Çarşamba, Aralık 25, 2013

ÇEŞME TARIMINA SAHİP ÇIKILMALI


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan bildirilerin kitaplaştırıldığı ve 1997 yılında “Çeşme Belediyesi” tarafından basılarak dağıtılmış olan kitap, bilim adamlarının ve araştırmacıların tamamının görüş birliğini sağlayamamış olmasına rağmen büyük ölçüde bu kitap en ciddi Çeşme araştırmasıdır. 1995 ve 1997 yıllarında 2 bölüm halinde yapılan bu çalışmaların toplandığı bu 2 ciltlik çalışmayı şimdilerde edinmek çok kolay değildir ne yazık ki, anlaşıldığı kadarı ile bu çalışma Belediye tarafından pek sahiplenilmemiş ve sadece eski yönetimin bir çalışması gibi durmaktadır. Çeşme konu ise bilinmeyen çok olduğundan bu tür çalışmaların yapılmasını, ama kim yaparsa yapsın önemsemeden desteklemenin gerektiği düşüncesiyle konuya sahip çıkılmalıdır.

Mezkûr sempozyumda; Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiride; 1317 H/1899–1900 tarihli salnameye atfen, Çeşme kazasında 8061 hane, 1121 dükkân, 2 han, 2 hamam, 54 un değirmeni, 9 yağhane gibi konut ve ticari binanın yanında resmi ve dini bina olarak ta 1 hükümet konağı, 14 cami, 1 mescit, 1 tekke, 40 kilise, 3 havra, 1 rüştiye mektebi, 1 ibtida-yı zükür (erkek ilk mektebi), 1 ibtida-yı inas (kız ilk mektebi), 4 gayri müslim mektebi bulunmakta olup yine aynı yıllara ait genel nüfus 30.706 olup 15.871 erkek ve 14.835 kadından oluşmaktadır. Sevgili dostum Taner Morova tarafından hediye edilen; 1914–1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın 1959 basımı “Hatıralarım” adlı kitabında Çeşme’nin nüfusuna yönelik “İlçenin 45 bin nüfusundan 40 bini Rum’du ve Türkler kasabada olduğu gibi, bütün İlçede de azınlıkta idi” şeklinde düştüğü not, Osmanlı salnamelerindeki belirtilen rakamları yaklaşık teyit etmektedir.

Yukarıda sıralanan rakamlara bakıldığında, nasıl güçlü bir üretim, ticaret ve nüfusun varlığının yarattığı büyüklük göz kamaştırıcı olmaktadır. Üretim denince dönem itibariyle de anlaşılması gereken şeyin tarımsal olması gerekir ama un ve yağ fabrikalarına ve burada bahsedilmemiş tütün işleme atölyelerine de bakılınca tarım endüstrisinin de hiç geri olmadığı anlaşılmaktadır. Bugün artık ne yazık ki numunelik bile olsa açık bir zeytinyağı ya da un fabrikası bulunmamaktadır, gerçi artık tarım da çok sınırlı bir şekilde yapılmaktadır ya, Çeşme turizm ile geçinecektir rüyasına mı kapıldı, peki turizm, tarım eskisi gibi artarak devam ederek yapılamazmıydı da böyle oldu, bilemiyorum… Bu sorulara herkes farklı cevap verebilir yani doğru cevabı çok olan bir soru muamelesi yapılabilir.

Mezkûr salnamelerden aktaran Prof. Dr. Necmi Ülker; 1878–79 yıllarına münhasıran; başlıca mahsulün çekirdeksiz ve razakı ve siyah üzüm olup buğday ve diğer hububat ziraatının da azımsanmayacak miktarda yapıldığı, bilahare 1870’lerde anason ve kökboya tarımına da başlanılmış olduğunu belirtmektedir. 1877 yılında 51.200 kg anason ve 225.600 kg kökboya üretilmiş olduğundan bahisle, ada soğanı ve şeker tarımından da herhangi bir üretim miktarı belirtmeden bilgi aktarılmaktadır. Yazıyı daha çok rakamlara boğmamak adına kısa keserek, tüm üretilen tarımsal ürünlerin detaylı incelenmesi sonucu, Çeşme’nin en önemli ürününün üzüm olduğunu anlıyoruz, o kadar ki 1884 yılında 10.000.000 kg kuru üzüm rekoltesine ulaşıldığı tespit edilmektedir.

Çeşme’nin mikroklimatik iklimi; enginarı, Çeşme kavunu, Çeşme anasonu, üzümü, Çeşme limonu, Çeşme mandalinası, Çeşme soğanı, sakızı, zeytin hurması yetiştirilmesi konusunda nicelik olmasa bile nitelik açısından mükemmel bir vasat oluşturur, ancak Çeşme tarımı maalesef yazlıkçı turizmine kurban edilmiştir. Tarımı gözden çıkaranların en önemli iddiası, Çeşme mandalinası için o mükemmel aromasına rağmen çok çekirdekli, Çeşme limonunu o muhteşem lezzetine rağmen kalın kabuklu, bin derde deva diye takdimi yapılan meşhur Çeşme soğanını göz yakıyor diyerek, burun kıvrılması olmuştur maalesef, küçük bir grup Çeşmeli her şeye rağmen bu ürünlere sahip çıkmaktadır. Sakız ve Antep fıstığı tarımına gönül vermiş Çoşkun Vural’dan dinlediğim kadarı ile bilinenin aksine Çeşme sakızının Sakız Adasının sakızından daha değerli olduğunu bu yüzden de daha pahalı olduğunu öğreniyoruz.

Gençliğime denk gelen dönemde; şimdilerde restorasyonu tamamlanarak kültürel faaliyetler için kullanılan “Kilise”nin, Çeşme’nin ilk üretici hali olarak hizmet gördüğünü ve rahmetli Ahmet Sinan, İbrahim Gören (manav) tarafından yürütülmüş olduğunu dün gibi ve üreticiden gelen büyük miktarda meyve ve sebzelerin o günkü ilçenin nüfus ve otel sayılarına göre inanılmaz boyutta olduğunu hala hatırlarım. Bilahare, bugünkü “Kervansaray’ın” karşısına inşaatı yapılmış, üretici hali, öncekine göre bir hayli büyük olmasına rağmen üreticiden gelen ürünlerle dolar taşar hatta önündeki meydanı taa Kervansaray’a kadar doldururdu, mezkur dönemde üretici hali faaliyetleri İbrahim Gören (manav), Sadullah Kanyılmaz tarafından yürütülmüş, şimdiki üretici hali artık yukarıda bahsedildiği nedenlerle iyice azalmış üretime bağlı olarak Çeşme Otogarı arkasında küçücük bir yere, adeta Belediyenin himmetiymişçesine sığınmış durumda olup, Mustafa Ertemiz tarafından yürütülmektedir ve görünen o ki ismi zikredilen arkadaşımızın bu işi bırakması halinde de bu işin defterinin dürüleceği aşikârdır. Hele o Kervansaray önündeki hal dönemini hatırlayanlar bilir, dönem itibariyle Çeşme’de 3 otel, 4 kamp ve 4 manav bulunmakta ve nüfus da ancak 5.000’ler düzeyinde olup, binlerce kavun-karpuz, yüzlerce kasa domates, biber, patlıcan, taze fasulye, acur, bamya, börülce vb. vb. ürünler en geç saat 13:00’e kadar satılırdı… Evet, o günlerden, bu günlere tarımsal üretim nerdeyse 50 kat azalmıştır. Bu gelişmelerin müsebbipleri, bu yazdıklarımı bir nostalji olarak değerlendirecektir eminim ki, ama bilsinler ki bizatihi kendi geleceklerinin teminatı, tarımı eski haline kavuşturmaktan geçmektedir.

Çeşme; gerek ekonomisinin rotasını turizme çevirmesi, gerekse de buna uygun kentleşme süreci, ne yazık ki tarımsal ürünler konusunda yukarıdaki tespitlerimizi yapmamızı gerektirdi. Tarımın bu denli tukaka edilmesi sonucu, Canım Yurdumun; önümüzdeki uzun vadede sıkıntılı süreçlerden geçmesi de kaçınılmazdır. Bu konuda her meyve ve de sebze birer yazı konusu oluşturabilecekken, şimdilik bununla iktifa ediyorum.

Sonsöz; Anason ürününün kalitesine delalet etmesi bakımından da, Çeşme’de üretilen Arak (Rakı) kalitesinin tecrübeyle ispatlandığı iddia edilmekte olup bir sonraki yazımın konusunu oluşturacaktır.

Cuma, Aralık 20, 2013

BİR 12 EYLÜL HİKÂYESİ


Türkiye; 1970’li yılların sonunda sıkıntılı bir süreçten geçmekte benzeri hemen hemen gelişmekte olan her ülkede (yarı sömürge-yeni sömürge) olduğu üzere, canım Yurdumda mevsim sonbahara evrilirken politik ve sosyal yaşam ise kutup kışına hazırlanmaktaydı, Amerikanın içimizdeki çocuklarının elleriyle… Çeşme ise çok etkilenmiş görünmese de ciddi ipuçları vardı yakında kopacak fırtınanın, ama önemli bir kesim bunun farkında değiller idi, ne yazık ki…

Çeşme’nin Belediye yönetiminde Saim Ertürk ile bulunan milliyetçi cenah, aslında gözlerinin önünde ülkenin nereye sürüklendiği görebilecek durumda idiler ama içinde bulundukları rüzgâr nedeniyle ellerinden de başka bir gelmemişti… Ancak, bir tarafı ile komşumuz Yunanistan ile genel politikalar gereği gerilen ilişkileri, Belediye yönetiminin turizme olan inançları nedeniyle yumuşatma adına komşumuzun bize çok yakın adası yönetimi ile ortak bazı faaliyetler planlamakta idiler, diğer tarafı ile… Turizmin gelişmesinin, 2 ülke arasındaki yumuşamanın olmazsa olmazı olduğuna inanan Belediye Başkanı Saim Ertürk, Çeşmespor ve Sakız adası futbol takımları arasında bir maç organize edilmesi için çok uğraşır ve sonunda başarır, tarih konusunda yanılmıyorsam 14 Eylül 1980 de maç Çeşme’de oynanacaktır. Tüm hazırlıklar buna uygun yapılmaktadır.

Tarih itibariyle; Canım yurdum kendi ordusunun yönetiminde bulunan uzaklardakilerin çocukları önderliğinde darbe yapmış, ülke genelinde yapılanların herkes tarafından iyi bilinmesi nedeniyle tekrarlamaya gerek yok, Çeşme cephesinde seçilmiş Belediye Başkanı derhal görevden alınarak gözaltına alınmış, dolayısı ile organize edilmiş olan futbol maçı ikinci bir emre kadar iptal edilmiş, ancak Sakız Adasından da kafile Çeşme’ye gelmiş bulunmaktadır. Futbolcular ve resmi kafile Ertan Otel’e yerleşmiş, ancak seyirci olarak kafilede bulunanlar da mezkûr otel dışında bir yerde kalmak için arayış içindeler, bu amaçla dolaşılırken Yunancayı oldukça iyi konuştuğu bilinen dostum Hüsnü Karaman ile kesişiyor yollar, konuşulacak ortak bir dil de olduğuna göre, muhabbet koyulaşıyor kısa sürede…

Hüsnü Karaman; an itibari ile canım yurdumdaki gelişmeleri anlatırken, o anda karşılığını “darbe” yerine “ihtilal” olarak çevirince ya da söyleyince, hemen atılan ve mesleği arkeolog olan misafir “ne ihtilali vre, tam tamına bir darbedir bu” diyor, diğer konuk ressam “evet bizim güzel yurdumuzda aynı şeyi yaşamıştı bir süre önce” deyip, kapitalizmin krizlerinde yaşanan zorlukların tüm faturalarının az gelişmiş ülkelere nasıl kesildiğinin kısa bir özetini yapmıştır. Canım yurdum; daha evvel yaşananların üstüne adeta vites yükselterek yaşanacak dramların henüz başında iken, hatta daha 12 Mart askeri faşist darbesinin üzerinden 10 yıl geçmişken, 12 Mart açık faşizminin ataleti hala yaşanırken üzerine 12 Eylül askeri faşist darbesinin yapılması neticesinde adeta dizlerinin üzerine çökertilmiştir. ABD’nin içimizdeki çocukları; içinden çıkanlar vasıtasıyla içinden çıkılan halka ağır bir terör saldırı ortamını yaratmış, bu sırada her zaman olmasa da barış oluşturmanın en iyi araçlarından biri spor diye tutturulmasına göz yumar mı, zinhar… Peki, turizm onlar için önemli mi, zinhar… Onlar için varsa yoksa “bu kış komünizm gelecek” fikrinin seslendirilmesine aracılık edenlerin okyanus ötesi ağababalarının emperyal düşünceleri ve beklentilerinin karşılanması…

