Pazartesi, Haziran 23, 2014

PADYSHAIMUS SYNDROME

Osmanlı tarihinde; fetihlerin, ülke zapt etmelerin zirve yaptığı dönemin malum hikâyesidir, Fransa kralı Fransçois (Fransuva) Alman Kralı Şarlken ile 1525 yılında Pavye savaşı diye bilinen savaşı kaybeder ve esir düşer. Bunun üzerine Fransçois’in annesi Düşeş hanımefendi Osmanlı büyükelçisi vasıtasıyla, Padişah Kanuni Sultan Süleyman’a Fransçois’in esaretinin sona erdirilmesi talebini içeren bir mektup yazarak, himmet ve yardım bekler. Böyle bir mektup gerçekte var mıdır, varsa da orijinal midir, yoksa bazı lobiler tarafından dublajı yapılmış mıdır, montaj mıdır, bilinmez ancak her nasıl ise, kıssa üstünden günümüze hisse çıkarmamıza engel oluşturmamaktadır.

Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa kralı François’e gönderdiği 1526 tarihli cevabi mektup;

“Allah-ü Teala’nın lütuf ve yardımıyla, peygamberimiz Hz. Muhammet Mustafa (S.A.V.)’nın mucizesi, dört halifenin ve Allah’ın sevgili kulları olan velilerin mukaddes ruhlarının yardımıyla;
Ben ki,
Sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan’ın Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân'ın torunu, Sultan Selim Hân'ın oğlu, Sultan Süleyman Hân’ım.
Sen ki,
Françe vilayetinin kralı Françesko (François, Fransuva)’sun.
Sultanların sığınma yeri olan kapıma, adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilâsına uğradığını, hâlen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istida etmişsiniz. Her ne ki demiş iseniz benim yüksek katıma arz olunup, teferruatıyla öğrendim.
Padişahların mağlup olması ve hapsolması tuhaf değildir. Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheyleyip gece, gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve iradatı neye müteallik olmuş ise vücuda gele. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz. Böyle bilesiniz.
Cevabi mektup kimilerine göre; dönemin Osmanlı İmparatorluğu açısından diplomasi ve askeri üstünlüğünü göstermesi açısından son derece makul ve anlaşılabilir iken, kimilerine göre de, hoşgörüden azade kibrin zirve yaptığı bir tutum ve davranış olarak değerlendirilmektedir. Ancak, nasıl değerlendirilir ise değerlendirilsin, uluslararası kabul görmüş bir seviye, güç ve kabiliyet gerektiren bir durumun yansımasıdır, tüm bu yaklaşımlar…
Bu vesile ile de; kısaca da olsa bu tarihi tespit üzerinden günümüze bakarak görüş belirtmenin faydalı olacağı mülahazasıyla, bir devlet büyüğümüzün geçenlerde mezkur mektubun bir bölümünü, bir şeylerin tebarüz ettirilmesi adına tekrarlanması, en hafif deyimiyle bir halüsinasyon durumudur… Akıllara ziyan…
İktidar hırsının ve sahipliğinin yarattığı bu sarhoş edici hormonlu güç, Kanuni’nin söylemindekine benzer “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” yaklaşımı, mezkûr padişahların doğru işler yapmasına engel oluşturması yanında, yanlışlıklar bataklığına gark olmalarına yol açmıştır sürekli… Bu kabil ruh hali, mezkûr padişahlara, yapılan yanlışları bilseler ya da anlasalar dahi geri adım atma, kararı düzeltme gibi davranışlar önünde en ciddi engeli oluştururlar… Tam da bu yüzden, bir yanlışın kendi yorumlarına uygun olarak düzeltilmesi çabası yeni yanlışları doğurmakta, sadrazamları bile sahipliğin devamı için göz kırpmadan harcamaya kadar vardırmaktadırlar yanlışlıkları bazen de… Bu padişahların, bu padişahlık ruh hallerinin, “padişahım çok yaşa” nutuklarından beslendikleri aşikâr olup, bu ruh halinin zaman içinde padişahların sonunun hazırlayıcısı olması ise idraklerinden kaçmaktadır.
Son olarak yeni öğrendiğim haliyle belirtmeliyim ki, mezkûr hikâyenin ruhuna uygun olarak tespiti yapılan bu durumun, tıp dilindeki karşılığının “padyshaımus syndrome” denilen bir hastalık olduğu geniş çevreler tarafından kabul edilmektedir. Türkçemize “Padişah hastalığı” olarak çevrilebilecek bu sendrom, aslında makam koltuğuna oturulduğunda koltuktaki fitilin “fitillenmesi” neticesinde malum sonuçlara neden olurmuş… Hastalar ise oldum (çırak, usta, kalfa, müteahhit sıfatları ile) sanırlarmış kendilerini, her olmadığını gördüğünde de, hastanın ruhunu ateşler sararmış, kontrolden çıkarmış ve terbiyesiz, hazımsız, saygısız hatta küstah oluverirmiş... Yüce Rab ül âlemin bu kabil hastaların yar ve yardımcısı olsun… “Sen kimsin be” diye sağa sola sataşma gibi sonuçları olan bu hastalığın ne yazık ki hâlihazırda bir tedavisi de yokmuş… Muhataplarına da sabır ihsanı dilemekten başka bir şey yapamıyoruz… Herkese geçmiş olsun…

