Pazar, Mayıs 25, 2014

KOMÜNİSTİR RÜŞVET YEMEZ


Uzun yıllar önce; Canım yurdumda, kardeş ve soydaş toprakları söylemi ve malum ülkenin ileri karakolu olmak hasebi ile de müteahhit taifesinin Orta Asya çıkartmalarının moda olarak yaşandığı bir dönemde; çalıştığım şirketin Kırgızistan tarafından duyurulan uluslararası bir ihalesine katılmak talebi ve talimatı üzerine, benim de aralarında bulunduğum bir ekip tarafından ihale hazırlıklarına başlanılmıştır. Malum ihale fırıldakları çerçevesinde yaptığım çalışmalar ve araştırmalar sonucunda; hedef ülkedeki dönem itibari ile çok üst düzeyde görev yapan bir muhteremin kız kardeşinin bir üniversitemize yüksek lisans öğrenimi için geldiğini ve ataları çok uzun yıllar önce “komünist Kırgızistan’dan” kaçmış bir ailenin çocuklarından biri ile evlenmiş olduğunu öğrendim ve mezkûr muhtereme hemen birlikte gitme teklifi yaptım. Kamu görevlisi Kardeşimiz, bir taraftan ata topraklarını, bir taraftan da eşinin akrabalarını göreceğinin yarattığı heyecan ve sevinçle teklifimi tereddütsüz kabul etti ve gidiş hazırlıkları yapıldı, götürülecek özel hediyeler temin edildi ve yola düşüldü…

Aktarmalardan dolayı hatırı sayılır bir uçak yolculuğu yapılıyor ve dönem itibariyle de uçaklarda ön taraflarda sigara yasağı olmasına rağmen arka taraflarda serbest olarak içilebiliyordu, sigara içme faslı için arkada bulunduğumuz bir sırada, bize katılan Kırgızistan yetkilisinin, kendisi de azılı bir antikomünist olan damadına, “sen kayınbiraderine sor bu işi ayarlaması karşılığında bizden ne bekler” benzeri bir soru sordum, aldığım cevap hiç beklemediğim, ummadığım ve beni oldukça şaşırtan ama otomatikman verilen bir cevap oldu; “bunlar komünisttir kardeşim rüşvet yemezler”… Sonraları herkesin malumudur, artık rüşvet bir efsanedir bu coğrafyada, kâh rüşvet almayan komünistler görevden alındılar ya da onlarda modaya uyarak, geliştiler dönüştüler ve serpildiler…

Vardığımız zaman, kapıda yaratılan kolaylıklar nedeniyle kolayca gümrük ve pasaport işleri halledildi, otele yerleşildi…

Ertesi gün; ihale duyurusu yapan idarenin kapısı çalındı, en üst düzey 2 yöneticisinden 2. si bir Rus idi, büyük bir iltifatla bizi karşıladı… Mezkûr tanıdık muhteremin devreye girdiği ve bu görüşmeyi ayarladığını bilmemize rağmen ne biz özel bir şey sorduk ne de mezkûr yetkili bize özel davrandı, ilk anlar peşrev çalışmaları ile geçti… Kendisi için hazırlanan ve ilk elde verilmesi planlanan hediyeler verildi, genel konuşmalar yapıldı, teknoloji ve hayat üstüne… Bilahare benzer tesisler gezildi, bilgi alındı vs. vs. Konuşmalarda mezkûr Rus kendisini Kırgızistan’ın kadim vatandaşı ilan ediyor ve asla bu topraklardan ayrılamayacağından bahsediyor, idarede geçen uzun yıllarının kilometre taşlarını tek tek ama sitayişle anlatıyor, gözleri, kâh dolu dolu, kâh yaptıklarının gururunu yansıtan bir şekilde çakmak çakmak oluyordu. Merkezi olarak Sovyetler Birliği başkenti Moskova’dan, dağıtılan yatırım ödenek ve tahsisatların Kırgızistan ve kendi idaresi için hızlı ve planlanandan az da olsa fazla olabilmesi için gösterdiği çalışma ve çabalardan, gururla bahsediyordu. Hatta konuşmanın bir yerinde, bir defasında Moskova’ya ciddi bir rüşvet verdiğini de söyleyince, konuşmanın rutin temposundan dürtülmüşçesine birden ayılıp, rüşvetin ne olduğu, kime ve nasıl verildiği gibi sorular içinde, rüşvetin tıpkı bizim ülkelerimizdeki gibi olacağı beklenirken, muhteremin Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un kitaplarından oluşan yüzlerce kitabın dağıtılmasına rüşvet dediğini öğrenince de şaşırmış idik hep beraber… Ama rejim değişikliği öncesi mezkûr idarenin 1. adamı olmasına karşın rejim değişir değişmez, güvenilmez ilan edilen Rusların hemen üst makamlarına, en 1. adam babından bir Kırgız tayin edilmesinden gönül ve gurur kırgınlığını gizleyemeyecek şekilde bahsetmekten de geri durmuyordu, ancak görevini de, tıpkı eskiden olduğu üzere, tüm değişikliklere rağmen yalın ve etkin bir biçimde yapmaya devam edeceğini de beyan ediyordu…

Ellerindeki, görüntü ve ifadenin bedenen de çalışıyor görüntüsü vermesi üzerine bizim ekip tarafından “gördünüz mü adam bedenen de çalışıyor galiba” biçiminde bir ortak karar çıkarken, sosyalist rejimin kendilerine tahsis ettiği bahçelerde kendi ihtiyaçları için sebze yetiştirmelerine izin vermesi nedeniyle olsa olsa görüntünün bu kabil bir çalışmadan kaynaklandığını belirtiyordu, bizim ekibe dâhil olan damat… Şüphesiz ki bu soru kendisine sorulamadı ve gerçek cevap ne idi öğrenilemedi… Ancak bu düzey de bir bürokratın, şoförünün olmaması, sekreterinin olmaması, hatta odasına misafir ettiği insanlara çay ve kahve ikramını bizzat kendisinin yapmış olması sistemin ve insanların yalın çalışma ortamlarının ne olduğunu bizlere göstermiş ve sorulamayan sorunun muhtemel cevabının ne olacağı konusunda ipuçları vermiş idi… Şimdilerde ise aynı makamları dolduran-süsleyen bu muhteremlerin, ihtişamlı odalarından, arabalarından, şoförlerinden ve sekreter ve çaycılarından kendilerine ulaşımın bile fiziken ciddi bir zaman kaybı oluşturduğunu söylemekle iktifa edeyim şimdilik… Artık onlarda kapitalizmin kendilerine sunduğu bu gösterişli ve ihtişamı yüksek olanaklardan gani gani faydalanıyorlar, bilenler bilir, ne demek istediğimi…

Bişkek’te bulunduğumuz bu sürede yukarılarda ve çok yetkili olan zatın anne ve babasının evine bir ziyaret gerçekleştirildi bu arada, Damadın isteğine binaen… O yüksek makamın yetkilerine karşılık gelmeyecek sıradanlıkta ve yalınlıkta idi ev, son derece sade ve alçakgönüllü ama ısıtma sisteminden tutun da diğer bir dolu ayrıntısına kadar son derece fonksiyonel ve kendi şartlarına uygun ama en önemlisi doğa ile uyumlu bir bahçeli ev idi…

Bu arada ihale mi ne oldu; mezkûr idarenin 1. yöneticisi olan Kırgız muhteremin, bir görüşmemizde, dünyayı yöneten bir avuç azınlık olan Yahudilerden şikâyetleri ve onlara karşı nasıl durulması hatta savaşılması görüşlerinden anladığımız kadarı ile en büyük rakibimiz olan İsrail firması şanslı olamazdı, çünkü suyun başındaki muhterem kadim bir Yahudi düşmanı idi… Sonuç, ihale bir İsrail firmasına verildi… Kara propaganda… Yanıltma… Yönlendirme… Görev başında idi burada da…

Bakın bakalım etrafınıza bizde de bu kabil işler ve fırıldaklar çevriliyor mu diye, ama dikkatli bakın bakalım neler göreceksiniz…

Cumartesi, Mayıs 17, 2014

ÇAMLI PANSİYON


Çocukluğumuzdaki Çeşme, ne kadar da sessiz, ne kadar da dingin, ne kadar da huzur verici imiş, ne yazık ki ademoğlu kaybetmeden değer veremiyor ki, şimdilerde kimsenin hayal bile edemeyeceği düzeyde, mezkûr sıfatları hak ettiği dönemidir şüphesiz… Ovacık yolu ile Çiftlik yolunun kesiştiği nokta, şimdilerde olduğu gibi denizi doldurma gibi bir cinliğin icat edilmediği, rantın gözleri bu kadar karartmadığı zaman, Ovacık köyü 5 km, Çiftlik köyü 5 km levhalarının tam karşısında, deniz kenarına denk gelen bölümde, yaşlı, heybetli ve gölgesi bol çam ağacının bahçesini süslediği, bahçeden büyük ve geniş taş merdivenle konut ve sonraları pansiyon olarak kullanılan üst katına çıkılan, yarı batar vaziyetteki zemin katın ise depo olarak kullanıldığı, muhteşem bir bina bulunurdu… Mezkûr bina, Çeşme’nin Osmanlı döneminde Müslüman bölümünde, dönem itibariyle bizim gözümüzde, şimdilerde ise aklımızda “Çamlı Pansiyon” olarak yer etmiştir ve de öyle de kalacaktır. Bir tarafı ile Çiftlik yoluna diğer tarafı ile Ovacık yoluna cepheli, yön levhalarını sürekli değiştirdiğimiz ve az sayıda da olsa misafirlerini, Çiftlik diye Ovacık’a, Ovacık diye Çiftlik’e gönderdiğimiz sapakta, Ovacık yolu girişinin hemen solunda yer alan, mezar taşlarının bugün bile birer mermer işçiliği sanatı olarak hatırladığımız Osmanlı dönemi mezarlığının ki; bir sabah Belediye tarafından, dönemin Belediye Başkanı büyüğümüz Hulusi Öztin’in de başında bulunduğu ekibin yönlendirdiği iş makineleri ile artık arsa olarak hizmet vermeye hazırlanan, bir alanın karşısında bulunmakta idi… Mezkûr mezarlığın tahribi ile birlikte, alanda bulunan ve adını “akar” diye hatırladığım bir su mahzeni ile buradan da taşan suların denize akması için bir küçük dere de ebediyete havale edilmiştir ne yazık ki, derenin hemen denize ulaştığı yerin sağında geniş bir çayır ile kaplı alan ve ortasında bir adet beyaz dut ağacı bulunurdu, bu çayırda rüzgârın az olduğu zamanlarda futbol veya voleybol oynadığımızı hatırlıyorum. Şimdilerde, ancak köşesinde arda kalan birkaç mezarın bulunduğu bir hale dönüşmüş olan bu mezarlıkta, ne kabil mermer işçiliğinden bahis edildiğinin örneği olabilecek mezar taşlarını hala görmek mümkündür. Hemen yanında Ülker Hanımın ahşap panjurlu, hayalimi küçük ama muhteşem bir ev olarak süsleyen, hele kendisinin üst katın penceresinden etrafa baktığı, bizlere uzaktan gelenin kim olduğunu ya da bizim kimin çocuğu olduğumuzu, merak ettiğini, öğrenemese meraktan çatlayabileceği izlenimi vererek sorduğu sorularla, pencerede bulunuşunu dün gibi anımsıyorum… Yolun diğer tarafında ise, “Beyaz Saçlı” lakabı ile maruf ve Ender, Ateş, Aslan, Gönül Gönüllü’nün annelerine ait, üst katında deniz manzaralı kocaman bir terası olan bir ev vardı… Ovacık yoluna girince, Çelebi ailesine ait Osmanlı mimarisinin hâkim olduğu, yine ahşap panjurlu harika bir evi asla unutamadık… Daha ilerideki bahçeler içinde ve bahçe sahiplerine ait bağdadi yapılardan bir sonraki yazımda bahsetmek üzere şimdilik Ovacık yolu tarafı ile ilgili anlatımı sonlandırıyorum… Çiftlik tarafında ise, bugün hala ayakta ama son demlerini yaşadığı her halinden belli, şimdi ismini anımsayamadığım ama herkesin tarifler iken kullandığı, Burunsuz Doktor lakabı ile maruf bir büyüğümüzün (umarım bu tarifte kırıcı ya da üzücü bir hata yapmıyorumdur) hala restore edilip hayata döndürülecek durumda bir evi bulunmaktadır. Bunun dışında Kasap Mehmet büyüğümüzün, büyük, azametli ama aynı evsafta bir evi bulunmakta iken şimdilerde sadece hayallerimizi süslemektedir. Biraz ileride ise, yine şimdilerde yerinde yel esen köprübaşında, bugün ancak çok kötü bir kopyasının tıpkı yapımı ile ayakta duran bir tarihi su çeşmesi, yine hemen yanı başında yüksek ve yaşlı bir çam ağacı bulunmakta idi ki Çiftlik dolmuşu için “Çam” durağı olarak anılırdı…

