Cumartesi, Kasım 23, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–2


Sınırlar arasında program kuşağı kapsamında “Türkmenistan’ın altın asrı” adı ile bir program yaparak yağdanlık oluşturan bir ünlü gazetecimiz var, Banu Avar; bir sürü ihtiyaç malzeme ve servisi sayıyor ve bunların hepsinin bedava olduğu bir ülke var mı diye soruyor ve hemen cevaplıyor “evet var”, işte sizi böyle bir ülkeye götürüyorum diye söze başladığı programın bir yerinde, 1993 te ekmek bulamayan Türkmenistan 2008 de buğday ihraç ediyor demesin mi, bu arkadaşımıza göre sanki Türkmenler önceleri buğday üretmiyorlar ve ekmek yemiyorlardı, bu ne saflık allahaşkına, koskoca Karakum Çölüne göl yapılıyor diyor, tabii Stalin döneminde gerçekleştirilen, bu göllere su taşıyan, Özbekistan sınırındaki Amuderya nehrinden alınan bir kol ile oluşturulan yaklaşık 700 km lik yapay nehri ya da kanalı es geçiyor, tabii ki bilerek, maksat yağ olsun, Rusya bunların doğalgazını eskiden gasp ediyordu deniliyor ya da ona getirilmeye çalışılıyor ama şimdi bağımsızlar yine oraya satıyorlar acep neden diye soran yok, 600 sene devletimiz olmadı biz uyuduk, uyutulduk, sömürüldük diyor bir yetkili ve Banucum atlıyor üstüne hemen,  Sovyetler olmasaymış Afganistan’dan farklı olacakmış sanki de, ama ne gam yağa devam, ne diyor diktatörü takdiminde; şair, yazar, edebiyatçı, mühendis Türkmenbaşı, Sovyetlerin dağıldığında en yoksullarından ve yokluklar ülkesiydi diyerek diktatörün bu gelişmeler sayesinde siyasi totaliretisini olumluyor, hele Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına benzetmiyor mu, bunları bu haliyle yayınlayarak TRT de niye iyi bir kadroda programcı olduğunun adeta izahatını veriyor, bir yerde bazı insanlarla röportaj yapıyor özellikle emeklileri kastederek “onlar emekli maaşları ile rahat geçiniyorlar” demedi mi geberdim kahrımdan, batılıların politik haklar ve özgürlükler konusunda “kötülerin en kötüsü” diye nitelendirilen bir ülke olmuş olması Banu kardeşimizi hiç rahatsız etmiyor tabii ki.. Çileli bir yaşamdan derlenmiş diye nitelendirdiği “Ruhname” adlı, Türkmenbaşı’nın yazdığı kitap için güzellemeler yazan Banu Avar, Türkmenistan’ı öyle bir anlatıyor ki, bilmeyenler için sanki bir cennet, bir özgürlükler ülkesi…

Oysa dün büyük hayranlık beslediğini bildiğimiz Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer “Türkmenistan’a gitmem çünkü orası bir diktatörlüktür” dediğinde bu sözü de önemsediğini tebarüz ettiriyordu bulunduğu kanallardan…

Banu Avar en azından bu yaptığı program ile yanlış işaret fişeği olma görevini yerine getirmiş gibi görünüyor… Haydi, şimdi bizde oraları iyi bilenlerden biri olarak bakalım, nasıl bir ülkenin bize sunulduğunu ya da sunulanın doğru olup olmadığını anlamaya çalışalım…

Gurbanguly Berdymuhammedov; internete de düşmüş bir toplantıda, Türkiye’den gelen inşaat firmaları üstünden canım yurduma ciddi ciddi salvolar sallamakta iken, birden arkasındaki bakanlara dönerek, “burada aranızdan birileri sigara içmiş, kim olduğunu bulacağım, duydunuz mu beni” deyip elindeki sopayı büyük bir hınçla sallıyor ama tüm en önemli zevat yani koca koca bakanlar, deyim yerindeyse süt dökmüş kedi gibiler… İşte mezkûr gazetecinin bize allayıp pulladığı ülkenin Başkanının tavrı ve bakanlarının süt dökmüş hali, tam bir tek adam tiplemesi… Türkmenistan; çok abuk yasakların uygulandığı ülkedir tüm benzer ülkeler gibi, mesela 35 yaşın altındaki kadınların yalnız yurt dışına çıkmaları yasaktır, bu yasak ancak büyük rüşvetlerle aşılmaktadır ama sorsanız zinhar böyle bir yasak söz konusu değildir. Bakın yazılı olmayan bizzat yaşadığım bir ince yasak olayını ve tepkilerini anlatayım size, ülkeye girmeden önce pasaportumu yeni değiştirmiş ve pasaporta yapıştırılan fotoğrafta top sakalım bulunmaktaydı ancak ülkeye gidince top sakalın yasak olduğunu öğrenmiş ve hemen kesmiş idim, birkaç gün sonra ofise 2 polis geldi ve çalışma ve oturma izinlerim ile ilgili bir çalışma yapacaklardı, pasaporta bakınca sakalımı neden kestiğimi sordular bende yasak olduğunu duyduğumdan ötürü kestiğimi söyleyince, nasıl sinirlendiklerini ve böyle bir yasağın zinhar olmadığını, buranın özgür bir ülke olduğunu bir hayli sinirli ve yüksek sesle söylemiş ve gitmişlerdi.

Yöneticilerin kolayca zenginleştiği gerçekte halkın fakir olduğu Türkmenistan, genç insanların büyük ölçüde ayrılmak istedikleri bir ülkedir ne yazık ki, Rusları pek sevmezler ya da öyle gösterirler ama başları sıkışınca da başvurdukları yegâne ülkedir Rusya… Rivayet odur ki; 2 asker silahları ile birlikte askerden firar ederler, uzun takipler sonunda başkent Aşkabat yakınlarında inşaatı devam eden bir bina içinde bulundukları ihbarı üstüne, bina sarılır ama yaklaşık 1 haftalık çatışma ve bekleme sonunda hala askerler yakalanamaz, bakıyorlar ki olmuyor, Rusya’dan özel bir uçakla özel bir ekip getirtilir, 15 dakika sonra sorun çözülür… Ama bu konu kime sorulursa sorulsun, sus pus…

İşletmelerin genel olarak “kerhane”, silahın genel olarak “.arak” diye adlandırıldığı ülkede (Türkmenistanın kerhanesi ya da Türkmenistan. araklı kuvvetleri gibi),  erkekler 62 kadınlar 56 yaşında emekli olabiliyor, görüldüğü üzere öykünülen kapitalist batı gibi, ortalama ömürler de dikkate alındığında mezarda emeklilik bu ülkede de mukadderat, dolayısıyla mezkur sistem insanları iyi bir işleri olduğu dönemde, emekliliklerini de düşünerek daha iyi birer iş bitirici yapmaktadır. İş bitirici olamayan ama son derece vefakâr ve cefakâr bu güzel Türkmen kardeşlerimizin de sabırlarına olan hayranlığımızı tıpkı bizimkilere olduğu gibi bir kez daha belirtmemde fayda vardır.

Şimdi Banu kardeşimizin “onlar emekli maaşları ile rahat geçiniyorlar” takdiminin doğru olmadığını bilmediğini düşünüyor olmanın bir zul olmasından ötürü itirazımı baştan belirtmeliyim. Çalışanlardan çalıştıkları dönemde, özellikle de yabancı firmaların kadrolarında çalışanlardan %20 lere varan ciddi ciddi emeklilik kesintisi yapılmasına rağmen, emeklilik döneminde alabilecekleri emeklilik maaşı ne yazık ki 70 ABD Dolarını aşamamaktadır, kısacası anlayacağınız altı var üstü yok, öyle kimse işkembe-i kübradan sallamasın… Ve bu ülkede ne yazık ki tablo bu iken başkent Aşkabat’ı “ak şehir” yapacağım diye yola çıkıp, gerekli olup olmadığına bakmaksızın baştanbaşa beyaz mermer kaplı bir şehir yaratıp, gerisinin önemli olmayacağı yorumuyla, ülkenin tüm geliri nerdeyse buralarda harcanmaktadır, ama Banu kardeşimizin kullandığı gözlük ancak bu kadar gösteriyor. Gerçi bu yazının konusunu Banu hanımın program eleştirisi oluşturmayacak, bu ülkenin canım yurdum ile benzeşen yönlerinin tespiti ana fikirdir. Bir önceki yazımda da bahsettiğim üzere, kızlı-erkekli yaşam üstüne iz takip ettiğimiz sarih olup, emeklilik içinde rakamsal farklılıklar olmakla birlikte satınalma güç ve pariteleri açısından durumun çok farklı olmadığı da ortadadır. Tüm dünyada olduğu üzere bu ve benzer gerçeklere rağmen diktatörlerin çılgın proje paranoyalarının kurbanı olmaktadır bu güzelim ülkeler, ama ne gam, ne keder… Zaten şeffaflığın, denetimsizliğin artmasına ters orantılı bir sonuç doğmaktadır, refah ve sosyal-kültürel gelişmeler açısından, yaşamın dinamiği görmek isteyenlere bunu çok açık bir biçimde sunmaktadır. Sonuçta ileri demokrasi ile yönetilen bir ülke der isek herkes meramımızı anlayacaktır, benzerlikler açısından. Bu tür benzerlikleri küçüklü büyüklü anlatmaya devam edeceğim, durmak yok…

 

Cumartesi, Kasım 16, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–1


Geçenlerde gazetelerden birinde okuduğum bir haber vardı ve anlayabildiğim kadarı ile de “Türkmenistan’da kadınlar artık restoranlarda kadın kadına içki içemeyecek” şeklinde idi, sıradan küçük bir haber gibi durmaktaydı. Mezkûr ülkede bir dönem çalışmış biri olarak kesinlikle yadırgamadım, çalışma ve sonraki seyahatlerim süresince sürekli yeni bir şeyler uydurulup toplumun zapt-ı raptının dozajının arttırıldığına tanık oldum. Gerçi, Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) 2003 verilerine göre 1 yıl içerisinde kişi başına tüketilen alkol miktarı İsviçre’de 11 lt, İngiltere’de 12 lt iken Türkmenistan’da 1,2 ve Türkiye’de 1,4 lt gibi ciddi kaygılar uyandırmayacak boyuttadır, ama dert o değil ki, amaç toplumun zapt-ı raptı adına her başlık sonuna kadar kullanılacak ve zorlanacaktır, durmak yok yola devam…

Şimdi birileri çıkar da, ne var bunda son derece masumane bir durum, biz beğenmiyor olsak ta bir ülkede hayat üzerine bir tasarruf oluşturulmuş ve uygulamaya konulmuş, diyebilir… Bilemiyorum, belki öyle belki değil, ama ben canım yurdum ile bazı benzerlikleri, bazı kesişmeleri görünce bir not düşülsün istedim… Acaba Türkiye de Türkmenistanlaşıyor mu? Herkes muasır medeniyet batıdadır diye düşünürken…

Türkmenistan’da da tıpkı bizdeki gibi hayatın doğal akışına uygun olmayan, hayatla uyuşmayan ve sosyal yaşamı gerileten kararların her gün uygulamaya konuluyor olması hiçbir zaman için sürpriz olmaz ve kimse de tepki göstermez, neden böyle oluyor gibisinden… Her türlü yasağın en abuk haliyle bile karşılaşsanız itiraz etmeyeceksiniz ya da şaşırmayacaksınız, örneğin bu ülkede açık alanda sigara içilmesi yasak ama kapalı alanda içilmesi serbesttir. (Çilim çekmek gadagan). “Yaşulu” diye adlandırılan Devlet Başkanının geçtiği yollarda evlerin kaçıncı kat olursa olsun yola bakan pencerelerin geçiş saati öncesi açılması yasaktır vs. vs.

