Cumartesi, Ağustos 24, 2013

BİR SANDIKLA GELME HİKÂYESİ

Geçen haftaki yazımda, muktedirlerin; şeytanı bile çileden çıkaracak “sandıktan geldik, sandıkla gideriz” kara propagandası üzerine görüşlerimi aktarmış idim, bunların öncülleri de ardılları da birdir, aynıdır kesinlikle de aynı teranenin arkasına sığınırlar, ahir ömrümüzde, “bulun 226 yı gelin” diyen somun pehlivanları ile başlayan bu yaklaşımların “sandıktan geldik” biçimine evrilmesi son derece doğal ve kaçınılmazdır, literatürde bu yaklaşımların adının ne olduğunu herkeste açıktan bilir, bu nedenle işin teorisine yönelik fazlaca kelama gerek yoktur.

Hani çok sıkışınca ve gerçeklerin çarpıtılması ihtiyacı doğunca kolayca ve rahatlıkla söylenen “sandıkla geldik sandıkla gideriz” edebiyatı var ya, hani sadece kendileri sandıkla gelmiş görüntüsü verip her şeyi yapma hakkı elde ettikleri iddiasında bulunan bu zevatın öncüllerinden birisinin, sandıkla gelip sandıkla gitmediği üzerine bir hikâyesi vardır ve bu hikâyeyi herkes bilir ama unutmuş olanlara hatırlatmak, hafıza tazeletmek adına yazalım dedik… Hani bu zevat Suriye’den demokratik adım atmasını talep ettikleri iddiası taşıyorlar ya, kendilerinin destek aldıkları ya da kendilerini yırtarcasına destekledikleri ya da üzerlerine toz kondurmadıkları Suudi Arabistan’da, Katar’da demokrasi varmışçasına ya da bizim bunları bilemeyeceğimiz düşüncesiyle bunları rahatlıkla söylerler ya kara propaganda adına ve Göbbells’e inat… Hani meslek odalarının yönetimleri de seçimlerle gelmişlerdir ama onların bu umurlarında değildir, neden, çünkü onlar ya da destekledikleri seçilmemişlerdir öyleyse onlar seçimle gelmemişlerdir, hava ve tava bu işte kendilerine göre…

Dönem 27 Mayıs cuntası sonrasıdır, siyaset arenasına güdümlü sürülenler dışında bir de destekli sürülenler vardır ve bunlar siyaseti önceleri kurallarına göre yapmaya başlasalar da, kuyruk sıkışınca kuyruk sıkışıklık ölçüsünde toplumu sıkıştırmaya başlarlar, bu sıkışıklıkta burjuvazinin temsilcisi sen olacaksın ben olacağım kavgası içinde, taşlar yerine oturur, birisi uluslararası sermayenin ve yerli ortaklarının, diğeri de Anadolu burjuvazisi diye adlandırılan, aslında diğerlerine kızarak yerine göz dikenlerin, temsilcisi olmuş gibi pozisyon almayı tercih etmişlerdir… Bu renkli simalardan birisi Süleyman Demirel diğeri de Necmettin Erbakan’dır… Dönemin Amerikan destekli güçlü partisi AP (Adalet Partisi) dir ve cunta sonrası organize olan ve Menderes’in DP (Demokrat Parti) sinin devamı iddiası ile politika yürütmektedir, partinin başına da hemen cunta sonrası olduğundan cuntacıların tasfiye etmelerine rağmen yine de hoşuna gidebileceği düşüncesi ile eski 3. Ordu komutanlarından Ragıp Gümüşpala getirilmiştir, partinin ağır toplarından birisi hatta en önemlisi ise Sadettin Bilgiç’tir ki, Bilgiç Ailesi, Süleyman Demirel’in hemşehrisi olarak elinden tutup bürokraside ve siyasi hayatta yükselmesinin yegâne aracıdır. Tarihe, sadece taraftarları tarafından “barajlar kralı” ya da “baba” diye anılarak geçtiği iddia edilen Süleyman Demirel artık Morrisonluğun kendisini kesmemesi üzerine, amerikanperverliğini daha iyi icra edeceği ya da sergileyeceği evvela AP başkanlığı bilahare de Başbakanlık koltuğu hedefi ile genel başkanlık yarışına girişince, rakibi konumundaki Sadettin Bilgiç’in de Necmettin Erbakan ve arkadaşları tarafından desteklenmesi ve nihayetinde de seçimi kaybetmeleri üzerine, Erbakan’ın aktif siyaset hayatı şimdilik olmak kaydıyla sona eriyordu.