Yazı konumuzu oluşturan “Çamlı Pansiyon” hatırladığım kadarı ile şimdilerde Çeşme’yi merkeze alan roman ve hikâyeler yazan ünlü yazar Mehmet Culum ve kardeşi Hüsnü ve annelerine ait idi ve etrafı taş duvar ile çevrili olup, binanın tam arkasına denk gelen denizde, yosunlarla kaplı olan bölümünde, çocukluğumuzun ilk tekesakal’ı (küçük karides), bugünlerde kullanılan ve sert plastikten imal edilmiş olan ama o dönem bizim kendimizin imal ettiği kargılı-kamışlı dediğimiz alet ile yakaladığımız ilk ısparoz’u, ilk ahtapot’u ile tanıştığımızı söylemeden geçmek tarifte eksik kalmamıza neden olur. 10 yıllık bir yaş dilimi içinde bulunan; Ateş ve Aslan Gönüllü, Ali Rıza Sağırbay, Zafer ve Danış Sağırbay, Halim Oranlı, Osman Kabasakal, Mustafa Özşahin, Tapıştı Mustafa, Latif, Ali ve Kelami Çelebi, Ömer Tütüncüoğlu başta olmak üzere, şu anda ismini anımsayamadığım için diğerleri beni bağışlasınlar, büyüklü küçüklü geniş bir arkadaş grubunun, deniz, balık, futbol ve hayat üstüne muhabbetlerinin hayranlıkla dinleyicisi olmak zevkini yaşadık… Dönemin sonlarına doğru, nasıl bir amaç ile konulduğunu şu an anımsayamadığım büyük bir siyah duba vardı, hele onun üstünde kendi akranlarım Danış Sağırbay, Mustafa Özşahin, Mustafa Sağdıç, Nuri Özocak gibi arkadaşlarımla denize girdikten sonra, üstünde oturur iken yapılan koyu muhabbetlerin, şimdilerde hayali bile cihana değer…

Anımsıyor olmanın bile büyük bir keyif yaşattığı “Çamlı Pansiyonda”; maalesef yaşanan yangın hayatımda gördüğüm ilk yangın idi ve Çeşme Belediyesinin sahip olduğu ilk itfaiye aracını ve çalışmasını yine o günlerde ilk defa görmüş oldum… Hatırladığım kadarı ile itfaiye aracını kullanan büyüğümüz Fehmi Karababa’nın, yangında deniz suyumu, kuyu suyumu kullanılması gerektiği üstüne, şimdi kiminle olduğunu anımsayamadığım, hararetli tartışma, aklımda kalan enteresan bir andır…

Şimdi artık “Çamlı Pansiyon” yok, keşke olsaydı, keşke olabilseydi ama yok… Dönemin yükselen değeri eskileri yıkmak olduğuna göre, kimseye kızacak halimiz olamıyor, sadece keşke olmasa idi deyip duruyoruz… Şehir korumak deyince, burun kıvrılan, tarih deyince sadece işin edebiyatı yapılan, şehir yıkıp yeniden yapmayı ilerleme kabul eden ilk ve tek batılı ülke olma yolunda koşar adım ilerliyoruz. Ne yazık ki hala, deve dişi gibi yöneticilerimiz, işlerine geldiği zaman “ne var 3 taş çıkmış tarih diyorlar, projemizi yedirmeyiz” hafifliğinde yaklaşımlar içinde, yönetmeye devam ediyorlar, canım Yurdumu…

İçinde yaşanılan sistemi asla uygun bulmamama rağmen, mademki değiştirilemiyor ve mademki buna ve sonuçlarına katlanılacak, neden acaba daha ılımlı bir hale getirilemiyor, örneğin “çamlı pansiyon” gibi değerlere özel mülkiyet ve ekonomik hak gaspı oluşmaması, yıkmadan ama mülkiyet sahibini de mağdur etmeden bir çözüm bulunamaz mı, tıpkı batıdaki örneklerinde olduğu üzere… Örneğin, yeni imara açılan bölgelerden yerel yönetimlerce, ortak kullanımlar için, vatandaşın hakkının minimum %40’ına kamu adına el konuluyor, bu vatandaştan el konulmak suretiyle yeni ihdas edilen kamu malından, bu kabil ev sahiplerine verin bir kısmını ve eskilere koruma şartı getirin, olamaz mı? Ben konunun uzmanı olmadığım için fazlaca öneri üretemiyorum ama konunun uzmanlarına sorulursa, yüzlerce yöntem aktarıverirler, ihtiyaç sahiplerine…

Bir kenti yönetmek, görev süresi boyunca yol ve kaldırım yapmak, çöp toplamak, vergi almak değildir. Bunlar elbette yerel yönetimlerin genel sorumluluklarıdır ancak bir kenti yönetmek, o kentin tarihine, kültürüne, insanına ve geleceğine sahip çıkmak demektir. Bu anlayışın bir tezahürü de, tarihi değerleri çağdaş kent yaşamıyla bütünleştirmek, kent kimliği ve ruhu oluşturan değerleri, yok etmemek, kanuni boşluklarına sığınarak mülkiyet hukuku bahanesi arkasına geçerek yok olmasına seyirci olmamak, tam tersine mümkünse daha alımlı ve anlamlı hale getirmek olmalıdır. Bu vesile ile yazıda ismi geçen ve kaybettiğimiz büyüklerimizi rahmetle, tüm diğerlerini de selamlarımızla bir kez daha anıyoruz…

Pazar, Mayıs 11, 2014

ÇEŞME KERVANSARAYI


Çeşme’de artan ticari faaliyete dayalı kervan trafiğine bağlı olarak, daha önceki yazılarımda bahsettiğim üzere, cazibenin yarattığı çekim ve sonunda ortaya çıkan şekavet hareketinin, kervan trafiğinden uzak tutulabilmesi adına 2. Beyazıt tarafından yapılan “Çeşme Kalesinin” yarattığı güvenli ortamda gelişen ve oldukça artan ticari trafiğin konaklamalı ve karşılıklı hale gelmesi üzerine 1528-29 yıllarında Kanuni Sultan Süleyman devrinde, tipik Osmanlı kervansaraylarından biri olan Çeşme Kervansarayının inşa edildiği belirtilmektedir kayıtlarda. “U” biçiminde bir planı ve ortasında oldukça geniş bir avlusu, çevresinde de dükkân, depo ve odaları yer alan yapıda her iki tarafından merdivenlerle, biçim olarak, alt katın aynısı olan üst kata çıkılan bu kervansarayda, bir taraftan yabancıların konaklaması ve hayvanlarının barınması hedeflenmiş diğer taraftan da ticarete konu olan malların depolanacağı, satılacağı ya da değiştirileceği bir alan oluşturulmuştur.

“Yeni Çeşme Gazetesi” sahibi Aydın Korkmaz’ın yeniden ve kısmen yayına hazırladığı ve Demokrat Parti İzmir milletvekili Çeşme’li Mehmet Aldemir ve arkadaşları tarafından kurulan “Çeşmeyi Sevenler Derneği” tarafından yayınlanan “Çeşme ve Ilıcaları” adlı kitapta; “EMERE BİİNŞA-İ HAZ-EL-BİNA İL-MASUN SULTAN-Ü BERRİV-EL BAHRİ SULTAN SÜLEYMAN İBN-İ SULTAN SELİM Fİ TARİHİ SENETE HAMSE VE SELASİN VE TİSAMİYE. AMİLE ALİ İBN-İ BABUÇÇU” yazdığı ve bugünkü Türkçe ile “(Tanrı Tarafından) korunulan bu binanın yapılmasını kara ve denizin sultanı Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman 935 yılı tarihinde emretti. Bunu, Babuççuoğlu Ali yaptı” yazan bir kitabeye sahip olduğu belirtilmiş olan Çeşme Kervansarayı, şimdilerde; yap işlet modeli özelleştirmeler kapsamında 2. restorasyonunu tamamlanarak otel olarak hizmet vermektedir. Asıl ve önemli restorasyon çalışmaları ise 80’li yılların 2. yarısında tamamlanmıştır. Mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait olan bu yapı Avrupa Konseyi “Doğal ve Kültürel varlıkları koruma envanteri” kapsamında olup İzmir 1 nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 23.07.2001 tarihinde tescillenmiştir. 

İlk Restorasyon çalışmaları, Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden temin edilen kaynakla, VGM’lüğü iştiraki olan “Vakıf İnşaat” tarafından gerçekleştirilmiş ve o dönem çalışmalarını meslektaşımız ve büyüğümüz İnşaat Mühendisi Ahmet ağabeyimiz de Şantiye Şefi olarak yürütmekte idi. Kendisi bir ziyaretim sırasında, çalışmaların en ilginç yanının yıkım sonrası toprak altında kalan temellerin ortaya çıkarılması sırasında bulunan ve boyları yaklaşık 1 ile 2 mt arasında, çapları ise yaklaşık 10 cm ile 15 cm arasında değişen ardıç ağacından yapılmış ve zemin stabilizasyonu amacıyla kullanılmış yüzlerce temel kazığının bulunmasından söz etmiş hatta bir kısmını göstermişti. Zemin su seviyesinin yüksekliği ve zeminin stabil olmamasından, gövdesi bol çıralı olan ve su içerisinde çok uzun yıllar bozulmadan durabilen bu temel kazıkları nasıl bir etüd ve çalışma ile karşı karşıya olduğumuzu göstermekte idi.