Türkmenistan’ın doğalgazdan sonra en önemli ekonomik faaliyeti inşaat işleridir, çok şükür orada da 2 dönemdir bulunan yürütmenin başı olan muhterem zatlar, her 2 si de inşaat işlerinden çok iyi anlarlar ve bu faaliyetleri tek başlarına üstlenir ve yürütürler, bakanlar ve kurumların başlarında bulunan zevat yürütme açısından bir önem arz etmez, bakanlar kurulu toplantılarında ilgili zatların çocuk gibi azarlanmalarına rağmen, istifa ya da işten ayrılma ya da küsüp ben oynamıyorum deme şansları yoktur, hemen hemen hepsinin sonu işten alınmak/atılmak ve sonunda da kamuda çalışan herkesin yolu medrese-i yusufiye, onların deyişiyle “türme”… Orada da önemli zevat başkalarına yedirilmez ancak kendisi kolayca yer… Bugün Bakan olan yarın bakanlıkta işçi olarak karşınıza çıkabilir rahatlıkla, bu durumu da kimse yadırgamaz. Yaşuli ya da yaşulu diye anılan Devlet Başkanı (President) toplamış tüm Bakanları güncel konular tartışılıyor, koca koca adamlar, hani sürekli karşınıza Bakan diye çıkan zevat var ya, her birinin elinde ajanda toplantı süresince “aman bir kelime atlamayayım” korkusu ya da edası içinde pasa kalem ayakta olmak üzere tıpkı ilkokul çocukları gibi not alırlar, sorulabileceği ve tekrarlanamayacağı korkusu ile kelimesi kelimesine alınır bu notlar… Karayollarının nereden geçmesi gerekiyor, köprü ya da viadük mü yapılacak bir nehre, konut ya da işletme binalarımı yapılacak, fabrikalar mı yapılacak, enerji santralleri mi yapılacak, hastane mi yapılacak, hastaneye hangi tedavi amaçlı makineler alınacak, hangi TV kanalları seyredilecek, nereye akaryakıt istasyonu yapılacak, binaların kaplamaları kaç cm kalınlığında ve nereden getirilecek mermerle ile kaplanacak, nereye havuz yapılacak, nereye fıskiye yapılacak, parklar nerede ve nasıl olacak, havaalanı inşaatı nerede ve nasıl olacak, nereye hangi tür ağaç dikilecek, Türkmen ne yemeli ne içmeli, Türkmen kaç çocuk yapmalı, Türkmen nasıl yaşamalı vb. hepsinin kararı yürütmenin başı “Yaşulu” (President) tarafından kararlaştırılır, sakın yanlış anlaşılmaya, ben bunları eleştiri olsun diye değil, çünkü bu eleştiriye değer bir konu olamaz maazallah eleştiriye ayıp olur, sadece bir durum tespiti adına yazıyorum. Diyelim bir idare ile sözleşme imzaladınız, bu sözleşmenin geçerli olması için “yaşulu” (President) onayı gerekmektedir, aksi takdirde geçerli değildir, peki “Yaşulu” (president) onayı aldınız işe başladınız, sonra birden mermer beğenilmedi, oraya konulan buzdolabı beğenilmedi, binanın önüne konulan bayrak sayısı sözleşmede olmasına rağmen yürütmenin başı tarafından eksik bulundu, bina tüm projeleri onaylı olmasına rağmen beğenilmedi, yandı gülüm keten helva, haydi her şey baştan bedeli mi o nu da siz düşünün… Eeeeeeee tabii ki “Hörmetli President”imiz her konuda bir bilge düzeyinde karar verebilen bilgi donanımına haiz ya, sözleşmeye ne gerek her adımda kendisi görür, değiştir der, kendisi fikir değiştirir haber gönderir vs vs, fetva hazır “gatı gowvu bolmalı”… Bu konularla ilgili olmak üzere birkaç kez daha yazma planım olduğundan şimdilik bunlarla iktifa ediyor, bizde de çok güncel ve sıcak olan bir konu üstünden benzemeye çalışma çabalarımızı sizlerle paylaşmak istiyorum… Benzeme olup olmadığı tespiti ise keyiflerinize kalmıştır şüphesiz, evet çok benziyor ya da hadi ya hiç benzemiyor diyebilirsiniz, darılmam ve üzülmem…

Doğru olup olmadığı kolay teyit edilemeyecek olsa da uluslararası kuruluşlarca yapılan çalışmalar neticesinde, işsizliğinin %60 lar civarında olduğu, “istihdam” sıralamasında ise dünya çapında sondan 2. olduğu anlaşılmakta olup, çalışanların yarısının polis ve asker diğer yarısının da onlara bilgi aktardığı, ciddi yanıltıcı sonuçlar yayınlanmasına rağmen toplam gelirin % 8i tarımsal üretiminden (pamuk-buğday) geri kalanının sadece doğalgaz ve petrol ürünlerinden oluştuğu tevatür edilen mezkûr ülke, özellikle Türkmenbaşı (Saparmurat Niyazov) döneminden sonra, hayatın bu kabil ciddi ve önemli sayılabilecek sıkıntıları dururken, dikkatler yabancıların Türkmenistan kızları ile birliktelikleri konusuna yoğunlaşmış ve adeta sadece ve sadece bu önemliymiş gibi, yürütme taa yukarıdan aşağıya bu işlerle iştigal eder duruma getirilmiştir. Varsa yoksa evlerde kızlı erkekli yaşam var mı yok mu takibi, soruşturulması ve kovuşturulması… Hem de başşehrinin adı Aşkabat olacak hem de bu konuda büyük bir yüksünlük içinde çırpınacaksınız, adama derler, dalga mı geçiyorsunuz diye. Bilindiği üzere Aşkabat; aşk ve abat sözcüklerinden oluşur ki abat şehir anlamında kullanılır yani sonuçta aşk şehridir… Türkmenbaşı (Saparmurat Niyazov) döneminde kendisine sürekli anlatılan ve Türkmenistan kızlarının yabancı erkeklerle olan birlikteliklerinden ya da beraberliklerinden yakınılan konu ile ilgili fetva vermesi istenince, “dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek köpek peşine takılmaz” diyerek konuyu büyük ölçüde hafifletmiş ancak ölümü ile birlikte yerine gelen Gurbanguly BerdyMuhammedov, abuk subuk davranışların gösterilmesine ön ayak olan fetvasını vermiştir, artık herkesin görevi ya bu durumu ihbar etmek, ya yakalamak olmuştur. Konu ekmek parası kazanmaya gelmiş, turist olarak bu ülkeye gitmek neredeyse olanaksızdır kaldı ki turistin ne işi olur burada o da ayrı konu ya, ancak buradaki güzel kızların duygulu ve samimi duruşları karşısında da gerek evlenmek üzere gerekse de birlikte yaşamak üzere karar veren ve görece iyi geliri olan yabancılar olunca, konu ile ilgili kanun uygulayıcılarına da gün doğmuştur artık… Sonuçlar ise, ya büyük ölçüde rüşvetlerle konunun üstü örtülmekte ya da uygulayıcıların kabul edebileceği kadar rüşvet verilmesine rıza gösterilmediği anlarda da, 15 günlük hapis, para cezası ve sınır dışı edilme şeklinde tezahür etmektedir. Yabancıların da ağırlıkla Türkiye’den gidenler olduğu göz önüne alındığında, doğal olarak artık polisin ve ispiyonların gözü bizim topraklardan gidenlere çevrilmektedir.

Türkiye’den gidenlere o kadar kötü muamele ederler ki, bu kötü muameleyi tüm Türkiye polisi başta olmak üzere tüm devlet büyüklerimiz bilir ama kör-sağır numarasına yatarlar, bu konuda konuştuğum, konuyu bilen ve özelliklede mütekabiliyet konusu üstüne tefekkür eden her polis ne yapılması konusunda fikir beyan eder ama siyasi otorite suspustur, sınırdışı etme (deport) işlemi o kadar yaygın ve yoğundur ki, nerdeyse 1.000 yıl önce bu topraklardan ayrılan ataları gibi gruplar halinde göç etmektedirler.

“Dünyanın her yanına kargo taşıyoruz” diye övünen DHL’in bile çalışma izninin iptal edildiği bu ülkeye, öykünerek ne kadar benzedik ya da benzeme niyet ve kararımız var, etrafınıza şöyle bir göz atarak karar verin bakalım.

Pazar, Kasım 10, 2013

GALATASARAY DEĞERLERİ


TV kanallarında kimsenin sayısını bilmediği spor programlarının değerleri sadece kendilerinden menkul yorumcularının neredeyse tamamı, başta da Şansal Büyüka, Ahmet Çakar, Sinan Engin, Rıdvan Dilmen gibi en abukları olmak üzere, Galatasaray’ın teknik direktörünün işine son verilmesi üzerine açtılar ağızlarını yumdular gözlerini, hepsi farklı taraflarından bakarak yorum yaptı iseler de hepsinin birleştiği nokta; “efendim bu hareket Galatasaray değerlerine uygun düşmedi”. Yani bunları tanımayan birileri izliyor olsa, kesin her biri için “derin Galatasaray uzmanı” derler hatta derin feylesof, derin ulema, derin hoca bile diyebilirler, oysa biraz izleseler kararları hemen “bildikleri yanıldıklarına yetmiyor”a evrilecektir, çünkü bilgilerinin sığlıkları, çapsızlıkları karşıdan hemen sırıtmaya başlıyor bu zevatın ama ne gam…

Fatih Terim nasıl olurmuş ta “eleman” olurmuş, tabii ki bu çocuklar ilkokulu bile torpille bitirmişler, ortaokulu ise nasıl bitirdikleri hala belirlenemeyen, sonra artık önemi kalmaması itibariyle de gerisi gelmiş olduğundan, bu sözcüğün bile anlamını bilebilecek bilgilere haiz olamadıklarından, bildiklerini zannettikleri ile ancak evlerinin ve ceplerinin yolunu bulmaya yarayabilecek kişiler ta başından itibaren, her neden olduğu pek bilinmiyor gibi zannedilse de dedikodusu kulaktan kulağa yayıldığından akla uygun bir durumu olan izaha dayalı bilinen konuda kayıtsız şartsız diretiyorlar… Yahu bu adamlar anlaşılmaz (ama tahmin edilebilen) bir biçimde Terim’ci olmuşlar, ısrarla ve koro halinde “madem Fatih Terim’i getiriyorsunuz, kulübün anahtarlarını ona vereceksiniz” teranesini tekrarlar dururlar, bunlara göre “eleman” kelimesi o kadar kötüdür ki, duyduklarında zührevi hastalıktan söz ediliyormuşçasına bir hal almaktadır yüzleri, ısrarla sarfedilen cümleye göre ortaya çıkan anlama bakıp konuşmak gerekiri bile göz ardı ederek, bu sözcükten anladıkları anlayabilmeleri ile sınırlı olunca yapılacak bir şey kalmıyor…

Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamıştır, eee tabii ki, bunlar gücü yaratıp güce tapan cinsinden olan Şansal Büyüka, Sinan Engin ve Rıdvan Dilmen gibiler ise söyleyemezler ve ilaveten mezkûr gazeteci de başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Tabii ki yazının başında belirtilen zevat başta olmak üzere tüm benzerleri için, “bunu da çek” Galatasaray değeri oluyor ve herkes yine hep beraber susuyor… Yuh olsun size be yuhhhhhhh… Hala yaşanan bu kötü olayın üstünden bu kadar zaman geçmesine karşın, bakıyorum da bazı Terimci kalemşörler ve kelamşörler, ki bunlar ciddi biçimde suyun başını tutmuş durumdalar, lafı eğip bükmekle, kelimeleri durumu kılıfına uydurma noktasında sündürmekle meşguller, ne diyelim seviye bu işte… Yine bu köşe başlarına oturmuş, yağdanlıktan kaleler, yok oradaki gazeteci değilmiş, miş, miş deyip duruyorlar, yahu güldürmeyin insanı be yalakalar, peki Osman Tamburacı da mı gazeteci değildi, ne yaptınız peki o konuda… Ben kendi adıma, kavli beladan beri bir Galatasaraylı olarak, Galatasaray değerleri, tenasül organlarını gösterip bunu da çek demek ise, bu yaklaşımı şiddetle ret ediyor ve bunu sindirenlere de yeniden kocaman bir yuhhh diyorum… Ayrıca, anlaşıldığı kadarı ile yasalara uygun olmakla birlikte, yine anlaşılabildiği kadarıyla da borsada alavare dalavere çevirerek, bütçesel rahatlamalar yaratılmasının da ahlaklı bir davranış olmadığını iddia ediyor ve bunu olumlayan Galatasaraylılara da yahu benzer kötü bir şey başınıza gelmeden de karşı çıkmayı başarabilmelisiniz önerisinde bulunuyorum. Anlayın gari biraz da az kelam ile yetinin…

Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde, iddia ediyorum yine de gelecektir, canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, bir önceki yazımda, ne sözler verdi ve neleri yaladı yuttu konusunda bir hayli fazla örnek vermiş idim, tekrar etmeyeceğim, bir Galatasaraylı asla düşünmeden konuşmaz, konuştuğu şekilde de davranış gösterir olmalıdır diyorum… “Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, kaybettiği anda da terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, hatta normal şartlarda mahkeme konusu olacak hakaretleri ediyorsa sağa sola, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır” diyemedi bu köşe başlarını tutmuş somun pehlivanları, oysa ne demeleri gerekirdi yeter artık bu kadarına da pes vallahi… İsviçre, Belçika ve Ermenistan maçlarında yaşanılan utanç manzaraları sonunda yapılması gereken buydu, hadi olmadı Mersinidmanyurdu maçında olmalı idi, o da olmadı… Eeeee tabii ki bunlar futbol değerleri idi, Galatasaray değerleri idi ya, olmaz tabi ki…

Kafalarda soru kalmayacağını iddia ederek düzenlediği basın toplantısında diyor ki adam; “bende burada telefon kayıtlarını mı çıkarayım, bende telefon kayıtlarını mı göstereyim” aman kalsın beyefendi, sen basın mensuplarına gösterdin göstereceğini, onlardan da ses çıkmadığına göre gördüklerinden de memnunlar ya… Diğer taraftan görünen ve anlaşılan o ki tarafların birbiri hakkında söylediklerinin hepsi doğru, sadece taraflar karşı tarafta kendi gördüklerini söylüyorlar ama bizim tarafımızdan da görünen şu ki; “birbirleriniz hakkında söyledikleriniz olayın tamamını teşkil ve teşmil ediyor”

Tabii Galatasaray değerleri; bir başkanın çıkıp bir yönetim kurulu üyesi için bir futbolcu transferinden 50.000 euro komisyon aldığını iddia etmesi karşısında, mezkûr yönetim kurulu üyesinin de mezkûr başkanı hedef alarak kulüpten aldığı 2.000.000 doları Galatasaray menfaatleri için kullandığını umuyor olmasının söylenmesinin üstünden neredeyse 5 yıl geçmiş olmasına rağmen, ne Galatasaray kongresinden ne de bu mezkûr ahlak komitelerinden ses çıkarılamamış ise, zedelenmiştir, irtifa kaybetmiştir ve ne yazık ki, artık Galatasaray değerleri adına tabii ki diyecek ilave bir şey kalmıyor… Canım Yurdumda liderlik kursu verecek adam kalmamış gibi, magandalığın, sığlığın ve hatta küstahlığın temsilcisi birisinin TÜSİAD üzerinden tüm işadamlarına hitap etmesi ve ağızlar açık vaziyette dinlenilmesi gibi abukluklar yaşanıyorsa ve dolayısıyla her şeyin bu kadar değersiz olduğu günümüzde “Galatasaray değerleri” nasıl olur da değişmez, bükülmez ve eğilmez olur. İşte oldu, siz çok yaşayın… Artık kimse 3 kuruş para kazanıyor diye bizi uyutmaya kalkmasın, artık ne Galatasaray ne Fenerbahçe ne Beşiktaş değeri kalmıştır ne de futbol değeri, Allah Rahmet eylesin… Futbolumuza artık tam bir magandalık, cehalet ve bilgisizlik ve de ilaveten saygısızlık, sevgisizlik ve hoşgörüsüzlük hâkim olmuş durumda, ne dersek diyelim durumda değişmiyor, çünkü gündemi bu seviyedeki muhteremler belirliyor ve bunların da asla ve kata “değer” gibi bir dertleri yok, bunlar için sadece dönen para önemli, buradan ciddi manada nemalanıyorlar ya, onlar için her şey mubah, yeter ki musluklar akmaya devam etsin… Bunlara sorun bakalım, ne oluyor bu doping hikayeleri, ne oluyor bu şike hikayeleri, hemen yalan ya da zinhar yok diyeceklerdir. Sahibinin sesi bu guguk kuşlarından “değer” öğrenecek kimse olabileceğini düşünemiyorum… Varsa da, Allah selamet versin onlara…

Salı, Kasım 05, 2013

İHTİYACA BİNAEN YENİDEN


Gündemi tam anlamıyla yansıtacağını düşündüğüm, 17.12.2012 tarihli yazımı tekrar yayınlıyorum.

 

İNADIN, TELAŞIN ve HAYALKIRIKLIĞININ LİDERİ FATİH TERİM

İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir Fatih TERİM, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur ama ne yazık ki bunun ne kendi farkında nede aklı bir karış havada olan ve imparator yaratıp önünde diz çökmeye hazır basın mensuplarından, siyasetçilerden ve işadamlarından oluşan taraftarları farkında. Ama asıl şaşılası durum ise, bir insan şansıyla, lobisiyle ve siyasi yardakçılarıyla da olsa bu kadar çok başarı elde eder ve bu kadarda gündemde kalır da, nasıl hala olgunlaşamaz, hoşgörü sahibi olamaz, işte bunu anlamak mümkün değil… İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur, dedim ya, Milli takımı çalıştırırken kendi takımlarında oynamayan oyuncuları milli takıma seçerek, şimdi de Galatasaray’da formsuzları, hadi diyelim seçti güvendiği için ama her maçta şapkadan tavşan çıkarmak uğruna onlara sonuna kadar katlanıyor olması hiçbir zaman anlaşılmamıştır hatta anlaşılamayacaktır. Galatasaray’da çalıştığı 2 dönemde de teknik direktörüne güvenen aslında kendilerine güven(e)meyen yönetimlerin büyük bedeller karşılığında kendisine teslim ettikleri büyük ve geniş kadroları yönetme konusunda son derece etkisiz birisi olduğunu dünya aleme ispatlamış ama ne gam Canım Yurdumun iş adamları kendisini “liderlik” paneline çağırıyor, neyin liderliği ise bu, toplamda 24 futbolcuyu yönetmekte zaaf göstermektedir.

Aslında okuma yazma kursuna göndermeli onu, Galatasaray yönetimi, sahaya bir takım sürüyor tuttu tuttu, tutmazsa yapacağı ve yaptığı bir şey yok, oyunu okuduğunu yalaka basın bize yutturmaya çalışsa da okuma bilmediği sırıtmaktadır, yaptığı oyuncu değişiklikleri de tesadüfen sonuç getirince basında ki Terim goygoyları başlıyor tılsımı anlatmaya, yahu kim bu takımı sahaya sürse bu sonuçları alır diye düşünen yok… Hele maçlardan sonra, sanki bindirilmiş kıtalar görüntüsü veren basındaki ekipten gelen ve genelde yenilgilerden sonra futbolcuların aslanlara atılmasının çanağı durumundaki sorulara cevap verirken futbolcuları korur görünen ve adaletli baba edasıyla asıl iplerini çekmesi yok mu, insanı çileden çıkartır cinstendir vallahi…

Kendisinden çok şey beklenen ve arkasına sığınılarak yöneticilik yapılabileceği inancındaki yönetim; 2002 yılında deyim yerindeyse kulübün anahtarları teslim edilerek koca bir takımı olduğu gibi değiştirerek büyük bir ekonomik krize neden oldu, şimdi de tüm takımı değiştirdi sanki bu çocukları kendi transfer etmemiş gibi yeniden transfer istiyor, Terim’in GS yi sokacağı kaos “yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir” in ispatıdır ama Allahtan bu sefer yönetim para ve borsa oyunlarını iyi bilenlerden oluşuyor da, bir denge görüntüsü oluşturuluyor.

Adam harcama konusunda bir uzman olan; üretmekten çok yıpratmayı iyi bilen bir taktisyen, tıpkı siyasetteki benzerleri gibi şişinip duruyor, neymiş penaltı çalıştırmazmış, istatistiklere inanmazmış, seçilmezmiş seçermiş, ders almazmış ders verirmiş, Vallahi haklı ne diyelim!!!

Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, hadi bu çok uzun geçmiş, daha geçen sene ne dedi, tam da Orduspor maçından önce, “Arda’nın gideceğini bilseydim, Culio’yu göndermezdim” peki sonuç, kadroda değişen bir şey yok, o kanada yeni oyuncu da alınmadı ama Culio yine gönderdi…

4 yıl şampiyonluk konusunda eski bir yazımda bahsettiğim detaylar üstüne kısa bir hatırlama yapalım;


1. 1996-97 sezonun 30. haftasında Beşiktaş – Galatasaray maçında son dakikalarda Beşiktaş kalecisi Fevzi topu ayağının altından kaçırıp maç 1-1 berabere biter ve Galatasaray şampiyon olur. Fatih Terim  şampiyon olur, kahraman olur, imparator olur. Peki Fevzi o golü yemese idi ve Beşiktaş şampiyon olsa idi, eminim ki bu basın mensuplarına göre Rasim KARA imparator olacaktı.

2. Bülent Korkmaz, Ulrich Van Gobbel, Iulan Filipescu, Georghe Hagi, Gheorghe Popescu, Taffarel, Tugay Kerimoğlu, Okan Buruk, Ümit Davala, Hakan Ünsal, Suat Kaya, Ergün Pembe, Ufuk Talay, Hakan Şükür, Adrian Ilie, Arif Erdem, Adrian Knup gibi dönemin müthiş futbolcuları olmamış olsa idi, tıpkı Ankaragücünde elde ettiği başarıları elde edebilirdi ancak…


4. 1996-97 sezonu Galatasaray’ın şampiyonluğu ile sonuçlanınca; hemen yukarıda röntgeni verilen basın tarafından 2. yarıya 9 puan geriden başlayan Fatih Terim, Türkiye’ye takımı 9 puan geriden alıp şampiyon yapmıştır diye servis edildi; sanki 9 puan geriye de bir başka teknik direktör düşürmüş gibi hayret… Faruk Süren ve ekibini, Mehmet Ağar faktörünü, o dönemdeki rakiplerin kötülüğünü kimse hatırlamak bile istemiyor ya, hayret vallahi…

Geçmişte kendisini; Milli Takımı çalıştırırken başarısız sonuçlar üzerine eleştiren bir basın mensubunu telefon ile arayarak, “senin bıyığını s….…” demiş ama kendisine basın mensubu denilen, ama canım yurdumun durumunu yansıtan, bu güruhtan ses çıkmamıştır.

Son olarak ta, Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamış, mezkûr gazeteci başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır. İsviçre ve Belçika maçlarında yaşanılan utanç sonunda yapılması gereken buydu ama nereden başlanırsa erkendir lafı öngörüsüyle şimdi zamanıdır.