Salı, Haziran 17, 2014

SİZİN VEYSEL


Darbenin kaybettiği bir devrimcinin izinde “SİZİN VEYSEL” adlı kitabın yazarı, eski Mersin 78’liler Dernek Başkanı Ethem Dinçer, muhtemel ki konunun uzmanları ve tanıkları ile birlikte ya da onların ciddi destekleriyle hazırladığı ve 12 Eylül askeri darbesi döneminde hiçbir hukuki, ahlaki ve insani yaklaşım gösterilmeden idam edilen Veysel Güney’in, ancak 2 aya sığan yakalanma ve yargılanma ve infaz sürecini tüm detayları ile ele almaktadır. Kitap bu süreci ele alırken dönemin Cumhuriyet Savcısı Mete Göktürk’ün, özellikle bu infazdaki hukuksuzlukları öne çıkaran “adaleti gördünüz mü” adlı kitabını da refere ederek, gerek hukuki yaklaşımlarına gerekse de tanıklıklarına başvurmaktadır. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Mete Göktürk yazdığı “adaleti gördünüz mü” adlı kitabında, Veysel Güney’in yargılanmasına yönelik çok ciddi ve fahiş hataları işler, burada “Veysel’in silah kullandığına yönelik delil olmadığından tutun, gerek yakalanma yerinin krokileri gerekse de çatışmada bulunan polislerin tanıklıkları üzerinden yapılan özensizlikleri ve aldıklar talimat gereği acele ile bir gencin idam edilmesi sürecini adeta yargılamaktadır. Artık infaz gerçekleşmiş ama daha da feciatı, Gaziantep mezarlık Müdürünün mezarın kimsesizler mezarlığında olduğunu ispatlayan tüm evrak ibrazına rağmen Veysel Güney’in hala bir mezarının bulunmamasıdır. Ancak uzun yazışmalardan sonra bir hukuk garabeti daha gerçekleşir, TBMM İnsan hakları komisyonu’nun sorusu üzerine Gaziantep Savcılığı’nca “her ne kadar DNA testleri uyuşmasa da Veysel Güney’in Gaziantep Mezarlığı 105341 nolu mezarda yattığı anlaşılmaktadır” denilerek, ölüm gerekçesi “İ.D” (İdam) ve cenazenin geldiği yer “Orduevi” notları bulunan “faili meçhul” kayıtlı mezarın Veysel Güney’e ait olduğu kabul edilmiştir.