Kervansarayda konaklayanların ibadet gereksinimini çözmek için; tam karşısında küçük cami ve su ihtiyacını karşılamak içinde muhteşem bir cephesi olan bir çeşme ve hemen dibinde 2 adet selvi ağacı bulunurdu. Deniz dolduracağım sevdasına kapılmış büyüklerimizin gözlerine dolgudan başka bir şey görünmez olunca cami dışındaki, çeşme, selvi ağaçları ve etrafı yüksek taş duvarla çevrili bahçenin yerinde yeller esmeye başlamıştır.

Bu kadar tanıtım ve gözlem aktardıktan sonra, mesleğimin de daha fazla kelama uygun olmadığı düşüncesi ile mezkur Han’ın; çocukluk, gençlik ve yetişkinlik yıllarımıza denk düşen dönemdeki kullanma biçimlerinden bahsederek nostalji yapmak istiyorum.

60 lı ve 70 li yıllar boyunca Kervansaray dış cephesinde; dönem itibariyle de ticaretin merkezi olma hasebiyle dükkânlar yer alırdı ve bunlar gazoz imalathanesi, bakkal, kahvehane, demirci, testereci, fırın ve tenekeci vb faaliyetleri sürdürürlerdi… Kim hatırlıyor şimdi, sanki sürekli muhtarımız gibiymiş olan Kadim Muhtar Ali Tunar’ı… Kahveci Yahya’nın kahve kokusunun tüm alanı kaplamasını. Hele yaz aylarında başta Ovacıklı üreticiler olmak üzere, üreticilerin getirdiği yüzlerce köfün kavun ve karpuzun ve diğer tüm sebze ve meyvelerin doldurduğu alanın güzelliğini… Taa başından beri üretici halin yöneticisi, İbrahim Gören’in (manav İbrahim) sesinin tüm alanı kapladığı günleri kim hatırlamaz… Yaz, Balin Otel…Yaz Mantolu… Gözlerimizin dolarak, hafızalarımızın huzur bularak hatırladığı bu günleri yaşamamızı engelleyen, bu yıkım ve deniz dolduran zihniyeti de nasıl anacağımıza karar veremiyoruz, cahillik mi, öngörüsüzlükmü, tarihbilmezlikmi, yoksa necip milletimizin hasleti rantçılık mı, artık herkes kendi kararını verecek… Peki, mezkûr büyüklerimizden hayatta olanları, en azından sıralanan bu yapılanların yanlış olduğu idrakine erenlerin, başka konularda aynı zihniyeti halen sürdürüyor olmasının izahı nasıl yapılacaktır… Aklın ve vicdanın dama dediği noktadayız, artık yeni hamle yapılamaz durumdadır ne yazık ki… 

Han’ın; Otobüs garajı, Yazlık sinema, Üretici Toptancı Hali’ne gelen üreticilerin hayvanlarının bağlama yeri olarak kullanıldığı uzun yıllar… Bizim kuşak ve öncekilerinin, otobüs yazıhanesi olarak kullanılan yerden bilet alarak yine Han’ın oldukça büyük avlusunda bekleyen otobüslere bindikleri bir alan olduğunu kimler nemli gözlerle anıyordur, kimler ana giriş kapısına kocaman bezden bir örtü çekilerek kapatılan ve yazlık sinema olduğu dönemi hatırlıyor ve seslerini duyduğu, dönemin önemli aktrist ve aktörlerinin duydukları seslerine vücut vermek adına perdeye sessizce yaklaşıp perdenin kenarından karşıdaki beyaz duvara baktıklarını hatırlıyorlardır… Kimler ünlü “Kahraman” testereleri ve bıçaklarının neden artık üretilemediğine hayıflanıyordur… Kimler şimdilerde, taaa Niğde’den gelen ünlü “Niğde Gazozu”nu içerken “Somalı Gazozlarını” hatırlıyordur… Kimler Bekir Usta’nın mis gibi kokan “nohut hamuru” ekmeklerini ve gevreklerini hatırlıyordur…

Hatıra… Hatıra… Erbaplarının, hatıralar ve hatırlananlar üzerinden yarattığı turizm figürleri, umarım ki günümüze ışık tutar dilekleri sunmaya devam…

 

Cuma, Mayıs 02, 2014

HARALOMBOS KİLİSESİ


Çeşme Belediyesi tarafından 1990’lı yılların başında yeniden düzenlenerek kongre ve sergi merkezi olarak hizmete sunulan “Haralombos Kilisesi”, mezkûr yıllarda yine bir sergi için tahsis edildiğinde, emekli öğretmenler sergide görev almaktadırlar. Yeni işlevler için tahsis edilen bu dini mabetteki sergiye gelenlerin binanın yapımına ve tarihçesine yönelik sorular karşısında gerekli bilginin olmaması nedeniyle Belediye ilgili birimine gidilir bilgi edinmek adına, ancak görülür ki düzenlemeyi yapan makamın da yeterli bir bilgisi yoktur. Aynı soru ile Turizm Müdürlüğü, Müze ve Kale Müdürlüğü kapıları da ancak ne yazık ki kilise üzerine herhangi bir bilgiye ulaşılamaz. Bu süreçte başvurulan herkes konu ile ilgili bilgi sahibi olma ihtimali en yüksek kişinin, Hüsnü Karaman olabileceğini telaffuz etmiş ve bilahare de kendisine başvurulmuş, ne yazık ki onun da detaylı bilgisinin olmadığı anlaşılmıştır. Ama tarih ve kültür konularıyla ilgili bilgi edinme merakı yüksek olan Hüsnü arkadaşımız, o anda kendisine ziyarete gelen bir Yunanlı arkadaşının önerisi üzerine hemen İstanbul Fener Rum Patrikliğine bir yazı ile başvurur ve ellerindeki bilginin kendileri ile paylaşılması konusunda olabildiğince edebiyat parçalayarak ricada bulunur. Kendisine ulaşan cevabi yazının; bölgede çok miktarda kilise kaydı bulunuyor olması nedeniyle, mezkûr kilisenin bulunduğu yer için detaylı bilgi talebi ve teşekkür kelamları ile bezelidir. Bu müracaattan da murat edilen bilginin elde edilmesi adına bu sefer önce Çeşme Belediyesinden lokasyon bilgileri ve Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünden de alınan tapu kayıtları ile yeniden mezkûr makama başvurulur bu sefer de cevap verme nezaketi dahi gösterilmez. Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünde dönemin Müdürünün nazik ve görev anlayışı içindeki davranışı ile ilgili bilgileri Hüsnü arkadaşımıza verirken, eski Belediye Başkanlarından bir büyüğümüzde tesadüfen orada bulunmaktadır ve tarihe, kültüre ve geçmişe nasıl baktığını adeta tarihe not düşecek ve müstehzi bir şekilde, “Kilise ile bu kadar ilgileneceğine biraz da Camilerle ilgilen” diyerek meseleye duhul olmuş ve bilahare de Sakız Adasından bir restoratörün kilisenin ikonalarını bilabedel yapma önerisine de, kamunun öncelikleri arasında olmaması hasebiyle de olumsuz yanıt vermiştir. Bilahare Hüsnü Karaman arkadaşımız, halen Yunanistan da yaşayan ve konunun başlangıcına da tanık olan dostlarına müracaat eder ve nihayetinde yeterince ve anlaşılır bilgiye oradan gelen “ERITRAI” adını taşıyan bir kitaptan ulaşılır ve en azından mezkûr kilisenin 1832 tarihinde yapılmış olduğu gibi kesin bir bilgi başta olmak üzere daha başka bilgilere de ulaşılır. Oysaki aynı dönem itibari ile yukarıda referans edilen bu zihniyetin öncül ve ardıllarının tıpatıp benzer olması hasebiyle kayıt altına almamız gerekir ki; İzmir Valiliği İl Kültür Müdürlüğü tarafından 2001 tarihinde bastırmış olduğu “Çeşme Karaburun” adlı kitapta bile sadece laf olsun kabilinden yazılmış şu not bulunmaktadır; “yapılış tarihi kesin olmamakla birlikte 19. yüzyıl olduğu düşünülmektedir. Bazilikal planlı, üç nefli ve iki katlıdır. İkinci katında galeri bulunur. Yığma taştan bir yapıdır. Orta nefin üzeri tonozla geçilmiş çapraz tonozlar ile kapatılmış dıştan orta nefin çatısından aşağıda kalan ve ona dayanan düz damlı sundurma çatılar ile örtülmüştür. Tavanlarda ve apsislerde yer alan freskler alçı ile örtüldüğü için kısmen korunmuştur”. Görüldüğü üzere kocaman bir tarihten geriye sadece bu kadar yazılabiliyor oysaki Çeşme’nin geriye kalmış en önemli tarih, kültür ve turizm figürü için olan bu kilise için arşivleri ve yönetimleri elinde bulunduranların daha fazla bilgiye sahip olmaları gerekmektedir. Osmanlı Arşivlerine girilebilse ya da sıra bu konuya gelebilse, bu kilisenin yapımı, yapımcıları ve cemaati üzerine ciddi bilgilere ulaşılabilir görülmektedir. Örneğin; tevatür olarak güne gelen “kilisenin yapım ölçüleri ve planları için Bab-ı Ali’ye başvuran cemaat alınan izne ilaveten dönemin uygulaması gereği bina ölçüsünün iki ucu balmumu ile mühürlenerek kapatılmış bir şişedeki ölçü iplerinin daha uzunları ile değiştirilerek binanın verilen izin dışında bir ölçüye çıkarılmış olması” bilgisi konusunda bir tezahüre ulaşılabilir.

Bilindiği üzere; “Haralombos Kilisesi” çeşitli tarihlerde, Elektrik santralı, Belediye Otogarı, Belediye araç tamir atölyesi, Üretici toptancı hali, çeşitli dükkânlar gibi farklı farklı amaçlara yönelik kullanılmış, şimdilerde ise sergi, müzik sunu ve konserleri için kullanılmaktadır. Bu kullanımlara tahsis edildiği 1960 öncesi bir dönemde, belki “gavur izi kalmasın” saikiyle belki de imar beklentisi gereği ile yıkım kararı alınır, DP’li belediye yönetimi tarafından… Yıkım başlar ve bugün artık binanın restore edilmiş halinde de bulunmayan “çan kulesinin” yıkılması tamamlandığında, geçen süre ve gerekli atık taşıma araçları ile gereken işçinin yarattığı maliyetin büyüklüğü ve zorluğu ya da dinamit gibi patlayıcıları kullanmanın riskli olması konusundaki zorluklar nedeniyle yıkım ileri bir tarihe ertelenir. Yıkım ile ilgili bu yaşananlar dönemin belediye meclis üyesi bir büyüğümüz tarafından aynen bu biçimiyle anlatılmış olup nihayetinde bir anı aktarımıdır, abartılı ve aksi bilgiler olup olmadığı bilinmemektedir.