Darbe konusunda tecrübe sahibi Sakızlı misafirler, ertesi sabah kalkıp kahvaltı sonrası futbol maçına gidecekleri biçimiyle programlanmış seyahatin, 12 Eylül darbesi ile altüst oluşu üzerine, Çeşme, Alaçatı ve Urla’yı hızlı bir şekilde gezelim planı üstüne, sabah erkenden kalkıp kiralanan araba ile yollara düşerler. Bir önceki gece, kendilerine bu seyahatten söz edilmediği için gönüllü rehberlik etmeyi içinden geçirmiş Hüsnü Karaman, erkenden pansiyona gitmeyip misafirlerin daha uzun ve iyi dinlenmelerini temin etmeyi de düşünmüştü. Ancak; artık yeteri kadar dinlenmişler düşüncesi ile misafirlerin kaldığı pansiyona gidince, çok hızlı bir tur için ayrıldıklarını öğrenir ve darbenin ardından neler yaşanabileceğini iyi tahmin ettiğinden de hemen o da arkalarından arkadaşı Yalçın Günen’in otomobili ile yola düşerler ve onlarla Urla’da karşılaşırlar ve herkes iyi ve her şey yolundadır. Artık Çeşme’ye doğru dönüş başlamış ve bir taraftan zamanın ilerlemesi diğer taraftan yoğun bir program izlenmesi nedeniyle, susanmış ve acıkılmıştır da… Bugün de o gün de Uzunkuyu ovasına hakim ve harika bir manzarası olan, insana huzur veren tepekahve’deki kahvehaneden bozma lokantada mola verilir ve yenilecek şeyler sipariş edilir, yemekler yenilir, çaylar içilir ve muhabbette koyulaşır, hesap ödenir ve kalkılır. Yemek ve edilen koyu sohbet üstüne çöken rehavet ile birlikte artık dönme zamanı geldiğinden yola düşülmüş ancak tarafların hepsi “mübadil” olduğundan ortak geçmiş ve yaşananlar üstüne yeni yeni sohbetler açılmaktadır. Doğrusu mübadil olmanın acılarının birkaç kuşak atlaması ile kolay kolay geçmeyeceği aşikâr olup, muhtemelen birkaç kuşak daha canlı kalacaktır ya da unutulamayacaktır yaşananlar, görünen o. Doğaldır ki; yaklaşık 1.500.000 Ortodoks’un Anadolu’dan Yunanistan’a, yaklaşık 750.000 Müslüman’ın Yunanistan’dan Anadolu’ya göçü dönemin ulaştırma olanakları taraf ülkelerin konuyla ilgili güç ve kapasiteleri ile teknolojik seviyeleri göz önüne alındığında bu nüfus değişiminin sıkıntılı, sancılı ve acılı olması kaçınılmaz olup bunlarında sohbet konusu olması daha uzun yıllar sürer gibi duruyor.

Dönüş yolunda, Çeşme’ye yaklaşmış iken dönemin önemine binaen askerler tarafından aralıksız yol kontrolleri yapılmaktadır, tam Germiyen köyü yol sapağına gelinince asker Yunanlı misafirleri ve onlara gönüllü rehberlik yapan Çeşme’lileri durduruyor ve çile başlıyor. Darbecibaşı’na benzemeye çalışan onbinlerce asker bulunuyor olması, bu kontrollerde sürekli sıkıntılı anlar yaşanmasına neden olduğu dönemi yaşayan herkesin malumudur, etraf küçük küçük binlerce Kenan Evren kopyası ile doludur ve onlara göre herkes suçludur. Yunanlı misafirler, Çeşme’de yapılacak dostluk maçı için gelmiş olduklarından genel vize kapsamında gelmemişler ve seyahat hakları da sınırsız değildir, Çeşme dışına çıkmış olmaları ciddi bir fırça yemelerine neden olmuştur. Israrla turist olduklarını, maç için geldiklerini maçın iptal olması nedeniyle Urla’ya atalarının geçmişte yaşadıkları toprakları görmek için geldiklerini anlatıyorlar ama askeri timin başındaki küçük Kenan Evren, kısık gözlerle kızgınlık enerjisini karşısındakilerin gözlerinden taa beyinlerinin derinliklerine kadar işleyen bakışlar atarak bu insanları sindirmeye çalışırken, adamcağızlar da “do you speak english” diye tekrarlayarak iletişim yolu aramaktaydılar ama karşısındakinin böyle bir derdi hatta niyeti yoktu… Ama küçük Kenan kükrüyordu; “Bir çarparım görürsünüz do you speak’i”…

Nihayetinde Çeşme’de karakol’a gidilir, yaşananların yarattığı utancın da sıkıntısını yaşayan Hüsnü Karaman’ın gayet olumlu girişimleri ve anlatımları ile anlayışlı komutanında iyi niyetle yaklaşımı nedeniyle konu tatlıya bağlanır ve maç için gelip maç yerine gezi ile iktifa edenler faşist cuntanın estirdiği rüzgârın etkisinden kurtulur ve ülkelerine dönerler…

Cuma, Aralık 13, 2013

KANDIRALI (AKARCA) DERESİ


Kandıralı deresi; şimdiki İzmir-Çeşme otoyolunun Çeşme çıkışından Marina’ya ulaşan yolun refüjünde yer alan ıslahı tamamlanmış, adı için başvurduğum büyüklerimizin bile adını söylemekte-hatırlamakta ittifak edemedikleri, kimisinin Kandıralı, kimisinin Akarca, kimisinin Kuşyeri ve kimisinin de Karadağ deresi olarak hatırladıkları, son tahlilde iklim değişiklerine dayanan gerekçelerden ötürü artık eskisi kadar su taşıyamayan adeta önceki taşımışlıkların yorgunluğu nedeniyle su taşıma işinden kaytarmıştır. Bilindiği üzere Çeşme Limanından otoyol girişine doğru gidilir iken, kısa Çeşme vadisi birden arkası Ovacık köyüne dek uzanan tepe ile 2 ye bölünmekte ve sol bölümde uzayan bölümüne Akarca, sağ tarafa uzanan bölümü ise Kuşyeri adı verilmekte ve bilahare de meşhur Çeşme kavunlarının da yetiştiği Ovacık ovasına ulaşılmaktadır. Mezkûr derenin en önemli su gelirini oluşturan Akarca mevkii olup buradan gelen dere tarla aralarından gelen ama sadece kış ve bahar ayları su veren dereciklerle beslenerek, kuşyeri tarafından gelen hatta askeri amaçlarla yapıldığı söylenen bir Çeşmesi olan Kandıralı Çeşmesi adıyla maruf çeşmenin de oluşturduğu dere ile birleşir ve artık adı “Kandıralı deresidir” ve oradan daha güçlü bir şekilde, yine şimdiki Otogar’ın oradaki dere, sonrada artık imar uygulamasına kurban edilerek kapatılan bahçelerarasından gelen diğer dereyi de gelirine ekleyerek denize ulaşmaktadır. Artık kolayca anlaşılacağı üzere gerek yağışların azalması, gerekse de Çeşme’nin su ihtiyacını karşılamak adına açılan derin su kuyuları nedeniyle su seviyesi çok derinlere inmiş olmasından ötürü dere artık çok yorgundur ve suyu taşımaktan vazgeçmiştir. Eskiden yaz kış demeden su akışı olan bu dere, denize yaklaştığı yerde yani şimdilerde yerinde yeller esen kemerli taş köprüye gelmeden önceki bölümünde, çalı türünden boyları birkaç mt ye kadar yükselen pembe ve mavi çiçekler açan hayıt ile kayıtkargı da denilen boyları 3-5 mt ye kadar varan kargılar arasında yer alırdı. Yaz ayları, şu anda sepet örmekten gayrı faaliyetlerinin ne olduğunu pek hatırlayamadığım göçerler gelirdi Çeşme’ye ve babama ait Karadağ eteklerinde bulunan bir taşlık tarlada konaklarlardı, derenin bizim tarlamıza bitişik yerlerindeki, gerek hayıt gerekse de kargıları kesen ya da kestiren babam, bu hayıt ve kargıları mezkûr göçerlere verir, bahçede yetiştirdiği sebzeleri müstahsil haline taşımakta kullandığı büyük sepet adı verilen köfün ve sepetlerin imalatını, üretilenin yarısı göçerlere kalmak kaydıyla yaptırırdı. İmalatı tamamlanan köfün ve sepetler, üstüne büyük bir itinayla, yağlı boya ile YC yazılır, tüm yaz boyunca kullanılırdı.

 
Derenin denize karıştığı yerde, derenin taşıdığı organizmalar ve orada oluşan planktonlarla beslenen, bol miktarda kefal balığı bulunurdu, kargı ve misina kullanılarak yapılan ve oltaya yakın yerde oltanın yüzeyde kalmasını sağlayan mantar ile takviyeli “kargılı” dediğimiz oltalarla, balık yakalardık. Derenin denize açıldığı yerde, derenin 2 tarafındaki muhtemelen yıkılan binaların kalıntıları olan taşlar üzerinde durarak, yine aynı düzenekle yakaladığımız “isparozlar” hala aklımdadır. Diğer taraftan, derenin ortasından geçtiği küçük verimli Çeşme ovasındaki tarlalarda bulunan “dolap kuyuları” (hazneleri büyük olan keson kuyular) sulama amaçlı olmasına rağmen, derenin taşıdığı su ile deniz suyunun karıştığı yerde bulunan kefal balığı yavrularının yakalanarak balık yetiştirilmesine yönelik kullanılmakta ve bunlardan en önemlisi hatırlayabildiğim kadarıyla, amcam Murat Çilek’e ait olup, bu yavru balıklar kısa sürede derya kuzusu haline dönüşerek masalar süslemekte idi.

Burada yapılan oyuncak yelkenli tekne yarışlarını da büyük bir özlemle anmak zorundayız derenin önemine tebarüz açısından, yelkenli teneke oyuncak kayıklarımız, teneke kıvrım yerleri, genellikle geçen büyük gemilerden artık olarak atılan, düşen ve deniz kenarlarından zar zor bulunup toplanan ziftler ile izole edilir, teneke dediğiniz de peynir ya da gaz tenekesi olup tekneler bu tenekelerden yapılırdı, hele bu teknelere yelken de yapılmaz mı idi, o güzelliklerin her biri sanki mimari birer değer gibi idiler. Teneke bulmanın hiç te kolay olmadığı bir dönemden bahsettiğim hiç unutulmamalı çünkü 3 bakkalla dönen bir tüketim yelpazesi ve Ilıca’da bir adet akaryakıt istasyonunu söz konusudur. Tenekeler büyük bir özenle kesilip, kıvrılır, zift ısıtıp su izolasyonu yapılır, yelkenler yerleştirilecek hatta önlerine isim yazılacak kadar ciddiye alınan işlerdi bunlar ve mahallenin çocukları arasında en önemli rekabet konusu tenekeden tekne üretmek idi, dönem itibariyle… Bu teknelerin mucitlerinin bir bölümü bilahare o yokluk sürecinde bezden balıkçı tekneleri üretimine terfi etmişlerdi, bilenler bilir…

Eski devirlerde derenin üzerinden karşıya geçip ulaşımı temin etmek üzere inşa edilmiş “kemerli taş köprü”, ne yazık ki otoyolun limana bağlanan bağlantı yolu nedeniyle dönemin Belediye yönetimince yıkılmasına göz yumulması olabilecek kötülüklerin başında gelebilecek durumdadır. Çocukluğumda taşıt trafiğine bile hizmet vermiş bu köprünün yıkılması ya da yıkılmasına göz yumulması, şüphesiz kötü niyetle açıklanacak bir durum olmamakla birlikte, bir gaflet anıdır herhalde. Mezkûr köprü, 1. derece deprem bölgesi olan Çeşme’de bulunmasına ve öğrenebildiğim kadarı ile de karşıya geçişte tek köprü olmasına rağmen, 1980 li yılların sonuna kadar doğaya direnmiş ama ne yazık ki insanın insafsızlığına ve vefasızlığına direnememiştir.  Kaplaması Arnavut taş kaplama olan köprü, Çeşme’nin geçmişi ile oluşturulacak en önemli bağlardan biri olarak, paha biçilmez kültürel kimliğimizin ve medeniyetimizin yansıması olarak değerlendirilmesi gerekirken, ne yazık ki tarihin çöplüğüne gönderilmiştir, hem de tarihimiz, kültürümüz üstüne methiyeler düzenler, Bosna’daki Mostar köprüsüne ağlayan ama bu köprünün yıkılmasına alkış tutanlar tarafından, şüphesiz Mostar köprüsü ile kıyaslanamayacak önem ve büyüklüğe haiz olmakla birlikte, Çeşme’mizde başka bir örneği olmaması hasebiyle önemi yadırganamayacak durumdadır ve bu durum hayrete şayan bir tenakuzdur…

Kemerli taş köprü; varlığını sürdürürken hayatın hızlanan akışına cevap verememesi nedeniyle deniz tarafına, önce ahşap bilahare de çelik ve beton karışımı kompozit bir köprü yapılmış ve bu 2 köprüden de bugün artık eser kalmamıştır, bu köprülerin bir tarafında; halen varlığını sürdüren bir çam ağacı ve yeri değiştirilen ehven eller tarafından yapılmaması nedeniyle de aynısı olmasa bile yine de bir benzeri, yer değiştirilerek yeniden yapılan “çeşme” olup bunun da bir kazanç olduğu kabul edilmelidir.