Veysel Güney’in infazını müteakip, bugün bir kopyası Mersin 78 liler Derneğinde de bulunduğunu öğrendiğimiz, “gömülme izni” belgesi düzenlenir, belge savcı Mete Göktürk, Hükümet Tabibi Fahri Zincircioğlu ve Yüzbaşı Burhan Erdem 3’lüsü tarafından imzalanır ve belgede “Veysel Güney’in cenazesi babası Ali Güney verilmek üzere Yüzbaşı Burhan Erdem’e teslim edilmiştir” diye yazılmaktadır. Ancak aradan bunca yıl geçmesine karşın cenaze acılı aileye teslim edilmemiştir hatta cenazenin bile peşine düşülmesinden rahatsızlıklar oluştuğu ortaya çıktığı “kerim devlet” reflekslerinden anlaşılmaktadır. Darbenin hatta darbecilerin bile kendilerine has bir hukuku olmasına karşın, bu bile çiğnenerek, mezarsız ölüler cenneti yaratmanın keyfini sürmektedir sanki bazı caniler… İnsanın aklı havsalası asla ve kata almıyor, yahu bu nasıl bir kindir, yahu bu nasıl bir intikamdır; ölüleri bile kaybetmekten çekinilmiyor, bunun bir insan tarafından yapılmış olma ihtimali olamaz, olmamalıdır da… Gerçi; canım yurdum, bir emniyet müdürü yaratıyor ve bu mezkûr zat sırıtarak “bu herif asılırken bize söverse ne yaparız?” diye bir soru atıyor ortaya ve yanıt canım yurdumun bir sıkıyönetim komutanından geliyor, aynı şımarıklık ve sırıtkanlıkla,”ipten indirir, yeniden asarız sen kafanı yorma müdürüm”… Bunu söyleme ve yapma cüretinde bulunan insanlar yönetti bu ülkeyi zaman zaman… Hatta şimdi de bol miktarda benzerleri var… Bu dönem yaşananlara bir örnek olsun diye, utana sıkıla bir kez daha yazmak istiyorum ki; cenazesini almak üzere ilgili makamlara başvuran acılı aileye; “biz oğlunuzu mezara gömmeyeceğiz. Onun mezara ihtiyacı yok. Ölüsünü nehre atacağız. Canımız isterse belki bir köpeğin önüne atarız.” denilmiştir ve bu ahlaksız ve şerefsizliğin paçalardan akmasının adeta bir tezahürü olan bu lafları söyleyebilecek bol miktarda insan yetişmiştir bu topraklarda… Toprakta mümbit hani… Hani dönem itibariyle; faili meçhullerin, gözaltında kayıpların, kaçarken vurulanların, teslim ol denildiği halde teslim olmadı denilip kurşuna dizilenlerin, gözaltına alınma kaydı tutulmayanların, yer gösterirken kaçtı denilenlerin, öldürülüp bir kenara atılanların vs. vs. gibi gerekçelerle her yerleşim alanındaki kimsesizler mezarlıklarının sakinlerinin artmasına alışmış idi toplum ama devletin emniyetçileri, adalet erbapları ve infaz kurum yöneticileri vasıtasıyla zimmeti altında olan bir genç insanın cenazesi bile kayıp edilebiliyordu…

CHP Malatya milletvekili Veli Ağbaba “idam kararını verenler biliniyor, infaz edenler biliniyor, infazın yapıldığı yer biliniyor, idamda görev alan savcı biliniyor, cesedin teslim edildiği yüzbaşı biliniyor ama Veysel’in yeri halen bilinmiyor. Bu utanç tablosunu anlayabilmek, normalleştirmek, bunu sıradan bir olay olarak kabul etmek mümkün değildir” diyor… Ama ne yazık ki çok az bir insan topluluğu tarafından, konunun ehemmiyeti anlaşılıyor…