Diğer taraftan; kilisenin son restorasyonları kapsamında güney bölümünde, şimdilerde yıkılmış olan eski Belediye pasajının bulunduğu alanda yapılan kazılarda, yukarıda referans edilen kitapta da bulunan mevcut kilisenin aslında kendisinden önceki ve tamamen yıkılmış bir kilisenin temelleri üzerinde yükselmektedir. Bu bilgilerin doğruluğu konusunda iddia sahip olmamın, konunun uzmanı olmamam nedeniyle söz konusu olamayacağının altını özellikle çizerek, tüm bunları etrafında neler oluyor konusunda ve tarihine ve kültürüne gerçek anlamda ilgi duyan bir vatandaş duyarlılığı ile yazılmış yazı ve sorulmuş sorular olarak görerek, bilgi eksikliğini gidermeye çalışan biri kabulüyle, bu kabil bilgilerin ilgili makamlar tarafından toplanması ve derlenmesi ve halkımızın hizmetine güvenilir bilgiler haliyle sunulması gerektiğinin aşikâr olduğunu söyleyerek iktifa etmek istiyorum.

Çeşme’nin kamu tarafından kurulan “ilk elektrik santrali” bu kilisede kurulmuş olup dönem itibariyle sadece aydınlatma için ve karanlık çökmesiyle başlayan ve gece saat 23:00 ile sınırlı olan bir enerji üretimi söz konusudur. Şu anda ismini ne yazık ki anımsayamadığım ama “Sn. Bay” diye bir lakabı olan bir büyüğümüzün teknik sorumluluğunda çalıştırılan yine anımsayabildiğimiz kadarı ile “mak” marka dizel motor ile müteharrik bir jeneratör vardı. Üretilen elektrik, yaşanan dönemin ekonomisinin, teknolojisinin ve aklı baliğin konfordan azade ihtiyacın karşılanması ile iktifa edildiğinden, elektrik sadece aydınlatma amacıyla kullanılmıştır. Gece saat 23’e yaklaşınca, birkaç kez arka arkaya elektrik voltajının düşürülmesi marifetiyle insanlar uyarılır, kısa süre içinde elektrik enerjisinin kesileceği tebarüz ettirilir ve herkesin işini ve durumunu ayarlaması sağlanırdı. Soğutma suyu olarak, kilisenin kuzey ucunda ve kapalı alan dışındaki havuzda bulunan su kullanılır (ya da ben böyle hatırlıyorum) dizel motora buradan uzatılan borularla devridaim imkânı sağlanırdı.

Kilise ile ilgili, gerek anı gerekse de bilgi düzeyinde paylaşımlara önümüzdeki haftalarda da devam edeceğim, umarım tüm bu çabalar daha geniş bilgiye ulaşma ve varsa yanlış anımsamalarımızın düzeltilmesi çerçevesinde bir girişim olur.

Cuma, Nisan 25, 2014

DOĞA MI KORUNACAK?


Malum ve çok bilinip az hatırlanan hikâye; “Bir Meksika sahil kasabasına yolu düşen Amerikalı iş adamı, kıyıya yanaşan kayıktaki balıkçıyla çok az balık yakalamış olması nedeniyle konuşur. “neden daha fazla denizde kalıp da daha çok balık tutmadın?”
“Bu kadarı bugünlük aileme yeter.”
“Peki”, der Amerikalı iş adamı.
“Geri kalan zamanın nasıl dolduruyorsun?”
“Sabahları geç kalkıyorum. Sonra birkaç balık tutuyorum. Sonra çocuklarla oynuyorum. Öğleden sonra eşimle biraz şekerleme yapıyorum. Akşamları da kasabaya iniyorum; Amigolarla birşeyler içip gitar çalıyoruz. Böylece hayatı dolu dolu yaşıyoruz, senyör.”
Amerikalı iş adamı bu hayatı son derece sevimsiz bulur.
“Ben Harvard mezunuyum, sana yardımım dokunabilir” der.
“Herşeyden önce, daha fazla balık tutmalısın.”
Balıkçı hayretle sorar: “Niçin senyör?”
“Artan balıkları satar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Zamanla kendine daha büyük bir tekne alırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha büyük tekneyle daha çok balık tutar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha başka tekneler alır, bir filo kurarsın.”
“Sonra senyör?”
“Sonra balıkları işlemek için kendin konserve tesisleri kurarsın. Böylece kârın önemli bir kısmını başkalarına kaptırmamış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Tabii, bütün bu işleri böyle küçük bir sahil kasabasında yürütemezsin. bu arada Los Angeles veya New York gibi büyük bir dünya kentine taşınmış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Yeteri kadar büyüyünce halka açılır, hisse senetlerini satarsın. Büyük zengin olursun. Milyonlarca doların olur.”
“Sonra senyör?
“Bu kadar paran olduktan sonra çalışmana gerek kalmaz. Emekliye ayrılır, bir sahil kasabasında kafanı dinlersin. Sabah geç saatlere kadar uyursun. Biraz balık tutar, çocuklarla oynar, öğlenleri de şekerleme yaparsın. Akşamları ise amigolarınla bir şeyler içip gitar çalarsın.”
“Şu an bunları yapıyorum zaten senyör!..”

Yukarıdaki kıssadan, vatandaş teorik olarak ne hisse çıkarır bilemem ama yaşadıkları hayata bakarak pratik olarak ne hisse çıkardıklarını görerek kahroluyorum. İFRAT… İFRAT… İFRAT… Ne adına ifrat, sözde konfor adına yaratılan motivasyonun (güdülemenin), sömürüye türban oluşturması adına… Konfor artıyor, doğa batıyor, ne gam ne tasa…

Isısı birkaç derece düşük tutulmuş ya da azaltılmış evlerde hayat sürme tercihi neden yapılmaz ki? Neden klimalarla iklimlendirilmiş ortamlarda yaşama tercihi yapılır? Neden soğuk havalarda evimizde otururken, biraz daha kalın, sıcak havalarda ise ince giyinme tercihi yapmayız? Örneğin, “Herkes içlik giysin yeni HES’lere ihtiyaç kalmaz” diye bir ileti dolaşmakta “facebook” ta, katılmamak ne mümkün, çünkü bu yüzyılda yaşayanların konforu uğruna önümüzdeki yüzyılların, gelecek nesillere zindan edilmesi söz konusu… Ama kimin umurunda, ne gam ne tasa…

Neden “derin dondurucularda” büyük enerji tüketimlerine rağmen gıda saklama ihtiyacı duyar insanoğlu? Oysaki “derin dondurucular” çıktı, gıda koruma teknolojileri gelişti de ne oldu, kimyasal proseslerin hastalıklara neden olduğu bu kadar ayan beyan bilinirken, özellikle hücre hastalıkları bu kadar fazla artmış iken, neden hala derin dondurucu kullanma ısrarı sürmekte? Oysaki sadece doğal ortamlarında ve hücre yazılımlarına uygun şartlarda yetişmiş sebze, meyve tüketiminden ne zarar gördü de insanoğlu şartlar bu kadar manipüle edildi?  Bir arkadaşımın annesi hala klasik mevsiminde sebze meyve yemektedir ki, bence doğrusu da budur, üstelik damak tadı üstüne methiyeler düzülen “gastronomi” programları hatta kitapları el üstünde tutulurken, mevsiminde yetişmemişliğin oluşturduğu bu kabil lezzetsizliklere neden katlanır insanoğlu…

Yürüme mesafesindeki yerlere mutlaka yürünmeli iddiasını sürekli canlı tutmalıyız bence… Yürüyerek gidilip işlerimizin halledileceği yerlere bile araç ile gitme tercihi ne kadar akli bir yoldur acaba? Yürüyerek gidilecek yerlere araç ile gidip, sonra spor yapıyoruz adına kilometrelerce yol yürüme tercihi nasıl bir tercihtir acaba? Bizlerin yürüyerek gittiği okullara şimdi çocuklarımızı servislerle gönderiyoruz, ne kadar doğru yapıyoruz acaba? Konfor adına otobüsler boş gidip gelmekte, yakıta mı yanarsın egzost ile yaratılan hava kirliliğine mi… Toplu taşıma yerine bireysel ulaşımın kutsanması, sürekli “batı”da 1.000 kişiye düşen otomobil sayısına ulaşamamış olmanın hayıflanması ne kadar ahlaki acaba? Yürümek yerine araç kullanma arttı ya da mezkûr zevatın iddiasına göre konfor arttı ama sonuçta bel kalınlıklarımız da arttı sağlık bozuldu vs. vs… Bu tüketime, bu hoyratlığa, bu görgüsüzlüğe, bu kahredici doğa tahribatına, bu alçakça talana, hülasa bu konfora, ne doğa, ne can, ne imkân, ne de üretim dayanır…

“Biz çevrecinin daniskasıyız” diyerek yaratılan yanılsama ortamında, adeta kapitalizmin gölgesini satamadığı ağacı keser sözünü doğrulatırcasına sadece gölgesini satacakları ağacı korumaya çalışarak,   tam anlamı ile bir talan ortamı oluşmaktadır. Tılsımlı söz; “daha çok üretim” yerine “daha az tüketim” ya da “daha ekonomik tüketim” ya da en doğrusu “ihtiyaç kadar tüketim” olmalı ve kutsal kelam ilan edilmeli bence…

Sürekli reklâm, sürekli tüketimin pohpohlanması, sürekli marka olalım palavraları üstünden maksat kapitalist sömürü, yaşasın artan üretimin yarattığı muktedirlerin cebine dolan kârlar… Kapitalizm ve muktedirler, bize, üretimin ihtiyaçtan fazla yapılarak abartılı tüketilmesinin kutsiyeti üstüne nutuklar atarak, yarattıkları büyülü, tılsımlı ve göz boyayıcı ortamda, daha çok artı değer, daha çok sömürü yaratılmış, sonuçta da muktedirler için ve adına tek yol sömürmek ve tüketim toplumu yaratmaktır murat ve bu aynı zamanda caiz ve mubahtır… Kapitalizmin, insanoğlunun kollektif bilinçaltını kontrol altına alarak hatta ele geçirerek, yarattığı bu uyuşmuşluk ve uyuşukluk hali sürmeye devam etmekte ve aynı zamanda da doğanın katline yeni fermanlar yazılmaktadır…

Azıcık çaba ve uğraşı, azıcık para ve imkân, azıcık dert ve kaygı ile doğaya uygun ama son derece mutlu bir hayat sürmek mümkün iken edilgen ve tepkisiz kalarak, fiziki ve akli atalet içinde, her geçen gün sefalet ve çaresizliğe gark olunmasının kanıksanmasını anlamak ve kabullenmek nasıl bu kadar kolay olur acaba?