Çeşme için bir fikrim var kapsamında olur olmaz fikirlerin taklası neticesinde cazibesi ancak kendinden menkul 3-5 proje önerenlerin aklına bu dere ve üzerindeki kemerli taş köprünün ihya edilmesinin gelmemiş olması da bir kayıp hatta ayıptır…

Cuma, Aralık 06, 2013

KAHROLSUN KOMÜNİZM DİYE DİYE KÜÇÜK AMERİKA’YA DÖNÜŞME RÜYASI


Amerika; Marshall yardımı kapsamında özellikle ilkokullarda dağıtılmak üzere, Canım Yurduma “halis muhlis” süttozlarını sevk etmiştir ki necip Türk Milletinin necip evlatları bu dünya nimetinden mahrum kalmasınlar… 1960’lı yıllarda da devam eden; ilkokullarda sabah saatlerindeki genellikle de 2. teneffüslerde, canım Yurduma Amerikan yardımı olarak sevk edilen süttozu, büyük kazanlarda kaynatılan suyun içerisine konulup karıştırılarak süt elde edilirdi, hatta bazen de tüm bu karıştırmalara rağmen dağıtıldığı sırada bardaklarımızın dibine çökerdi, bedava olarak öğrencilere dağıtılmıştır. Ancak şimdi bu konuyu anımsarken bile, yüzümün burulduğunu hissettiğim bu süte benzeyen gıda, çok ağır bir kokuya sahip olması hasebiyle de pek sevilmeden hatta “beslenme saati zorunluluğu” nedeniyle, içmemek adına her öğrencinin çeşitli bahaneler bulmasına rağmen, mecbur olması yüzünden nefret edilerek içilirdi. Bana hiç denk gelmemesine rağmen bazı öğrencilerin tüketim fazlası gibi duran süttozlarını evlerine götürdüklerini hatta bu sütten yoğurt bile yaptıklarını duyardık… Şimdilerde ise; Çok Şükür ki, sütler bozuk mu idi?, bayat mı idi?, çocuklar zehirlendi mi?, yoksa bu çocuklar “besin intoleransı” nedeniyle alerji mi olmuşlardı? diye tefrik etmeksizin durum, o günkü Amerikalıların yerli ortakları eliyle millileştirilmiş ve kefere oyunudur bahanesine de yer kalmamıştır.

Okullarda çocukları süttozları ile beslenen necip Türk milletinin; sabah kahvaltılarında yine ABD ekonomik yardım paketinden çıkan “eritme peynirler” ile karın doyurmaları uzun vadede canım Yurdumun ekonomisine ve bilahare de siyasetine sirayet eden bir düşüncesizlik kaynağı olmuştur. Yuvarlak teneke kutular içerisinde evlerine ulaşan, tadı hiçte alışık olmadığı bir tat olan, bu turuncu renkli peynirler, “bedava sirke baldan tatlıdır” şiarı ile beyinlere nakşedilince de, artık elin “conisi” pek te bir sevimli gelmeye başlamıştı.

Çocuklar okullarda bu tadı rezil süttozunundan üretilen sütü içmemek için çeşitli numaralar çevirirken ebeveynler evlerde şenlik yapıyorlardı, ne de olsa bedava süt, bedava peynir, bedava balıkyağı idi söz konusu olan… Bunların ambalajlarının hepsinin üstünde, birinde Türkiye bayrağı, diğerinde Amerika bayrağı bulunan tokalaşan 2 el bulunurdu, daha ne olacaktı, akşam yenilen hurmaların ertesi gün ilgili organları tırmalaması dışında…

Okul hayatı ve mutfak çalışmaları için bu kadar kolaylık yaratmış olan muktedirler, “bedava sirke baldan tatlıdır” şiarını edinmişlerin sevindirik olmaları üzerine, bunların okullarına da Amerikan dilini öğretmek üzere kendilerine “Barış gönüllüleri” denen bir eğitim ve öğretim ordusu ihdas edilmesi, yağlı yemek üstüne bol şıralı tatlı gibi olacaktı. Ne gam ne tasa, o gün bunların CIA ajanı olduklarını iddia edenlerin mapuslarda çürütülmüş olması küçük bir topluluk dışında kimsenin görmediği bir olay olmuş, belgelerin gizlilik süreleri dolup ta ortalığa saçılması ile de her şey herkes tarafından öğrenilmiştir ama o gün alkış tutanlar dut yemiş bülbül numarasına yatıyorlardı artık…

Sabah kahvaltı da ABD peyniri, okulda ABD süttozundan süt, okullarında “barış gönüllüsü” öğretmenler olurda, okul dışı insanların eğitimsiz bırakılması mümkün olur mu, asla, kütüphane de her akşam kısa metrajlı ABD yapımı ve ABD tarımını ve hayvancılığını dolayısıyla da özendirmek adına Amerikan sosyal hayatını öven filmler gösterilmelidir. Büyük hayranlıklarla izlediğimiz bu filmler sayesinde, çalışkan ABD köylüsünün ne yaman ve işbilen olduğunu görür, hayatında yüzlerce ineği bir arada ve büyük damlarda fenni şartlarda görmemiş, uçsuz bucaksız tarlalarda yetişen muhteşem buğdayların hasatı insanımıza izletilir ve hayranlığımızın kalıcı olması temin edilmeye çalışılırdı ve ne yazık ki bu komedi 1970 li yılların ortasına kadar da sürmüştü. Artık utançlarından mı yoksa ihtiyaç kalmamasından mı bilinmez daha fazla sürdürülmemiştir.

Dönemin yandaş ve candaş gazeteleri de, özgürlüğün ve demokrasinin beşiği ülke betimlemeleri ile Amerikan güzellemelerini durmaksızın beyin yıkama ritüelleri olarak yaparlardı, bugünkülerin öncülleri olarak… Hani konu sanki Menderes ve yönettiği Demokrat Partinin sorunuymuşçasına, 27 Mayısçılar tarafından da tam hız ve gazla sürdürülen bu politikaların, bazı sol adına konuştuğunu söyleyenler tarafından gösterilmemeye çalışılması da tam bir halüsinasyon yaratma çabası gibi duruyor açıkçası… Diğer taraftan, Amerikan yardımları alınırken “Amerika’ya karşı çıkmak komünistliktir” diyen komutan geleneğinden gelen dönemin muktedirleri, Amerika’nın kendilerinden artık hizmet almayacağı beyanına müteakip hiç öyle olmamasına rağmen yandaşları tarafından bize “Amerika’ya karşı geldiler diye başlarına gelmedik kalmadı” diye sunulmaları da, olsa olsa kara mizahtır…

Bilindiği üzere tüm bu trajikomik yaşananlar ve başımıza gelenler, II. Paylaşım (Dünya) Savaşı sonrasında, 1948 te yürürlüğe konan yeşil kuşak projesi kapsamında yaşanır ve başta Türkiye ve Yunanistan’ın bulunduğu 16 ülkenin gizli işgalini hedefleyen ABD’nin dönem itibariyle dışişleri bakanı George Marshall’ın adını taşıyan “Marshall ekonomik kalkınma yardımı” adı altında yürütülen bir operasyonun parçalarıdır. 16 Ülke arasında Marshall yardım planına kendi isteğiyle katılan, hatta bir hayli fazla kapı eşiği aşındırarak dâhil olmanın başarıldığı dersek ayıp ve yanlış yapmayız ve ABD’nin yeni sömürgecilik prensipleriyle teçhiz ettiği işte bu paket canım Yurdumun artık bir daha asla ve kata kurtulamayacağı bir bağımlılığın başlangıç noktasıdır. Başlarda ABD emperyalizminin “baş düşman” ilan ettiği Sovyetler Birliğine karşı mezkûr bölgede askeri bir üs yaratma çalışması gibi görünse de, bilahare ve özellikle de 1950 den sonra iktidar direksiyonuna geçen Celal Bayar ve Adnan Menderes hükümetleri tarafından hazırlanan ortam sayesinde, başta Petrol ve madenler olmak üzere iğneden ipliğe bir ekonomik ketenpereye ve zapturapta dönüşmüştür. Ancak muktedirlere dönemin aklıselim insanları ve devrimcileri tarafından, sonucun hüsran olacağına yönelik dikkat çekici karşı duruşlar, aydınlatma çalışmaları, bugün de izleri şekil değiştirerek sürdürülen “komünist uydurmaları” kara propagandası üzerinden büyük tenkil ve tedip hareketleri ile bastırılmaya çalışılmıştır. Ancak artık iş işten geçmiş, halkın üretim ve tüketim alışkanlıkları değişmiş ve yaratılan işbirlikçi siyaset erbabı vasıtasıyla da canım yurdum dizlerinin üstüne çökertilmiştir.

Diğer taraftan; mezkûr dönemde dağıtılan bu sütlerin, peynirlerin tüketilmesi halinde da insanların şakayla karışık boylarının kısa kalacağı iddia edilmiş idi, ancak boylarda bir kısalma gözlenmemiştir ama beyin diye taşıdığımız organa çok ciddi şekilde dikkat kesilmeliyiz. Çocukluğumda hemen hemen ilk baskılarından okuduğum, Fakir Baykurt’un “Amerikan sargısı” diye bir kitabı vardır; mezkûr Amerikan yardımlarının kendini, süttozu, peynir, balıkyağlarıyla gösterdiği yıllarda, canım Yurdumun, damızlık hayvanları ve tohumları ile karakterinin tamamen değiştirilme çabasındaki tarımının ve yukarıda kısaca değindiğim yardımlar ile de siyasi ve kültürel yapısının Amerikalılaştırılmaya çalışılmasını hicveder burada yazar… Ve bu ahlaksız teklif ve yaklaşımlara direnilemeyen canım yurdumda, siyasi ve ekonomik yatırımların uzun yıllar sonra sonuçları şimdi gözümüzün önündedir, Amerikanperverlere hayırlı uğurlu olsun…

Son söz; kahrolsun komünizm diye diye ABD ye öykün, küçük Amerika olacağız de, sonra da git Türkmenistan’a benze, tam bizim meşrebe uygun bir durum.

Pazar, Aralık 01, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK - 3


16 Ağustos 2011 tarihli gazetelerde yer alan flaş bir haberle konu kamuoyuna malolmuştu; Türkmenistan da Fettullah Gülen Cemaati’nin bu ülkedeki okullarını kapattı.” Sonra konu diğer ülkeleri de kapsayan bir kapatmalar serüvenine dönüşmüş idi…

Haberlerin detaylarına bakınca, “Türkmenistan Devleti, Cemaatin Türkmenistan’da yarattığı dini ortam ve türbülans ile cemaat mensuplarının ABD adına gizli emeller besleme iddiaları ve bunların daha da artacağına yönelik duyduğu kaygılar yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten cemaate ait tüm Türk Okulları diye bilinen okulların faaliyetlerini sonlandırma kararı” aldığını görmekteyiz. Haber Ajans’larının haberlerine göre, söz konusu Türk okullarının öğretim ve eğitim faaliyetleri yanında ülkede mezkûr okullardan mezun olan ve yetişmiş öğrencileri kilit mevkilerdeki görevlere atamak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı hatta bu uğurda büyük rüşvetlerin bile verildiği anlaşılmaktadır. Hülasa Türkmenistan Devletinin açıklamasının Türkçe ve direk meali; bu okullarda ABD için casus olarak çalışacak elemanlar yetiştirildiği ve bu elemanlar vasıtasıyla devletin idari yapısına sızılarak müesses nizamın bu yönde tesisi ve yerleştirilen bu kabil kişiler vasıtası ile de seviyesi yükseltilmeye çalışılan kapitalizmin üzerinden emperyal amaçlara uygun ortam oluşturulmasına karşı çıkıyoruz, diye anlaşılabilir…

O günleri dün gibi hatırlıyoruz; okulların kapatılmasına şiddetle karşı çıkanların, başta da Gülenperverlerin iddiası; “Casus yetiştirme ile ne ilgisi var, ABD Emperyalizmine hizmet te nereden çıkarılıyor, külliyen palavra ve kara propagandadır” değerlendirilmesi ile “aslında tam tersine bunlar Rus emperyalizmine hizmet edenlerin faaliyetidir, ABD ile Türkiye’nin 80 yıldır birlikte hareket etmelerinden ötürü böyle değerlendirme yapılamayacağı ama bu kabil değerlendirmeler Türkiye düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek isteyenlerin faaliyetidir” biçimiyle şekillenirken, alınan karara “Asya enerji kaynaklarının ve yollarının tam kontrol altına alınması girişimi olan ABD emperyalizmine bir karşı duruş, kış uykusundan uyanarak doğru işi Türkmenistan yaparken, Türkiye bu cemaate teslim oluyor, zaten bunlar ABD’ye casus temin ediyorlar” yorumuyla, AKP ve Gülen Cemaatı muhalifleri destek veriyorlardı…

Bilindiği üzere; Fettullah Gülen tarafından gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde, 120 ye yakın ülkede 500 lise ve benzeri okul, 6 üniversite, yüzlerce dil eğitim ve öğretim merkezi açılmış ve yaklaşık 100.000 civarında öğrenci tedris edilmiştir. Yapıldığı; kulaklara fısıldanan bir çalışma neticesinde, mezkûr okullarda ABD vatandaşı olan birkaç bin eğitmen ve öğretmen bulunduğu söylenmekte, ayrıca diğer taraftan özellikle Orta Asya cumhuriyetlerinde Hükümetlere yönelik anormal girişimlere bu kadrolardan devşirilenlerin, her ne kadar sürekli tekzip edilse bile, hep karışmış olmasından hep dem vurulur…