Necmettin Erbakan; 1956 da kurucuları ve ortakları arasında olduğu “Gümüş Motor” şirketindeki faaliyetlerine ve akademik kariyerine ağırlık verir bu boşluklarda, ancak kaptan köşkünde bulunduğu şirketin, yanlış yatırımlar yapılması ve üretim süreçlerindeki yaşanan mali ve idari problemlerde en büyük rolün kendisinde olduğu kanısına varılınca, aralarında Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun bulunduğu hissedar tarikatdaşları tarafından istifaya zorlanmış ve bir şekilde de şirket ile ilişkisi kesilmiştir. “Gümüş Motor” Şirketinin adı da, tarikatın merkezinin “Gümüşhane Tekkesi” olması hasebi ile düşünülmüş olup, tek ve en önemli üretimi ise “Pancar motor”dur, önceleri darbecilerin de desteğini alan bu üretimler çağa ve piyasa koşullarına uyamayınca hedeflenen gelişmeyi gösterememiştir ve macera fiyasko ile sonlanmıştır.

Necmettin Erbakan’ın Süleyman Demirel ile arasının yukarıdaki satırlarda bahsedildiği üzere bozulması konusu, Erbakan’ın taktik çekilmesi ile dönem itibariyle görünürde tekrar düzelmiştir ve artık Başbakanlık koltuğunda oturan Demirel’in desteğine de muhtaçlık söz konusudur, aralarındaki görece barış sürecinde, Amerikan emperyalizminin elde alternatifler olmalı kabilinden değerlendirmelerine müteallik mezkûr dönemde gizli destekleri almaya devam edecektir, direk ya da endirek... Hatta o kadar destek almıştır ki Başbakan Demirel’den, bir söyleşisinde kendisi için; “Benim çok yakın arkadaşım kendisi. Zaten onu sanayi odası genel sekreterliğine de ben getirdim” diyebilecek kadar konuyu derinleştirmiş ve tekzip edilmeyen bir açıklama bile yapmıştır.

Siyasi hayatta tutunabilmenin yolunun kendisi açısından, Sanayi Odası içindeki faaliyetlerden geçtiği analizi neticesi, taa MNP (Milli Nizam Partisi) ni kurana kadar, önce ve sırasıyla 1959 da İstanbul Sanayi Odası Makine İmalatçıları Sanayi Meslek Komitesi Başkanlığına, 1966 yılında Genel Müdürü olduğu Gümüş Motorları daha ehven şartlarda satabilmek için ithal kotalarını düzenleme yetkisini elinde bulunduran Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığına, buradan ise aldığı ya da alınmasında önemli rol aldığı kararların Odalar Birliği Genel Sekreterliği tarafından uygulanmamasını engel görerek, bu kez de Genel Sekreterlik görevi hedeftir ve gerçekleşir o da, bilahare de Genel Başkanlık hedefe girince Genel Sekreterlik koltuğunu doldurduğu dönem içinde bunun gerçekleşmesi için her türlü altyapının ve kulisin hazırlıklarını yapar ve nihayetinde de o da gerçekleşir. Seçimlerin iptali konusunda yapılan girişimler neticesinde, Danıştay; girişimcileri haklı bulur artık başkanlık yargı kararı ile iptal edilmiştir, Danıştay girişimcileri haklı bulur bulmasına ama hani “sandık ile geldik sandık ile gideriz” ve “hukukun üstünlüğüne inanırız” diyenlerin öncülüdür ya, ortada yargı kararı olmasına rağmen başkanlığı bırakmaz ve ne yazıktır ki başkanlık makamı bu işgalden emniyet güçlerinin birkaç günlük çalışması neticesinde hak sahibine teslim edilmek üzere geri alınabilmiştir, işte durum budur görüleceği üzere bu kafa seçimle gelir ama seçimle gitmek ister mi, vallahi yukarıdaki hikâyeden anladığınız kadarı iledir bu sorunun cevabı… Bu kafa için yargı kendi lehlerine karar verirse, o yargı kararıdır ve kutsaldır, değilse asla ve kata uygulanmaya değmez ve batıldır, seçim kendilerini muzaffer kılmış ise eğer, seçim meşrudur aksi takdirde zinhar…