Şimdi merakla bekliyorum başta spor basını olmak üzere tüm basın kuruluşları bu olay karşısında nasıl davranacaklar, olayı görmezden gelip ya da gak guk diye mideden konuşarak unutacak ya da unutulmasına mı hizmet edecek, yoksa basın mesleğine hakaret kabul ederek, Terim’in peşini bırakmayacak mı? Peki; Futbol Federasyonu ne yapacak acaba yaşanan bu ayıp hatta ahlaksızlık karşısında? Peki, Galatasaray kulübü ne diyecek? Ne yapalım o da insandır sinirlenebilir, onun da sabrı sınırsız değildir diyerek savuşturacak mı, yoksa ahlakın spordaki vazgeçilmez kuralını hatırlayıp, Terim hakkında gereğini yapacak mı? Bu spor yazarları nasıl adamlarmış be kardeşim, adam hepsini çocuk azarlar gibi azarlar bir Allahın kulu bir şey demez, yazıklar olsun vallahi… Bunu bir kenara koyun, tam tersine yalaka basının yalaka üyeleri 2. yarıda kazanılan maçlarda özellikle “devre arasında soyunma odasında ne dediniz de takım iyi oynadı”, o da kasınarak “ne korkuyorsunuz, korkmayın arkanızda ben varım” diyerek kendine pay çıkarıyor, ha be adam madem senin bu lafın bu futbolcular üstünde çok etkili maça başlarken söylesen bu lafları da kimse ekranları başında ölüp ölüp dirilmese demiyor, yazıklar olsun vallahi… Terim’e bakıyorum artık 60 yaşının olgunluğu beklenirken normal olarak, üslup, tavır, çalım, kasınma aynı, o öfkeyle karşılık veren öfkeyle yaşayan birisine çok benziyor, ondan alınan ilham ve feyzle, eleştiriye öfkeyle karşılık veriyor, önüne gelen herkese ders vermek sanki kendisine ilahi bir görev…

Hele Avrupa Kupası finalleri sırasında “biz liyakatı halktan aldık” demez mi? tam bir rezalet ve daha büyük rezalette kendisine ne yapıyorsun diyemeyenlerden gelmekteydi, “yahu Fatih sen seçimle mi geldin de liyakati halktan aldık” diyorsun diyemeyenlerden. Kendisini besbelli ki çok fazla şişinmesinden olsa gerek haddinden fazla önemsemektedir, ama bilmiyor mu ki liyakati Futbol Federasyondaki lobisinden aldığını dünya âlem biliyor.

Belki birileri çıkar ve benim Galatasaray düşmanlığı yaptığı söyleyebilir ama asla ve kata böyle değildir, ama Fatih Terim Galatasaray’a gelmeden önce de Galatasaraylıydım şimdi de, ama onun Galatasaray’a gelmeden önce Galatasaraylı olmadığını tanıyan herkes bilir.

Bütün bunları neden Fenerbahçe galibiyetinden sonra yazdığımı insanlar merak edebilirler, şimdi kompleksler imparatorunun maçı nasıl kazandığı üzerine, bir sürü koca koca adam destanlar yazacak ya da anlatacaklardır, ben de şimdi soruyorum, eğer Fenerbahçe’yi Fatih Terim yendiyse, acaba 1461 Trabzon’a kim yenildi? Kardemir Karabükspor’a kim yenildi acaba? Kurtlar vadisi dizisinden fırladığı her halinden belli olan felsefesinin sığlığının ifadesi olarak basın toplantısında söylediği sözdür; “büyüdükçe küçülmesini bilmeliyiz”. Gülüyoruz ve yemeye de devam ediyoruz üstüne de hemencecik unutuyoruz… Böyle başa böyle tarak işte, ne diyelim…

Pazar, Ekim 27, 2013

CUMHURİYET


12 Eylül faşist darbesi mucibince, emperyalizme bağlılığın katmerleştirilmesini takip eden dönemde; Canım Yurduma bir yönüyle yeni bir nizam vermek diğer yanıyla da necip milletimizin kuvözdeki durumunu koruma adına; yok Avrupa Birliğine girdik giriyoruz, yok toplum sivilleşiyor, ahaa inanmazsanız bakın “MGK” (milli güvenlik konseyi) bile sivilleşiyor, askeri bürokrasi egemenliğinden ve askeri vesayetten de çok şükür kurtulduk, insan hakları gelişiyor, müesses nizam halk adına evriliyor, artık 1. cumhuriyet sona erdi yaşasın 2. cumhuriyet teraneleri arş-ı ala’ya ulaşıyordu, bu kendilerine 2. cumhuriyetçi adını veren rüzgârgüllerine göre durum tespiti budur… Gerçek niyetin türbanla gizlenmiş hali ise, ılımlı İslam ile motivasyon ve güdüleme konusunda dikensiz gül bahçesi yaratmaktır. Peki, gerçekten işin aritmetik tarafı doğru mu yani bunların dedikleri gibi, yeni ihdas edilen 2. cumhuriyet mi? Hadi biraz da biz fikir jimnastiği yapalım bakalım mezkûr konu üzerine…

Türk Dil Kurumu (TDK) güncel Türkçe sözlüğünde; Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi, şeklinde tarifi verilen “Cumhuriyet”; Aristo’da “Genelin menfaatini gözeten halk idaresi”, Montesquieu’de ise “yasama, yürütme, yargı erklerinin bulunduğu bu rejimde, bunların birbirlerine yönelik bağımsız tutumları ve karşılıklı denetim esasına yönelik işleyişi olan ve başında seçimle gelmiş yöneticilerin olması halidir” şeklinde tarif bulmaktadır. Feylesoflar cumhuriyetin mükemmel şeklini; çok partinin katıldığı genel seçimlerle parlamento çoğunluğunu elde etme ile iktidar sahibi olanların çıkardığı kanunlarla hiç bir özel bir gruba imtiyaz tanımadan kurgulanan bir devlete tekabül eden bir rejimdir diye tarif ederlerse de bunun ideal bir rejim olmadığını tüm ülkelerdeki pratikten anlamaktayız. Ancak görülüyor ki ve oluşan genel kanı, oy vererek vekil tayini ile halk idaresi oluşturulamayacağı yönünde olmuştur, hatta bu konuda dünya edebiyatının önemli yazar ve siyasal eylemcisi Emma Goldman, seçimlerin yani sandığın özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi” diyerek yaşanan olumsuzluğa işaret etmektedir.

Canım yurdumun, Osmanlı’ya dayanan “hükümet-i cumhuriye” denemeleri bulunmaktadır, patinaj mahiyetinde, söz olarak cumhur hep ön plana çıkmış ve çıkmaktadır da, cumhurun kendisi bir türlü makûs talihini değiştirmeye muktedir olamamıştır. Bu cumhuriyet denemeleri canım Yurdumda “açık oy, gizli sayım” uygulamalarını bile görmüştür, ne yazık ki. Haaaa şimdi yahu geçmişte bu abukluklar yapılıyordu diye dalga geçmek, örnek göstermek yerine, bu güne kadar kullanmadığımız organımızı kullanıp azıcık tefekkür edersek, şimdiki seçimlerin de çok farklı olmadığını anlayabiliriz. Yunanistan’ın aynı kaynaktan temin edilen seçim sistemi programı ihalesini iptal ederek neden tekrar eski yönteme döndüğüne bile bakmak yeter, bu seçim sisteminin kullanılması neticesinde seçime katılım oranlarının % 110'lara vardığının ispatlanması üzerine de, yok elektrikler kesildi bilgi işlem sistemi çöktü, yok bu sapmalar genel temayülü değiştirmez gibi abukluklara yer verilmez, normal şartlar altında, ama... 

Eğer seçimler önem arz edecekse, cumhur’un bir oyunun bile değerlendirildiği bir sistem oluşturulmak zorundadır, sen şimdi, barajları savunacaksın ya da barajı kaldıralım ama yerine şunu getirelim diyerek daha kötü ve geri bir uygulama önereceksin, partilerin ön seçim yapsalar bile onlarda sistemin arkasına dolanarak üye kayıtlarını kendi oligarşilerince kontrol altında tutup oluşturuluyorsa ve hala daha cumhurun parası ile cumhura format atılıyorsa, seçim olsa ne olur olmasa ne olur, Allah aşkına… Kendi yaptığın siyasal partiler ve seçim yasaları gibi ince detaylar üzerinden, her türlü manipülasyondan nasip ve murat alarak, görece ahlaka ve adalete uygun hale getirilmiş bir cumhuriyet ise bahse konu, yapılacak herhangi bir şeyin kalmadığı noktada olduğumuz aşikârdır. Hele alavare-dalavere kabilinden hokkabazlıklarla oy kullanmayanların oranı %25 lere çıkmış ise, zaten acıklı halin pespayeliği sırıtmaktadır. Neyse olumsuzluklar üzerine daha binlerce kalem eleştiri yapabiliriz ama gerek yok, arif olan anlar…

İnsanlık adına cumhuriyetin tekamülü, ancak ve ancak, tarihte hatalı uygulamaların gün yüzüne çıkarılması ile tarihin tekerrür etmesinin önüne geçilerek yapılabileceği bilinci ile mümkündür yoksa hataların yarattığı başarıları muktedirleri güncel kılmak ve legalize etmek adına olamaz, ilaveten bu kabil çalışmalar öyle kıymeti ve hikmeti kendinden menkul tarihçi postuna bürünmüş, bildikleri yanıldıklarına yetmeyen, daha da kötüsü tahammüden doğruyu yanlışa, yanlışı doğruya tahvil edenlerin kılavuzluğundan medet umularak olamaz… Bugünlerde ortalıkta tarihçi diye takdimi yapılan bazı mühim zevat var ki bunların başında Mustafa Armağan, Mehmet Çelik ve Murat Bardakçı gelmektedir, bunların neyi doğru neyi eğri söyledikleri siyasal yelpazedeki konumlanmalarına ve günlük çekim merkezlerine o kadar bağlıdır ki, inanayım derseniz maazallah siyah olur beyaz, beyaz olur siyah…

Cumhuriyet’in ilk olarak 1776’da ABD de, 1789 da ise Fransa’da ilan edildiği herkesin malumudur ve oralarda cumhurun temsiliyeti görece iyidir ancak aynı cumhuriyet, yani seçimle belirli dönemler için hükümet etmeye gelme yöntemi, İran, Türkmenistan ve Irak gibi ülkeler içinde geçerlidir. Az şey mi buralarda da temsiliyet %90 ların üstündedir, örnek mi Kenan Evren, Saddam Hüseyin, Muhammed Gurbanguly vb. dönemleri gibi… Hani bir de İngiltere de krallık halen… Demek ki, cumhuriyetin, salt seçimlerle sınırlı tarifinden yola çıkılarak yapılan kutsiyet çalışmaları bir işe yaramıyormuş, ne yapmak gerek ilaveten, çoğunluğun yerine azınlığın haklarının, özgürlüğünün gerçekten ama gerçekten güvence altında olabildiği ve her bireyin özgür iradesinin kendini yönetme ve yönetim üstünde söz ve karar hakkının kurumsallaşmasının işe yarayacağının kabulü ile mümkündür.

Cumhuriyet rejimini benimsemiş ülkeler, mezkûr rejimin tatbikatında değişik uygulamalar yapmaktadırlar ve bu uygulamaların rehberi de anayasalar olmakta olup Cumhuriyetlerin nasıl olacağının tarifini yapan anayasalardır, öyleyse her anayasa bir yeni cumhuriyete tekabül eder yorumunu yaparsak fazla da sallamış olmayız herhalde, peki bu kılavuz ile de bakar isek;

20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen 1. anayasa “Teşkilat-ı esasiye kanunu” yani yeni kurulan devletin yeni anayasası, 20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren 2. anayasa 1924 Anayasası ile 1. anayasa olan Teşkilât-ı Esasîye Kanunu yürürlükten kaldırmıştır, 9 Temmuz 1961'de kabul edilen 1961 Anayasası ile 3. anayasa kabul edilmiş, 1924 tarihli 2. Anayasa yürürlükten kaldırmıştır, 12 Mart 1971 tarihinde cumhura hiç dayanmayan “partiler üstü” bir hükümet ile 3. anayasa büyük ölçüde değişmiş ve 4. anayasa sayılacak bir anayasa yürürlüğe girmiş, 12 Eylül 1980 de 4. anayasa ilga edilerek 1982 yılında 5. anayasa kabul edilmiş, şimdilerde de ileri demokrasinin canım yurduma getirilmesi adına 6. anayasa hazırlıkları yapılmaktadır. Hayırlı uğurlu olsun…

Deyin ki 6. değil 26. cumhuriyet (bu anlamda anayasa), her birinde toplumun önemli bir kesimi buna tepki gösteriyor ise yani demokratik olmadığı sürece bunlar üzerine edilecek her kelam berhavadır. Kavramlar üstünden gidildiği ve sadece kavramın önem arz ettiği durumda; her kavramın tekabül ettiği anlam; zaman, zemin ve teknik terakki ile malul olacağından, kavramın anlamının genişletildiği ya da daraltıldığı zeminlere uygun yansımalar yeni elitleri öne çıkarır, elitlerin tayin ettiği vekâletler hâsıl olur, elitin muktedir olduğu yerde hoşnutluklara göre genişleme ve daralma öne çıkar, al sana kısır döngü, vs. vs.