Yazının başındaki balıkçının yerine koyun kendinizi bir an ve daha fazla konfor ve şaaşa, debdebe için, maddiyat elde etmek adına geçen zamanın bedelinin, kocaman bir yaşam olduğunu görün lütfen…

 

Cumartesi, Nisan 19, 2014

OTOPARK ve PAZARYERİ PROJELERİ


Çeşme’de yerel seçim çalışmaları sırasında, aday adaylarının çok yoğun bir şekilde proje sunumları arasında öne çıkan birkaç projelerden biri “otopark” diğeri de “Pazaryeri” idi. Evet görünürde ve de ne yazık ki ısrarla tekrarlandığı için de, gerçekmiş gibi görünen bir problem söz konusudur ama çözüm önerileri de ne yazık ki kalıcı olmaktan çok uzak ama janjanlı sunumu nedeniyle de bir o kadar da parlak idi. Bazı aday adayları; otopark sorunun çözümü için, “Çeşme şehir stadı”nı ve terk edilmiş “Hükümet Konağı”nın bulunduğu alanı, kendi projeleri için uygulama hedefi seçmişler ve “Gençlik Spor İl Müdürlüğü’ne ait Çeşme Stadı’nı, Bakanlıktan talep edeceğiz. İstemeyi bileceğiz, eğer vermezlerse Belediye Meclisi’nden alacağımız kararla istimlâk edeceğiz. 2 katlı otopark, üzerine de pazaryerimizi yapacağız, Maliye Hazinesine ait çok büyük, Spor imarlı yerler var, oraya bir spor kompleksi yapacağız..” diye de vaatte bulunmuşlar ve anlaşılan o ki, planlar ve projeler detaylı hazırlanmış, “1000 araç kapasiteli otopark Çeşme Merkez’i ziyarete gelen misafirlerimizin otopark çilesini sona erdirecek.” denilerek kapasite tayinleri bile netleşmiş idi. “Pazaryeri” içinde, “Otoparkın üstüne yapılacak modern pazaryeri ile yaz kış üreticinin, pazarcının ürünlerini temiz ve düzenli bir ortamda tüketiciye ulaştırması hedeflenmiştir” denilmekte idi.  

Bir politikacının, talip olduğu makamın icraatlarına uygun projeler düşünmesinde ve bunları vaat etmesinde bir sakınca olmadığı gibi son derecede takdire şayandır, üstünde çalışılmıştır, fikir üretilmiştir, plan yapılmıştır vs. vs…

“Çeşme’nin en acil çözülmesi gereken sorunlarının başında pazaryeri ve otopark geliyor” sözü doğru mu, peki? Evet, Çeşme’de araçların park edilmesi diye bir sorun var, ama bunun çözümü park yeri icat edilerek mi çözülecek, yoksa çağdaş şehircilik gerekleri mucibince şehir içi, kent merkezi araçlara mı, gerçek sahipleri insanlara mı bırakılmalı sorusu karşısında verdiği cevaptaki gibi tartışmasız, insana bırakılmalıdır, yani araçların şehir içine minimum düzeyde girme ihtiyacı duyacak şekilde düzenlemeler yapılmalıdır… Otopark sorunu çözülecek diye, kesinlikle şehrin içine otopark yapıp, araçlar için cazibe oluşturmaktan ısrarla kaçınılmalı ve yerine şehrin dışına park edilip buradan mümkün ise düzenli ve sık atlı arabalarla insanlar merkeze taşınmalı olamıyorsa da akülü araçlar ile yerine getirilmelidir bu işlemler…

Gelişmiş hiçbir ülkenin, yeni gelişen bölgeleri hariç, hiçbir şekilde bazı yerleri yıkalım otopark yapalım gibi lüzumsuz ve beyhude çabaları olmamaktadır, üstelik te yaşanan çok yoğun ve ağır taş trafiğine rağmen… Hele vakıf iş hanı altına otopark yapalım diyen bir grup olduğu anlaşılıyor ki; anlamak ve anlatmak mümkün değildir bu zevatı… Yahu be adam buraya kadar sen araçların gelmesi için cazibe yaratırsan bu defa da yeni yol ihtiyacı çıkması halinde ne yapacaksın… Peki, bu yeraltı otoparkına yaklaşma yolları, giriş çıkış yolları için gereken standart yapılar için alan nereden karşılanacak, haaaa Melih Gökçek gibi ben yaptım oldu denilecekse sözüm olamaz… Ne yazık ki, şehir içlerini taşıtlar için cazibe merkezi haline getirmek için yoğun çaba sarf edenler revaçta bu ülkede, tabii ki çağdaş şehircilik gereği “insan için şehir yerine taşıt için şehir” yaratmak moda ya, durmak yok yola devam… Bu zevat “demiryolları komünizmin, karayolları hür teşebbüsün ifadesidir” tezinin katıksız ve insafsız taraftarıdırlar ve bu yüzden de canım yurdum çağdaşlaşma hızında yakalanamıyor!!! Diğer taraftan ve bilindiği kadarı ile taşıt trafiğinin pik yaptığı dönemlerde, 1.000 araçlık otopark sorunun çözümüne katkı sunuyor gibi görünse dahi asla ve kata çözüm olamayacağı ve 1.000 araç ortalama 3 kişi ile gelinse 3.000 kişilik bir sorundan bahsediyor gibi algılanacaktır, oysa talep ve arz arasındaki fahiş uçuruma bakıldığında daha farklı ama aynı zamanda köklü çözümler bulunması gerektiği açıktır.

Otoparkların şehir içlerinde tesisi adına, orada uzun yıllar önce inşa edilmiş tesisleri gözden çıkarır isek, daha sonraki iktidarların yeni inşaat biçimlerine göz yumması açıktır, sonra da “hayaldi gerçek oldu” benzeri bir sürü dalga geçeceğimiz slogan üretilir… Denizi ilk doldurur iken eski halin arkasından başlandığında, bugüne gelineceğini iddia edenlerin sayısı bir elin parmak sayısı geçmez iken, bugün kaybın büyüklüğü karşısında hayret edenlerin bir hayli fazla olduğu söylemek de durumu iyi bir şekilde tespit etmektir. Durumu değiştirmek yerine korumanın sağlanmasının en önemli ve en muhteşem örneği Alaçatı’dır ve behemehal örnek alınmalıdır.

Eski Hükümet konağı’nın yerine bırakın otopark yapmayı, Çeşme’yi daha çok yansıtacak, belki de çok önceleri yıkılmış olan kale yakınındaki hükümet konağına benzer bir taş bina yapılabilir hatta bana göre de yapılmalıdır ve “Hükümet Konağı” olarak ta hizmet vermelidir. Arkasındaki cezaevi şehrin kimlik ve ruhunun korunması adına da muhafaza edilmelidir ayrıca…

İstanbul – İzmir otoyolunun tamamlanması ile birlikte, Çeşme’nin bekleyen “İmar sorunu” kontrolsüz aşılırsa, burada artacak taşıt trafiğinin şimdiden düşünülerek, Çeşme’nin ve Alaçatı’nın şehir içine yaklaşılan yerlerine, şehir periferinde olmak kaydıyla büyük otoparklar oluşturulmalı ve buradan çeşitli güzergâhlar ile ulaşımı temin edilmelidir.

Sabah yürüyüş adına, spor adına kilometrelerce yürüyen bazıları ise küçücük ilçemiz içerisinde bile otomobil kullanmakta beis görmemektedirler.

Çokta taraftar olmamama rağmen, taşıtları ile gelecek insan sayısını azaltmanın bir başka yolu da olabileceği görünen “hava ulaşımı” konusuna kalıcı ve hızlı bir çözüm bulunmalıdır. Belki de bazılarının önerdiği gibi “hakkı bokunu” kurtarması hayalde bile kurulamayacak “çılgın proje”ler olmamak kaydı ile deniz ulaşımına çözüm bulunmalıdır.

Kapalı Pazaryeri modasının da geçmiş olmasına rağmen ısrarla takip edilmesini de anlayamıyorum, Pazaryeri dediğinizin sadece alışveriş alanı olmadığını birileri bu yöneticilerimize ya da yönetici adaylarımıza anlatmalı… Gidin görün, öykündüğünüz Avrupa’da Pazaryerlerinin nasıl olduğunu diyesi geliyor adamın, Barcelona gibi çok tarihsel Pazaryerlerini bir kenara bırakır isek, kimse bu kabil yerler için yeni talepte ve ısrarda bulunmuyor… Pazaryeri, Pazar kurulduğu günden itibaren yeni Pazar gününe kadar tekrar eski fonksiyonuna döner ve dönmeli, oysaki özel Pazaryeri kurarsanız burası sadece bu amaçla kullanılır bir daha ki Pazar gününe kadar kullanılmaz…

Bir taraftan taşıt trafiği hukuk kuralları fazlaca zorlanarak hızını ve yönünü sınırlamakta ve düzenlemekte bariyerler kullanacaksın hem de taşıt trafiğinin artmasına da alkış tutacaksın, tam bize yaraşan bir “yaman çelişkidir”…

Stadımıza dokunmayın, Eski Hükümet Konağını yeniden ve bölgemize uygun taş bina olarak yeniden inşa edin, mümkünse Pazaryerini Çeşme Merkezindeki Cumhuriyet Meydanına taşıyın… Pandofilya’yı yeniden eski haline getirin, bankaların merkezden uzaklaştırılmasının yollarını arayın, burada insanlar yeniden, tıpkı eskisi gibi oralara gelerek eğlensin…

Bunları niye mi yazıyorum, hiç işte, biz tarihe not düşelim de…

Pazar, Nisan 13, 2014

AGORA


-         Evet, ama aslında ben ptolemy’i eleştiriyordum. Çember üstünde çemberle her şeyi karıştırdığı için eleştiriyordum. Bilemiyorum, belki de basit bir cevap aradığımdandır.
-         Hayır. Gökyüzü basit olmalı.
-         Bu durumda ben haklımıyım?
-         Ya gezegenler için… Çok daha basit açıklama varsa?
-         Var… Ama çok saçma ve eskidir. Bu yüzden kimse itibar etmez.
-         Hangi teoriymiş bu?
-         Aristarchus’tan mı söz ediyorsun?
-         Aristarchus dünyanın hareket ettiğini gezegenlerin garip davranışının göz aldanmasından başka bir şey olmadığını bunun hareketimiz ve Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi sonucu oluştuğunu ileri sürdü.
-         Güneş merkezli model.
-         Doğru. Güneş tabiri caizse Yıldızların kralıymış gibi merkezde olmalı.
-         Bu durumda Dünya sadece… Bir başka gezegen olmuş olur. Çalışmaları ana kütüphaneyi telef eden yangında kayboldu. İşte bu yüzden buraya çok dikkat etmeliyiz. Kütüphanemiz insanlığın bilgeliğinden geriye kalan tek şeydir.
-         Ama o zaman yere bir şey bıraktığımızda…
-         Konuşan kim?
-         Affedin beni Hanımefendi… Dinliyordum da…
-         Konuş Davus
-         Dünya hareket ediyorsa, bir şeyi her bıraktığımızda arkanıza düşmesi gerek, rüzgâr her zaman karşıdan gelmeli, kuşlar uçarken yollarını kaybetmeli…
-         Size Aristarchus’un hipotezinin mantıklı olmadığını söylemiştim…
-         Bu söylediklerinin çürütülebileceğini hissediyorum. Ama şu ana nasıl çürütülebilir bilmiyorum…