Yaklaşık 3 yıl öne Türkmenistan tarafından gerçekleştirilen operasyonun bir benzeri “Türkmenistan’a benzemek” adına şimdi canım yurdumda sahne almaktadır, üstelik ufak tefek tenakuzların dışında son derece uyumlu götürülen AKP- Gülen Cemaati koalisyonunda taşları yerinden oynatırcasına ses çıkartacak bir şekilde…

Bilindiği üzere; AKP Hükümet’i tarafından alınan bir kararla “Dershanelerin” kapatılmasının gündemde olduğu kamuoyuna açıklanmıştır, gerçi ve her ne kadar çalışmanın belli bir grubu hedef almadığı, kapatılma çalışmalarının 10 yıldan beri gündemde olduğu açıklamaları yapılsa bile, hedefe yerleştirilen kurum ve kişilerin “kardeş” olduğu defaatle açıklansa dahi konunun can yakıcı boyutta olduğu ve aslında dershaneler üstünden yürütülen kavganın nelere türban olduğu da pek anlaşılamamaktadır gibi. Konu ile ilgili derin analizler yapmak değil meramımız, sadece yüzümüzün batı yerine doğuya çevrilerek nelerin, nerelerden örnek alındığının altını çizmek olacaktır…

Hani birde bunu diğer alanlarda yaptıklarının devamı olan dönüşüm olarak açıklamıyorlar mı, ahaa orada Allah canımızı alsın daha iyi. Adama sorarlar; siz YGS ve KPSS sınavlarının sorularını bugün karşı durduğunuzu beyan ettiğiniz cemaatin dershaneleri üzerinden dağıtılması iddialarını “soruşturma açtık, soruşturuyoruz, suçluları cezalandıracağız” teraneleri ile aklayacaksınız, sonra da her şeyi dönüştürerek düzelteceğiz iddiasını ortaya atacaksınız, kayıkçı kavganızı bize allayıp pullayacaksınız, hadi ordan… Öğretim hayatını içinden çıkılmaz problemlere gark ederek 4+4+4 uydurmacısını ve abukluğunu yaratıp başımıza musallat edenlerin dershanelerin kapatılarak eğitimi ve öğretimi düzelteceğiz demesine inanmıyorum, inanalar olursa da, onlara da Allah Selamet versin… Bende lise hayatımı, bu dershanelerin yaygın sahipliğini yürüten ekibin öncülleri tarafından (kestehane pazarı öğrenci yetiştirme derneği destekli)  kurulan bir okulda hem de yatılı olarak geçirmeme rağmen, uzun yıllar önceki versiyonu olması hasebiyle bugünkü kadar rol almamış olmalarından da olabilir, sinsiliğin ve ince detay çalışmaların etkisinde kalmadan ama onların ne olduğunu iyi bilerek geçirmiş idik yıllarımızı. Şimdi bakıyorum ve anlıyorum ki, dershaneleri kaldırma niyetini beyan etmişlerin de, dershanelere sahip çıktığını haykıranlarında özellikle ve tahammüden yanlış yaptıklarını düşünmekteyim…

Peki; gerçekten dershaneler üstünden yürütülen bir savaş mıdır söz konusu olan, yoksa çok önceleri seslendirilen ve “süpürmeyin” çıkışıyla ertelenen ABD’nin Gülen cemaati üstünden AKP ile oluşturduğu koalisyonu şimdi sona mı eriyor? Gerçekte canım Yurdumun siyasetine; Sarıgül’ün liderliğini yaptığı TDH (Türkiye değişim hareketi) ile CHP koalisyonu üstünden yeni şekil verme çalışmaları mı var kavganın arkasında? Yani bu güne kadar yani yaklaşık 50 yıldır devletin verdiği eğitimin dershaneler açarak baltalanması konusundan hiçbir rahatsızlık duymadan dershaneleri kuran zihniyetin birden öğretimin irtifa kaybetmesinin nedeni tayini herhalde kayıkçı kavgası olsa gerek… Acaba bugünlerde ABD ye gitmekte olan bir muhalefet partisi lideri üstünden canım Yurduma yeni bir çeki düzen verme çalışmalarının yapılmasını engellemeye yönelik bir baskı aracımıdır, bu dershane kapatma işi… Utanmadan; adının önünde “milli” sözcüğü bulunan 2 bakanlıktan birinin son 50 yıldır içini boşaltan bir ırkın afadı olacaksın, bidayette devletin dayattığına karşı çıktığın beyanıyla okullar gebersin dershaneler ve özel okullar gönensin, kapitalizmin ve emperyalizmin sömürü çarklarına karşı duymayacak bir nesil için çalışacaksın, sonra gak guk…

Daha 3 yıl bile dolmamış olmasına rağmen; dün Türkmenistan’da Fettullah Gülen cemaatine bağlı okulları kapatırken burada alkış tutanlar şimdi bakıyorum AKP Hükümetince aynı cemaate bağlı dershanelerin kapatılmasına ateş püskürüyorlar, anlamak mümkün değil vallahi… Ama sonuç itibariyle, onların 3 yıl önce yaptığını buradaki takipçileri nihayet ve eksik biçimiyle yerine getirmektedir…

Son söz acaba; dünyayı değerlendirmede de olduğu üzere dershane kapatma konusunda da “dost-düşman” tefrikinde yanlış kılavuzlar mı takip edilmektedir, konu üstüne ister konunun uzmanı ister hiç bilmeyeni olsun mutlaka ve mutlaka tefekkür etmelidir?

Cumartesi, Kasım 23, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–2


Sınırlar arasında program kuşağı kapsamında “Türkmenistan’ın altın asrı” adı ile bir program yaparak yağdanlık oluşturan bir ünlü gazetecimiz var, Banu Avar; bir sürü ihtiyaç malzeme ve servisi sayıyor ve bunların hepsinin bedava olduğu bir ülke var mı diye soruyor ve hemen cevaplıyor “evet var”, işte sizi böyle bir ülkeye götürüyorum diye söze başladığı programın bir yerinde, 1993 te ekmek bulamayan Türkmenistan 2008 de buğday ihraç ediyor demesin mi, bu arkadaşımıza göre sanki Türkmenler önceleri buğday üretmiyorlar ve ekmek yemiyorlardı, bu ne saflık allahaşkına, koskoca Karakum Çölüne göl yapılıyor diyor, tabii Stalin döneminde gerçekleştirilen, bu göllere su taşıyan, Özbekistan sınırındaki Amuderya nehrinden alınan bir kol ile oluşturulan yaklaşık 700 km lik yapay nehri ya da kanalı es geçiyor, tabii ki bilerek, maksat yağ olsun, Rusya bunların doğalgazını eskiden gasp ediyordu deniliyor ya da ona getirilmeye çalışılıyor ama şimdi bağımsızlar yine oraya satıyorlar acep neden diye soran yok, 600 sene devletimiz olmadı biz uyuduk, uyutulduk, sömürüldük diyor bir yetkili ve Banucum atlıyor üstüne hemen,  Sovyetler olmasaymış Afganistan’dan farklı olacakmış sanki de, ama ne gam yağa devam, ne diyor diktatörü takdiminde; şair, yazar, edebiyatçı, mühendis Türkmenbaşı, Sovyetlerin dağıldığında en yoksullarından ve yokluklar ülkesiydi diyerek diktatörün bu gelişmeler sayesinde siyasi totaliretisini olumluyor, hele Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına benzetmiyor mu, bunları bu haliyle yayınlayarak TRT de niye iyi bir kadroda programcı olduğunun adeta izahatını veriyor, bir yerde bazı insanlarla röportaj yapıyor özellikle emeklileri kastederek “onlar emekli maaşları ile rahat geçiniyorlar” demedi mi geberdim kahrımdan, batılıların politik haklar ve özgürlükler konusunda “kötülerin en kötüsü” diye nitelendirilen bir ülke olmuş olması Banu kardeşimizi hiç rahatsız etmiyor tabii ki.. Çileli bir yaşamdan derlenmiş diye nitelendirdiği “Ruhname” adlı, Türkmenbaşı’nın yazdığı kitap için güzellemeler yazan Banu Avar, Türkmenistan’ı öyle bir anlatıyor ki, bilmeyenler için sanki bir cennet, bir özgürlükler ülkesi…

Oysa dün büyük hayranlık beslediğini bildiğimiz Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer “Türkmenistan’a gitmem çünkü orası bir diktatörlüktür” dediğinde bu sözü de önemsediğini tebarüz ettiriyordu bulunduğu kanallardan…

Banu Avar en azından bu yaptığı program ile yanlış işaret fişeği olma görevini yerine getirmiş gibi görünüyor… Haydi, şimdi bizde oraları iyi bilenlerden biri olarak bakalım, nasıl bir ülkenin bize sunulduğunu ya da sunulanın doğru olup olmadığını anlamaya çalışalım…

Gurbanguly Berdymuhammedov; internete de düşmüş bir toplantıda, Türkiye’den gelen inşaat firmaları üstünden canım yurduma ciddi ciddi salvolar sallamakta iken, birden arkasındaki bakanlara dönerek, “burada aranızdan birileri sigara içmiş, kim olduğunu bulacağım, duydunuz mu beni” deyip elindeki sopayı büyük bir hınçla sallıyor ama tüm en önemli zevat yani koca koca bakanlar, deyim yerindeyse süt dökmüş kedi gibiler… İşte mezkûr gazetecinin bize allayıp pulladığı ülkenin Başkanının tavrı ve bakanlarının süt dökmüş hali, tam bir tek adam tiplemesi… Türkmenistan; çok abuk yasakların uygulandığı ülkedir tüm benzer ülkeler gibi, mesela 35 yaşın altındaki kadınların yalnız yurt dışına çıkmaları yasaktır, bu yasak ancak büyük rüşvetlerle aşılmaktadır ama sorsanız zinhar böyle bir yasak söz konusu değildir. Bakın yazılı olmayan bizzat yaşadığım bir ince yasak olayını ve tepkilerini anlatayım size, ülkeye girmeden önce pasaportumu yeni değiştirmiş ve pasaporta yapıştırılan fotoğrafta top sakalım bulunmaktaydı ancak ülkeye gidince top sakalın yasak olduğunu öğrenmiş ve hemen kesmiş idim, birkaç gün sonra ofise 2 polis geldi ve çalışma ve oturma izinlerim ile ilgili bir çalışma yapacaklardı, pasaporta bakınca sakalımı neden kestiğimi sordular bende yasak olduğunu duyduğumdan ötürü kestiğimi söyleyince, nasıl sinirlendiklerini ve böyle bir yasağın zinhar olmadığını, buranın özgür bir ülke olduğunu bir hayli sinirli ve yüksek sesle söylemiş ve gitmişlerdi.

Yöneticilerin kolayca zenginleştiği gerçekte halkın fakir olduğu Türkmenistan, genç insanların büyük ölçüde ayrılmak istedikleri bir ülkedir ne yazık ki, Rusları pek sevmezler ya da öyle gösterirler ama başları sıkışınca da başvurdukları yegâne ülkedir Rusya… Rivayet odur ki; 2 asker silahları ile birlikte askerden firar ederler, uzun takipler sonunda başkent Aşkabat yakınlarında inşaatı devam eden bir bina içinde bulundukları ihbarı üstüne, bina sarılır ama yaklaşık 1 haftalık çatışma ve bekleme sonunda hala askerler yakalanamaz, bakıyorlar ki olmuyor, Rusya’dan özel bir uçakla özel bir ekip getirtilir, 15 dakika sonra sorun çözülür… Ama bu konu kime sorulursa sorulsun, sus pus…

İşletmelerin genel olarak “kerhane”, silahın genel olarak “.arak” diye adlandırıldığı ülkede (Türkmenistanın kerhanesi ya da Türkmenistan. araklı kuvvetleri gibi),  erkekler 62 kadınlar 56 yaşında emekli olabiliyor, görüldüğü üzere öykünülen kapitalist batı gibi, ortalama ömürler de dikkate alındığında mezarda emeklilik bu ülkede de mukadderat, dolayısıyla mezkur sistem insanları iyi bir işleri olduğu dönemde, emekliliklerini de düşünerek daha iyi birer iş bitirici yapmaktadır. İş bitirici olamayan ama son derece vefakâr ve cefakâr bu güzel Türkmen kardeşlerimizin de sabırlarına olan hayranlığımızı tıpkı bizimkilere olduğu gibi bir kez daha belirtmemde fayda vardır.

