulunduğu söylenmekte, ayrıca diğer taraftan özellikle Orta Asya cumhuriyetlerinde Hükümetlere yönelik anormal girişimlere bu kadrolardan devşirilenlerin, her ne kadar sürekli tekzip edilse bile, hep karışmış olmasından hep dem vurulur…

Yaklaşık 3 yıl öne Türkmenistan tarafından gerçekleştirilen operasyonun bir benzeri “Türkmenistan’a benzemek” adına şimdi canım yurdumda sahne almaktadır, üstelik ufak tefek tenakuzların dışında son derece uyumlu götürülen AKP- Gülen Cemaati koalisyonunda taşları yerinden oynatırcasına ses çıkartacak bir şekilde…

Bilindiği üzere; AKP Hükümet’i tarafından alınan bir kararla “Dershanelerin” kapatılmasının gündemde olduğu kamuoyuna açıklanmıştır, gerçi ve her ne kadar çalışmanın belli bir grubu hedef almadığı, kapatılma çalışmalarının 10 yıldan beri gündemde olduğu açıklamaları yapılsa bile, hedefe yerleştirilen kurum ve kişilerin “kardeş” olduğu defaatle açıklansa dahi konunun can yakıcı boyutta olduğu ve aslında dershaneler üstünden yürütülen kavganın nelere türban olduğu da pek anlaşılamamaktadır gibi. Konu ile ilgili derin analizler yapmak değil meramımız, sadece yüzümüzün batı yerine doğuya çevrilerek nelerin, nerelerden örnek alındığının altını çizmek olacaktır…

Hani birde bunu diğer alanlarda yaptıklarının devamı olan dönüşüm olarak açıklamıyorlar mı, ahaa orada Allah canımızı alsın daha iyi. Adama sorarlar; siz YGS ve KPSS sınavlarının sorularını bugün karşı durduğunuzu beyan ettiğiniz cemaatin dershaneleri üzerinden dağıtılması iddialarını “soruşturma açtık, soruşturuyoruz, suçluları cezalandıracağız” teraneleri ile aklayacaksınız, sonra da her şeyi dönüştürerek düzelteceğiz iddiasını ortaya atacaksınız, kayıkçı kavganızı bize allayıp pullayacaksınız, hadi ordan… Öğretim hayatını içinden çıkılmaz problemlere gark ederek 4+4+4 uydurmacısını ve abukluğunu yaratıp başımıza musallat edenlerin dershanelerin kapatılarak eğitimi ve öğretimi düzelteceğiz demesine inanmıyorum, inanalar olursa da, onlara da Allah Selamet versin… Bende lise hayatımı, bu dershanelerin yaygın sahipliğini yürüten ekibin öncülleri tarafından (kestehane pazarı öğrenci yetiştirme derneği destekli)  kurulan bir okulda hem de yatılı olarak geçirmeme rağmen, uzun yıllar önceki versiyonu olması hasebiyle bugünkü kadar rol almamış olmalarından da olabilir, sinsiliğin ve ince detay çalışmaların etkisinde kalmadan ama onların ne olduğunu iyi bilerek geçirmiş idik yıllarımızı. Şimdi bakıyorum ve anlıyorum ki, dershaneleri kaldırma niyetini beyan etmişlerin de, dershanelere sahip çıktığını haykıranlarında özellikle ve tahammüden yanlış yaptıklarını düşünmekteyim…

Peki; gerçekten dershaneler üstünden yürütülen bir savaş mıdır söz konusu olan, yoksa çok önceleri seslendirilen ve “süpürmeyin” çıkışıyla ertelenen ABD’nin Gülen cemaati üstünden AKP ile oluşturduğu koalisyonu şimdi sona mı eriyor? Gerçekte canım Yurdumun siyasetine; Sarıgül’ün liderliğini yaptığı TDH (Türkiye değişim hareketi) ile CHP koalisyonu üstünden yeni şekil verme çalışmaları mı var kavganın arkasında? Yani bu güne kadar yani yaklaşık 50 yıldır devletin verdiği eğitimin dershaneler açarak baltalanması konusundan hiçbir rahatsızlık duymadan dershaneleri kuran zihniyetin birden öğretimin irtifa kaybetmesinin nedeni tayini herhalde kayıkçı kavgası olsa gerek… Acaba bugünlerde ABD ye gitmekte olan bir muhalefet partisi lideri üstünden canım Yurduma yeni bir çeki düzen verme çalışmalarının yapılmasını engellemeye yönelik bir baskı aracımıdır, bu dershane kapatma işi… Utanmadan; adının önünde “milli” sözcüğü bulunan 2 bakanlıktan birinin son 50 yıldır içini boşaltan bir ırkın afadı olacaksın, bidayette devletin dayattığına karşı çıktığın beyanıyla okullar gebersin dershaneler ve özel okullar gönensin, kapitalizmin ve emperyalizmin sömürü çarklarına karşı duymayacak bir nesil için çalışacaksın, sonra gak guk…

Daha 3 yıl bile dolmamış olmasına rağmen; dün Türkmenistan’da Fettullah Gülen cemaatine bağlı okulları kapatırken burada alkış tutanlar şimdi bakıyorum AKP Hükümetince aynı cemaate bağlı dershanelerin kapatılmasına ateş püskürüyorlar, anlamak mümkün değil vallahi… Ama sonuç itibariyle, onların 3 yıl önce yaptığını buradaki takipçileri nihayet ve eksik biçimiyle yerine getirmektedir…

Son söz acaba; dünyayı değerlendirmede de olduğu üzere dershane kapatma konusunda da “dost-düşman” tefrikinde yanlış kılavuzlar mı takip edilmektedir, konu üstüne ister konunun uzmanı ister hiç bilmeyeni olsun mutlaka ve mutlaka tefekkür etmelidir?