Mezkûr kitabın; İnönü Alpat’ın “Günlüğe düşen notlar”ı kitaplaştırırken yazdığı bir hikâyeyi ele alması, durumun müthiş bir tasviridir. Malum hikâye; milyonlarca karınca bir uçurumun kenarına gelir, karşıya geçmeleri gerekmektedir. Tek yol vardır önlerinde, yüzbinlercesi canı pahasına uçurumu dolduracak, arkadan gelenler ölen karıncaların üstüne basarak karşıya güvenle geçecektir. Önden gelenler öleceklerini bilerek atarlar adımlarını uçuruma. Uçurum karınca ölüleri ile dolar ama arkadan gelenler rahatça geçer.

Gözlerini kırpmadan uçuruma inen karıncalardan biri de Veysel Güney’dir.  Veysel Güney’e bunu reva görenler son tahlilde kaybedeceklerdir, her ne kadar kendileri cenaze kaybetme konusunda mahir olsalar bile, tarih karşısında hep kaybedeceklerdir… Bu cüreti gösteren tüm katiller tarihte birer alçak olmaktan öteye gidememişlerdir ve de gidemeyeceklerdir…

Marks’ın “Anlatılan senin hikâyendir” sözü mucibince herkese bir kez daha diyelim ki, sakın ha bana ne deme, sakın ha arkanı dönüp gitme, bu kadar hukuksuzluğa ve ahlaksızlığa göz kapatırsan, ses çıkarmazsan muktedirlerin yaptıklarını onaylamış olursun ve inşallah kimsenin hatta düşmanımın bile başına gelmez ama bu yaşanan hukuksuzluklar bir gün senin de kapını çalabilir diyelim ve sözü Grup Bandista’nın “de te fabula narratur” albümünden “hiçbir şeyin şarkısı”ndan bir bölüm ile sonuçlandıralım.

Bir kimsesiz mezarında yatıyor
Katilleri şimdi resim yapıyor
Veysel kalkıyor hesap soruyor
Güneş, güneş yine doğuyor
Sabah oluyor, sabah oluyor

Pazartesi, Haziran 09, 2014

GÜNEŞTEN GELDİM GÜNEŞE GİDİYORUM


E tipi cezaevine hareket ettik. Cezaevi müdürünün odası kalabalıktı. Yasa gereği infazda bulunması gereken görevliler dışında, pek çok subay ve emniyet görevlisinin de infazı izlemek için meraklı ve neşeli bir bekleyiş içinde olduklarını gördüm. Çaylar, kahveler ard arda içiliyor, şakalar, espriler havada patlıyordu. “Eşleriyle çocuklarının bu gösteriyi kaçıracaklarına üzülmüşlerdir mutlaka” diye geçti içimden. Bir ara içkili olduğu belli olan emniyet müdürü sırıtarak “bu herif asılırken bize söverse ne yaparız?” diye bir soru attı ortaya. Yanıt sıkıyönetim komutan yardımcısı’ndan geldi aynı sırıtkanlıkla,”ipten indirir, yeniden asarız sen kafanı yorma müdürüm”.

Kalabalığın içinde bir kadın çarptı gözüme. Bunun Sıkıyönetim askeri mahkemesi’nde görevli bir zabıt kâtibesi olduğunu söylediler. İdam kararını veren mahkeme heyetinde görevli askeri yargıçla birlikte gelmişti. Aşırı makyajlı, parfüm kokulu, baygın baygın çevresini süzen bu genç kadının hiçbir zorunluluk olmamasına karşın, gece vakti kalkıp buralara kadar neden geldiğine önce anlam veremedim. Ancak aralarındaki konuşmanın üslubundan askeri yargıçla ilişkilerinin pek içli dışlı olduğunu sezdim. Sanıyorum kâtibe hanım sevgili yargıcı ile birlikte baş başa bir yolculuk yapmak ve heyecan verici bir gösteriyi onunla birlikte izlemenin keyfini yaşayıp paylaşmak için gelmişti buraya.