Yer, Mısır İskenderiye, tarih, M.S. 3 yüzyıl, Paganlar ile Hıristiyanların çatışmalarının neticesinde Paganların, Hıristiyanlar tarafından “Serapeum ve Kütüphanesi” ne sığınmak zorunda kaldıkları sırada tartışmalarını aktaran bir rep, “Vali” asi olarak görülen Paganların, Kütüphaneyi terk etmeleri halinde, başlarına bir şey gelmeyeceği garantisini verir ve ilaveten Hıristiyanların Kütüphaneye girmelerine izin vermeleri ve istedikleri bir şekilde kütüphaneyi talan etmelerine ses çıkarmamaları halinde can emniyetlerinin teminat altında olduğunu açıklayınca;
-         Neyi bekliyoruz… Her şeyi yok edecekler… Çığlıkları yayılır paganların arasında…
Vali devamla; paganların düzenli bir şekilde kütüphaneyi terk etmeleri halinde kendilerine evlerine kadar eşlik edileceği açıklamasını yaparken;
-         Kitaplar… Kitaplar… Diyerek en önemli eserleri kurtarma telaşı başlamıştır, kütüphane içindekilerde…
Birden Vali ve askerlerinin ayrılmaya başladığı ve artık dışarıdaki Hıristiyan kalabalığının kapılara yüklendiği, kapıların kırılması ile birlikte “tanrı tektir” nidaları ile kütüphane ve müştemilatı yerle bir edilir… Tüm kitaplar büyük yığınlar halinde yakılır, yakılır… İnsanlığın bilgeliğinden geriye kalan tek şey diye nitelenen “Kütüphane” artık yoktur…

Yukarıdaki anlatılanlar 2009 yılı yapımı “Agora” isimli filmden… Vahşet değil mi? Paganlara düşmanlığın ve bu nedenle saldırının anlaşılabileceği bir dönem ama kitaplarda mı pagan? Yoksa hedef kendilerinin düşüncelerine aykırı iddia ve bilimsel izahları olanları kitapları ile birlikte yok etmek mi? Ama gerekçe her ne ise; Hıristiyan hâkimiyetine geçen kentte, yaşanan büyük travma ve trajedi sonucu uzun süre bir sükunet dönemi yaşanmıştır. Tıpkı tarihteki benzer ardılları gibi yapılan katliamlar ve talandan sonra, yaratılan korku ve dehşet tablosu karşısında yaşanan sahte barış dönemlerinde olduğu gibi… Ancak saldırının pusuya yattığını göremeyen ya da görmek istemeyen ve kendilerine dokunulmadığından, bu yaşanan cinnet ortamına ses çıkarmayan “Museviler” bir vade sonra, ne yazık ki, aynı akıbete uğrayacaklardır. Tıpkı sonra Medine de başlarına geldiği üzere…

Bilindiği üzere; M.Ö. 3. yüzyılda Makedonyalı İmparator Büyük İskender tarafından kurulmuş olan “İskenderiye Kütüphanesi” sadece kütüphane değildir aynı zamanda fizik, kimya, astronomi, tıp, matematik, geometri ve felsefe bilimlerinin de tedrisine elverişli ortamın bulunmasının yanında çok kapsamlı botanik bahçesi ve rasathanenin de varlığı söz konusudur. Anlaşıldığı kadarıyla, burası bugünkü anlamıyla bir kütüphane olmakla birlikte, yüksek tahsil verilen bir okul ve aynı zamanda bir akademi hüviyetindedir. Kütüphane ve akademi, günümüz bilimine de referanslar oluşturan araştırmalar yapan bilim adamlarının yetiştiği ve öğretim verdiği bir zemin olmuştur.  Arşimet suyun kaldırma kuvvetini, Eratosthenes dünyanın çapı ile ilgili bilgileri, Euclid geometrinin kurallarını, bu akademi ve kütüphanede yaptığı araştırma ve çalışmalarla açıklamışlardır.

Yazımızın konusunu oluşturan, “İskenderiye kütüphanesinin yakılarak talan ve yok edilmesi” konusunda yine tarihte çeşitli rivayetlerin bulunduğu aşikâr olmakla birlikte, en fazla öne çıkanlar; ünlü Roma İmparatoru Julius Sezar ya da Hıristiyan İmparator Theodosius ya da Mısır’ı fetheden Müslüman komutan Amr İbn Ül As olmuştur. Sonuçta, ister o, ister bu olsun burayı yakan ve talan eden, özünde hep “dine mugayir ve hurafe şeyler” in varlığı öne sürülerek, insanoğlunun damla damla biriktirdiği bu kadim bilgelik kaynağının yok edilmesine neden olunmuştur.

Kütüphaneler ve bilim nezdinde; bilim, bilgi, kendinden olmayan, kendi gibi düşünmeyen, kendine benzemeyen, kendine biat etmeyen; bidayetten beri doğmanın hedefine, hep yok edilmek, talan edilmek üzere, cehaletten gözü kararmış kitlelerin önüne atılmıştır. İnsanoğlunun geldiği nokta itibariyle artık çok şükür ki, kütüphaneler yakılmıyor, kütüphanelerdeki kitaplar yakılıyor, tıpkı geçmişte, Perslerin, Romalıların, Bizanslıların, Cengiz Hanın, Katolik kilisesinin, Nazilerin vs. vs. yaptığı üzere. Gerçi yolunu şaşıran ve ancak cehennem zebanileri olacak insan postundakilerin, kitap yakanların birgün mutlaka insan da yakacakları iddiasına karine oluşturması kabilinden, ne yazık ki 20. yüzyılda Sivas’ta yaptıkları gibi otele doluşmuş insanları yakmak gibi sapıklıkları ara sıra olsa da, kütüphaneleri kurtardık, çok şükür…

Peki, unutuldu mu, modern dünya için insanlık suçu kabilinden yaşanan 12 Eylül Faşist darbesinin ve onun başı Kenan Evren tarafından, başta TDK arşivleri olmak üzere, SEKA’da kâğıt hamuru yapılarak yeniden değerlendirmek üzere sevk edilen yüzbinlerce belgenin ve kitabın yok edilişi… Peki, unutuldu mu, demokrasi getiriyoruz diye Irak’a giren ABD işgal kuvvetleri tarafından Bağdat müzesi ve kütüphanesinin yağmalanması ve yok edilmesi… Peki, unutuldu mu daha dün “Milli Kütüphanenin” 147 ton kitap ve dokümanı, tarihi çok eskiye dayanan yazılı eserleri, kilosu 15 kuruştan hurdacılara sattıkları ve buradan müzadeyecilerin eliyle de sahaf ve koleksiyonerlere çok büyük bedeller karşılığında satıldığı…

Daha çok örnek yazılabilir bu konuda ancak bu kadar ile iktifa edip, dini ve siyasi taassup nelere kadir demekten kendimi alamıyorum…

Pazar, Nisan 06, 2014

BEN BİR İNSANIM


Boğazımı sıkıyorlar… Gırtlağımı sıkıyorlar… Bir el gırtlağımı yakalamış iyice sıkıyor… Sanki koparacak… Her yanıma darbeler iniyor… Zor nefes alıyorum. Boğazıma soğuk sivri bir metal dayanıyor… Konuş, yoksa gırtlağını keseceğim, boğazını keseceğim… Nefes nefeseyim… İşkencecilerin her biri bir tehdit savuruyor… Bıçak deriyi yırtıyor… İşkenceciler pür dikkat… Keseceğim lan keseceğim konuş, diyor… Sessizlik içindeyim… Bıçağın ucunu biraz daha batırıyor işkenceci… Gene sessizim… Konuş ulan, konuş, konuş geberteceğim… Kan sızıyor boğazımdan…

Cinsel organıma bir şey bağlanıyor, metal soğukluğunda bir tel olduğunu anlıyorum... Sol ayağımın küçük parmağına da bir tel kablo bağlanıyor... Kablo bağlanan yerlere bir sıvı dökülüyor... Islanıyorum... Serinlik içimi ürpertiyor... Çevir değirmenci, çevir, diyor şef...

Vücudumun ağırlığı kollarımı kopartacak gibi ağrımaya başlıyor... Oysa daha bir iki dakika bile olmadı...

Birden cinsel organımdan, sol ayağımdan, kablonun bağlı bulunduğu yerden müthiş bir şok... Burkulma... Parçalanma duyuyorum... Sarsılıyorum... Avazım çıktığı kadar bağırıyorum... Kendi sesime kendim ürküyorum... Ürkünç çığlıklar atıyorum...

Kollarım tel tel kopuyor… Bütün sinirlerim kollarıma, boynuma toplanmış parçalanıyor… Omuzlarımdan boynuma doğru müthiş bir acı, sanki boynum kopuyor… Elektrik şokları… Şoklar… Avazım çıktığı kadar çığlık çığlığa bağırıyorum… Kollarım, içim, sinirlerim, damarlarım, etlerim parçalanıyor. Sanki bir burgu ile tüm vücudum parçalanıyor. Tüm vücudum sinire kesmiş… Sinirler bir matkapla buruluyor, parçalanıyor… Dayanılacak gibi değil… Çığlıklarım o kadar yaban ki, kendim dinleyip ürperiyorum.

M…tıma bir şey zorluyorlar... Acı ve bitkinlikten ne yaptıklarını anlamıyorum... Acıdan, yorgunluktan ayrılan ağzıma katı bir şey sokuyorlar... Hep birlikte iğrenç bir biçimde gülüyorlar... Ye bakalım b…nu... Ye bakalım b…nu... Tadı nasıl? K…ndan çıkardık ağzına soktuk... Ye bakalım... Tadı nasıl, tadı?

Manyeto şokları duruyor... Kabloyu dolaştırmayı bırakıyorlar. Bu kez kabloyu m…tıma sokuyorlar... Şoklar m…tımdan tüm barsaklarımı sarıyor... Barsaklarım, midem, tüm iç organlarım parçalanıyor...

Ayağa kaldırıyorlar... Başımdan serpe serpe su döküyorlar... Su buz gibi... İşkenceden, gerilimden, tekmelerden, yumruklardan yanan vücuduma bu kez buz gibi su bıçak gibi işliyor... Bir yere sürükleyip tutuyorlar... Bütün vücuduma buz gibi ayaz çarpıyor... Titriyorum... Ayaz iliklerime işliyor... Ayaz her yanımı bıçak gibi kesiyor... Zangır zangır titriyorum... Titrememi durdurmam mümkün değil...