Cumhuriyet bayramınız mübarek olsun…

Pazar, Ekim 20, 2013

GENERAL GİAP’tan HU AMCAMIZA

Vietnam’ı Vietnam yapan, emperyalist boyunduruktan kurtuluşa erdiren tüm savaşların stratejisinin ve taktiklerinin kurgulamasından uygulanmasına uzanan bir sürecin dehası ve bu yüzden başta Afrika ve Güney Amerika olmak üzere çok geniş bir coğrafyadaki kurtuluş ve devrim mücadelelerine ilham kaynağı oluşturmuş, tüm dünyada adeta “emperyalizme karşı mücadelenin sembolü” General Vo Nguyen Giap 102 yaşında vefat etmiştir. Dünyada askeri yüksek teknolojinin temsilcisi konumundaki ABD ordusunun, korkulu rüyası ve karabasanı haline gelen, adeta yerden adam fışkırıyor dedirtecek şekilde koca bir ülkenin baştanbaşa yeraltı geçit ve mağaraları ile donatılarak, hızlı ve kısa saldırılar ile gerilla savaşının, adeta küçük ama harekât kabiliyeti çok yüksek bir kedinin, gücün ve heybetin temsilcisi durumundaki fil ile savaşı halinde imkânsız gibi görünen ama kedinin galibiyet ile ayrılmasının mimarı olmuş, gücün timsali filin bir çevik kedi karşısında çöküşünün nasıl olacağını tüm dost ve düşmanlara göstermiştir. Tıp ve psikoloji dünyasına “Vietnam sendromu” olarak geçen, savaşın alçak yüzünün insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinin anlaşıldığı bir sendrom olarak geçmesine neden olan bu savaş için söylenecek çok şey vardır ama yazımızın konusu açısından bu kadar ile iktifa etmekte fayda mülahaza etmekteyim. 
Vietnam, bugün yaklaşık 330.000 km2 lik yüzölçümü ve 80 milyon nüfusu ile verimli toprak ve zengin yeraltı kaynakları ile, komşuları Laos, Tayland ve Kamboçya ile birlikte Çin-Hindi (Hindiçini) yarımadasında yer almaktadır. Vietnam çok uzun süre Çin egemenliği altında bulunmasının ardından, 19. yüzyılda neredeyse tüm Asya ülkeleri gibi batılı sömürgecilerin hedefi haline gelmiş ve 1850 lerde Fransa tarafından işgal edilmiş ve 1930 dan sonra da artık yavaş yavaş bağımsızlık ve kurtuluş gibi dünyada o dönem itibariyle yükselen değer olan ayaklanmalar baş göstermeye başlamıştır. 2. paylaşım savaşı başlarında Fransa’nın Almanya tarafından işgali nedeniyle çekilmesi sonucu bu sefer de Almanya müttefiki Japonlar tarafından işgal edilmiş olan Vietnam, Japonları karşı ve bağımsızlık için ayrı ayrı mücadele eden tüm grupların “Viet-Minh” adı altında birleşmesi ile kurtuluşçu ve bağımsızlıkçı hareketlerin güçlü bir yapıya kavuşması ile neticelenmiştir. Japonların savaş sonu yenilgisi neticesi zayıflayan merkezi otoriteye karşı Devrimci lider, dünya devrimcilerinin “Hu Amca”sı Ho Shi Minh liderliğindeki Vietminh 2 Eylül 1945'te cumhuriyet ilan eder ancak 2. paylaşım savaşının galiplerinden ve yeniden ve de daha güçlü bir şekilde Vietnam’a yerleşen Fransa hükümranlık alanlarında bu kabil bağımsızlıkçı hareketlere izin vermeyecektir ve 1954 e kadar sürecek mücadele başlayacaktır. Ho Shi Minh liderliğindeki genç cumhuriyetin silahlı kuvvetleri olan Vietminh savaşçıları Vo Nguyen Giap yönetiminde, sonuncusu Dien Bien Phu olacak çok şiddetli ve kanlı savaşlar neticesinde Fransızları büyük bir yenilgiye uğratırlar ve Vietnam’ı terk etmelerini sağlarlar. 1954 yılında 14 ülkenin katılımı ile bir konferansta Vietnam’ın ikiye bölünmesi kararı alınır, bilahare gerçekleştirilecek bir seçimle de 2 ye ayrılmışlık son bulacaktır bu antlaşmaya göre, ama nerdeee, her yerde olduğu üzere burada da ABD her türlü fırıldağı çevirerek Güney Vietnam’a seçim için izin vermemiş, dünyanın her yerinde gerçekleştirmeye alışkın ve yatkın olduğu üzere, çok ses getirecek bir suikast ile Güney Vietnam lideri öldürülür ve hemen suçu Kuzey Vietnam yönetimine atmak için yoğun bir propaganda başlatır, artık ABD emperyalizmi açısından yeni cephe oluşur, ta 1975 e kadar sürecek kanlı bir savaş neticesinde, yaklaşık 1,5 milyon Vietnamlı ile yüz binlerce ABD askerinin hayatı sona erecektir.
ABD (Amerika Birleşik Devletleri), Vietnam'daki ulusal kurtuluş ve devrim mücadelesini bastırmak için, bazı kaynaklara göre yedi milyon ton (7.000.000) bazı kaynaklara göre ise onüç milyon ton (13.000.000) bomba atmış, bu rakam yine aynı ABD nin 2. paylaşım savaşında Japonya’daki Hiroşima'ya attığı atom bombasının 300 katına eşit olduğu uzmanlarca kabul edilmektedir ve bu bombalar arasında, kullanılması bir insanlık suçu oluşturan napalm, sinir gazı olmak üzere her türlü kimyasal silahı bulunmaktadır, ölenlerin ve kayıpların sayısı, asla ve kata tam olarak öğrenilemeyecekse de, Vietnam'ın tamamına yakını sivil halk olmak üzere yaklaşık birbuçukmilyon (1.500.000), ABD’nin yüzellibin (150.000) olarak tahmin edilmektedir. Bu alçakça saldırılardan geriye kalan, atılan bombaların açtığı çukurların adeta birer kriter gibi görünerek “ay yüzeyine” benzemiş bir Vietnam oluyor, özellikle savaşın 2. partisinde artık ABD emperyalizminin yenilme ihtimali ortaya çıkınca, verimli toprakların yok edilmesine yönelik, bitki yok edici bombalar kullanılması nedeniyle Vietnam ormanlarının önemli bir bölümü yok edilmiş, tarımın yapılmasını engellemek üzere milyonlarca lt. (yaklaşık 100 milyon) kimyasal tahrip edici kullanılarak savaş sonrası açlık sıkıntısı yaşanması planlanmıştır. ABD tarafından mayınlanan Vietnam limanlarının bugün bile hala tam olarak mayınlardan arındırılamadığı anlaşılmaktadır.
Vietnam halkının sembolü Vo Nguyen Giap; ulusal kurtuluş ve devrim mücadelesi süresince gerilla savaşının örgütlenmesini anlattığı kitaplarında askeri dehasının yanı sıra üst düzey politika bilgisiyle de, başta ve öncelikle örnek teşkil ettiği tüm devrimci önderler olmak üzere, yıllarca kendilerine karşı savaşan Fransızların ve Amerikalıların da çaresiz saygısını kazanmıştır.  General Giap; efsanevi devrimci olmasının yanında ne kadar dahi bir stratejist olduğunu ve aynı zamanda uygulayıcısı olduğunu, Fransızlara karşı Dien Bien Phu ve Saygon çarpışmalarında tüm dost ve düşmana göstermiştir. Sömürgeciliğe karşı mücadelesi daha öğrencilik yıllarında başlamış ve tutuklanması ile devam etmiş olan General Giap; hukuk öğretimi alır, aynı üniversitede ekonomi doktorası alır, tarih öğretmeni olarak çalışır, Vietnam Komünist partisinin yasa dışı ilan edilmesi üzerine ülkeyi terk eder, sürgünde Vietnam devriminin en önemli insanı Ho Shi Minh ile birlikte daha sıkı ve birlikte çalışmaya başlarlar. Bilahare Vietnam kurtuluş ve devrim savaşçıları için şiar olan “Ya hep ya ya hiç” sloganının yaratıcısı, sömürgeciliğe ve yerli işbirlikçilerine karşı 1940 lardan 1975 e kadar süren uzun bir halk savaşının askeri ve politik lideridir Giap tıpkı Vietnam devriminin diğer önderleri gibi, dönem itibari ile Amerikan rüyasının yaygın anlayışının sonucu yenilmez armada görünümlü ileri teknoloji sahibi koca bir orduya diz çöktürmüştür. Vietnam devriminin yaratıcısı olan bu kadro dünyanın en etkili ordularının bile gerilla savaşı karşısında nasıl çaresiz kaldıklarını tüm dünyaya göstermişlerdir böylece…
Efsanevi General “bir ülkeye kendi sömürgecilik emellerini dikte etmeye çalışan her kuvvet, önünde sonunda yenilmeye mahkûmdur” diyerek, işgalcilerin ve sömürgecilerin yenilmesinin kaçınılmazlığına işaret etmiş ve kendilerine karşı yürütülen bu alçak saldırıların nasıl savuşturulup, emperyalistlerin arkalarına bakarak kaçışlarını dayatan gerilla savaşı taktiklerini anlattığı “halk savaşının askeri sanatı” adlı birde kitap yazmış ve bugün hala geçerliliğini koruyan halk savaşı ve cephe taktiklerinin yaklaşık 40 yıllık tarihini gelecek kuşaklara detaylı olarak aktarmıştır. Gerilla savaşı ustası Giap'ın bu yapıtında, emperyalist saldırganlara nasıl unutamayacakları bir ders verildiğini, halk savaşı karşısında burjuva askeri teorisinin nasıl iflas ettirildiğini okuyoruz. “Amerikan saldırganlığına karşı mücadele, ulusumuzun büyük direniş savaşı, bugünkü çağda, en devrimci güçler ile en gerici güçler arasında en keskin bir güç denemesidir. Halkımızın zaferi, dünyanın devrimci güçlerinin ve ilerici halklarının genel zaferidir. Zafere kadar Amerikan saldırganlarıyla savaşmak, bizim kutsal ulusal görevimiz ve uluslararası ödevimizdir.”
Dönemin en fazla patırtı koparan direnişi ise, gelmiş geçmiş en önemli ağır siklet boks şampiyonlarından Muhammed Ali’nin “Vietnamlılar bize ne kötülük yaptılar ki onlara karşı savaşacağım” diyerek savaşa gitmeyi reddetmesini müteakip kendisine alınan tavırdır, kendisine verilen 5 yıl ve büyük para cezaları yanında tüm unvanları da elinden alınmıştır. Sonradan ABD devlet başkanı olan Bill Clinton'ın asker olarak gitmeyi reddettiği ancak uzun yıllar sonra ABD başkanI olarak gittiği bu ülke üzerine hala ABD Emperyalizminin en önemli araçlarından Hollywood savaşı kaybeden taraf olmalarına rağmen ABD yi cici gösterecek filmler çevirmeye devam etmektedir.
General Giap; bir halk kahramanı ve Ho amcanın devrimci yoldaşı olarak, kesintisiz devrim teorisinin takipçilerinin mitinglerini süsleyen önemli sloganlardan “ho ho ho chi minh, iki üç daha fazla Vietnam, ernesto'ya bin selam” ile sürekli anılır hale gelmiştir. Giap’ın yönettiği Vietnam kurtuluş savaşı tarihteki tüm kurtuluş savaşları gibi topyekün bir halk kalkışmasıdır, haklıdır ve onurlu bir tutumdur ve de gereklidir, tabii ki yine dünyanın her yerinde görülebilecek kadar eser miktarda “bağımsızlık, kurtuluş, devrim” gibi yaklaşımların karşısında olanlar vardır ve de bundan sonra da olacaktır. Varlıklarını müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit etmiş dâhili bedhahlar eksik olmayacaktır, hele ki fırsatını da bulurlarsa bir avuç olmalarına bakmaksızın hayatı kendi bakış açılarından topluma dayatmaya ve yutturmaya devam da edeceklerdir.
Tüm Dünyanın devrimcileri General Giap’ı asla unutmayacaktır, eminim ki ona ve ülkesine düşmanlıklarını milyonlarca ton bomba olarak kusan emperyalistlerde unutmayacaktır, kimi dost kimi düşman olarak…