Hikâyenin, ilim, irfan ve feyz bölümü yukarısıdır ancak hatırlamayanlar için mezkûr zatın siyasi hayatının bir bölümünü daha geliştirip bırakalım, bilindiği üzere TOBB ricatının üzerine aktif siyasi hayatta tutunabilmek için bu sefer Demirel’in başında bulunduğu AP ye milletvekili olmak hesabı ile kayıt yaptırmak ister ama oradan da geri çevrilir, artık bu ilişki ile köprüler atılmalıdır, Konya bağımsız milletvekili adayı olarak seçime katılır ve Konyalı tüccar ve Anadolu eşrafının büyük sermayeli esnaflarının büyük desteğiyle milletvekili seçilir, derhal kendi partilerini kurmak üzere çalışmalar başlar yoğun kulisler neticesinde, AP den transfer edilen birkaç milletvekili ile birlikte Nakşibendîlerin, Nurcuların ve Kadirilerin ittifakla desteğini alarak MNP (Milli Nizam Partisi) kurulur ve 1990 larda Başbakanlığı kadar uzanacak bir siyasi serüven başlar… Partinin kurulmasına ön ayak olanların ise, tarım ağırlıklı üretiminden sanayi ağırlıklı üretime yönelen kapitalizmin Anadolu’da her geçen gün ekonomik durumları bozulan küçük sermaye grupları, küçük toprak sahipleri, küçük esnaf ve zanaatkârlar; büyük kentlerde ise her geçen gün daha da yoksullaşan muhafazakâr emekçi kesimler ile Cumhuriyet’in laiklik adı altındaki uygulanan politikalarından muzdarip dindar kesimler olduğu göz önüne alındığında bu siyasi hareketin nasıl bir seyir izleyeceği taaa o günlerden belli idi, bu arada Amerikan Emperyalizminin toplumun bu kesiminin de zaptu rapt altında tutulması öngörüsü adına Türkiye Cumhuriyetinin Silahlı kuvvetlerinin en tepesindekilerin de vasıtası ve desteği ile 12 Mart faşist darbesinden korkusu nedeniyle yurdu terk eden bugünkülerin öncülü bu zat, 1971 de sığındığı İsviçre’den garantiler verilerek getirilip tekrar parti kurulmasına zemin hazırlanmış ve bu destek tüm söylenenlerin aksine sonuna kadar hiç değişmemiştir hatta o kadar ki bu destek ardılları içinde bir hayli cömert kullanılmış ve bugünlere kadar da taşınmıştır.

Son söz, ne diyor; Mark Twain, seçimlerin yani sandığın özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi”

Cuma, Ağustos 16, 2013

KURTULUŞA İNANMIŞLIĞIN PORTRESİ

                                            MUSTAFA ÖZENÇ

Arkadaşlarına yazdığı son mektup

“Ben hiçbir karşılık gözetmeksizin, kendimi Türkiye emekçi halklarının sömürü, baskı ve zulme karşı verdikleri “insanca yaşama” mücadelesine adadım.
Bizatihi emperyalizm tarafından yönlendirilen oligarşinin resmi, sivil tüm güçleriyle halka karşı ilan ettiği sindirme, köleleştirme, yok etme savaşına karşı Türkiye halklarının “DEVRİMCİ YOL”unda mücadele ettim.
Yürüdüğüm yolun engebeli, dolambaçlı ve sarp olduğunu biliyordum. Doğruluğuna inandığım bu yolda ilk düşen de ben değilim. Son düşen de olmayacağım. Bu savaş kurtuluşa kadar sürecektir.
İnsanlığın bu onurlu savaşında bir sıra neferi olarak ölmek, ölümlerin en yücesidir.
Er ya da geç... Zafer Türkiye emekçi halklarının faşizme karşı birleşik devrimci savaşının olacaktır.
Her zaman için onur duyduğum, birlikte olduğumuz Türkiye emekçi halklarının kurtuluşu uğrunda omuz omuza çarpıştığımız Devrimci Yol saflarından beni ancak ve ancak ölüm ayırabilirdi. Ki bu da, geride mücadelemizi “kurtuluşa kadar” sürdürecek yoldaşlar olduğu müddetçe, şerefli bir nöbet teslimi olarak, beni hiçbir şekilde korkutacak bir olay değildir. Ancak istemeyerek bu nöbeti teslim ettiğim için üzüntü duyabilirim. Türkiye'de devrim yapmak için yola çıkan siyasi hareketimiz, izlediği doğru eylem ve mücadele çizgisiyle kısa sürede büyük mesafeler katetmiş ve emekçi kitlelerin büyük sempati ve güvenini kazanabilmiştir. Bu arada çeşitli eksikliklerimiz dolayısıyla sınıflar mücadelesinde yetişmek olanağı bulamadığımız olaylar olmuştur.
Devrimci Hareketimizin kazandığı prestijde hiç kuşkusuz, yiğitçe çatışarak, ya da işkence tezgâhlarında direnip sır vermeyerek, ölen, sakat kalan ve zindanlara tıkılan yoldaşlarımızın payı çok büyüktür. Ne yazık ki yiğit yoldaşlarımızın kanı pahasına sağlanan bu prestije gölge düşüren, devrimci hareketimize önemli ölçüde zarar veren dönekler ve hainler de çıkmaktadır. Bunlar zora gelince “paçayı kurtarma” düşüncesiyle bir anda Türkiye emekçi halklarına karşı sorumluluklarını unutmakta ve acizlikleriyle hem kendilerini hem de diğer birçok kişiyi utanacak duruma düşürmektedirler. İşin ilginç yanı böyle alçaklar, genellikle fazla işkence görmekten ziyade, psikolojik zayıflıktan dolayı çözülmektedirler.
Her şeye karşın Devrimci Hareketimizin bu sorunların üstesinden geleceğine ve Türkiye Halklarının kurtuluş bayrağını oligarşinin burçlarına dikeceğine olan inancım tamdır.
Bu inançla sizleri selamlar, devrim yolunda başarılar diler ve satırlarımı büyük devrimci CHE'nin şu sözleriyle bitiririm:
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin
Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa
Ve silahlarımız elden ele geçecekse,
Başkaları mitralyöz sesleriyle,
Savaş ve de zafer naralarıyla
Cenazelerimize ağıt yakacaklarsa,
Bu uğurda ölüm hoş geldi, safa geldi.”
 
