Cuma, Ekim 11, 2013

KURBAN


Tarih; 17 Şubat 1959, dönemin başbakanı Adnan Menderes, İngiltere yolunda ve 5’i mürettebat olmak üzere toplam 14 kişinin hayatını kaybettiği elim bir uçak kazası yaşanıyor, uçak kazasından sağ salim kurtuluyor, yaklaşık 2 ay tedavi gördüğü İngiltere’den geriye dönüyor, mucizevî kurtuluşun hem kendisinde hem de vatandaşta yarattığı sevgi patlamaları tüm yurtta ve tüm yıla yayılarak devam ederken, 5 Ocak 1960 tarihinde çıktığı Tarsus gezisi sırasında kendisini karşılayan büyük kalabalık içerisinden Ali Bayat adındaki kişi, “Başbakanın uçak kazasından kurtulması şerefine” 7 yaşındaki oğlunu kurban etmek üzere hazır vaziyette olduğunu herkes gibi şaşkın gözlerle izleyen başbakan hızlı bir hamle ile küçük çocuğu sapık adamın elinden kurtarır… Hatıralarını yazanların aktardıklarına bakılırsa, yaşanan bu şok karşısında başbakan aylarca yaşananların etkisinden kurtulamamıştır, hatta birkaç yurt dışı seyahatini bile ertelediğinden bahsedilir…

Tarihin en eski devirlerinden bu yana insanlar, anlamlandıramadığı, akıl yoluyla izah edemediği, karşı koyamadığı doğanın gücü karşısında her çaresiz kalışlarında, bu güç karşısında korunma içgüdüsü içinde, sıkıntılarından arınabilmek, şükür etmek, berekete mazhar olabilmek, fırtına, deprem, sel ve afet gibi doğa olaylarından korunabilmek için ve inandıkları dinin gereği tanrılarına adaklar adamışlar, kurbanlar kesmişlerdir. Her toplumun kendi inanışına uygun adak-kurban adetleri, ritüelleri olup, karşı karşıya kalınan olayların şiddetinin yarattığı değişik inanışların değişik ritüellerine binaen, başta genç kızlar, çocuklar olmak üzere insan ve çok çeşitli hayvan kurban olarak kullanılmıştır. Bu çok tanrılı sınır tanımayan kurban etme inanış ve ritüelinin bugün bile yansımalarını “başımdaki şu sıkıntıyı bir def edeyim, hemen bir adak-kurban keseceğim” şeklinde uzantıları devam etmektedir, beğensek te beğenmesek te… Görüldüğü üzere tarihin en eski devirlerinden gelen bir ritüel olan kurban olayı, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani tabiat dinlerinde yılın muayyen aylarında bayram kutlama ve kurban kesme tezahürü olarak Müslümanlıktan çok önceki devirlere uzanmaktadır. Günümüz insanına bugünkü akli filtreleri ile çok vahşice görünen, savaş tutsaklarının, bakire kızların ve genç erkeklerin kurban edilmeleri Aztek uygarlığının çok önemli bir davranışı olduğu bugün yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anadolunun büyük uygarlıklarından Frigya’da hasat mevsiminde kafa keserek insan kurban edildiği, Sami ırklarında ve özellikle Araplar’da sabah tan ağarmadan deve yanında insan kurban edildiği ve bu ritüellerin kefaret ödeme, gönül alma, şükranların sunulması, af ve mağfiret dilenmesi gibi amaçlara dayanmaktadır.

Türk Dili’nin yüksek kültürünü yansıtan ve en eski sözlüklerinden Divan-ı Lügati’t-Türk’te “kurban” karşılığı olarak “yağış” sözcüğünün geçtiği,  “Yağış’ın, İslam’dan önce Türkler’in adak için, yahut tanrılara yakınlık elde etmek için putlara kestikleri kurban” olarak anlamlandırıldığını anlıyoruz ilgili eserlerden araştırma yapanların aktarımlarına dayanarak.

Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise:
1. isim, din b. (***) Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. ünlem, İçtenliği belirten bir seslenme sözü
3. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse
4. Bir kazada veya felakette ölen kimse
5. Maddi ve manevi bakımdan felakete sürüklenmiş, insani değerlerini yitirmek zorunda kalmış veya bırakılmış kimse
6. din b. (***) Müslümanlarda Kurban Bayramı
Şeklinde geçmekte olup, kısaca insanın tanrıya yakınlık elde etmek için adadığı candır, dersek fazlaca bir hata yapmış sayılmayız.

Ancak İnsanlık tarihinde en fazla konuşulan, referans verilen, yazımın başındaki olaya da kaynaklık eden kurban olayı, şüphesiz ki Hz İbrahim’in oğlu İsmail’i keserek kurban etmeye teşebbüs etmesidir. Sami ırkında, bir iman ve inanç gösterme seviyesi ya da kriteri gibi görünen çocukların kurban edilmesi, Hz. İbrahim Allah’a olan inancının seviyesini göstermektedir. Bilinen öykü; Hz. İbrahim oğlu İsmail’i gördüğü bir rüya üzerine kurban etmek üzeredir, ama bıçak her türlü çabaya rağmen kesmemekte ve aynı ayna rüyasının bu sadakatine istinaden Allah tarafından gökten kendisine büyük bir koç kurban edilmek üzere indirilir.

Kuran’da Saffat suresinde; “104. Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. 105. Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” diye referans verilmektedir, kurban…

Görüldüğü üzere; hayvanların kurban edilmesi ile nihayet insanoğlunun çocuklarını kurban etmesinden, ister kimileri için dini bir emir isterse de kimileri için âdem oğlunun yarattığı uygarlığın sayesinde kurtulalım, her halükarda, görece daha iyi bir sonuca gelinmiştir. İyi ki İbrahim Peygamber vakası yaşanmış ta, artık bu gerçekten böylemidir, değimlidir demeden, her nasıl olmuşsa olmuş, çocuklarımızı kurtardık bu sapık çocuk kurban etmek isteyen babalardan…

Mısır’da çalıştığım yıllarda, uzun bir kurban bayramı tatili nedeniyle ailem de yanıma gelmişti, gezilecek çok yer olması nedeniyle yoğun geçen gezi programını takip ettiğimizden, bayramın 1. günü de erkenden kalkıp, 3. katta ve birkaç dairenin aynı merdiven sahanlığına açılan oturduğumuz evin kapısını açtığım anda, gördüğüm manzara karşısında irkilmiş ve hemen kapıyı çocuklarında aynı manzarayı görmemesi için kapatmış idim, çünkü kapı komşumuz maalesef kurbanını hemen kapı önünde kesmiş, kanlar her yana dolmuş, merdivenlere akmış ve tiksindirici bir koku her yanı sarmış idi, hemen telefonla birkaç yere ulaştık, gerekli temizliklerden sonra çıkabilmiştik apartmandan, ancak koku aylarca devam etmişti…

Her kurban bayramında, gurbetçilerimizin kurban kesimlerinden büyük rahatsızlık duyan Avrupalıları basına yansımış halleri ile görünce, yukarıda yaşadığım hikâyenin benzerini hissettiklerini düşünerek hep üzülürüm. Ancak, kim ne derse desin, kim hangi dini emir ve söylemlerin arkasına sığınırsa sığınsın bu kurban kesme ritüellerinin çok yavaş ta olsa, daha bir düzen ve özen içerisinde yapıldığı aşikârdır. Tarihi gelişimi içerisindeki kurban evriminin bu gidişatla, bugünkü trendlere ve iddialı söylemlere rağmen önümüzdeki yüzyıllarda devam etmeyeceği tahmini dar bir çevrede yapılıyor olsa da, gerçekleşecek gibi görülmektedir…

Eskiden tüm futbol takımları sezonu açarken kurbanlar kesilir, akıtılan kan parmakla futbolcuların alınlara sürülür, futbolcular sahaya koşarlardı, gerçi çok şükür, şimdilerde bu ritüel azaldı ya da yapılsa bile basına konu olmamaktadır, gerçi bu sefer de havaalanlarında deve keserek kutlamalara da rastlansa, giderek bu işin rahatsızlık verdiği insanlarımız tarafından kabul edilmektedir.