Şimdi Banu kardeşimizin “onlar emekli maaşları ile rahat geçiniyorlar” takdiminin doğru olmadığını bilmediğini düşünüyor olmanın bir zul olmasından ötürü itirazımı baştan belirtmeliyim. Çalışanlardan çalıştıkları dönemde, özellikle de yabancı firmaların kadrolarında çalışanlardan %20 lere varan ciddi ciddi emeklilik kesintisi yapılmasına rağmen, emeklilik döneminde alabilecekleri emeklilik maaşı ne yazık ki 70 ABD Dolarını aşamamaktadır, kısacası anlayacağınız altı var üstü yok, öyle kimse işkembe-i kübradan sallamasın… Ve bu ülkede ne yazık ki tablo bu iken başkent Aşkabat’ı “ak şehir” yapacağım diye yola çıkıp, gerekli olup olmadığına bakmaksızın baştanbaşa beyaz mermer kaplı bir şehir yaratıp, gerisinin önemli olmayacağı yorumuyla, ülkenin tüm geliri nerdeyse buralarda harcanmaktadır, ama Banu kardeşimizin kullandığı gözlük ancak bu kadar gösteriyor. Gerçi bu yazının konusunu Banu hanımın program eleştirisi oluşturmayacak, bu ülkenin canım yurdum ile benzeşen yönlerinin tespiti ana fikirdir. Bir önceki yazımda da bahsettiğim üzere, kızlı-erkekli yaşam üstüne iz takip ettiğimiz sarih olup, emeklilik içinde rakamsal farklılıklar olmakla birlikte satınalma güç ve pariteleri açısından durumun çok farklı olmadığı da ortadadır. Tüm dünyada olduğu üzere bu ve benzer gerçeklere rağmen diktatörlerin çılgın proje paranoyalarının kurbanı olmaktadır bu güzelim ülkeler, ama ne gam, ne keder… Zaten şeffaflığın, denetimsizliğin artmasına ters orantılı bir sonuç doğmaktadır, refah ve sosyal-kültürel gelişmeler açısından, yaşamın dinamiği görmek isteyenlere bunu çok açık bir biçimde sunmaktadır. Sonuçta ileri demokrasi ile yönetilen bir ülke der isek herkes meramımızı anlayacaktır, benzerlikler açısından. Bu tür benzerlikleri küçüklü büyüklü anlatmaya devam edeceğim, durmak yok…

 

Cumartesi, Kasım 16, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–1


Geçenlerde gazetelerden birinde okuduğum bir haber vardı ve anlayabildiğim kadarı ile de “Türkmenistan’da kadınlar artık restoranlarda kadın kadına içki içemeyecek” şeklinde idi, sıradan küçük bir haber gibi durmaktaydı. Mezkûr ülkede bir dönem çalışmış biri olarak kesinlikle yadırgamadım, çalışma ve sonraki seyahatlerim süresince sürekli yeni bir şeyler uydurulup toplumun zapt-ı raptının dozajının arttırıldığına tanık oldum. Gerçi, Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) 2003 verilerine göre 1 yıl içerisinde kişi başına tüketilen alkol miktarı İsviçre’de 11 lt, İngiltere’de 12 lt iken Türkmenistan’da 1,2 ve Türkiye’de 1,4 lt gibi ciddi kaygılar uyandırmayacak boyuttadır, ama dert o değil ki, amaç toplumun zapt-ı raptı adına her başlık sonuna kadar kullanılacak ve zorlanacaktır, durmak yok yola devam…

Şimdi birileri çıkar da, ne var bunda son derece masumane bir durum, biz beğenmiyor olsak ta bir ülkede hayat üzerine bir tasarruf oluşturulmuş ve uygulamaya konulmuş, diyebilir… Bilemiyorum, belki öyle belki değil, ama ben canım yurdum ile bazı benzerlikleri, bazı kesişmeleri görünce bir not düşülsün istedim… Acaba Türkiye de Türkmenistanlaşıyor mu? Herkes muasır medeniyet batıdadır diye düşünürken…

Türkmenistan’da da tıpkı bizdeki gibi hayatın doğal akışına uygun olmayan, hayatla uyuşmayan ve sosyal yaşamı gerileten kararların her gün uygulamaya konuluyor olması hiçbir zaman için sürpriz olmaz ve kimse de tepki göstermez, neden böyle oluyor gibisinden… Her türlü yasağın en abuk haliyle bile karşılaşsanız itiraz etmeyeceksiniz ya da şaşırmayacaksınız, örneğin bu ülkede açık alanda sigara içilmesi yasak ama kapalı alanda içilmesi serbesttir. (Çilim çekmek gadagan). “Yaşulu” diye adlandırılan Devlet Başkanının geçtiği yollarda evlerin kaçıncı kat olursa olsun yola bakan pencerelerin geçiş saati öncesi açılması yasaktır vs. vs.

Türkmenistan’ın doğalgazdan sonra en önemli ekonomik faaliyeti inşaat işleridir, çok şükür orada da 2 dönemdir bulunan yürütmenin başı olan muhterem zatlar, her 2 si de inşaat işlerinden çok iyi anlarlar ve bu faaliyetleri tek başlarına üstlenir ve yürütürler, bakanlar ve kurumların başlarında bulunan zevat yürütme açısından bir önem arz etmez, bakanlar kurulu toplantılarında ilgili zatların çocuk gibi azarlanmalarına rağmen, istifa ya da işten ayrılma ya da küsüp ben oynamıyorum deme şansları yoktur, hemen hemen hepsinin sonu işten alınmak/atılmak ve sonunda da kamuda çalışan herkesin yolu medrese-i yusufiye, onların deyişiyle “türme”… Orada da önemli zevat başkalarına yedirilmez ancak kendisi kolayca yer… Bugün Bakan olan yarın bakanlıkta işçi olarak karşınıza çıkabilir rahatlıkla, bu durumu da kimse yadırgamaz. Yaşuli ya da yaşulu diye anılan Devlet Başkanı (President) toplamış tüm Bakanları güncel konular tartışılıyor, koca koca adamlar, hani sürekli karşınıza Bakan diye çıkan zevat var ya, her birinin elinde ajanda toplantı süresince “aman bir kelime atlamayayım” korkusu ya da edası içinde pasa kalem ayakta olmak üzere tıpkı ilkokul çocukları gibi not alırlar, sorulabileceği ve tekrarlanamayacağı korkusu ile kelimesi kelimesine alınır bu notlar… Karayollarının nereden geçmesi gerekiyor, köprü ya da viadük mü yapılacak bir nehre, konut ya da işletme binalarımı yapılacak, fabrikalar mı yapılacak, enerji santralleri mi yapılacak, hastane mi yapılacak, hastaneye hangi tedavi amaçlı makineler alınacak, hangi TV kanalları seyredilecek, nereye akaryakıt istasyonu yapılacak, binaların kaplamaları kaç cm kalınlığında ve nereden getirilecek mermerle ile kaplanacak, nereye havuz yapılacak, nereye fıskiye yapılacak, parklar nerede ve nasıl olacak, havaalanı inşaatı nerede ve nasıl olacak, nereye hangi tür ağaç dikilecek, Türkmen ne yemeli ne içmeli, Türkmen kaç çocuk yapmalı, Türkmen nasıl yaşamalı vb. hepsinin kararı yürütmenin başı “Yaşulu” (President) tarafından kararlaştırılır, sakın yanlış anlaşılmaya, ben bunları eleştiri olsun diye değil, çünkü bu eleştiriye değer bir konu olamaz maazallah eleştiriye ayıp olur, sadece bir durum tespiti adına yazıyorum. Diyelim bir idare ile sözleşme imzaladınız, bu sözleşmenin geçerli olması için “yaşulu” (President) onayı gerekmektedir, aksi takdirde geçerli değildir, peki “Yaşulu” (president) onayı aldınız işe başladınız, sonra birden mermer beğenilmedi, oraya konulan buzdolabı beğenilmedi, binanın önüne konulan bayrak sayısı sözleşmede olmasına rağmen yürütmenin başı tarafından eksik bulundu, bina tüm projeleri onaylı olmasına rağmen beğenilmedi, yandı gülüm keten helva, haydi her şey baştan bedeli mi o nu da siz düşünün… Eeeeeeee tabii ki “Hörmetli President”imiz her konuda bir bilge düzeyinde karar verebilen bilgi donanımına haiz ya, sözleşmeye ne gerek her adımda kendisi görür, değiştir der, kendisi fikir değiştirir haber gönderir vs vs, fetva hazır “gatı gowvu bolmalı”… Bu konularla ilgili olmak üzere birkaç kez daha yazma planım olduğundan şimdilik bunlarla iktifa ediyor, bizde de çok güncel ve sıcak olan bir konu üstünden benzemeye çalışma çabalarımızı sizlerle paylaşmak istiyorum… Benzeme olup olmadığı tespiti ise keyiflerinize kalmıştır şüphesiz, evet çok benziyor ya da hadi ya hiç benzemiyor diyebilirsiniz, darılmam ve üzülmem…

Doğru olup olmadığı kolay teyit edilemeyecek olsa da uluslararası kuruluşlarca yapılan çalışmalar neticesinde, işsizliğinin %60 lar civarında olduğu, “istihdam” sıralamasında ise dünya çapında sondan 2. olduğu anlaşılmakta olup, çalışanların yarısının polis ve asker diğer yarısının da onlara bilgi aktardığı, ciddi yanıltıcı sonuçlar yayınlanmasına rağmen toplam gelirin % 8i tarımsal üretiminden (pamuk-buğday) geri kalanının sadece doğalgaz ve petrol ürünlerinden oluştuğu tevatür edilen mezkûr ülke, özellikle Türkmenbaşı (Saparmurat Niyazov) döneminden sonra, hayatın bu kabil ciddi ve önemli sayılabilecek sıkıntıları dururken, dikkatler yabancıların Türkmenistan kızları ile birliktelikleri konusuna yoğunlaşmış ve adeta sadece ve sadece bu önemliymiş gibi, yürütme taa yukarıdan aşağıya bu işlerle iştigal eder duruma getirilmiştir. Varsa yoksa evlerde kızlı erkekli yaşam var mı yok mu takibi, soruşturulması ve kovuşturulması… Hem de başşehrinin adı Aşkabat olacak hem de bu konuda büyük bir yüksünlük içinde çırpınacaksınız, adama derler, dalga mı geçiyorsunuz diye. Bilindiği üzere Aşkabat; aşk ve abat sözcüklerinden oluşur ki abat şehir anlamında kullanılır yani sonuçta aşk şehridir… Türkmenbaşı (Saparmurat Niyazov) döneminde kendisine sürekli anlatılan ve Türkmenistan kızlarının yabancı erkeklerle olan birlikteliklerinden ya da beraberliklerinden yakınılan konu ile ilgili fetva vermesi istenince, “dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek köpek peşine takılmaz” diyerek konuyu büyük ölçüde hafifletmiş ancak ölümü ile birlikte yerine gelen Gurbanguly BerdyMuhammedov, abuk subuk davranışların gösterilmesine ön ayak olan fetvasını vermiştir, artık herkesin görevi ya bu durumu ihbar etmek, ya yakalamak olmuştur. Konu ekmek parası kazanmaya gelmiş, turist olarak bu ülkeye gitmek neredeyse olanaksızdır kaldı ki turistin ne işi olur burada o da ayrı konu ya, ancak buradaki güzel kızların duygulu ve samimi duruşları karşısında da gerek evlenmek üzere gerekse de birlikte yaşamak üzere karar veren ve görece iyi geliri olan yabancılar olunca, konu ile ilgili kanun uygulayıcılarına da gün doğmuştur artık… Sonuçlar ise, ya büyük ölçüde rüşvetlerle konunun üstü örtülmekte ya da uygulayıcıların kabul edebileceği kadar rüşvet verilmesine rıza gösterilmediği anlarda da, 15 günlük hapis, para cezası ve sınır dışı edilme şeklinde tezahür etmektedir. Yabancıların da ağırlıkla Türkiye’den gidenler olduğu göz önüne alındığında, doğal olarak artık polisin ve ispiyonların gözü bizim topraklardan gidenlere çevrilmektedir.

Türkiye’den gidenlere o kadar kötü muamele ederler ki, bu kötü muameleyi tüm Türkiye polisi başta olmak üzere tüm devlet büyüklerimiz bilir ama kör-sağır numarasına yatarlar, bu konuda konuştuğum, konuyu bilen ve özelliklede mütekabiliyet konusu üstüne tefekkür eden her polis ne yapılması konusunda fikir beyan eder ama siyasi otorite suspustur, sınırdışı etme (deport) işlemi o kadar yaygın ve yoğundur ki, nerdeyse 1.000 yıl önce bu topraklardan ayrılan ataları gibi gruplar halinde göç etmektedirler.

“Dünyanın her yanına kargo taşıyoruz” diye övünen DHL’in bile çalışma izninin iptal edildiği bu ülkeye, öykünerek ne kadar benzedik ya da benzeme niyet ve kararımız var, etrafınıza şöyle bir göz atarak karar verin bakalım.