Ailesine yazdığı son mektup
“Sevgili Babacığım
Hepinizi ne kadar sevdiğimi bilirsiniz. Sizin de beni ne derece sevdiğinizi ve en iyi şekilde yetiştirmek için ne çok çaba ve fedakârlıklar gösterdiğinizi de biliyorum. Sizlere bu satırları yazmamın nedeni kendinizi bu konuda suçlamamanız içindir. Siz bana karşı görevinizi fazlasıyla yerine getirdiniz. Bu yüzden sizi kimsenin suçlamaya hakkı yoktur. Buna yeltenenler olursa, bilin ki onlar bile bile ya da bilmeyerek bu sömürü düzenine köleliği savunanlardır…
Ben yolumu kendim çizdim. Şu veya bu şekilde. Kişisel hırs ve çıkarlar uğruna düzene sadık köleliği değil: emekten ve emekçiden yana olmayı, sermaye ve onun egemenliği ile sömürüsüne dayalı düzene karşı mücadeleyi seçtim.
Yürüdüğüm yolun ne kadar sarp, engebeli, dolambaçlı olduğunu da biliyordum. Çünkü sömürücü sınıf emperyalizme göbeğinden bağımlı, çıkarları emperyalizmle aynı yönde ve devlete egemendi. Bu egemenlik ve saltanatı sürdürebilmesinin temel koşulunu; baskı ve şiddete dayalı politika ve bunu tamamlayan yalan, demagoji v.b. propaganda oluşturuyordu.
Zaten hiçbir zaman istikrara kavuşmayan, emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalist düzenin açmazları derinleştikçe; baskı ve şiddet o ölçüde artmaktaydı...
Nitekim önce sivil köpeklerini halkın üzerine saldılar. Okulları, işyeri ve mahalleleri faşist zorbalara işgal ettirerek, geniş emekçi kitleleri, demokrat aydın ve öğrencileri köleleştirmeye çalıştılar. Katliamlar yarattılar. Olan bitenleri “anarşi ve terör” diye açıklayıp, sınıf mücadelesini örtbas etmeye kalktılar. Bütün bunlar yetmedi. Sivil sıkıyönetim, bölgesel sıkıyönetim ve arkasından 12 Eylül... Emekçi sınıf ve tabakalarının kazanılmış tüm haklarının ortadan kaldırıldığı bir ortam. Herşey önceden hazırlanmış bir oyunun parça parça sahnelenmesi idi. Her sahnede başrol oyuncuları değişiyordu. Ve Türkiye emekçi halklarının devrimci mücadelesinin yükselmesini önleyemedi. Hiçbir zaman da önleyemeyecektir.
Ben ve daha yüzlerce kişinin öldürülmesi, ülkemizde yaşanan sınıf savaşını durduramayacak ve bu savaş, bu bozuk düzen tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılıncaya kadar sürecektir.
Sizlere veda mesajı olarak yazdığım bu satırları bitirirken, tek isteğim sabır ve iradenizi koruyarak; bu olayı bir aile faciasına dönüştürmemenizdir. Hepinize sonsuz selâmlar, saygılar ve sevgiler.
Elveda...”
 