Pazar, Ekim 06, 2013

ALAÇATI


Birkaç yıl öncesi Ankara’da bir turizm şirketinin bayram programlarından birisine katılmak maksadı ile ilgili büroya başvurmuş, görevli ile konuşmakta iken, bir anda yan taraftaki kişinin sesinin yükselmesi üzerine dikkatimi o konuşmaya çevirmiştim. Müracaat eden muhteremin konuşmalarından, telefon ile Barselona turuna kayıt yaptırmış olduğunu ancak ödeme ve diğer prosedürler açısından da geç kalınması nedeniyle turun dolduğunu ve kendi müracaatlarının otomatikman iptal olduğunu anladım ve bu yüzden daha özenli bir şekilde kulak verdim hemen yanımda gerçekleşen ve artık herkesin ilgisini çeken diyaloga ve içerisinde Alaçatı sözü geçince de daha fazla dinler hale geldim. Muhterem, Barselona turuna katılmalarının iptal olması nedeniyle eşine ve de özellikle çocuklarına karşı çok mahcup bir duruma düştüğünü ve çok üzüldüğünü ısrarla beyan ediyor, bir telafi şansının olması için ısrarcı oluyordu ama ne yazık ki artık böyle bir şansı kalmamıştı ve buna kani olunca da, birden “madem Barselona’ya gönderemiyorsunuz bizi, o zaman mutlaka Alaçatı’ya göndereceksiniz, bak o da olmaz demeyin” gibi diretmeye başlamıştı, bilahare görevlinin sessiz konuşmasından diyaloğun nasıl bir gelişim gösterdiğini tam duyamamış ve sonucunun nasıl olduğunu tam anlayamamıştım, zaten sonucun ne olduğunun da bir önemi yok yazımız açısından…

Çok enteresan değil mi? Barselona ve Alaçatı… Adam madem Barselona olmuyor, o zaman Alaçatı olsun diye ısrar ediyor… Bu yaklaşım ve kıyaslama anlam ve sonuç olarak çok küçük gibi görünse bile, aslında müthiş bir durumdur, ayrıca her ikisini de bilen birisi olarak açıkça söyleyeyim ki, kıyası bile kabil olmaz, Barselona nere, Alaçatı nere… Ancak burada, adamın bilgisinin ne olduğunun, doğru söyleyip söylemediğinin, kıyaslamayı yapabilecek kadar konunun ilgilisi ve bilgilisi olmasının bir önemi olmadığı da aşikâr olup sonuçtan da bakılınca yaratılan turist ve destinasyon motivasyonunun gücü anlaşılmaktadır. Benim kişisel turizm anlayışıma uygunluğu açısından o kadar çok eleştirim, eksik ve yanlış tespitim olabilir ki saymakla bitmez ama dünyanın merkezi benim ayaklarımın dibi olmadığına göre genel geçer kabuller açısından konuyu değerlendirmekte kaçınılmazdır. Sonuç itibari ile Alaçatı turizmi, hâkim turizm anlayışı ve kültürü açısından, şüphesiz ki görece olarak “eğri gemi ile doğru sefer” yapılabileceğinin de nakısta olsa bir ispatıdır.

Alaçatı’lı arkadaşlarım; özellikle 70 yılların 2. yarısında turizmden yeterince pay alamadığından yakınarak, Çeşme’de ev pansiyonculuğunun gelişmesine karşın Alaçatı’nın evlerinin genellikle kültürel ve mali sorunlara dayalı olarak yenilenemediğinden, eski kaldığından, sokakların genişletilemediğinden yakınırlardı, o yıllarda tek Turizm aktivitesi Altın Yunus Otelinde bulunan yabancı turistlere haftada 1 gece düzenlenen Türk gecesi gibi bir adı olan ve Alaçatı merkezde bulunan kahvehanenin bahçesindeki eğlence idi, hele sunulan şaraplar ne kadar kötü idi hala o kötü tadı anımsar gibiyim, bu şartlar altında Çeşme’nin görece farkla imrenilir olduğunu her hallerinden belli ederlerdi. Bugün Çeşme turizminin lokomotifi durumuna gelmiş olan Alaçatı; buram buram tarih kokan, Arnavut kaldırımlı yollarında tarihleri 150 yıla dayanan evler arasında yürüyerek adeta o günlere yolculuk yapmak isteyenlerin ve herkes tarafından kabul gördüğü “Dünya sörf merkezi” olması yanında, “ot festivali”, “uçurtma günleri”, “Jazz rüzgârı müzik buluşmaları”, “balık yakalama turnuvası”, “bağımsız filmler festivali” gibi bir hayli başarılı organizasyonların tanığı olmak isteyenlerin uğrak yeridir.