Burada gördüklerim beni fazla şaşırtmadı. Bunlar hiç beklemediğim görüntüler ve davranışlar değildi. Ne var ki yine de midem bulandı, boğazım düğümlendi, boğulur gibi oldum bir ara.

Yukarıda aktarılan satırlar, bir infaz savcısının yazdığı kitaptan aktarılan satırlardır… Bu satırların içeriği tam bir rezaletin, sefaletin, alçaklığın ve kepazeliğin paçalardan akmasının kitaba tezahürüdür adeta, bir insan nasıl olur da birinin öldürülmesini bu şekilde seyreder, hadi diyelim görevi gereği gitti seyrediyor, peki nasıl olur da büyük bir neşe içinde, büyük bir keyif içinde öldürülme olayını izler, insanın içi kaldırmıyor bunları okurken ve yazarken… Aaa tabii bunların insanlığı tartışılır denilebilir, evet katılırım ama tek farkla bunlar insan olamaz, bunlar insan müsveddeleridir. Bir idam edilerek öldürülme ise eğer olay, durum daha da vahimleşiyor, ama bu mezkûr erkânda böyle bir duygu ve ahlak olmayınca, söylenecek fazlaca bir şey olamıyor… Nede olsa bu güruh “sallandıracaksın bunlardan birkaç tane bakalım bir daha yaparlar mı” geleneğinin günümüz temsilcileridir ve bunlar için hukuk adalet hak getiredir. Evet, konu bir 12 Eylül konusudur, şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit etmiş içimizdeki “ABD’nin çocukları”, yaptıkları askeri faşist darbe ile canım yurdumun altını üstüne getirip terör estirdikleri bir dönem… Dudaklarının arasından çıkan kelimelerin “hukuk” haydi yumuşatalım “kanun” sayıldığı bu faşistlerin, yönettiği ülkenin iş gören takımlarının böyle olması kaçınılmazdır, çünkü bu kabil insanlar vicdan, ahlak ve akıllarını zinhar kullanmadıklarını her daim ispat etmişlerdir… Bu alçaklar zor durumda kalınca da çıkarlar derler ki, “ne yapalım böyle emir verildi biz de yaptık”, ha be namussuzlar darbeci başı mı size gidin idam gecesini içki içerek kutlayın ve zil takıp göbek atın dedi, denilince de gak guk edip dururlar… Canım yurdumun garip halleri işte…

Mezkûr idam sehpası kimin için kurulmuştu, nerede kurulmuştu, kimler bu alçakça öldürülme olayına tanık olmuştu, bunun yazılması gerekmiyor… Başlıkta cümle, bilenler için kılavuz olabilir… Bugünlerde 33. yılı dolmuş olan bu katliamın, hem de tüm itirazlara rağmen, tüm lehte olan delillere rağmen, tüm hukuksuzluklara rağmen hatta kendisine savunma için avukat tutma hakkı bile verilmemiş olan ama neredeyse tüm idam edilenlere reva görülen sonucun, idrakinin kahrını yaşamaktayız yeniden…