Pazar, Kasım 10, 2013

GALATASARAY DEĞERLERİ


TV kanallarında kimsenin sayısını bilmediği spor programlarının değerleri sadece kendilerinden menkul yorumcularının neredeyse tamamı, başta da Şansal Büyüka, Ahmet Çakar, Sinan Engin, Rıdvan Dilmen gibi en abukları olmak üzere, Galatasaray’ın teknik direktörünün işine son verilmesi üzerine açtılar ağızlarını yumdular gözlerini, hepsi farklı taraflarından bakarak yorum yaptı iseler de hepsinin birleştiği nokta; “efendim bu hareket Galatasaray değerlerine uygun düşmedi”. Yani bunları tanımayan birileri izliyor olsa, kesin her biri için “derin Galatasaray uzmanı” derler hatta derin feylesof, derin ulema, derin hoca bile diyebilirler, oysa biraz izleseler kararları hemen “bildikleri yanıldıklarına yetmiyor”a evrilecektir, çünkü bilgilerinin sığlıkları, çapsızlıkları karşıdan hemen sırıtmaya başlıyor bu zevatın ama ne gam…

Fatih Terim nasıl olurmuş ta “eleman” olurmuş, tabii ki bu çocuklar ilkokulu bile torpille bitirmişler, ortaokulu ise nasıl bitirdikleri hala belirlenemeyen, sonra artık önemi kalmaması itibariyle de gerisi gelmiş olduğundan, bu sözcüğün bile anlamını bilebilecek bilgilere haiz olamadıklarından, bildiklerini zannettikleri ile ancak evlerinin ve ceplerinin yolunu bulmaya yarayabilecek kişiler ta başından itibaren, her neden olduğu pek bilinmiyor gibi zannedilse de dedikodusu kulaktan kulağa yayıldığından akla uygun bir durumu olan izaha dayalı bilinen konuda kayıtsız şartsız diretiyorlar… Yahu bu adamlar anlaşılmaz (ama tahmin edilebilen) bir biçimde Terim’ci olmuşlar, ısrarla ve koro halinde “madem Fatih Terim’i getiriyorsunuz, kulübün anahtarlarını ona vereceksiniz” teranesini tekrarlar dururlar, bunlara göre “eleman” kelimesi o kadar kötüdür ki, duyduklarında zührevi hastalıktan söz ediliyormuşçasına bir hal almaktadır yüzleri, ısrarla sarfedilen cümleye göre ortaya çıkan anlama bakıp konuşmak gerekiri bile göz ardı ederek, bu sözcükten anladıkları anlayabilmeleri ile sınırlı olunca yapılacak bir şey kalmıyor…

Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamıştır, eee tabii ki, bunlar gücü yaratıp güce tapan cinsinden olan Şansal Büyüka, Sinan Engin ve Rıdvan Dilmen gibiler ise söyleyemezler ve ilaveten mezkûr gazeteci de başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Tabii ki yazının başında belirtilen zevat başta olmak üzere tüm benzerleri için, “bunu da çek” Galatasaray değeri oluyor ve herkes yine hep beraber susuyor… Yuh olsun size be yuhhhhhhh… Hala yaşanan bu kötü olayın üstünden bu kadar zaman geçmesine karşın, bakıyorum da bazı Terimci kalemşörler ve kelamşörler, ki bunlar ciddi biçimde suyun başını tutmuş durumdalar, lafı eğip bükmekle, kelimeleri durumu kılıfına uydurma noktasında sündürmekle meşguller, ne diyelim seviye bu işte… Yine bu köşe başlarına oturmuş, yağdanlıktan kaleler, yok oradaki gazeteci değilmiş, miş, miş deyip duruyorlar, yahu güldürmeyin insanı be yalakalar, peki Osman Tamburacı da mı gazeteci değildi, ne yaptınız peki o konuda… Ben kendi adıma, kavli beladan beri bir Galatasaraylı olarak, Galatasaray değerleri, tenasül organlarını gösterip bunu da çek demek ise, bu yaklaşımı şiddetle ret ediyor ve bunu sindirenlere de yeniden kocaman bir yuhhh diyorum… Ayrıca, anlaşıldığı kadarı ile yasalara uygun olmakla birlikte, yine anlaşılabildiği kadarıyla da borsada alavare dalavere çevirerek, bütçesel rahatlamalar yaratılmasının da ahlaklı bir davranış olmadığını iddia ediyor ve bunu olumlayan Galatasaraylılara da yahu benzer kötü bir şey başınıza gelmeden de karşı çıkmayı başarabilmelisiniz önerisinde bulunuyorum. Anlayın gari biraz da az kelam ile yetinin…

Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde, iddia ediyorum yine de gelecektir, canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, bir önceki yazımda, ne sözler verdi ve neleri yaladı yuttu konusunda bir hayli fazla örnek vermiş idim, tekrar etmeyeceğim, bir Galatasaraylı asla düşünmeden konuşmaz, konuştuğu şekilde de davranış gösterir olmalıdır diyorum… “Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, kaybettiği anda da terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, hatta normal şartlarda mahkeme konusu olacak hakaretleri ediyorsa sağa sola, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır” diyemedi bu köşe başlarını tutmuş somun pehlivanları, oysa ne demeleri gerekirdi yeter artık bu kadarına da pes vallahi… İsviçre, Belçika ve Ermenistan maçlarında yaşanılan utanç manzaraları sonunda yapılması gereken buydu, hadi olmadı Mersinidmanyurdu maçında olmalı idi, o da olmadı… Eeeee tabii ki bunlar futbol değerleri idi, Galatasaray değerleri idi ya, olmaz tabi ki…

Kafalarda soru kalmayacağını iddia ederek düzenlediği basın toplantısında diyor ki adam; “bende burada telefon kayıtlarını mı çıkarayım, bende telefon kayıtlarını mı göstereyim” aman kalsın beyefendi, sen basın mensuplarına gösterdin göstereceğini, onlardan da ses çıkmadığına göre gördüklerinden de memnunlar ya… Diğer taraftan görünen ve anlaşılan o ki tarafların birbiri hakkında söylediklerinin hepsi doğru, sadece taraflar karşı tarafta kendi gördüklerini söylüyorlar ama bizim tarafımızdan da görünen şu ki; “birbirleriniz hakkında söyledikleriniz olayın tamamını teşkil ve teşmil ediyor”

Tabii Galatasaray değerleri; bir başkanın çıkıp bir yönetim kurulu üyesi için bir futbolcu transferinden 50.000 euro komisyon aldığını iddia etmesi karşısında, mezkûr yönetim kurulu üyesinin de mezkûr başkanı hedef alarak kulüpten aldığı 2.000.000 doları Galatasaray menfaatleri için kullandığını umuyor olmasının söylenmesinin üstünden neredeyse 5 yıl geçmiş olmasına rağmen, ne Galatasaray kongresinden ne de bu mezkûr ahlak komitelerinden ses çıkarılamamış ise, zedelenmiştir, irtifa kaybetmiştir ve ne yazık ki, artık Galatasaray değerleri adına tabii ki diyecek ilave bir şey kalmıyor… Canım Yurdumda liderlik kursu verecek adam kalmamış gibi, magandalığın, sığlığın ve hatta küstahlığın temsilcisi birisinin TÜSİAD üzerinden tüm işadamlarına hitap etmesi ve ağızlar açık vaziyette dinlenilmesi gibi abukluklar yaşanıyorsa ve dolayısıyla her şeyin bu kadar değersiz olduğu günümüzde “Galatasaray değerleri” nasıl olur da değişmez, bükülmez ve eğilmez olur. İşte oldu, siz çok yaşayın… Artık kimse 3 kuruş para kazanıyor diye bizi uyutmaya kalkmasın, artık ne Galatasaray ne Fenerbahçe ne Beşiktaş değeri kalmıştır ne de futbol değeri, Allah Rahmet eylesin… Futbolumuza artık tam bir magandalık, cehalet ve bilgisizlik ve de ilaveten saygısızlık, sevgisizlik ve hoşgörüsüzlük hâkim olmuş durumda, ne dersek diyelim durumda değişmiyor, çünkü gündemi bu seviyedeki muhteremler belirliyor ve bunların da asla ve kata “değer” gibi bir dertleri yok, bunlar için sadece dönen para önemli, buradan ciddi manada nemalanıyorlar ya, onlar için her şey mubah, yeter ki musluklar akmaya devam etsin… Bunlara sorun bakalım, ne oluyor bu doping hikayeleri, ne oluyor bu şike hikayeleri, hemen yalan ya da zinhar yok diyeceklerdir. Sahibinin sesi bu guguk kuşlarından “değer” öğrenecek kimse olabileceğini düşünemiyorum… Varsa da, Allah selamet versin onlara…

Salı, Kasım 05, 2013

İHTİYACA BİNAEN YENİDEN


Gündemi tam anlamıyla yansıtacağını düşündüğüm, 17.12.2012 tarihli yazımı tekrar yayınlıyorum.

 

İNADIN, TELAŞIN ve HAYALKIRIKLIĞININ LİDERİ FATİH TERİM

İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir Fatih TERİM, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur ama ne yazık ki bunun ne kendi farkında nede aklı bir karış havada olan ve imparator yaratıp önünde diz çökmeye hazır basın mensuplarından, siyasetçilerden ve işadamlarından oluşan taraftarları farkında. Ama asıl şaşılası durum ise, bir insan şansıyla, lobisiyle ve siyasi yardakçılarıyla da olsa bu kadar çok başarı elde eder ve bu kadarda gündemde kalır da, nasıl hala olgunlaşamaz, hoşgörü sahibi olamaz, işte bunu anlamak mümkün değil… İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur, dedim ya, Milli takımı çalıştırırken kendi takımlarında oynamayan oyuncuları milli takıma seçerek, şimdi de Galatasaray’da formsuzları, hadi diyelim seçti güvendiği için ama her maçta şapkadan tavşan çıkarmak uğruna onlara sonuna kadar katlanıyor olması hiçbir zaman anlaşılmamıştır hatta anlaşılamayacaktır. Galatasaray’da çalıştığı 2 dönemde de teknik direktörüne güvenen aslında kendilerine güven(e)meyen yönetimlerin büyük bedeller karşılığında kendisine teslim ettikleri büyük ve geniş kadroları yönetme konusunda son derece etkisiz birisi olduğunu dünya aleme ispatlamış ama ne gam Canım Yurdumun iş adamları kendisini “liderlik” paneline çağırıyor, neyin liderliği ise bu, toplamda 24 futbolcuyu yönetmekte zaaf göstermektedir.

Aslında okuma yazma kursuna göndermeli onu, Galatasaray yönetimi, sahaya bir takım sürüyor tuttu tuttu, tutmazsa yapacağı ve yaptığı bir şey yok, oyunu okuduğunu yalaka basın bize yutturmaya çalışsa da okuma bilmediği sırıtmaktadır, yaptığı oyuncu değişiklikleri de tesadüfen sonuç getirince basında ki Terim goygoyları başlıyor tılsımı anlatmaya, yahu kim bu takımı sahaya sürse bu sonuçları alır diye düşünen yok… Hele maçlardan sonra, sanki bindirilmiş kıtalar görüntüsü veren basındaki ekipten gelen ve genelde yenilgilerden sonra futbolcuların aslanlara atılmasının çanağı durumundaki sorulara cevap verirken futbolcuları korur görünen ve adaletli baba edasıyla asıl iplerini çekmesi yok mu, insanı çileden çıkartır cinstendir vallahi…

Kendisinden çok şey beklenen ve arkasına sığınılarak yöneticilik yapılabileceği inancındaki yönetim; 2002 yılında deyim yerindeyse kulübün anahtarları teslim edilerek koca bir takımı olduğu gibi değiştirerek büyük bir ekonomik krize neden oldu, şimdi de tüm takımı değiştirdi sanki bu çocukları kendi transfer etmemiş gibi yeniden transfer istiyor, Terim’in GS yi sokacağı kaos “yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir” in ispatıdır ama Allahtan bu sefer yönetim para ve borsa oyunlarını iyi bilenlerden oluşuyor da, bir denge görüntüsü oluşturuluyor.

Adam harcama konusunda bir uzman olan; üretmekten çok yıpratmayı iyi bilen bir taktisyen, tıpkı siyasetteki benzerleri gibi şişinip duruyor, neymiş penaltı çalıştırmazmış, istatistiklere inanmazmış, seçilmezmiş seçermiş, ders almazmış ders verirmiş, Vallahi haklı ne diyelim!!!

Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, hadi bu çok uzun geçmiş, daha geçen sene ne dedi, tam da Orduspor maçından önce, “Arda’nın gideceğini bilseydim, Culio’yu göndermezdim” peki sonuç, kadroda değişen bir şey yok, o kanada yeni oyuncu da alınmadı ama Culio yine gönderdi…

4 yıl şampiyonluk konusunda eski bir yazımda bahsettiğim detaylar üstüne kısa bir hatırlama yapalım;


1. 1996-97 sezonun 30. haftasında Beşiktaş – Galatasaray maçında son dakikalarda Beşiktaş kalecisi Fevzi topu ayağının altından kaçırıp maç 1-1 berabere biter ve Galatasaray şampiyon olur. Fatih Terim  şampiyon olur, kahraman olur, imparator olur. Peki Fevzi o golü yemese idi ve Beşiktaş şampiyon olsa idi, eminim ki bu basın mensuplarına göre Rasim KARA imparator olacaktı.

2. Bülent Korkmaz, Ulrich Van Gobbel, Iulan Filipescu, Georghe Hagi, Gheorghe Popescu, Taffarel, Tugay Kerimoğlu, Okan Buruk, Ümit Davala, Hakan Ünsal, Suat Kaya, Ergün Pembe, Ufuk Talay, Hakan Şükür, Adrian Ilie, Arif Erdem, Adrian Knup gibi dönemin müthiş futbolcuları olmamış olsa idi, tıpkı Ankaragücünde elde ettiği başarıları elde edebilirdi ancak…


4. 1996-97 sezonu Galatasaray’ın şampiyonluğu ile sonuçlanınca; hemen yukarıda röntgeni verilen basın tarafından 2. yarıya 9 puan geriden başlayan Fatih Terim, Türkiye’ye takımı 9 puan geriden alıp şampiyon yapmıştır diye servis edildi; sanki 9 puan geriye de bir başka teknik direktör düşürmüş gibi hayret… Faruk Süren ve ekibini, Mehmet Ağar faktörünü, o dönemdeki rakiplerin kötülüğünü kimse hatırlamak bile istemiyor ya, hayret vallahi…

Geçmişte kendisini; Milli Takımı çalıştırırken başarısız sonuçlar üzerine eleştiren bir basın mensubunu telefon ile arayarak, “senin bıyığını s….…” demiş ama kendisine basın mensubu denilen, ama canım yurdumun durumunu yansıtan, bu güruhtan ses çıkmamıştır.