 

Cumartesi, Ağustos 10, 2013

SÜLEYMAN-EL İSA (ŞAİR-ÜS SAGİR)

Türkiye’de; gerek Doğu yazar ve şairlerine bakıştaki sorunlar, gerekse de Suriye ile çok uzun yıllara dayalı dostane ilişkilerin olamayışı nedeniyle, belki de Arap Ulusçuluğunu ilke edinmiş parti kurucusu olması nedeniyle çok fazla bilinmeyen ya da bilinse de yeterli ilgi gösterilmeyen ama Dünya şiirinin duayenlerinden, Ortadoğu’nun en büyük şairi, katıldığı Moskova Dünya Barış Konferansında tanıştığı ve dostluklarını ölüm ayırıncaya kadar sürdürdükleri Nazım Hikmet’in yaşayan son dostlarından, Dünya PEN Yazarlar Birliğinden Aziz Nesin’in dostlarından, Arap Dünyasının özgürlüğe açılan penceresinin büyük yazarı ve şairi Süleyman El İsa’yı 08.08.2013 akşam saatlerinden kaybettiğimizi öğrenmiş bulunmaktayım, ışıklar içinde yatsın, üzüntüm büyük olmakla birlikte başta dayısını kaybeden eşim olmak üzere tüm sevenlerine, yakınlarına ve ailesine baş sağlığı dilerim.

1982 yılında Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin “Lotus” ödülü sahibi, 2000 yılında “Arap Yaratıcı Şiir Ödülüne” layık görülen, yüzlerce eseri bulanan ve yaşamını Suriye'nin Başkenti Şam'da sürdürürken yaşamını kaybeden şair-yazar Süleyman El-İsa'yı yıllar önce Suriye’nin başkenti Şam’da, kendi ününün muazzamlığına karşın eşiyle birlikte mütevazı bir yaşam sürdürdüğü evinde ziyaret etmiş, Türkiye anıları ve yazıları, Asi nehrinde yüzmeleri, Fransızların Hatay’ı işgali ve onlara karşı verilen kurtuluş amaçlı direniş ve Fransız mapushanelerindeki çileler başta olmak üzere çok çeşitli konulardaki görüşlerini dinleyip, ilim, irfan ve feyz almış, özellikle Nazım Hikmet ve Aziz Nesin ile ilgili anılarını üstadın şiirimsi konuşmaları ile büyülenmiş bir vaziyette ve ayrı bir kulakla dinlemiş idim, bir hayli ilerlemiş yaşına rağmen Şam’ı gezmemiz sırasında da gezi rehberliğini bizden esirgememiş koca çınarı büyük bir hayranlıkla izlemiş idik. Bilahare; Hama, Lazkiye ve Şam’da çekilen sıkıntılar, lise hayatı ve özgürlük, vatan ve yurtseverlik üstüne yazılan şiir ve yazıların kendisine tutuklamalar ve yargılamalar olarak geri dönmesi, 2. Dünya savaşı yıllarında daha lise çağlarında iken Suriye BAAS partisinin, Irak Hükümetinin sağladığı burs ile Arap dili ve Edebiyatı dalında yüksek öğretim için Bağdat’a gittiği dönemde de Irak BAAS partisinin kuruluşunda katkı sunduğu dönemlere ilişkin anılarını dinlerken de, hafızasının diriliği, tazeliği ve derinliğine hayran olmuştuk. Hele, daha ilkokul 3. sınıf öğrencisi iken öğrendiği ama asla unutmadığı ve aksanından ötürü dinlemesini çok sevdiğimiz bizler için hiç sıkılmadan defalarca tekrarladığı “inatçı 2 keçi” şiirini nasıl unutabiliriz… Suriye Kültür Bakanlığının 1964’te dört kitabının yayımlanması üzerine kendisine ödenen telif hakkı olan para ile uzun yıllar önce terk ettiği Türkiye özlemi ağır basınca, koca çınar, bu parayı bitip tükenmeyen özlemini gidermek için Türkiye gezisine çıkarak harcamayı uygun görmüş ve ailesi ile birlikte Türkiye’ye gelmiştir, bu geliş onun ilk ve son gelişi olup bu gezisinde Hatay, Mersin, Ankara ve İstanbul’u gezmiş ve bu gezi ile ilgili anılarını kitaplaştırmıştır. Bir defasında, soğuk savaş günlerinin gerginliği içerisinde başvurduğu Türkiye vizesi için olumsuz yanıt alması üzerine, kalbinin burukluğunun yarattığı sıkıntı ile bir daha asla vize talebinde bulunmamış ve şimdilerde Suriye ile savaş ortamı öncesi oluşan olumlu iklime rağmen bu seferde yaşlılık nedeniyle vize girişiminde bulunmamıştır. Hatta öğrendiğimiz kadarıyla eski Dışişleri bakanlarından Vahit Halefoğlu ile ilkokul sınıf arkadaşlığı olmasına rağmen o dönemde bile kalbinin bir kez kırılmasına katlanamayacağından herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Hele başından hiç çıkarmadığı beyaz şapkası ile önümüze düşüp bizi gezdirdiği Şam’da ilerlemiş yaşına rağmen bizden kesinlikle geri kalmayışı ayrıca ne denli bir Şam tarihçisi ve gezi rehberi olduğunu da bizlere göstermiştir, üstat...