Cuma, Ekim 11, 2013

KURBAN


Tarih; 17 Şubat 1959, dönemin başbakanı Adnan Menderes, İngiltere yolunda ve 5’i mürettebat olmak üzere toplam 14 kişinin hayatını kaybettiği elim bir uçak kazası yaşanıyor, uçak kazasından sağ salim kurtuluyor, yaklaşık 2 ay tedavi gördüğü İngiltere’den geriye dönüyor, mucizevî kurtuluşun hem kendisinde hem de vatandaşta yarattığı sevgi patlamaları tüm yurtta ve tüm yıla yayılarak devam ederken, 5 Ocak 1960 tarihinde çıktığı Tarsus gezisi sırasında kendisini karşılayan büyük kalabalık içerisinden Ali Bayat adındaki kişi, “Başbakanın uçak kazasından kurtulması şerefine” 7 yaşındaki oğlunu kurban etmek üzere hazır vaziyette olduğunu herkes gibi şaşkın gözlerle izleyen başbakan hızlı bir hamle ile küçük çocuğu sapık adamın elinden kurtarır… Hatıralarını yazanların aktardıklarına bakılırsa, yaşanan bu şok karşısında başbakan aylarca yaşananların etkisinden kurtulamamıştır, hatta birkaç yurt dışı seyahatini bile ertelediğinden bahsedilir…

Tarihin en eski devirlerinden bu yana insanlar, anlamlandıramadığı, akıl yoluyla izah edemediği, karşı koyamadığı doğanın gücü karşısında her çaresiz kalışlarında, bu güç karşısında korunma içgüdüsü içinde, sıkıntılarından arınabilmek, şükür etmek, berekete mazhar olabilmek, fırtına, deprem, sel ve afet gibi doğa olaylarından korunabilmek için ve inandıkları dinin gereği tanrılarına adaklar adamışlar, kurbanlar kesmişlerdir. Her toplumun kendi inanışına uygun adak-kurban adetleri, ritüelleri olup, karşı karşıya kalınan olayların şiddetinin yarattığı değişik inanışların değişik ritüellerine binaen, başta genç kızlar, çocuklar olmak üzere insan ve çok çeşitli hayvan kurban olarak kullanılmıştır. Bu çok tanrılı sınır tanımayan kurban etme inanış ve ritüelinin bugün bile yansımalarını “başımdaki şu sıkıntıyı bir def edeyim, hemen bir adak-kurban keseceğim” şeklinde uzantıları devam etmektedir, beğensek te beğenmesek te… Görüldüğü üzere tarihin en eski devirlerinden gelen bir ritüel olan kurban olayı, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani tabiat dinlerinde yılın muayyen aylarında bayram kutlama ve kurban kesme tezahürü olarak Müslümanlıktan çok önceki devirlere uzanmaktadır. Günümüz insanına bugünkü akli filtreleri ile çok vahşice görünen, savaş tutsaklarının, bakire kızların ve genç erkeklerin kurban edilmeleri Aztek uygarlığının çok önemli bir davranışı olduğu bugün yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anadolunun büyük uygarlıklarından Frigya’da hasat mevsiminde kafa keserek insan kurban edildiği, Sami ırklarında ve özellikle Araplar’da sabah tan ağarmadan deve yanında insan kurban edildiği ve bu ritüellerin kefaret ödeme, gönül alma, şükranların sunulması, af ve mağfiret dilenmesi gibi amaçlara dayanmaktadır.

Türk Dili’nin yüksek kültürünü yansıtan ve en eski sözlüklerinden Divan-ı Lügati’t-Türk’te “kurban” karşılığı olarak “yağış” sözcüğünün geçtiği,  “Yağış’ın, İslam’dan önce Türkler’in adak için, yahut tanrılara yakınlık elde etmek için putlara kestikleri kurban” olarak anlamlandırıldığını anlıyoruz ilgili eserlerden araştırma yapanların aktarımlarına dayanarak.

Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise:
1. isim, din b. (***) Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. ünlem, İçtenliği belirten bir seslenme sözü
3. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse
4. Bir kazada veya felakette ölen kimse
5. Maddi ve manevi bakımdan felakete sürüklenmiş, insani değerlerini yitirmek zorunda kalmış veya bırakılmış kimse
6. din b. (***) Müslümanlarda Kurban Bayramı
Şeklinde geçmekte olup, kısaca insanın tanrıya yakınlık elde etmek için adadığı candır, dersek fazlaca bir hata yapmış sayılmayız.

Ancak İnsanlık tarihinde en fazla konuşulan, referans verilen, yazımın başındaki olaya da kaynaklık eden kurban olayı, şüphesiz ki Hz İbrahim’in oğlu İsmail’i keserek kurban etmeye teşebbüs etmesidir. Sami ırkında, bir iman ve inanç gösterme seviyesi ya da kriteri gibi görünen çocukların kurban edilmesi, Hz. İbrahim Allah’a olan inancının seviyesini göstermektedir. Bilinen öykü; Hz. İbrahim oğlu İsmail’i gördüğü bir rüya üzerine kurban etmek üzeredir, ama bıçak her türlü çabaya rağmen kesmemekte ve aynı ayna rüyasının bu sadakatine istinaden Allah tarafından gökten kendisine büyük bir koç kurban edilmek üzere indirilir.

Kuran’da Saffat suresinde; “104. Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. 105. Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” diye referans verilmektedir, kurban…

Görüldüğü üzere; hayvanların kurban edilmesi ile nihayet insanoğlunun çocuklarını kurban etmesinden, ister kimileri için dini bir emir isterse de kimileri için âdem oğlunun yarattığı uygarlığın sayesinde kurtulalım, her halükarda, görece daha iyi bir sonuca gelinmiştir. İyi ki İbrahim Peygamber vakası yaşanmış ta, artık bu gerçekten böylemidir, değimlidir demeden, her nasıl olmuşsa olmuş, çocuklarımızı kurtardık bu sapık çocuk kurban etmek isteyen babalardan…

Mısır’da çalıştığım yıllarda, uzun bir kurban bayramı tatili nedeniyle ailem de yanıma gelmişti, gezilecek çok yer olması nedeniyle yoğun geçen gezi programını takip ettiğimizden, bayramın 1. günü de erkenden kalkıp, 3. katta ve birkaç dairenin aynı merdiven sahanlığına açılan oturduğumuz evin kapısını açtığım anda, gördüğüm manzara karşısında irkilmiş ve hemen kapıyı çocuklarında aynı manzarayı görmemesi için kapatmış idim, çünkü kapı komşumuz maalesef kurbanını hemen kapı önünde kesmiş, kanlar her yana dolmuş, merdivenlere akmış ve tiksindirici bir koku her yanı sarmış idi, hemen telefonla birkaç yere ulaştık, gerekli temizliklerden sonra çıkabilmiştik apartmandan, ancak koku aylarca devam etmişti…

Her kurban bayramında, gurbetçilerimizin kurban kesimlerinden büyük rahatsızlık duyan Avrupalıları basına yansımış halleri ile görünce, yukarıda yaşadığım hikâyenin benzerini hissettiklerini düşünerek hep üzülürüm. Ancak, kim ne derse desin, kim hangi dini emir ve söylemlerin arkasına sığınırsa sığınsın bu kurban kesme ritüellerinin çok yavaş ta olsa, daha bir düzen ve özen içerisinde yapıldığı aşikârdır. Tarihi gelişimi içerisindeki kurban evriminin bu gidişatla, bugünkü trendlere ve iddialı söylemlere rağmen önümüzdeki yüzyıllarda devam etmeyeceği tahmini dar bir çevrede yapılıyor olsa da, gerçekleşecek gibi görülmektedir…

Eskiden tüm futbol takımları sezonu açarken kurbanlar kesilir, akıtılan kan parmakla futbolcuların alınlara sürülür, futbolcular sahaya koşarlardı, gerçi çok şükür, şimdilerde bu ritüel azaldı ya da yapılsa bile basına konu olmamaktadır, gerçi bu sefer de havaalanlarında deve keserek kutlamalara da rastlansa, giderek bu işin rahatsızlık verdiği insanlarımız tarafından kabul edilmektedir.

Pazar, Ekim 06, 2013

ALAÇATI


Birkaç yıl öncesi Ankara’da bir turizm şirketinin bayram programlarından birisine katılmak maksadı ile ilgili büroya başvurmuş, görevli ile konuşmakta iken, bir anda yan taraftaki kişinin sesinin yükselmesi üzerine dikkatimi o konuşmaya çevirmiştim. Müracaat eden muhteremin konuşmalarından, telefon ile Barselona turuna kayıt yaptırmış olduğunu ancak ödeme ve diğer prosedürler açısından da geç kalınması nedeniyle turun dolduğunu ve kendi müracaatlarının otomatikman iptal olduğunu anladım ve bu yüzden daha özenli bir şekilde kulak verdim hemen yanımda gerçekleşen ve artık herkesin ilgisini çeken diyaloga ve içerisinde Alaçatı sözü geçince de daha fazla dinler hale geldim. Muhterem, Barselona turuna katılmalarının iptal olması nedeniyle eşine ve de özellikle çocuklarına karşı çok mahcup bir duruma düştüğünü ve çok üzüldüğünü ısrarla beyan ediyor, bir telafi şansının olması için ısrarcı oluyordu ama ne yazık ki artık böyle bir şansı kalmamıştı ve buna kani olunca da, birden “madem Barselona’ya gönderemiyorsunuz bizi, o zaman mutlaka Alaçatı’ya göndereceksiniz, bak o da olmaz demeyin” gibi diretmeye başlamıştı, bilahare görevlinin sessiz konuşmasından diyaloğun nasıl bir gelişim gösterdiğini tam duyamamış ve sonucunun nasıl olduğunu tam anlayamamıştım, zaten sonucun ne olduğunun da bir önemi yok yazımız açısından…

Çok enteresan değil mi? Barselona ve Alaçatı… Adam madem Barselona olmuyor, o zaman Alaçatı olsun diye ısrar ediyor… Bu yaklaşım ve kıyaslama anlam ve sonuç olarak çok küçük gibi görünse bile, aslında müthiş bir durumdur, ayrıca her ikisini de bilen birisi olarak açıkça söyleyeyim ki, kıyası bile kabil olmaz, Barselona nere, Alaçatı nere… Ancak burada, adamın bilgisinin ne olduğunun, doğru söyleyip söylemediğinin, kıyaslamayı yapabilecek kadar konunun ilgilisi ve bilgilisi olmasının bir önemi olmadığı da aşikâr olup sonuçtan da bakılınca yaratılan turist ve destinasyon motivasyonunun gücü anlaşılmaktadır. Benim kişisel turizm anlayışıma uygunluğu açısından o kadar çok eleştirim, eksik ve yanlış tespitim olabilir ki saymakla bitmez ama dünyanın merkezi benim ayaklarımın dibi olmadığına göre genel geçer kabuller açısından konuyu değerlendirmekte kaçınılmazdır. Sonuç itibari ile Alaçatı turizmi, hâkim turizm anlayışı ve kültürü açısından, şüphesiz ki görece olarak “eğri gemi ile doğru sefer” yapılabileceğinin de nakısta olsa bir ispatıdır.