Görüyorsunuz değil mi; devletin, hem de bu işlerle ilgili görevlisinin bile dayanamadığı, midesini bulandıran bir sahnenin yaşandığı yerde, 2 en önemli devlet görevlisinin laflarına, “indirir yeniden asarız”… Ne denir ki böyle durumlarda bu tür davranan insanlara, efendim meczuptur deyip geçilebilir ama mümkün mü, zinhar, çünkü bunlar görev icra ediyorlar, operasyon yapıyorlar, insanları tutukluyorlar, insanlara idam cezası veriyorlar vs. vs. Peki diyelim bunlar 12 Eylül döneminin yani her türlü adaletsizliğin ve ahlaksızlığın yaşandığı dönemin sonuçları, geçen seçim çalışmaları sırasında kitlelerin önüne idam cezasını neden uygulayamıyorsun diye “ip atmalar”, diğerinin de ona cevabı “hadi idam cezası getiriyoruz, var mısınız” diye çıkışları, nasıl unutacağız ya da değerlendireceğiz… Efendim birileri de çıkar ama bu son tartışmalar o senin bildiğin tartışmalar değil diyebilir, çok özel durumdur diyebilir… Ama unutmayalım ki, bu ülkenin başbakanı idam edilirken karşıtlarından alkış tutmuşların hadi sevinmişlerin diyelim, diğer taraftan bugün olsa idi birkaç ay hapis cezası ile cezalandırılacak olma ihtimali çok yüksek olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının sırf kendilerinden olmadığı için meclisteki idam oylamasında 2 ellerini kaldırarak, 3 e 3 intikam diyerek oy kullanan başbakanların ülkesidir, mutlaka bu tarz muhalifliğin sonucu kendilerine göre memleketin kendisinin dâhil olmadığı diğer yarısının asılarak öldürülmesine zil takıp oynayacak kadar kin ve nefret sahibidirler… Hatta bazı başbakanlar da özellikle “kininizi ve nefretinizi unutmayın” diye konuyu kaşır ve memleketin yarısı da “bravo” der…Hal-i pür melalimiz budur işte… Osmanlı döneminde idamları, halkın da izleyip görmeleri için şehrin en kalabalık meydanlarında yaparlarmış diyerek eskiyi kötüleyen en azından onaylamayan önemli bir güruhun bugün hala insanların asılarak öldürülmesinden zevk alıyor olması normal bir ruh hali yansıması olamaz ve de olmamalıdır… Peki, bundan kurtulabilme yolu ve yöntemi nedir diye azıcık tefekkür edilirse, kim olursa olsun ama her kim olursa olsun, telafisi olmayan bu cezalandırma yöntemine karşı çıkılmalıdır… Hatta suç tanımlarının yapılması ve uygulanmasının yanında, hatta tam karşısında suç diye nitelendirilecek durumların oluşmaması için ehven vasatın oluşturulması için canla başla çalışmalıyız… Yukarıda, kısaca özeti verilen ahlaksızlığın bir daha yaşanmaması için daha çok özgürlük, daha çok demokrasi talep etmeliyiz ve bunu sadece kendimiz acze düştüğümüzde değil tam tersine en güçlü olduğumuz dönemimizde bile böyle olmalıdır…

Bu vesile ile insanın insana kulluğuna ve insanın insanı sömürmesine karşı çıkma yolunda, şahsi hiçbir menfaat gözetmeden mücadele ederken katledilen tüm insanları bir kez daha özlemle anıyoruz.