1921 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Nahırlı Köyü (şimdiki adıyla Aknehir Beldesi) Besatin-el Asi Mahallesi’nde doğmuş, babası Şıh Ahmet’in yörenin âlimlerinden olması ve köyünde ilkokul olmaması nedeniyle ilk öğretmenliğini babasının yaptığı bilinen, iki katlı evlerinin alt katı okul ve kütüphane olarak kullanıldığını ifade edilen, burada babasından aldığı okuma yazma kursları ile öğrenimini ilerleten ve Ömer Hayyam’ın rubaileri ile genç yaşta tanışan, bu tanışıklığın ve aldığı eğitimin ve öğretimin meyveleri daha 9 yaşında iken ortaya çıkar ve ünü Antakya’nın tamamına yayılır ve kendisine “Şair-üs Sagir (Küçük Şair)” denilerek şairlik süreci başlar. Eşi; Prof Dr Melek Abyad, dünya tatlısı bir insan olmanın yanında, eşi ile gurur duyduğunu gözlerinin içinde hissettiğimiz birisi olup, başta ve özellikle Fransız edebiyatında etkisi görülen Cezayirli yazarlar olmak üzere pek çok yazarın eserlerini Fransızcadan Arapçaya çevirmiştir.

Yaşamı; her özgürlük savaşçısının başına geldiği üzere, sıkıntı, çile ve zulüm ile doludur, üstelik kurucusu olduğu partinin iktidarında bile küskünlükler yaşadığı direk kendisinden duyulmasa bile bilinmektedir, Nazım Hikmet’e Türkiye Cumhuriyeti tarafından reva görülen zulüm ve işkenceler, Fransızların Hatay’ı işgali sırasında Fransızlarla başlayan bulunduğu tüm ülkelerde de koca çınar Süleyman El İsa’nın başına da gelmiştir.

Geçen yıl, Suriye Yazarlar Birliğinin de kurucusu olan bu koca çınar için, doğduğu topraklar olan Antakya Aknehir Beldesinde düzenlenen, Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), Aalen-Antakya Kültür Derneği ve Aknehir Belediyesi işbirliğiyle bir saygı paneli düzenlenmiş idi, ne yazık ki orada bulunamamış ve bulunamadığım için çok üzülmüş idim. Sonradan öğrendiğim kadarı ile başta, Belde Belediye Başkanı Mehmet Mübarek, TYS Antakya Temsilcisi Mehmet Karasu, Suriye Yazarlar Derneği Başkanı Dr. Ali Ekle Orsan ve çok sayıda seveni ve davetlilerin katıldığı panelde, “Bu topraklarda doğmuş, çocukluğunu burada geçirmiş, ben Aknehirliyim diyen büyük bir ustayı, halkımıza anlatmaktan dolayı mutluyum. Onun eserlerini konuşmak ve paylaşmak bizler için çok önemli” biçimiyle yapılan tanıtım kendisi için büyük mutluluk nedeni olmuş…

Değerli şair-yazar ve çevirmen Nuri Sağaltıcı ile yaptığı görüşmede; “Hayatımda hep insanı önemsedim. Yalnızca insanı. Ben şairim, şair gibi düşündüm ve şair gibi yaşadım. Ülkemi ve insanları karşılıksız sevdim.” diyerek, nasıl bir dünya yorumuna sahip olduğunu samimi ve çok şairane göstermiştir.  Nuri Sağaltıcı’nın çevirisi ile Koca Çınarın buram buram Antakya ve memleket özlemi kokan bir şiiri aşağıdadır.

ANTAKYA’DA KALICIYIZ

Yükseklere seriver hayalini, serpiştir ovalara
Seriver, serpiştir yeşil, yemyeşil Antakya’ya

Sevenlerimiz el ele kursunlar düğün dernek
Salıversin sevgi çiçeklerini o güzel yurduma

Papatya yanaklarına kazınmış özümü sarsıver Antakya’nın,
Selam söyle Antakya’nın söğüt ağaçlarına

Hayallerini seriver eski köprünün üzerine
Duyguların boşalıp doruğa çıktığı anlarda

Umutlu adımlarımızın andına uyuyan evlere seriver düşlerini
Ey dostum, ey vatana göklerin ve yeryüzünün renklerini armağan eden fırça.