Gel bakalım koca t…klı, t…kların nasılmış bakalım... Hayalarımı avuçluyor... Epey de varmış... Gülüşmeler insana ürküntü veren hırıltılar gibi... Yumurtalarımı avucunda yakalamaya çalışıyor, ellerin işinde usta olduğu anlaşılıyor... Parmaklarının arasında sıkışıyor yumurtamın biri, sıkışıyor... Acı, sıkıştıkça artıyor... Kasıldıkça kasılıyorum... Acı çekişimi izlediklerini anlıyorum... Yumurta kayıyor… Tekrar yakalıyor, sıkıyor sıkıyor… Hayalarım patlayacak gibi. İnliyorum… Ah çekiyorum, yumurtam kayıyor… Rahatlıyorum… Polisin eli usta mı, usta… Kim bilir kaç haya sıktı, ezdi… Bu kez yumurtalarımın ikisini birden sıkıyor… Tek tek sıkıyor… Acı gittikçe artıyor… Yumurtalarım patlayacak gibi dayanılmaz bir acı…

Artık s…n de çalışmayacak ib.., diyor işkenceci... Çocuğun da olmayacak... Burada erkekliğin de bitti senin, erkekliğin bitti... Değer mi oğlum buna...

Sabaha karşı ablamı alıp getirdiklerini anlıyorum... Ablama benim için işkence yapacaklar... Yapmayın, ah... Çığlıklar... Tiz çığlıklar... Vallahi bilmiyorum... Nerede kaldığını bilmiyorum... Bilmiyorum... Çığlık, çığlık, ablamın çığlıkları beynimi, yüreğimi tırmalıyor... Ne yapabilirim? Çaresizim... Soyun, diyorlar ablama… Hayır, hayır yapamam diyor… Sizin ananız, bacınız yok mu? Hayır yapamam… Çığlık, çığlık…

Düşünüyorum, dünyada acaba kendi nesline, insan kadar türlü türlü aletler icat ederek, işkence yapan, acı veren bir varlık var mıdır? İşkenceciler acaba gerçekten insan mıdır? İnsanlık sevgisi taşımak ne güzel, ne yüce bir duygu… İnsanları çok seviyorum!

İşkencecilerde bir yorgunluk, kızgınlık, sinirlilik... İçim yırtılırcasına elektrik şokları sonucu boşaldı... Ağzım köpükler içinde... Neredeyse askıda uyuyorum, gözlerim kapanıyor... Bu o…pu çocuğu burada uyuyor, diyerek başıma vuruyorlar... Öyle uykusuz ve halsizim ki...

Uykusuzum... Yakalandığımdan bu yana uyutmadılar... Bitkinim... Gözü bağlı bir odaya alıyorlar... Oda önceki gibi halı ya da halıfleks kaplı... İçerisi gene kalabalık gibi... Gene ne tekliflerde bulunacaklar bakalım, diyorum... Çok yaşlanmış, diyor biri benim için... Beni daha önceden tanıyor olmalı, diye düşünüyorum... Evet, ben de onu tanıyorum. Bu Kemal Yazıcıoğlu... Tabancasını eline alıyor... Bir mekanizma sesi geliyor... Namlu kulağımda... Namlu şakağımda... Namlu ağzımda... Ama öyle yorgunum ki yere kendiliğimden çöküyorum... Saçımdan çekip kaldırıyorlar, bırakınca yeniden yığılıyorum... Boş çuval gibiyim... Saçlarımı yolmaya başlıyor... Favorimden yukarı doğru şakaklarımdan yukarı doğru, boyun kısmımdan, önden saçlarımı tutam tutam yoluyorlar... Saçlarımdan kıvılcım çıkıyor, fazla elektrik vermişsiniz diyor Kemal Yazıcıoğlu, özellikle acıyan bölgeleri yoluyorlar... Bıyıklarıma el attı... Bıyıklarımı yoluyor şimdi... Sanki suratımı koparıyorlar, Memduh bedava tıraş yapıyoruz Memduh, diyorlar... Yarı yarıya saçım azaldı... Yorgunluk ve bitkinlikten acıya bile tepki gösteremiyorum. Başımdan ve yüzümden kanlar sızdığını hissediyorum... Sürükleyerek çıkartıyorlar odadan...

Ben bir insanım, diyorum…
Ben bir insanım…
Ben bir insanım ey işkenceciler…
Ben bir insanım…

Yukarıdaki satırlar Yazar, Mahmut Memduh UYAN’ın “BEN BİR İNSANIM” adlı belgesel tadındaki kitabından ve bir direnişin tanıklığı olarak, insan sevgisinin, yoldaşlığın sınırsız fedakârlığı ile vücudun fizik ve kimyasının özellikle de insan sinirinin dayanma gücünün adeta test edildiği bir süreci gözler önüne seriyor. Canım Yurdumda; uzun süre, iğrençliğin ordinaryüslüğünün ispatı kabilinden, çok büyük bir çoğunluk tarafından duymazdan, bilmezden ve görmezden gelindi, işkence ve bu ahlaksız tutsaklıklar, adeta yaşanan bu insanlık dramına ve suçlarına ahlaki açıdan ortaklık edercesine… Bu belgesel anlatı, insan hakları savaşı, bir onur direnişine davet olup her kim olunursa olunsun ve zaman ve koşul öngörmeksizin çığlık niteliğindedir, dün bugün ve yarın için…  

Salı, Nisan 01, 2014

NEYMİŞ…


08.03.2014 Tarihinde http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/ adresindeki bloğumda yayınlanmış olan aşağıdaki yazımı günün önemine binaen tekrar yayınlamak istiyorum… Efendim durumu tam izah etmiyor diyenlere, sadece “karar yanlış” ve “çekimserler” arasındaki değişikliğe bakmalarını öneririm…


KARAR KOLAY DEĞİŞMEZ

Mesleğe başladığımız yıllarda; çalışmaktan büyük onur duyduğum, mesleki ve sosyal yaşamıma büyük katkıları olması nedeniyle müteşekkir olduğum ve her zaman olacağım, mesleğimizin adeta yegâne okulu sayılan STFA bünyesinde çalışanların teknik ve idari gelişimleri için yoğun yürütülen eğitim çalışmaları kapsamında “Beşeri ilişkiler semineri”ne katılmış ve seminer çerçevesinde bir dolu konu başlığı içinde karar oluşumu üstüne bir çalışmadan bahsetmek istiyorum bu yazımda…

İnsan karar oluşturma sürecinde, ilk verdiği kararı tekzip etmeye yönelik ilave olarak kaç veri değişirse değişsin, asla değiştirmediğine tanık olunan bir konuda; semineri veren kişinin “bir şirkette bir bölüm şefinin iş akdinin feshi” üzerine, iş akdinin feshini gerçekleştiren yetkilinin kararını açıklayan ve

Bölüm şefi, tüm uyarılara rağmen iş disiplinini bir türlü tesis edememiş olup birlikte çalıştığı kişilere liderlik yapamadığı, yapılan çalışmaların değerlendirmeleri sonucunda kendisinden beklenen performansı bir türlü gösteremediği tespit edildiğinden iş akdi feshedilmiştir” biçimiyle özeti verilebilecek uzun bir gerekçe yazısı okur.

Bilahare; saha mühendislerinden Genel Müdür Yardımcılarına kadar değişik yetkililerden oluşan 21 kişilik katılımcı grubundan, “a-karar doğru, b-karar yanlış ve c-çekimser” cevap şıklarından uygun görülen birini oylamalarını ister, cevaplar “a–17, b–1 ve c–3” şeklinde oluşur.

Çalışmanın ilerleyen bölümünde de; semineri veren kişi iş akdi fesh edilen bölüm şefinin birlikte çalıştığı personelden birkaç kişinin konuyla ilgili görüşünü aktaran;

Bölüm Şefimiz, son derece başarılı idi, mesai başlama saatinden önce mutlaka işinin başında olur, bir gün önceden yapılan günlük planın detaylarını bizler gelmeden bir kez daha gözden geçirir, bizler işe başlayınca güncellenmiş plan bilgisi, bizleri müşfik ve pozitif enerji dağıtan görünüşü ile işe dört elle sarılma konusunda teşvik ederdi. Bir önceki döneme göre bölümün üretimi artmış olmasına rağmen iş akdinin fesh edilmiş olmasını kesinlikle anlayamadık” biçiminde kaleme alınmış yazılı metinler okur ve yeniden aynı şıklar kapsamında bir oylama yapılır.

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; Şirketin ölçme, değerlendirme bölümünden gelen ve iş akdi fesh edilen kişinin bölümünü değerlendiren; “mezkûr bölüm bir önceki döneme göre üretim performansını master planda %20 lik bir artış planlanmasına rağmen %35 lik bir artışla tamamlamıştır. Ayrıca bölümler arası ilişkilerde ve bilgi akışında bir önceki döneme göre ciddi bir hız ve kalite temin edilmiştir.” mealinde bir raporu okuyarak, aslında iş feshi kararını veren kişiyi tekzip eden bir tespit gerçekleştirir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; iş akdi fesh edilen bölüm şefinin işe alınmasında aracılık yapan insan kaynakları şirketinin mezkûr kişi ile ilgili işe alınması aşamasında hazırladığı sunumu da; “münhal kadro için yapılan başvuruların değerlendirilmesi sırasında tarafınızca verilen tüm kriterler açısından bakıldığında en uygun başvurunun bu olduğu kanaatindeyiz. Geçmiş çalışmalarının performans değerlendirmeleri ile başarılı plan uygulamalarının ve iş disiplininin gereklerine göre sıralamada en önde değerlendirilmesi gerekmektedir” gibi bir özeti içermektedir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Görüldüğü üzere; seminere katılanların çok önemli bir bölümü değerlendirme ve karar için kendilerinin önüne konulan ilk veri ile yetinmişler, artık ilk verinin tam tersi olarak gelen diğer bilgileri göz önünde tutmaksızın ve ilave hiçbir değerlendirme yapmaksızın karar sahibidirler ve karar değişikliğini asla düşünmemişlerdir. Tek bilgi ile karar vermekte beis görmeyen bir toplum olduğumuzun şahane görüntüsü olabilecek bu yaşanmışlıktan hareketle, insanların ve toplumların yaptıkları seçimleri, aldıkları kararları cansiperane savunduklarını ve kolay kolay değiştirmedikleri bilim çevrelerinin de tespit ve teslim ettiği bir gerçektir bilineceği üzere… Kararında ısrar edenlerin durumunu izah ederken, durumu “kalp gözleri kapalı”, “akılları sağır” gibi tılsımlı ve uhrevi tanımlamalarla açıklamaya çalışan yaklaşımlar konuyu hafife almaktan başka bir şey olmamakla birlikte muktedirlerin değirmenine su taşımaktır aynı zamanda da… Kafamızda, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan büyüklüğe evrilirken, ebeveynlerimizin, öğretmenlerimizin, siyasi partilerin, devlet büyüklerinin ya da takip ettiğimiz gazetelerin ya da yayınların sürekli aynı şeyleri tekrarlayarak ve tekrarlatarak, ezberleterek; oluşturduğu algılama düzeneği ya da filtresi, hülasa neyi nasıl algılamamıza, neyi kendimize daha yakın hissetmemize, benimsememize ya da reddetmemize yol açan “bakış açısı”dır bu. Bu bakış açısına “paradigma” da denilmekte ve insanın, bir olayı ve durumu ya da kavramı, anlaması ve yorumlaması esnasında kendine özgü olan akli ve ahlaki değerler dizisidir… Ahlak, özgürlük, eşitlik ve sevgi üstüne oluşturduğumuz tüm yaklaşımlar sahip olduğumuz bu akli filtrelerin eseri olup tüm hayatımız buna uygun bir biçimde sürmektedir…

Gerçeğin ne olduğu ve ne olmadığı ile nelerin nasıl olması ya da olmaması gerektiği konusunda sahip olduğumuz algılama filtrelerimiz yani paradigmalarımız; neyin iyi, neyin kötü, neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu tayin etmemizi temin eden süreçte öne çıkar günlük hayatımızı şekillendirir ve genel tutum ve davranışlarımız ile beşeri ilişkilerimizin temelini oluşturur. Çevremizi, olayları ve dünyamızı olduğu gibi değil “ayaklarımızın dibi dünyanın merkezidir” yorumuyla-algılamasıyla, kendi bakış açımızla ve görebildiğimiz kadarıyla anlayabilir, anlayabildiğimiz kadarıyla yorumlar ve anlatır ve aktarırız. Bir bakıma da; “medeniyetler beşiği Anadolunun” yarattığı ve durumu anlatmak üzere kullandığı “at gözlüğü takma” sözü durumun tercümanıdır. Tüm bu bilimsel yaklaşımlar ve hayatın içinden imbiklenen atasözlerinin bize verdiği yegâne ders ise; insan hep nakıstır ve çaba göstermediği sürece bunun katmerleşeceğidir. Cehaletin katmerleşmesinin yaratacağı sonucun ne olduğu konusu ise herkesin malumudur.