Son olarak ta, Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamış, mezkûr gazeteci başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır. İsviçre ve Belçika maçlarında yaşanılan utanç sonunda yapılması gereken buydu ama nereden başlanırsa erkendir lafı öngörüsüyle şimdi zamanıdır.

Şimdi merakla bekliyorum başta spor basını olmak üzere tüm basın kuruluşları bu olay karşısında nasıl davranacaklar, olayı görmezden gelip ya da gak guk diye mideden konuşarak unutacak ya da unutulmasına mı hizmet edecek, yoksa basın mesleğine hakaret kabul ederek, Terim’in peşini bırakmayacak mı? Peki; Futbol Federasyonu ne yapacak acaba yaşanan bu ayıp hatta ahlaksızlık karşısında? Peki, Galatasaray kulübü ne diyecek? Ne yapalım o da insandır sinirlenebilir, onun da sabrı sınırsız değildir diyerek savuşturacak mı, yoksa ahlakın spordaki vazgeçilmez kuralını hatırlayıp, Terim hakkında gereğini yapacak mı? Bu spor yazarları nasıl adamlarmış be kardeşim, adam hepsini çocuk azarlar gibi azarlar bir Allahın kulu bir şey demez, yazıklar olsun vallahi… Bunu bir kenara koyun, tam tersine yalaka basının yalaka üyeleri 2. yarıda kazanılan maçlarda özellikle “devre arasında soyunma odasında ne dediniz de takım iyi oynadı”, o da kasınarak “ne korkuyorsunuz, korkmayın arkanızda ben varım” diyerek kendine pay çıkarıyor, ha be adam madem senin bu lafın bu futbolcular üstünde çok etkili maça başlarken söylesen bu lafları da kimse ekranları başında ölüp ölüp dirilmese demiyor, yazıklar olsun vallahi… Terim’e bakıyorum artık 60 yaşının olgunluğu beklenirken normal olarak, üslup, tavır, çalım, kasınma aynı, o öfkeyle karşılık veren öfkeyle yaşayan birisine çok benziyor, ondan alınan ilham ve feyzle, eleştiriye öfkeyle karşılık veriyor, önüne gelen herkese ders vermek sanki kendisine ilahi bir görev…

Hele Avrupa Kupası finalleri sırasında “biz liyakatı halktan aldık” demez mi? tam bir rezalet ve daha büyük rezalette kendisine ne yapıyorsun diyemeyenlerden gelmekteydi, “yahu Fatih sen seçimle mi geldin de liyakati halktan aldık” diyorsun diyemeyenlerden. Kendisini besbelli ki çok fazla şişinmesinden olsa gerek haddinden fazla önemsemektedir, ama bilmiyor mu ki liyakati Futbol Federasyondaki lobisinden aldığını dünya âlem biliyor.

Belki birileri çıkar ve benim Galatasaray düşmanlığı yaptığı söyleyebilir ama asla ve kata böyle değildir, ama Fatih Terim Galatasaray’a gelmeden önce de Galatasaraylıydım şimdi de, ama onun Galatasaray’a gelmeden önce Galatasaraylı olmadığını tanıyan herkes bilir.

Bütün bunları neden Fenerbahçe galibiyetinden sonra yazdığımı insanlar merak edebilirler, şimdi kompleksler imparatorunun maçı nasıl kazandığı üzerine, bir sürü koca koca adam destanlar yazacak ya da anlatacaklardır, ben de şimdi soruyorum, eğer Fenerbahçe’yi Fatih Terim yendiyse, acaba 1461 Trabzon’a kim yenildi? Kardemir Karabükspor’a kim yenildi acaba? Kurtlar vadisi dizisinden fırladığı her halinden belli olan felsefesinin sığlığının ifadesi olarak basın toplantısında söylediği sözdür; “büyüdükçe küçülmesini bilmeliyiz”. Gülüyoruz ve yemeye de devam ediyoruz üstüne de hemencecik unutuyoruz… Böyle başa böyle tarak işte, ne diyelim…

Pazar, Ekim 27, 2013

CUMHURİYET


12 Eylül faşist darbesi mucibince, emperyalizme bağlılığın katmerleştirilmesini takip eden dönemde; Canım Yurduma bir yönüyle yeni bir nizam vermek diğer yanıyla da necip milletimizin kuvözdeki durumunu koruma adına; yok Avrupa Birliğine girdik giriyoruz, yok toplum sivilleşiyor, ahaa inanmazsanız bakın “MGK” (milli güvenlik konseyi) bile sivilleşiyor, askeri bürokrasi egemenliğinden ve askeri vesayetten de çok şükür kurtulduk, insan hakları gelişiyor, müesses nizam halk adına evriliyor, artık 1. cumhuriyet sona erdi yaşasın 2. cumhuriyet teraneleri arş-ı ala’ya ulaşıyordu, bu kendilerine 2. cumhuriyetçi adını veren rüzgârgüllerine göre durum tespiti budur… Gerçek niyetin türbanla gizlenmiş hali ise, ılımlı İslam ile motivasyon ve güdüleme konusunda dikensiz gül bahçesi yaratmaktır. Peki, gerçekten işin aritmetik tarafı doğru mu yani bunların dedikleri gibi, yeni ihdas edilen 2. cumhuriyet mi? Hadi biraz da biz fikir jimnastiği yapalım bakalım mezkûr konu üzerine…

Türk Dil Kurumu (TDK) güncel Türkçe sözlüğünde; Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi, şeklinde tarifi verilen “Cumhuriyet”; Aristo’da “Genelin menfaatini gözeten halk idaresi”, Montesquieu’de ise “yasama, yürütme, yargı erklerinin bulunduğu bu rejimde, bunların birbirlerine yönelik bağımsız tutumları ve karşılıklı denetim esasına yönelik işleyişi olan ve başında seçimle gelmiş yöneticilerin olması halidir” şeklinde tarif bulmaktadır. Feylesoflar cumhuriyetin mükemmel şeklini; çok partinin katıldığı genel seçimlerle parlamento çoğunluğunu elde etme ile iktidar sahibi olanların çıkardığı kanunlarla hiç bir özel bir gruba imtiyaz tanımadan kurgulanan bir devlete tekabül eden bir rejimdir diye tarif ederlerse de bunun ideal bir rejim olmadığını tüm ülkelerdeki pratikten anlamaktayız. Ancak görülüyor ki ve oluşan genel kanı, oy vererek vekil tayini ile halk idaresi oluşturulamayacağı yönünde olmuştur, hatta bu konuda dünya edebiyatının önemli yazar ve siyasal eylemcisi Emma Goldman, seçimlerin yani sandığın özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi” diyerek yaşanan olumsuzluğa işaret etmektedir.

Canım yurdumun, Osmanlı’ya dayanan “hükümet-i cumhuriye” denemeleri bulunmaktadır, patinaj mahiyetinde, söz olarak cumhur hep ön plana çıkmış ve çıkmaktadır da, cumhurun kendisi bir türlü makûs talihini değiştirmeye muktedir olamamıştır. Bu cumhuriyet denemeleri canım Yurdumda “açık oy, gizli sayım” uygulamalarını bile görmüştür, ne yazık ki. Haaaa şimdi yahu geçmişte bu abukluklar yapılıyordu diye dalga geçmek, örnek göstermek yerine, bu güne kadar kullanmadığımız organımızı kullanıp azıcık tefekkür edersek, şimdiki seçimlerin de çok farklı olmadığını anlayabiliriz. Yunanistan’ın aynı kaynaktan temin edilen seçim sistemi programı ihalesini iptal ederek neden tekrar eski yönteme döndüğüne bile bakmak yeter, bu seçim sisteminin kullanılması neticesinde seçime katılım oranlarının % 110'lara vardığının ispatlanması üzerine de, yok elektrikler kesildi bilgi işlem sistemi çöktü, yok bu sapmalar genel temayülü değiştirmez gibi abukluklara yer verilmez, normal şartlar altında, ama... 

Eğer seçimler önem arz edecekse, cumhur’un bir oyunun bile değerlendirildiği bir sistem oluşturulmak zorundadır, sen şimdi, barajları savunacaksın ya da barajı kaldıralım ama yerine şunu getirelim diyerek daha kötü ve geri bir uygulama önereceksin, partilerin ön seçim yapsalar bile onlarda sistemin arkasına dolanarak üye kayıtlarını kendi oligarşilerince kontrol altında tutup oluşturuluyorsa ve hala daha cumhurun parası ile cumhura format atılıyorsa, seçim olsa ne olur olmasa ne olur, Allah aşkına… Kendi yaptığın siyasal partiler ve seçim yasaları gibi ince detaylar üzerinden, her türlü manipülasyondan nasip ve murat alarak, görece ahlaka ve adalete uygun hale getirilmiş bir cumhuriyet ise bahse konu, yapılacak herhangi bir şeyin kalmadığı noktada olduğumuz aşikârdır. Hele alavare-dalavere kabilinden hokkabazlıklarla oy kullanmayanların oranı %25 lere çıkmış ise, zaten acıklı halin pespayeliği sırıtmaktadır. Neyse olumsuzluklar üzerine daha binlerce kalem eleştiri yapabiliriz ama gerek yok, arif olan anlar…

İnsanlık adına cumhuriyetin tekamülü, ancak ve ancak, tarihte hatalı uygulamaların gün yüzüne çıkarılması ile tarihin tekerrür etmesinin önüne geçilerek yapılabileceği bilinci ile mümkündür yoksa hataların yarattığı başarıları muktedirleri güncel kılmak ve legalize etmek adına olamaz, ilaveten bu kabil çalışmalar öyle kıymeti ve hikmeti kendinden menkul tarihçi postuna bürünmüş, bildikleri yanıldıklarına yetmeyen, daha da kötüsü tahammüden doğruyu yanlışa, yanlışı doğruya tahvil edenlerin kılavuzluğundan medet umularak olamaz… Bugünlerde ortalıkta tarihçi diye takdimi yapılan bazı mühim zevat var ki bunların başında Mustafa Armağan, Mehmet Çelik ve Murat Bardakçı gelmektedir, bunların neyi doğru neyi eğri söyledikleri siyasal yelpazedeki konumlanmalarına ve günlük çekim merkezlerine o kadar bağlıdır ki, inanayım derseniz maazallah siyah olur beyaz, beyaz olur siyah…

Cumhuriyet’in ilk olarak 1776’da ABD de, 1789 da ise Fransa’da ilan edildiği herkesin malumudur ve oralarda cumhurun temsiliyeti görece iyidir ancak aynı cumhuriyet, yani seçimle belirli dönemler için hükümet etmeye gelme yöntemi, İran, Türkmenistan ve Irak gibi ülkeler içinde geçerlidir. Az şey mi buralarda da temsiliyet %90 ların üstündedir, örnek mi Kenan Evren, Saddam Hüseyin, Muhammed Gurbanguly vb. dönemleri gibi… Hani bir de İngiltere de krallık halen… Demek ki, cumhuriyetin, salt seçimlerle sınırlı tarifinden yola çıkılarak yapılan kutsiyet çalışmaları bir işe yaramıyormuş, ne yapmak gerek ilaveten, çoğunluğun yerine azınlığın haklarının, özgürlüğünün gerçekten ama gerçekten güvence altında olabildiği ve her bireyin özgür iradesinin kendini yönetme ve yönetim üstünde söz ve karar hakkının kurumsallaşmasının işe yarayacağının kabulü ile mümkündür.

Cumhuriyet rejimini benimsemiş ülkeler, mezkûr rejimin tatbikatında değişik uygulamalar yapmaktadırlar ve bu uygulamaların rehberi de anayasalar olmakta olup Cumhuriyetlerin nasıl olacağının tarifini yapan anayasalardır, öyleyse her anayasa bir yeni cumhuriyete tekabül eder yorumunu yaparsak fazla da sallamış olmayız herhalde, peki bu kılavuz ile de bakar isek;

20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen 1. anayasa “Teşkilat-ı esasiye kanunu” yani yeni kurulan devletin yeni anayasası, 20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren 2. anayasa 1924 Anayasası ile 1. anayasa olan Teşkilât-ı Esasîye Kanunu yürürlükten kaldırmıştır, 9 Temmuz 1961'de kabul edilen 1961 Anayasası ile 3. anayasa kabul edilmiş, 1924 tarihli 2. Anayasa yürürlükten kaldırmıştır, 12 Mart 1971 tarihinde cumhura hiç dayanmayan “partiler üstü” bir hükümet ile 3. anayasa büyük ölçüde değişmiş ve 4. anayasa sayılacak bir anayasa yürürlüğe girmiş, 12 Eylül 1980 de 4. anayasa ilga edilerek 1982 yılında 5. anayasa kabul edilmiş, şimdilerde de ileri demokrasinin canım yurduma getirilmesi adına 6. anayasa hazırlıkları yapılmaktadır. Hayırlı uğurlu olsun…

Deyin ki 6. değil 26. cumhuriyet (bu anlamda anayasa), her birinde toplumun önemli bir kesimi buna tepki gösteriyor ise yani demokratik olmadığı sürece bunlar üzerine edilecek her kelam berhavadır. Kavramlar üstünden gidildiği ve sadece kavramın önem arz ettiği durumda; her kavramın tekabül ettiği anlam; zaman, zemin ve teknik terakki ile malul olacağından, kavramın anlamının genişletildiği ya da daraltıldığı zeminlere uygun yansımalar yeni elitleri öne çıkarır, elitlerin tayin ettiği vekâletler hâsıl olur, elitin muktedir olduğu yerde hoşnutluklara göre genişleme ve daralma öne çıkar, al sana kısır döngü, vs. vs.