Ey benim toprağıma özlem duyan olgun çocuk
Antakya’dasın, Antakya…
 
Sen tarihi efsanesin ey coşkulu kent
Tarih Antakya’dır bende ve Antakya tarihtir aslında.

Dostum, az uğrayıver bizim köyümüze de;
Özüm, çocukluğum, şiirlerimi göreceksin yanı başında.

Biraz da Asi’ye sapıver kanımda akan
Oradadır evim, uzanmıştır asi de bir yanında

Bir soluklan gölgesinde yeşil dut ağacının
Şairin sırdaşı olan kasideleri, sor o ağaca

Şiirlerimin nabız atışında vardır o, her zaman
Resmet, resmet gölgesini bile o sevdalı fırçanla.

Sevdiklerine, sevdiklerime selamlarımı ilet ey dost
Çam ağaçları gibi köklüdür onlar, o çamlar gibi, yüksek yamaçlarda

 

Cumartesi, Ağustos 03, 2013

SANDIKTAN GELDİK


İstanbul Tüp Geçit Projesi, daha başlamadan güzergâhı 2 defa değiştirilen 3. Boğaz Köprüsü, Akkuyu Nükleer Santrali, Haydarpaşaport Projesi, Uluslararası büyük destekçi Dubai Şeyhi El-Maktum'un Levent Garaj Projesi, İzmir Otoyol Projesi, sözde düşman ilan edilen Yahudi lobisinin önemli temsilcisinin Galataport Projesi ve kentsel yaralara dönüşen veya dönüşecek kentsel dönüşüm projeleri başta olmak üzere yüzlerce projedeki; ahlaki, sosyal, siyasi, ekonomik ve teknik sakatlıkları ya da alavere dalavereleri görerek ya da öne sürerek, üstelikte yasalardan gelen yetkisini kullanarak mahkemelere başvurarak dava açmak suretiyle karşı çıkan, tüm İnşaat, Jeoloji, Elektrik, Makine, Ziraat, Petrol, Elektronik, Bilgisayar Mühendisleri ve Mimarların ortak yasal organı TMMOB’nin yetkilerini, hem de Gezi parkı eylemlerinin sorumlusu tayin edilerek ya da bu bahanenin arkasına sığınılarak keyfi bir biçimde neden yok ettin diye sorulunca; cevap; Çünkü sandıktan geldik,

Sayıştay, genel ve katma bütçeli tüm kamu kurum ve kuruluşlarının, bütçe onayları ve denetimlerini yapma görev ve salahiyetlerine haiz iken şimdi hazırladığı raporlarının bile kaale alınmadığı bir döneme gelinmesi üzerine sorulan sorulara; cevap;  Çünkü sandıktan geldik,

Gezi parkında; gerek bu civarda kalan son yeşil alandır, gerekse de burası deprem anında toplanılacak alandır gibi çok çeşitli gerekçeler öne sürülse dahi, insanların orada toplanıp bu projeye karşı çıkışlarına sanki onlar bu ülkenin vatandaşları değilmişçesine, “Ne derseniz deyin oraya topçu kışlasını yapacağız”, “O zaman ne dedik, olacak dedik, şimdi oluyor. Bu tabi kışla olmayacak. AVM, belki rezidans olarak hizmet görecek.” denilmesine karşı ulusal ve uluslararası tepkilere verilen cevap; Çünkü sandıktan geldik,

İstanbul kanal projesi rasyonel akla, uluslar arası siyasete, bilime, tekniğe ve hayatın gereklerine uygun değil, adı üstünde bu tam bir çılgın projedir denilmesine karşı, kininizi içinizde tutmayın ruh haliyle verilen cevap; Çünkü sandıktan geldik,

Gezi parkına AVM yapılacak, size mi soracağız, birileri gelip bize akıl veriyor “bu yanlış” diye. Ya arkadaş sen aklını kendine sakla, Çünkü sandıktan geldik,

Suriye’de neden savaşın bir parçasıyız ya da en azından neden böyle bir algılama var, cevap; size mi soracağız, sizden akıl mı alacağız, istediğimizi yaparız, Çünkü sandıktan geldik,
Tüm komşu ülkeler ile kavga, niza ve sorun yaşıyoruz, böyle bir dış politika olmaz diyenlere, cevap; size mi soracağız yaparız Çünkü sandıktan geldik,

ÖSS sınavlarında yolsuzluk var diyenlere cevap, araştırıyoruz, bakıyoruz, dediniz, bir sonuç yok, olmayacağı da çok açık denilince hemen celallenip, ne yapacağımızı size mi soracağız, nasıl yapacağımıza biz karar veririz, Çünkü sandıktan geldik,