Pazar, Haziran 01, 2014

MÜHENDİS EL EHLİ


Yıllar önce; Mısır’da çalıştığım yıllarda, iş yaptığımız idareye ilk gittiğim günlerde, çalışanların birbirlerine “başmendiz” gibi bir sözcük ile seslendiklerini görünce meraklanmış ve anlamını sormuş ve “mühendis” olduğunu da öğrenince de, neden çay servisi yapanlara da aynı şekilde hitap edildiğini sorunca da anladım ki; Mısır’da kendi kabullerine göre 2 tür mühendis var imiş, “mühendis el ehli” ve “mühendis el fenni”, kısaca birincisini “alaylı” ikincisini de “mektepli” diye çevirebileceğimizi öğrenmiş idim… Kelimelerin, kendilerinin bile durumun ruhunu yansıtması adına yeterli olduğunu düşünmenin uygun olmasına rağmen, yine de yazının akışındaki muradımın ve meramımın tam anlaşılabilmesi için söylemeliyim ki; alaylı mühendis uzun yıllar benzer işlerin yapıldığı yerde bulunuyor olmak ve mezkûr işin yapılmasının akışının izlenmesi neticesinde el becerisi edinilmesinin, mektepli olmak ise yapılan işin, fenni ve ilmi art planını bilmek ve bunun ruhunun işin pratiğe dökülmesinde muhakkak kullanılmasının teminini ifade etmek demektir. Yani, kısacası birincisi kafa yerine el kullanmayı gerektirir iken diğeri ise muhakkak kafa kullanmayı gerektirir bir durum tarifidir, ezcümle mühendisleri bu baptan aklı kullanmayan ya da kullanma gereği duymayan ve aklı kullanmayı olmazsa olmaz kabul eden biçimde sıralayabiliriz… Peki, birinci durumdaki, kafa ve akıl kullanmayan ya da kullanmayı sevmeyen mühendis var olan aklını ne yapar, vallahi görebildiğim kadarıyla, şahsi menfaatlerini akli müstevlilerinin ceplerinden düşecek 3 ya da 5 e tevhit eder dururlar, sonra mı; sahibinin sesi haline gelirler… Peki, böyle bir hakları var mı, şüphesiz vardır… Neden olmasın, onların da akılılarını ve vicdanlarını kiraya verme hakkı vardır, tıpkı vermek istemeyenlerin vermeme hakkı olduğu kadar… Ancak bu kabil insanlar tarihe, bilinen ve çok kullanılan sıfatlarla yazılır ve anılırlar… Kadim Anadolu toprakları, bu kabil insanları yetiştirdiği ve beslediği üzerine yüzlerce hikâyeye tanık ve sahiptir…

Mühendislik; hayatın fiziksel yanının neredeyse tamamını kurgular ve gerçeğe dönüştürürken, doğal kaynakların doğru ve yerinde kullanımının insan sağlığına ve ihtiyaçlarına uygun olabilmesi dikkati ile doğaya ve dengelerine azami özen ve hassasiyeti gösterme beceri, yetenek ve ahlakını bilimsel değer düsturu kabul eden bir disiplindir ve asla da mensupları tarafından istilacıların çıkarları hayrına çıkarılmış olan kanunlara uygun doğa nasıl kirletilir, sömürülür hatta yok edilir kampanyalarının bilimsel aleti de olmaz. Siz bakmayın bazı çevrelerde; temiz su temini, atık su arıtma, toprak kirliliğini önleme, hava kirliliğinin kontrolü, katı atık bertarafı vs vs gibi disiplin tariflerine, bunun böyle algılanmasını isteyen çevreler böyle diktelerle uğraşırlar oysa mühendislik disiplini, doğanın; insan yaşamı ile uyum içerisinde dengeli ve ölçülü, yenilenebilirlik ahlak ve disiplinine helak getirmeden, doğal ortam ve dengelere saygı gösterilerek asıl olanın kirliliklere yol açmadan kaynak kullanımının yol ve yöntemlerini uygular olmasının iştigal alanıdır. Yoksa sermaye sahiplerinin kendi varlıklarını ve değerlerini büyütmesi adına doğanın yok edilmesi ya da yenilenebilme kabiliyetinin yitirilmesinin ardından timsah gözyaşları içerisinde, ahlarla vahlarla kirletilenlerin temizlenmesinin yöntemlerinin bulunması değildir bu bilim dalı, ayrıca ahlaken olmamalıdır da… Tüm mühendislik disiplinleri doğanın sunduğu kaynakları, şüphesiz ki bilimsel ve ahlaki bir ölçü dâhilinde nasıl kullanırımın yolunu arar ve açarken, “Çevre Mühendisliği” disiplini ise doğanın ve doğal kaynakların tüketilmesini değil doğanın sahip olduğu ve insanoğluna sunduğu değerlerin ölçülü ve minimal kullanımını ve insanın doğadan aldığının asla ve kata yenilenebilirliğin üstünde olmamasına özen gösterme üzerine kafa yoran ve doğadan alındığı kadar geri verilmesinin yöntemini arayandır ve anlamayanlar için bir kez daha yineleyelim olmalıdır da…

Muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de korumak ve Çeşme’ye karşı açılan bu ahlaksız RES saldırısının, durumu tarif adına daha uygun bir kelime bulamadığım için özür dileyerek,  istilacı ve soyguncuların erketeliğine soyunan, bu uğurda öncüllerinden ve maaşını aldığı ekipten iyi ilim, irfan ve feyz aldığı görüntüsü veren ve aynı zamanda canım yurdum insanının zayıf noktalarını iyi hatim ettiği her halinden belli olan ve kartvizitinde ne yazık ki “Mühendis” yazan vatandaş, sufle edilenleri ne kadar iyi tekrarladığı ile doğru orantılı pırıltılı geleceği ve cukkası arasında bizlere yalan ve kara propagandaya devam etmektedir. Yalnız böylesine pespaye ve demode görüşleri bize matah bir şeymiş gibi anlattıklarına göre çocuklarda kabahat yok Vallahi, bunları yiyebileceğimizi düşündüğü için kabahat bizde demek biz böyle bir izlenim veriyoruz, sevsinler senin mühendisliğini…

Ben haddimi bilirim; bu kartvizitinde ne yazık ki “Mühendis” yazan vatandaşın mühendisliğini tartışmayı ne haddim ne de hakkım olarak görürüm, ona diploma verenler bu alanda faaliyet gösterme konusunda kendisini yeterli bulmuşlar demek ki, ne yapalım, ama mühendisliğe “mühendis yemini” ile sadık kalması gerektiği konusunda yeminin metnini hatırlatarak her türlü eleştiriyi yapmaya kendimi mezun ve hak sahibi görüyorum. Nasıldı Mühendis yemini; “Bana verilen mühendislik unvanına daima layık olmaya, onun bana sağladığı yetki ve yüklediği sorumluluğu bilerek, hangi şartlar altında olursa olsun onları ancak iyiye kullanmaya, yurduma ve insanlığa yararlı olmaya, kendimi ve mesleğimi maddi ve manevi alanlarda yükseltmeye çalışacağıma namusum üzerine yemin ederim.” Şimdi bu mezkûr meslektaşım çıkıp kendimi maddi olarak yükseltiyorum tam da bu nedenle mühendis yemini ettim diyebilir, kendisine neyi yakıştırıyorsa onu yapmaya yetki ve hak sahibidir, bize ancak Allah selamet versin demek düşer. Ancak mühendis yeminine bağlı değil de, dert; dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmak adına gözleri, cüzdanları ve kasaları bir türlü doymayan ve dolmayan patrona bağlılık ve sadakat temelinde mühendis postu altından çanak yalama tekliflerini bizim önümüze nimet diye koyma ise, işte buna itirazımız ve şiddetli tepkimiz vardır, olacaktır da… Mühendislik ve müsveddeliğinin karıştırıldığı her durumda itiraz etmeyi de “haddini bilmeyene haddini bildirmeyen haddini bilmeyendir” prensibinin bir gereği olarak görmekteyim.

Son söz; aslolan aklı ve vicdanı kiralamadan, mühendislik ahlak ve etik’ine uygun, yukarıda koordinatları verilen şekilde “mühendis el fenni” olmaktan geçer, zordur ama vicdan huzuru verir… Yoksa senin gibi dürzülerden bol geçti, geçiyor ve geçecek bu güzel Yurdumdan… Aaaaa, tercih ettiğin şekilde yaşadığın sürece istilacı ve yerel işbirlikçilerinden çokça destek bulabilirsin, dert etme, hatta seni destekleyen gazeteciler ve gazetelerde olabilir… Ama Çeşme’yi yok edenler tarihindeki yerin ve bu anlamdaki sıfatın asla ve kata değişmeyecektir, haberin ola…