Şimdilerde umuyorum ki geçmişte yakınma sahibi olanlar bu gelişmeler karşısında “iyi ki böyle olmuş, Alaçatı da Çeşme gibi dönüşmemiş” diyorlardır.

Bu yazının; Çeşme ve Alaçatı dışında, yayınlandığı internet gazetesi ve bloglarım üstünden de okuyucu kitlesine ulaştığı varsayımı ile kısaca da olsa Alaçatı’nın bilebildiğim ya da herkesin bildiği kadarıyla ve de önemine binaen kısaca tarihine de bakmakta yarar vardır.

8 Kasım 1864 tarihli Padişah Abdülhamit’in irade-i seniyesi mucibince Osmanlı idari yapısında yeni oluşan vilayet sistemine göre, Aydın vilayeti, İzmir sancağı, Çeşme kazasının 2 nahiyesinden biridir Alaçatı. “1. uluslar arası Çeşme tarih ve kültürü sempozyumunda” XIX. Yüzyılın sonunda Çeşme kazası başlıklı bir bildiri sunan Prof. Dr. Necmi Ülker “Alaçatının genel nüfusu 5.870 erkek, 5558 i kadın olmak üzere 11.428 dir. Nahiye nüfusu 4911 erkek ve 4779 u kadın olmak üzere 9.690dır. 2421 hanesi olan nahiyenin bir camisi olup, belediyenin geliri 50.000 guruştur. Nahiye merkezinde gece aydınlatması için 50 adet fener bulunmaktadır.” bilgisini ilgili salnamelere dayanarak aktarmakta ve ne kadar önemli bir nüfusun bulunduğunu ve belediyesinin hizmet seviyesine dikkat çekmektedir. Mevcut kayıtlara göre belediye teşkilatının 1873 yılında kurulduğu anlaşılan Alaçatı; son yüzyılda değişik nüfus hareketlerine sahne olmuştur, bu hareketleri ilgili salnamelerden, ciddi kabul edilebilecek çelişkilerine rağmen takip ettiğinizde, birkaç tarihi gelişmenin büyük etkileri görünmekte olup en önemlileri, Osmanlı’nın Balkan Savaşlarındaki yenilgilerinin ardından özellikle Arnavut, Boşnak ve Pomak nüfusunun akımı, 1919 Yunan işgali sırasında mevcutların tepki olarak Anadolu’nun içlerine doğru çekilmesi neticesi artan Ortodoks nüfus ve nihayetinde “Büyük Mübadele” ile Ortodoksların tamamen bu toprakları terk etmesi, Anadolu’ya çekilenlerin geri dönmesine ilaveten mübadeleye dâhil Selanik ve Karaferya tarafından gelen göçler oluşturmaktadır.

Osmanlı paşalarından Hacı Memiş Ağa Cezayir dönüşü çıkan fırtına nedeniyle sığındığı Alaçatı limanında, kendisine ulaşan büyük hastalıkların kaynağı olan derenin ıslahı taleplerine verdiği olumlu cevaba müteakiben planlanan kanalın inşası için adalardan getirilen Rumların 1850 – 1890 yılları arasında, mezkûr salnamede de izi görülen miktarda yeni ev yapımına girişilmiş ve tarihi 150 yıla dayanan bu evlerin büyük ölçüde bugün de korunduğu gözlenmektedir. Antik çağdaki adının Agrilia olduğu bilinen Alaçatı’nın bugün kimileri yukarıda bahsedilen yoğun imar faaliyetinin sonucu bol miktarda ve aynı tip evlerin çatılarının kırmızılığına, kimileri de Türk boylarından Alacaat aşiretinin buraya yerleşmesine istinaden bu adın verilmiş olabileceğini söylemektedirler.