Alaçatı’lı arkadaşlarım; özellikle 70 yılların 2. yarısında turizmden yeterince pay alamadığından yakınarak, Çeşme’de ev pansiyonculuğunun gelişmesine karşın Alaçatı’nın evlerinin genellikle kültürel ve mali sorunlara dayalı olarak yenilenemediğinden, eski kaldığından, sokakların genişletilemediğinden yakınırlardı, o yıllarda tek Turizm aktivitesi Altın Yunus Otelinde bulunan yabancı turistlere haftada 1 gece düzenlenen Türk gecesi gibi bir adı olan ve Alaçatı merkezde bulunan kahvehanenin bahçesindeki eğlence idi, hele sunulan şaraplar ne kadar kötü idi hala o kötü tadı anımsar gibiyim, bu şartlar altında Çeşme’nin görece farkla imrenilir olduğunu her hallerinden belli ederlerdi. Bugün Çeşme turizminin lokomotifi durumuna gelmiş olan Alaçatı; buram buram tarih kokan, Arnavut kaldırımlı yollarında tarihleri 150 yıla dayanan evler arasında yürüyerek adeta o günlere yolculuk yapmak isteyenlerin ve herkes tarafından kabul gördüğü “Dünya sörf merkezi” olması yanında, “ot festivali”, “uçurtma günleri”, “Jazz rüzgârı müzik buluşmaları”, “balık yakalama turnuvası”, “bağımsız filmler festivali” gibi bir hayli başarılı organizasyonların tanığı olmak isteyenlerin uğrak yeridir.

Şimdilerde umuyorum ki geçmişte yakınma sahibi olanlar bu gelişmeler karşısında “iyi ki böyle olmuş, Alaçatı da Çeşme gibi dönüşmemiş” diyorlardır.

Bu yazının; Çeşme ve Alaçatı dışında, yayınlandığı internet gazetesi ve bloglarım üstünden de okuyucu kitlesine ulaştığı varsayımı ile kısaca da olsa Alaçatı’nın bilebildiğim ya da herkesin bildiği kadarıyla ve de önemine binaen kısaca tarihine de bakmakta yarar vardır.

8 Kasım 1864 tarihli Padişah Abdülhamit’in irade-i seniyesi mucibince Osmanlı idari yapısında yeni oluşan vilayet sistemine göre, Aydın vilayeti, İzmir sancağı, Çeşme kazasının 2 nahiyesinden biridir Alaçatı. “1. uluslar arası Çeşme tarih ve kültürü sempozyumunda” XIX. Yüzyılın sonunda Çeşme kazası başlıklı bir bildiri sunan Prof. Dr. Necmi Ülker “Alaçatının genel nüfusu 5.870 erkek, 5558 i kadın olmak üzere 11.428 dir. Nahiye nüfusu 4911 erkek ve 4779 u kadın olmak üzere 9.690dır. 2421 hanesi olan nahiyenin bir camisi olup, belediyenin geliri 50.000 guruştur. Nahiye merkezinde gece aydınlatması için 50 adet fener bulunmaktadır.” bilgisini ilgili salnamelere dayanarak aktarmakta ve ne kadar önemli bir nüfusun bulunduğunu ve belediyesinin hizmet seviyesine dikkat çekmektedir. Mevcut kayıtlara göre belediye teşkilatının 1873 yılında kurulduğu anlaşılan Alaçatı; son yüzyılda değişik nüfus hareketlerine sahne olmuştur, bu hareketleri ilgili salnamelerden, ciddi kabul edilebilecek çelişkilerine rağmen takip ettiğinizde, birkaç tarihi gelişmenin büyük etkileri görünmekte olup en önemlileri, Osmanlı’nın Balkan Savaşlarındaki yenilgilerinin ardından özellikle Arnavut, Boşnak ve Pomak nüfusunun akımı, 1919 Yunan işgali sırasında mevcutların tepki olarak Anadolu’nun içlerine doğru çekilmesi neticesi artan Ortodoks nüfus ve nihayetinde “Büyük Mübadele” ile Ortodoksların tamamen bu toprakları terk etmesi, Anadolu’ya çekilenlerin geri dönmesine ilaveten mübadeleye dâhil Selanik ve Karaferya tarafından gelen göçler oluşturmaktadır.

Osmanlı paşalarından Hacı Memiş Ağa Cezayir dönüşü çıkan fırtına nedeniyle sığındığı Alaçatı limanında, kendisine ulaşan büyük hastalıkların kaynağı olan derenin ıslahı taleplerine verdiği olumlu cevaba müteakiben planlanan kanalın inşası için adalardan getirilen Rumların 1850 – 1890 yılları arasında, mezkûr salnamede de izi görülen miktarda yeni ev yapımına girişilmiş ve tarihi 150 yıla dayanan bu evlerin büyük ölçüde bugün de korunduğu gözlenmektedir. Antik çağdaki adının Agrilia olduğu bilinen Alaçatı’nın bugün kimileri yukarıda bahsedilen yoğun imar faaliyetinin sonucu bol miktarda ve aynı tip evlerin çatılarının kırmızılığına, kimileri de Türk boylarından Alacaat aşiretinin buraya yerleşmesine istinaden bu adın verilmiş olabileceğini söylemektedirler.

Gençliğimizin ve şimdi de bugünkü gençliğin futbolda yaşanan polarizasyondan hareketle, yaratılmaya çalışılan gerginliğe rağmen ve bu gerginlik üstünden hareketle bugün de başka konulara da sirayet etmesi umulan, beklenilen sıkıntılardan hızlı bir şekilde uzaklaşmalıdır insanlar, bu gerginliğin ortak değerlerin yaratacağı kuvvete bir engel oluşturduğunun farkına varmalıdır. Bana göre, dünyanın en önemli derbisi olduğunu düşündüğüm, Çeşme-Alaçatı futbol takımlarının maçlarının sadece bir futbol maçı olduğu ve tüm yaşananların Ülke ve dünya düzeyindeki benzerlerinin kötü bir kopyası olma halinden kurtarılması gereğinin kavranması kaçınılmazdır. Bunun dışında her şeyin bir arada ve bir alanda olduğu bilinci ile aslolan kardeşliğin, senliğin benliğin olmadığı ortamda ayrıca bu senlik ve benlik polarizasyonunun sadece muktedirlere ve bu senlik benlikten beslenenlere güç verdiğini unutmadan, Çeşme ve Alaçatı’nın mütemmim cüz oluşturdukları gerçeğinden hareketle, ister bir belediye ister ayrı 2 belediye yönetimde olsun, gerçi kanunen tek belediye ile yola devam edileceği aşikardır ve bu nedenle ister Çeşme kökenli ister Alaçatı kökenli belediye başkanları olsun, yazının başında bahsettiğim “yaratılan turist ve destinasyon motivasyonunun” artarak devamı açısından; istikameti, beklentileri, çıkarları ve huzurları birlikten geçecektir.

Pazartesi, Eylül 30, 2013

MÜZEVİR


Yıllar önce Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeni oluşmuş bir cumhuriyette bulunduğum bir dönemde, bir vesile ile orayı ve halkını kısaca tanıtmam istendiğinde, şöyle demiştim; “Yarısı istihbarat örgütünde çalışıyor diğer yarısı da ilk yarısına yardım ediyor”. Bu yaklaşımım bazıları tarafından olumlu bazıları tarafından olumsuz karşılanmış idi ama bu görüşüm bir süre gözlemleme neticesinde oluşmuş ve ilk başlarda görüşümü olumlamayanların da bir bölümü orada yaşayınca kavramıştı durumu… Ha biri de çıkar bu yabancılara karşı idi yalnızca der çok fazla itiraz etmesem bile katılmam bu görüşe…

Uzun süre önce bir yazı okurken referansını oluşturan bir başka yazıda; Türkiye’de de ciddi bir nüfusun MİT’e (Milli İstihbarat Teşkilatı) başvurarak gönüllü ajanlık yapmak için başvurduğunu öğrenmiş ve emin olun ki şaşırmış ve kendi kendime “yahu bir insan emeğini satıyor yanlış ta olsa bu kurumda çalışıyorsa bu kabul edilebilir” ama bu gönüllü olanlarını anlamakta kabul etmekte mümkün değil demiştim… Yine yakınlarda basına yansımış bir haberi kaynak yaparak ilerleyelim, 2011 yılında MİT’e başvuranların %44 ü yardımcı olmak amacıyla bilgi aktarma gönüllüsü olmak istiyor, işte buna şaşmamak elde değil… Hangi bilgiyi vereceksin de yardımcı olacaksın ha be adam deseler, hadi onun yerine düşünelim, ne aktaracak ya da nasıl yardımcı olacak, işyerinde iş arkadaşları, kahvehanedeki muhabbet ya da oyun arkadaşları, mahalledeki komşuları özne ve hedef olacaktır herhalde, bu adam boş gezmediği varsayımıyla bunun dışında bir şey olma ihtimali çok azdır, değil mi …? Diğer taraftan mezkûr zevatın bu ilgisi zevk almak, tatmin olmak ya da maksat dedikoduculuk, ispiyonculuk, gammazlamak ya da arabozmak gibi fiillerle de açıklanabilir şüphesiz…

Türk Dil Kurumu (TDK) sözlük; Müzevir sözcüğünü, arabozan, laf getiren götüren, ispiyon, dedikodu yapan, gammaz, yalanı süsleyerek anlatan ve birinin sırlarını, davranışlarını, düşüncelerini gözleyip başkalarına bildirerek çıkar sağlayan anlamında kullanmakta olup, Arapça; “muzawwir” den türeyen, tezvir kökünden gelmekte ve tezvir eden, yalancı, sahtecilik yapan anlamında da kullanılmaktadır. Sık sık yapılan hatalardan birisi de “Müzevir” ile “Şikayetçi” nin karıştırılmasıdır ki, müzevirlik gizlilik, şikayet ise açıklık içerisinde yapılır. Avrupa’da yaşayan tanıdıklarımızın özellikle karıştığı 2 deyimdir bunlar, birisi kamu düzeninin yürümesi adına kurallara uyulmaması anında yapılan olup diğeri ise herhangi bir nedenle oluşan sempati ya da antipatiye dayalı, kanının ısındığı ya da ısınmadığı, yüksek mevkideki birinin aferinine mazhar olmak ya da olmamak gibi saiklerle yapılması halidir.