Anayasa Mahkemesi kararı ile irticanın merkezi olunmuş ne diyorsunuz sorusuna cevap, oluruz, keserler para cezasını biter, Çünkü sandıktan geldik,
Kimlik siyaseti yapıyorsunuz, cevap hakkımız, Çünkü sandıktan geldik, Din siyasete alet ediliyor deniliyor, size mi soracağız, Çünkü sandıktan geldik,
Yahu bu kanun ile çok eşlilik gelebilir deniliyor, sizden akıl mı alacağız, Çünkü sandıktan geldik,
10. yıl marşını istemezük, biz istemediğimize göre kimse de istememeli, neden, Çünkü sandıktan geldik,
10 Kasım anma törenleri yapılmamalı, bir putun karşısında sap gibi durulur mu, durulmaz neden durulmaz, Çünkü sandıktan geldik,
29 Ekim kutlanmamalı diyoruz herkes karşı çıkıyor neden karşı çıkıyorsunuz, biz ne dersek o olur, Çünkü sandıktan geldik,
Küçücük kızlar evlendiriliyor, “çocuk gelinler dünya klasmanında” en üst sıralardayız diye bize akıl veriyorlar, aklınız size kalsın, ihtiyacımız yok, Çünkü sandıktan geldik,
İnsanların fişlenmesi ileri demokrasinin gereğimi diye soruyorlar, eskiden de fişliyorlardı, şimdi de biz fişliyoruz ne olur ki, Çünkü sandıktan geldik,
Şu kadar çocuk yapacaksın, Çünkü sandıktan geldik,
Çocuk yaparken şu yöntemi kullanacaksın, Çünkü sandıktan geldik, Mizahçılara hapis, Çünkü sandıktan geldik,
Tabiatın can damarı bu derelere HES yapmayın, yaparız Çünkü sandıktan geldik,
Allonoi neden sular altında kaldı, Çünkü sandıktan geldik,
Hasankeyf neden sular altında kalacak, Çünkü sandıktan geldik,
Hergün kadınlar eski eşleri tarafından öldürülüyor, koca şiddetinden bunalmış kadınlardan geçilmiyor tedbir alınmalı deniliyor, size mi soracağız, Çünkü sandıktan geldik,
Deniz feneri soruşturması, Çünkü sandıktan geldik,
Bunlar stratejik kuruluşlardır özelleştirilemez, Çünkü sandıktan geldik,
Dolaylı vergiler artık vatandaş tarafından taşınamaz durumdadır, Çünkü sandıktan geldik,

Eeeee Hitler de sandıktan geldi diye sandığımı red mi edeceğiz, son bombamız da bu, ne diyelim Allah Selamet versin…

Vs. vs. vs. vs. vs.

Bu sandıktan geldik edebiyatının hayat içindeki pratik karşılığı mı kast ediliyor acaba?  Hiç zannetmiyorum… Çünkü seçim performansını gerçekten ölçmenin yegâne yolu, direk, filtresiz, barajsız ve dolaysız ve de özellikle hilesiz ve hurdasız seçim yapmanın yolunu bulmak ve uygulamaktan geçmektedir, peki bunun böyle olduğu bilinmez mi? Bilinir elbette, ama ne yazık ki muhalefeti dahi bunu talep etmez canım yurdumun, çünkü piyangonun kendilerine isabet edeceği günü beklerler ya da öyle bir algılama yaratırlar, vatandaş gözünde… Bizden söylemesi bu piyango onlara bu kafa ile asla ve kata isabet etmeyecektir…

Yahu şu sandık meselesini;
1.    Seçim Barajlarından azade tutarak,
2.    Partiler tüm adaylarını ön seçimle belirleyerek,
3.    Parti üye kayıtlarının doğru yapılmasını ve denetlenmesini temin ederek,
4.    Seçim kanununu değiştirerek,
5.    Nispi temsil usulünü günümüze uyarlayarak,  
6.    Partiler kanunu değiştirerek,
7.    Partilere hazineden yardım behemehâl kaldırarak,
8.    Yunanistan’ın bile kullanmadan, ihaleyi kazanan firmaya geri iade ettiği “SEÇSİS” programıyla seçim ölçmeyi behemehâl bırakarak,

gibi detaylar başta olmak üzere seçimleri her türlü manipülasyondan uzak tutacak, görece, ahlaka ve adalete uygun hale getirirsek, “sandıktan geldik” lafı anlamlı olur…

Vs. vs. vs. vs. vs..

Sonuç olarak; SORU,

Peki, TMMOB yönetimleri sandıktan gelmedi mi, Baro yönetimleri sandıktan gelmedi mi, Tabip Odaları yönetimleri sandıktan gelmedi mi?