Cumhuriyet bayramınız mübarek olsun…

Pazar, Ekim 20, 2013

GENERAL GİAP’tan HU AMCAMIZA

Vietnam’ı Vietnam yapan, emperyalist boyunduruktan kurtuluşa erdiren tüm savaşların stratejisinin ve taktiklerinin kurgulamasından uygulanmasına uzanan bir sürecin dehası ve bu yüzden başta Afrika ve Güney Amerika olmak üzere çok geniş bir coğrafyadaki kurtuluş ve devrim mücadelelerine ilham kaynağı oluşturmuş, tüm dünyada adeta “emperyalizme karşı mücadelenin sembolü” General Vo Nguyen Giap 102 yaşında vefat etmiştir. Dünyada askeri yüksek teknolojinin temsilcisi konumundaki ABD ordusunun, korkulu rüyası ve karabasanı haline gelen, adeta yerden adam fışkırıyor dedirtecek şekilde koca bir ülkenin baştanbaşa yeraltı geçit ve mağaraları ile donatılarak, hızlı ve kısa saldırılar ile gerilla savaşının, adeta küçük ama harekât kabiliyeti çok yüksek bir kedinin, gücün ve heybetin temsilcisi durumundaki fil ile savaşı halinde imkânsız gibi görünen ama kedinin galibiyet ile ayrılmasının mimarı olmuş, gücün timsali filin bir çevik kedi karşısında çöküşünün nasıl olacağını tüm dost ve düşmanlara göstermiştir. Tıp ve psikoloji dünyasına “Vietnam sendromu” olarak geçen, savaşın alçak yüzünün insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinin anlaşıldığı bir sendrom olarak geçmesine neden olan bu savaş için söylenecek çok şey vardır ama yazımızın konusu açısından bu kadar ile iktifa etmekte fayda mülahaza etmekteyim. 
Vietnam, bugün yaklaşık 330.000 km2 lik yüzölçümü ve 80 milyon nüfusu ile verimli toprak ve zengin yeraltı kaynakları ile, komşuları Laos, Tayland ve Kamboçya ile birlikte Çin-Hindi (Hindiçini) yarımadasında yer almaktadır. Vietnam çok uzun süre Çin egemenliği altında bulunmasının ardından, 19. yüzyılda neredeyse tüm Asya ülkeleri gibi batılı sömürgecilerin hedefi haline gelmiş ve 1850 lerde Fransa tarafından işgal edilmiş ve 1930 dan sonra da artık yavaş yavaş bağımsızlık ve kurtuluş gibi dünyada o dönem itibariyle yükselen değer olan ayaklanmalar baş göstermeye başlamıştır. 2. paylaşım savaşı başlarında Fransa’nın Almanya tarafından işgali nedeniyle çekilmesi sonucu bu sefer de Almanya müttefiki Japonlar tarafından işgal edilmiş olan Vietnam, Japonları karşı ve bağımsızlık için ayrı ayrı mücadele eden tüm grupların “Viet-Minh” adı altında birleşmesi ile kurtuluşçu ve bağımsızlıkçı hareketlerin güçlü bir yapıya kavuşması ile neticelenmiştir. Japonların savaş sonu yenilgisi neticesi zayıflayan merkezi otoriteye karşı Devrimci lider, dünya devrimcilerinin “Hu Amca”sı Ho Shi Minh liderliğindeki Vietminh 2 Eylül 1945'te cumhuriyet ilan eder ancak 2. paylaşım savaşının galiplerinden ve yeniden ve de daha güçlü bir şekilde Vietnam’a yerleşen Fransa hükümranlık alanlarında bu kabil bağımsızlıkçı hareketlere izin vermeyecektir ve 1954 e kadar sürecek mücadele başlayacaktır. Ho Shi Minh liderliğindeki genç cumhuriyetin silahlı kuvvetleri olan Vietminh savaşçıları Vo Nguyen Giap yönetiminde, sonuncusu Dien Bien Phu olacak çok şiddetli ve kanlı savaşlar neticesinde Fransızları büyük bir yenilgiye uğratırlar ve Vietnam’ı terk etmelerini sağlarlar. 1954 yılında 14 ülkenin katılımı ile bir konferansta Vietnam’ın ikiye bölünmesi kararı alınır, bilahare gerçekleştirilecek bir seçimle de 2 ye ayrılmışlık son bulacaktır bu antlaşmaya göre, ama nerdeee, her yerde olduğu üzere burada da ABD her türlü fırıldağı çevirerek Güney Vietnam’a seçim için izin vermemiş, dünyanın her yerinde gerçekleştirmeye alışkın ve yatkın olduğu üzere, çok ses getirecek bir suikast ile Güney Vietnam lideri öldürülür ve hemen suçu Kuzey Vietnam yönetimine atmak için yoğun bir propaganda başlatır, artık ABD emperyalizmi açısından yeni cephe oluşur, ta 1975 e kadar sürecek kanlı bir savaş neticesinde, yaklaşık 1,5 milyon Vietnamlı ile yüz binlerce ABD askerinin hayatı sona erecektir.
ABD (Amerika Birleşik Devletleri), Vietnam'daki ulusal kurtuluş ve devrim mücadelesini bastırmak için, bazı kaynaklara göre yedi milyon ton (7.000.000) bazı kaynaklara göre ise onüç milyon ton (13.000.000) bomba atmış, bu rakam yine aynı ABD nin 2. paylaşım savaşında Japonya’daki Hiroşima'ya attığı atom bombasının 300 katına eşit olduğu uzmanlarca kabul edilmektedir ve bu bombalar arasında, kullanılması bir insanlık suçu oluşturan napalm, sinir gazı olmak üzere her türlü kimyasal silahı bulunmaktadır, ölenlerin ve kayıpların sayısı, asla ve kata tam olarak öğrenilemeyecekse de, Vietnam'ın tamamına yakını sivil halk olmak üzere yaklaşık birbuçukmilyon (1.500.000), ABD’nin yüzellibin (150.000) olarak tahmin edilmektedir. Bu alçakça saldırılardan geriye kalan, atılan bombaların açtığı çukurların adeta birer kriter gibi görünerek “ay yüzeyine” benzemiş bir Vietnam oluyor, özellikle savaşın 2. partisinde artık ABD emperyalizminin yenilme ihtimali ortaya çıkınca, verimli toprakların yok edilmesine yönelik, bitki yok edici bombalar kullanılması nedeniyle Vietnam ormanlarının önemli bir bölümü yok edilmiş, tarımın yapılmasını engellemek üzere milyonlarca lt. (yaklaşık 100 milyon) kimyasal tahrip edici kullanılarak savaş sonrası açlık sıkıntısı yaşanması planlanmıştır. ABD tarafından mayınlanan Vietnam limanlarının bugün bile hala tam olarak mayınlardan arındırılamadığı anlaşılmaktadır.
Vietnam halkının sembolü Vo Nguyen Giap; ulusal kurtuluş ve devrim mücadelesi süresince gerilla savaşının örgütlenmesini anlattığı kitaplarında askeri dehasının yanı sıra üst düzey politika bilgisiyle de, başta ve öncelikle örnek teşkil ettiği tüm devrimci önderler olmak üzere, yıllarca kendilerine karşı savaşan Fransızların ve Amerikalıların da çaresiz saygısını kazanmıştır.  General Giap; efsanevi devrimci olmasının yanında ne kadar dahi bir stratejist olduğunu ve aynı zamanda uygulayıcısı olduğunu, Fransızlara karşı Dien Bien Phu ve Saygon çarpışmalarında tüm dost ve düşmana göstermiştir. Sömürgeciliğe karşı mücadelesi daha öğrencilik yıllarında başlamış ve tutuklanması ile devam etmiş olan General Giap; hukuk öğretimi alır, aynı üniversitede ekonomi doktorası alır, tarih öğretmeni olarak çalışır, Vietnam Komünist partisinin yasa dışı ilan edilmesi üzerine ülkeyi terk eder, sürgünde Vietnam devriminin en önemli insanı Ho Shi Minh ile birlikte daha sıkı ve birlikte çalışmaya başlarlar. Bilahare Vietnam kurtuluş ve devrim savaşçıları için şiar olan “Ya hep ya ya hiç” sloganının yaratıcısı, sömürgeciliğe ve yerli işbirlikçilerine karşı 1940 lardan 1975 e kadar süren uzun bir halk savaşının askeri ve politik lideridir Giap tıpkı Vietnam devriminin diğer önderleri gibi, dönem itibari ile Amerikan rüyasının yaygın anlayışının sonucu yenilmez armada görünümlü ileri teknoloji sahibi koca bir orduya diz çöktürmüştür. Vietnam devriminin yaratıcısı olan bu kadro dünyanın en etkili ordularının bile gerilla savaşı karşısında nasıl çaresiz kaldıklarını tüm dünyaya göstermişlerdir böylece…
Efsanevi General “bir ülkeye kendi sömürgecilik emellerini dikte etmeye çalışan her kuvvet, önünde sonunda yenilmeye mahkûmdur” diyerek, işgalcilerin ve sömürgecilerin yenilmesinin kaçınılmazlığına işaret etmiş ve kendilerine karşı yürütülen bu alçak saldırıların nasıl savuşturulup, emperyalistlerin arkalarına bakarak kaçışlarını dayatan gerilla savaşı taktiklerini anlattığı “halk savaşının askeri sanatı” adlı birde kitap yazmış ve bugün hala geçerliliğini koruyan halk savaşı ve cephe taktiklerinin yaklaşık 40 yıllık tarihini gelecek kuşaklara detaylı olarak aktarmıştır. Gerilla savaşı ustası Giap'ın bu yapıtında, emperyalist saldırganlara nasıl unutamayacakları bir ders verildiğini, halk savaşı karşısında burjuva askeri teorisinin nasıl iflas ettirildiğini okuyoruz. “Amerikan saldırganlığına karşı mücadele, ulusumuzun büyük direniş savaşı, bugünkü çağda, en devrimci güçler ile en gerici güçler arasında en keskin bir güç denemesidir. Halkımızın zaferi, dünyanın devrimci güçlerinin ve ilerici halklarının genel zaferidir. Zafere kadar Amerikan saldırganlarıyla savaşmak, bizim kutsal ulusal görevimiz ve uluslararası ödevimizdir.”
Dönemin en fazla patırtı koparan direnişi ise, gelmiş geçmiş en önemli ağır siklet boks şampiyonlarından Muhammed Ali’nin “Vietnamlılar bize ne kötülük yaptılar ki onlara karşı savaşacağım” diyerek savaşa gitmeyi reddetmesini müteakip kendisine alınan tavırdır, kendisine verilen 5 yıl ve büyük para cezaları yanında tüm unvanları da elinden alınmıştır. Sonradan ABD devlet başkanı olan Bill Clinton'ın asker olarak gitmeyi reddettiği ancak uzun yıllar sonra ABD başkanI olarak gittiği bu ülke üzerine hala ABD Emperyalizminin en önemli araçlarından Hollywood savaşı kaybeden taraf olmalarına rağmen ABD yi cici gösterecek filmler çevirmeye devam etmektedir.
General Giap; bir halk kahramanı ve Ho amcanın devrimci yoldaşı olarak, kesintisiz devrim teorisinin takipçilerinin mitinglerini süsleyen önemli sloganlardan “ho ho ho chi minh, iki üç daha fazla Vietnam, ernesto'ya bin selam” ile sürekli anılır hale gelmiştir. Giap’ın yönettiği Vietnam kurtuluş savaşı tarihteki tüm kurtuluş savaşları gibi topyekün bir halk kalkışmasıdır, haklıdır ve onurlu bir tutumdur ve de gereklidir, tabii ki yine dünyanın her yerinde görülebilecek kadar eser miktarda “bağımsızlık, kurtuluş, devrim” gibi yaklaşımların karşısında olanlar vardır ve de bundan sonra da olacaktır. Varlıklarını müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit etmiş dâhili bedhahlar eksik olmayacaktır, hele ki fırsatını da bulurlarsa bir avuç olmalarına bakmaksızın hayatı kendi bakış açılarından topluma dayatmaya ve yutturmaya devam da edeceklerdir.
Tüm Dünyanın devrimcileri General Giap’ı asla unutmayacaktır, eminim ki ona ve ülkesine düşmanlıklarını milyonlarca ton bomba olarak kusan emperyalistlerde unutmayacaktır, kimi dost kimi düşman olarak…