Şöyle bir etrafınıza bakın neler neler görecek ve duyacaksınız, inanılır gibi değil Vallahi… Şantiyecilik yaptığım dönemlerden bilirim, etrafınızda size bir diğerini kötülemek için dört dönerler, hele yanılıp ta bir dinleyin ve ilaveten anlatılanlara prim verin, yandı gülüm keten helva… Ancak ne yazık ki bu kabil çalışmanın en önemli davranış olduğunu varsayarak davrananları izleyerek inanılmaz tecrübeler edindim, inanılmaz fahiş hataların içine bir şekilde düşmektedir konuya özne teşkil edenler. İşyerinde ispiyoncu, Mahallede ispiyoncu, Mahkemede ispiyoncu, Önemli kademelerde ispiyoncu, Askerde ispiyoncu, Yatılı okulda ispiyoncu, aşağı ispiyoncu yukarı ispiyoncu… Yukarıda da belirtildiği üzere tarifine ya da sözlük anlamına karşılık gelen davranışları tam olmasa bile içeriyorsa eğer bir tutum, kesinlikle sağlıklı bir beyin fonksiyonu olamayacağı aşikârdır. Düşünsenize etrafınızda bir dolu hastalıklı beyine sahip insanlar dolaşıyor ve ne hoşuna gitmiyorsa, pasa ispiyon…

Çocukların en önemli duygusal gereksinimi her dönemde olacağı üzere beğenilmek ve ilgi odağı olmaktır, sevilen ve beğenilen çocuğun ruh sağlığı daha dengelidir, başarılı olmak bu ruh sağlığına önemli ölçüde bağlı olup, aksi durumda yani başarısız olma durumunda hayali başarılar yaratırlar iç dünyalarında, mezkûr dönemde iç dünyalarında at başı gelişen korku, öfke, kıskançlık ve neşe gibi farklılıklar gelişirken, aile ve öğretmen nezdinde ilgi ve beğeniyi kaybetmeme uğruna kendisine öğretilmeye çalışan kurallara katı bir şekilde uymaya çalışır ve dönem itibariyle paylaşma gereğinin de kavranmasına bağlı olarak çevresiyle dengeli ve tutarlı geçinmeye başlayacaktır. Çocuk kişilik olarak kendini gösterme çabasına girmesi nedeniyle zaman zaman da olsa itaatsizlikler ve ciddi inatçılıklar yaşanabilir, diğer taraftan yaş itibariyle etrafındaki büyüklerin her şeyi bildiği kanısı kendisini fark ettirme çabası ile birleşince sosyal davranış bozuklukları baş göstermeye başlar. İşte ileride kemikleşmiş bir sosyal davranış bozukluğu olarak tespit edilecek müzevirlik bu ahvalde tezahür edebilir. Ne yazık ki, her çocuk, kardeşleri ya da arkadaşları arasında büyüklerin çok değer verdiği bir nesneye zarar verilmişse ya da büyüklerinin uygun görmediği ya da görmeyeceği bir şey yapılmışsa, ispiyonculuk yapmıştır, buraya kadar normal gibi görünen bu durumda, asıl ve fahiş hata ise büyüklerin bu tür bilgi aktarılmasına kötü gözle baktığını söylememiş olmasıdır, sonuç ta da, taa çocukluktan alınan bir alışkanlık olan müzevirlik-ispiyonculuk ileri yaşlarda inanılmaz boyutlara ulaşıp bazen de ihanet ve entrika doğuracak facialara neden olmaktadır…

Öyle bir noktada gelinmiştir ki artık, bırakın bu sosyal davranış bozukluğu karşısında set oluşturmayı, eğiterek düzeltme çabasını, ahir ömrümüz boyunca anlı-şanlı deve dişi gibi büyüklerimiz tarafından çıkarılan yasalarla özendirilen, kendini kurtarmak için başkasını da yakabilirsin mealindeki müzevir yasaları,  “Her şeyi devletten beklemeyin. Bu tencere tavacıları sizler yargıya taşıyacaksınız” diye konuşularak komşunuzu gammazlayın yaklaşımlı basın açıklamaları ile oluşturulduğu iddia edilen “sırdaş polis ihbar noktaları” ve yukarıda yazdığım MİTe yapılan başvurulardaki artış, ciddi önlemlerin alınması gerekmekte olduğunu göstermektedir, aksi takdirde yazımın başında büyük bir tiksinti ile bahsettiğim ülkenin durumuna düşme kaçınılmazdır.

Vatandaşların muhbirliğe özendirilmesinin “toplumsal güvensizliklerin oluşmasına neden olur” diyor konunun uzmanları, çok özensiz ve dikkatsiz davranılırsa telafisi olmayan noktalara varabilir bu gelişmeler… İç dünyasında inşa edilmiş bu güvensizlik duygusu insanı, yaranma duygusu ile memleketi kurtarıyorum telaşı içinde her türlü herze yemeğe itmektedir, işte bu ruhsal bozukluğun en rezil tezahürü müzevirliktir. Ne yazık ki bu topraklar bu açıdan oldukça mümbittir… İnanmayanlar etrafını önerim doğrultusunda gözlemlesinler bakalım neler görecekler…

Cumartesi, Eylül 21, 2013

ESTADIO VICTOR JARA


ESTADIO VICTOR JARA
(VICTOR JARA STADYUMU)
1970 li yıllarda Latin Amerika'nın en yoksul ülkelerinden Şili siyasal tarihi açısından önemli bir dönem yaşamaktadır, emek kutsallığı ve ulusal bağımsızlık, seçim beyannamelerinin en önemli başlıkları olan Unidad Popular (Halk Birliği) cephesi sosyalist lideri Salvador Allende seçimleri kazanmış ve hızlı bir biçimde radikal bir program uygulamaya başlamıştır, Şili’nin en önemli ihraç maddesi olan bakır madenleri kamulaştırılır ama dönem itibariyle Şili’deki “Amerikanın çocukları” başta faşist genelkurmay başkanı Augusto Pinochet olmak üzere, bir benzeri 7 yıl sonra 12 Eylülde canım yurdumda “Amerikan çocukları” vasıtasıyla yaşanacak, 11 Eylül 1973 tarihinde kanlı bir darbe gerçekleştirirler. Artık, ulusal bağımsızlık ve emekten yana, Şili’nin yoksul halkından yana kim varsa hedeftir, bu faşist sürülerince, başta başkent Santiago olmak üzere tüm Şili sokakları sürekavına sahne olmaktadır, tüm devrimciler, Üniversite öğrencileri, Sendikacılar, İşçiler, Sanatçılar, Bilim adamları, büyük ölçüde tutuklanmış, o kadar büyük tutuklamalara sahne olmuştur ki, karakolların, askeri ve sivil cezaevlerinin kapasitesi yetersiz kalmış stadyumlar, spor ve konferans salonları ve okullar adeta birer cezaevi, birer işkencehaneye dönüşmüştür. Şili’nin de her türlü baskıya, katliama karşı direnen, bağımsızlıktan yana emperyalizme ve faşizme karşı devrim sevdası ile akıl ve gönülleri dolmuş çocukları vardır, tıpkı canım yurdumdaki gibi, bu devrim sevdalıları büyük kırımlara uğramalarına rağmen, tıpkı bizim Mahirlerimiz, Denizlerimiz gibi Şili’nin de Zapataları görev başındadır, ayrıca bizdeki “halk ozanlarına” karşılık gelen “cantador” ları da görev başındadır…

Stadyumlar, artık Şili’de spor müsabakalarından başka işlere de yaramaktadır dedik ya, seyircilerin adeta büyülenmiş gibi, sanki trans halindeyken müsabaka izlenen alanlar olmaktan bir hayli uzaklaşmış, artık büyük konsantrasyonlarla itinayla insanları yok etme adresi konumundadır, başta Estadio Nacional de Chile (Şili ulusal stadyumu) olmak üzere…
 
Radyoda askeri marşların çalındığı, sokağa çıkma yasağının olduğu bir anda, işçi mahallelerine yağdırılan bombaların patlama sesleri arasında, Amerikanın çocuklarının yaptığı faşist darbeye direnen arkadaşlarının yanında olması kararını alan, İnka, Aztek kültürlerinin harmanı olan protest müzik çalışmalarının önemli temsilcisi Şilili Kızılderili Devrimci şarkıcı Victor Jara, üniversitedeki çalışma aslında direnme adresinde tutuklanır ve adeta bir toplama kampı olan, “Estadio Nacional de Chile”ye getirilir. Onu ne yazık ki çok hazin bir son beklemektedir. Şili'de görev yapan Sovyetler Birliği Pravda gazetesinden Vladimir Çernisev, Victor Jara'nın son anlarını şöyle anlatır; “Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, askerlerin ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor'un parmaklarını kırdılar. Artık gitar çalamıyordu, ama büyük acılarına rağmen zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.”

Victor Jara, tıpkı şiirlerinden besteler yaptığı dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Pablo Neruda gibi “Amerikanın çocukları” faşist general Agusto Pinochet’in emir-kumanda zinciri içerisinde yaptığı darbe döneminde katledilmiştir. Askerlerin büyük tehdidi neticesinde büyük bir sessizliğe bürünmüş stadyum, kadife sesli Victor Jara’nın Sergio Ortega’nın “venceremos” yani “kazanacağız” adlı parçasını söylemesi ile sessizliğini yırtmış ve stadyum dalga dalga onbinlerin müzik fırtınasına dönüşmüştür, faşist subayların cevabı ise, önce gitarı sonra Jara’nın parmaklarını kırmak ve bilahare de otomatik tüfeklerle taramak şeklinde olmuştur, bu tarama neticesinde Jara’nın vücudundan 44 adet mermi çıkarılmıştır, onbinlerin gözleri önünde katledilen Jara’nın cesedi ise birkaç gün sonra kolları ve dili bıçakla kesilmiş vaziyette Santiago’nun kenar mahallelerinin birinde, bir çöp bidonunda bulunur. Victor Jara’nın önce gitarıyla, parmaklarının tek tek kırılmasından sonra da sesinin çıkabildiği kadarıyla seslendirdiği “venceremos” adlı parçanın bir bölümü aşağıdadır.

Yırtıyor fırtına sessizliği
Ufuktan bir güneş doğuyor
Gecekondulardan geliyor halk
Tüm şili türküler söylüyor
Venseremos, venseremos!
Kıralım zincirlerimizi.
Venseremos, venseremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos.

Şili’de halk bugün savaşıyor
Cesaret ve halkın gücüyle.
Kahrolsun halkın katili cunta
Yaşasın "unitad popular"!
 
Venseremos, venseremos!
Kıralım zincirlerimizi.
Venseremos, venseremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos.
Faşist Pinochet ve avenesinin “stadyum katliamı”ndan sonra, stadyum kanlarından henüz temizlenmiş iken, Şili Ulusal Stadyumu’nda tarihin en ilginç maçlarından biri oynanacaktır, 1974 yılında Dünya Şampiyonası elemeleri için Şili milli futbol takımı Sovyetler Birliği ile karşılaşacak, ilk maç golsüz sona ermiş, rövanş maçı Şili’de yapılacaktır, eli kanlı darbecilerin de bastırmasıyla Şili Futbol Federasyonu, rövanş maçının Ulusal Stadyum’da oynanması için FIFA’ya başvurur, Amerikanın da fırıldak çevirmesiyle FIFA da başvuruyu kabul eder. Artık onbinlerce devrimci ile birlikte Victor Jara’nın da kanının döküldüğü bu stadyum, bunların hiçbiri yaşanmamış gibi, Şili-Sovyetler Birliği maçına ev sahipliği yapacaktır. Ancak, Sovyetler Birliği, büyük bir basiret gösterir, onbinlerce devrimcinin işkence gördüğü, katledildiği Stadyumda maç oynamayacağını FİFA ya bildirir ve maçın başka bir sahaya alınmasını  bir yazıyla ister, “Şili’de faşist bir ayaklanma sonucunda yasal hükümetin devrilmiş olduğu ve ülkede kanlı bir terör ve baskı rejiminin hüküm sürdüğü herkesçe bilinmektedir. Santiago Stadyumu futbol müsabakası oynanabilecek bir mekân olmaktan çıkarılmış, Şilili yurtseverlerin işkence gördüğü bir toplama kampına dönüştürülmüştür. Sovyet sporcuları Şili’li yurtseverlerin kanıyla bezenen bir stadyumda spor karşılaşmasına çıkmayı reddeder”. FIFA stadyumu bir heyet marifetiyle inceler ve “Stadyumun çimlerinin futbol oynamaya elverişli; sahanın ölçülerinin teknik standartlara uygun ve seyircilerin tribünlerinin düzenli ve temiz” ve Stadyumda “politik tutukluya rastlanmadığını, sadece hüviyetleri tespit edilememiş olan bazı şahısların alıkonulduğu”nu belirten bir rapor düzenlenir. Sovyetler Birliği maçı oynamak için gelmez, dünyada da bir örneği yaşanmamış ve yaşanmayacak bir rezalet ile Şili milli takımı maça çıkar ve rakip olmamasına rağmen gol bile atılır.
Victor Jara’nın “venceremos” diyen sesinin yankılandığı Şili Ulusal Stadyumu'na, Eylül 2003'te,  alçakça katledilişinin 30. yıldönümünde, “Estadio Víctor Jara” (Victor Jara Stadyumu) ismi verilir.
Ölümsüz anısı önünde saygıyla eğiliyoruz…