Dünya gerçeğinin; bizim algılama düzeneğimizdeki defolar neticesinde, tam tersine varacak bir biçimde algılanıyor olmasının en canlı, en güncel ve en muhteşem örneği ise; “Abi çalıyor ama Allah var çalışıyor”, yaklaşımıdır, Allah selamet versin… Şu günlerde en çok ihtiyaç duyulan şeyin, özgür kafa, özgür vicdan ile merhamet ve sevgi duyguları olduğunu zinhar unutmadan, herkeste bulunan bu duyguların üstüne çöreklenen sevgisizliğin, merhametsizliğin, akıl ve vicdan esaretinin son bulması dileğiyle, bugünlerde bir dostumdan öğrendiğim güzel bir sözle yazımı sonlandırıyorum: “cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi biliyorlar”…

Bilmem tam anlatabildin mi; yoksa kararlar kolay değişmez…

 

Cumartesi, Mart 29, 2014

STAY BEHIND


Stay-behind, ki bu terimin İngilizce kelime anlamı “geride duranlar-gölgede kalanlar” olarak tercüme edilebilir, Amerikan emperyalizminin vurucu ve askeri görünüşlü siyasi gücü NATO bünyesinde ve hemen yakınlarındaki ülkelerde devrimci örgütlenmelere ve emperyalizm karşıtı halk iktidarı taleplerine karşı kurulan ve bu saikler çerçevesinde her türlü operasyon kabiliyetine haiz donatılan halka karşı olması nedeniyle de yasadışı ilan edilmesi gereken silahlı-külahlı kuvvetlerin genel ve gayri hukuki adıdır. Emperyalistlerin Soğuk Savaş diye adlandırdıkları 2. paylaşım savaşından sonra, sosyalist blok temsiliyetini üstlenen Sovyetler Birliğinin işgal ihtimali öne sürülerek; aslında bağımsızlıkçı ve Devrimci halk hareketlerine karşı oluşturulan, NATO çalışması imiş gibi gösterilerek sanki üye ülkelerin iradelerinin yansımasıymış görüntüsü ile ama aslında, ABD Emperyalizminin esaret ve zulmünün devamının temin garantisi ABD’nin dış kirli operasyonlarını yöneten CIA ve İngiltere’nin dışarıdaki kirli faaliyetlerini yürüten SIS ve Mİ 6 tarafından sıkı şekilde kontrol ve idare edilen, faaliyet yürütülen ülkelerde, siyasi ve ekonomik hayatı şekillendirmek için insanoğlunun aklına gelme ihtimali çok düşük ama sadece şeytanın aklına gelen her türlü karanlık ve gayri ahlaki işler çevirmişlerdir. Peki; nedir “stay-behind” konsepti ve onu yaratan koşullar emperyalistler açısından, NATO kapsamındaki bir ülkenin, kendi tanımlamalarına göre kötülüklerin kaynağı “Sovyetler Birliği” ya da müttefikleri tarafından işgale uğraması halinde kendi topraklarını işgale karşı direnerek savunmak ve daha ileri giderek işgalcileri püskürtmek gibi sunulan ve ülke insanının itiraz etmesini engelleme noktasında gizli örgütlenmeler toplamıdır. Bu toplam, tek tek ülkeler bazında planlandığı gibi blok ülkeler bazında da planlanarak, daha geniş kapsama erişmiş ve günün moda deyimi ile “paralel ordular-paralel silahlı kuvvetler” oluşturulmuştur. Bu “paralel orduların” olası bir Sovyetler Birliği işgali durumunda aktif olacağı savına rağmen mezkûr ülkedeki Devrimci, Sosyalist ya da bağımsızlıkçı hareketlerin demokratik seçimlerle bile olsa iktidarlarına katlamayan bir yapıda olduğunu yaşanan pratik göstermiş olup, gizli orduların işgallere karşı kullanması için saklanmış gizli silah depoları kullanılarak da iç siyasette aktif tutum alınmış ve ülkenin yarı-işgal ya da gizli işgal altında olduğu öne sürülerek itham edilenlere karşı ciddi katliamlar yapılmıştır. Mezkur “paralel orduların” Yunanistan ve Türkiye’deki örneklerinde olduğu üzere askeri darbeler düzenleyip faşizmin açık icrası cihetine yönelerek hazırlıklarının ve cesaretlerinin boyutlarını topluma gösterme fırsatlarını hep değerlendirmişlerdir.

Bulanık suda balık olarak her türlü ahlaksız ve akla hayale gelmeyecek manipülasyon, korku ve terör bazlı fırıldaklar çeviren bu takım, Avrupa ülkelerinde çökertildi iddialarına rağmen gerçek anlamda hiç dokunulamamış durumda kalmaya devam etmiş ve sadece kişisel çekişmelerin yarattığı kayıkçı kavgası misali birkaç kişinin açığa çıkması ile sınırlı kalmış, anlaşıldığı kadarıyla… Hala dokunulamamış olması iddiasının doğru olma ihtimalinin artan bir ivme ile devam ediyor olmasının en çarpıcı ve ciddi örneğini, ABD’de gerçekleştirilen 11 Eylül saldırıları teşkil etmekte olup konsept uyarınca önce bir türlü açıklanamayan ve açığa çıkarılamayan terör saldırısı ve ona karşı girişilen savaş ile yaratılan korku ve sindirme sarmalıdır ve açıkça görüleceği üzere içine Afganistan’ı alarak Ön Asya’ya, Ortadoğu’ya ve Kuzey Afrika’ya sıçramış durumdadır.

Auxiliary Units (İngiltere), Gladio (İtalya ve diğer bir çok ülke),  Seferberlik Tetkik kurulu sonradan da Özel Harp Dairesi (Türkiye),  GAL (İspanya), I&O (Hollanda), Lochos Oreinon Katadromon, LOK ya da Koyun postu (Yunanistan), OWSGV (Avusturya), Plan Bleu, La Rose des Vents, Arc-en-ciel (Fransa), ROC (Norveç), SDRA8, STC/Mob (Belçika), Bund Deutscher Jugend - Technischer Dienst, TD BJD (Almanya), Nihtilä-Haahti plan (Finlandiya), Projekt-26, P-26 (İsviçre) ve Werwolf (Nazi Almanyası) gibi isimler altında mezkur ülkelerde organize olmuşlar ve yaptıkları her operasyondan sonra buhar olduklarını anlıyoruz, Daniel Ganser’in “NATO'nun gizli orduları - Batı Vvrupa'da gladio operasyonları ve terör” adlı kitabından. Daniel Ganser isinli İsviçreli araştırmacı akademisyen; mezkûr yapılanmaların ülke ülke şemasını çıkararak, bizzat resmi evraklarına, ilgili kurumlarla yazışmalarına, mahkeme kayıtlarına ve de çeşitli tanıklıklara dayanılarak yazdığı konunun çok önemli yayınlarından biri sayılabilecek kitabını yazıyor ve konu biraz daha şekilleniyor toplum gözünde ve hafızasında…

Stay-behind; canım yurdumda ise, organize edenlerin bizatihi tanımlamalarına göre, “maskelenmiş ismi”, STK (seferberlik tetkik kurulu” ve bilahare de “Özel Harp Dairesi” olmuş ve yer yer, tam kendilerini tanımlamasa bile, Kontrgerilla, Gladio, Ergenekon gibi isimlerle de maruftur. Kısa tarihi açısından, NATO'nun Özel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri Türkiye'de, hemen Kore savaşı sonrası belki de canım yurdumun rüşt ispatını müteakip oluşturuldukları kesin olup, 6-7 Eylül olayları, Kanlı Pazar, 12 Mart Faşist askeri darbesi, 12 Eylül faşist askeri darbesi, Kızıldere katliamı, Kanlı 1 Mayıs 1977, 16 Mart İTÜ Katliamı, Bahçelievler Katliamı, Kahramanmaraş katliamı, Savcı Doğan Öz cinayeti, Bedrettin Cömert cinayeti, Abdi İpekçi suikastı, Kemal Türkler suikastı gibi ilk elde sayılabilecek ses getiren eylemler gerçekleştirilmiş ve eylem sonrası da eylemciler de buhar olmuş olmalarının vebali ile ta günümüze kadar mevcudiyetlerini sürdürdükleri izlenimi uyandırmaya devam etmişlerdir. 12 Eylül faşist askeri darbesinin lideri konumundaki Kenan Evren’in bilinen en önemli “Stay-behind” komutanlarından biri olduğu iddiası hiçbir zaman reddedilmemiş olup sanki gizli gizli de bu ünvanın keyfi çıkarılmıştır her zaman… Diğer taraftan Stay-behind örgütlenmesinin lideri konumundaki neredeyse herkesin yasal görevlerde bulunması vukuatı adiyeden bir durum oluşturmuştur adeta…

Bu karanlık yapılanmaların görevi sona ermiştir iddialarının aksine, güncellenen ve yenilenen NATO konseptine uygun olarak; küreselleşme, piyasa ekonomisi ve özelleştirmenin yaygınlaşma seviyesine paralel yeni savaş yöntemlerine terfi edilmiş ve olaylara ya da gelişmelere dayalı bilgiyi, haberi “asimetrik psikolojik savaş” kuralları mucibince kirleterek, saptırarak, önemsizleştirerek devam edilmekte olup emperyalizmin ezilen dünyadaki hâkimiyetine toplumların katlanmalarının veya rıza göstermelerinin temini cihetine gidilmiş hatta oluşturulan “yeni soğuk savaş” konsepti kapsamıyla da temin ve garanti altına alınmıştır.