Gençliğimizin ve şimdi de bugünkü gençliğin futbolda yaşanan polarizasyondan hareketle, yaratılmaya çalışılan gerginliğe rağmen ve bu gerginlik üstünden hareketle bugün de başka konulara da sirayet etmesi umulan, beklenilen sıkıntılardan hızlı bir şekilde uzaklaşmalıdır insanlar, bu gerginliğin ortak değerlerin yaratacağı kuvvete bir engel oluşturduğunun farkına varmalıdır. Bana göre, dünyanın en önemli derbisi olduğunu düşündüğüm, Çeşme-Alaçatı futbol takımlarının maçlarının sadece bir futbol maçı olduğu ve tüm yaşananların Ülke ve dünya düzeyindeki benzerlerinin kötü bir kopyası olma halinden kurtarılması gereğinin kavranması kaçınılmazdır. Bunun dışında her şeyin bir arada ve bir alanda olduğu bilinci ile aslolan kardeşliğin, senliğin benliğin olmadığı ortamda ayrıca bu senlik ve benlik polarizasyonunun sadece muktedirlere ve bu senlik benlikten beslenenlere güç verdiğini unutmadan, Çeşme ve Alaçatı’nın mütemmim cüz oluşturdukları gerçeğinden hareketle, ister bir belediye ister ayrı 2 belediye yönetimde olsun, gerçi kanunen tek belediye ile yola devam edileceği aşikardır ve bu nedenle ister Çeşme kökenli ister Alaçatı kökenli belediye başkanları olsun, yazının başında bahsettiğim “yaratılan turist ve destinasyon motivasyonunun” artarak devamı açısından; istikameti, beklentileri, çıkarları ve huzurları birlikten geçecektir.

Pazartesi, Eylül 30, 2013

MÜZEVİR


Yıllar önce Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeni oluşmuş bir cumhuriyette bulunduğum bir dönemde, bir vesile ile orayı ve halkını kısaca tanıtmam istendiğinde, şöyle demiştim; “Yarısı istihbarat örgütünde çalışıyor diğer yarısı da ilk yarısına yardım ediyor”. Bu yaklaşımım bazıları tarafından olumlu bazıları tarafından olumsuz karşılanmış idi ama bu görüşüm bir süre gözlemleme neticesinde oluşmuş ve ilk başlarda görüşümü olumlamayanların da bir bölümü orada yaşayınca kavramıştı durumu… Ha biri de çıkar bu yabancılara karşı idi yalnızca der çok fazla itiraz etmesem bile katılmam bu görüşe…

Uzun süre önce bir yazı okurken referansını oluşturan bir başka yazıda; Türkiye’de de ciddi bir nüfusun MİT’e (Milli İstihbarat Teşkilatı) başvurarak gönüllü ajanlık yapmak için başvurduğunu öğrenmiş ve emin olun ki şaşırmış ve kendi kendime “yahu bir insan emeğini satıyor yanlış ta olsa bu kurumda çalışıyorsa bu kabul edilebilir” ama bu gönüllü olanlarını anlamakta kabul etmekte mümkün değil demiştim… Yine yakınlarda basına yansımış bir haberi kaynak yaparak ilerleyelim, 2011 yılında MİT’e başvuranların %44 ü yardımcı olmak amacıyla bilgi aktarma gönüllüsü olmak istiyor, işte buna şaşmamak elde değil… Hangi bilgiyi vereceksin de yardımcı olacaksın ha be adam deseler, hadi onun yerine düşünelim, ne aktaracak ya da nasıl yardımcı olacak, işyerinde iş arkadaşları, kahvehanedeki muhabbet ya da oyun arkadaşları, mahalledeki komşuları özne ve hedef olacaktır herhalde, bu adam boş gezmediği varsayımıyla bunun dışında bir şey olma ihtimali çok azdır, değil mi …? Diğer taraftan mezkûr zevatın bu ilgisi zevk almak, tatmin olmak ya da maksat dedikoduculuk, ispiyonculuk, gammazlamak ya da arabozmak gibi fiillerle de açıklanabilir şüphesiz…

Türk Dil Kurumu (TDK) sözlük; Müzevir sözcüğünü, arabozan, laf getiren götüren, ispiyon, dedikodu yapan, gammaz, yalanı süsleyerek anlatan ve birinin sırlarını, davranışlarını, düşüncelerini gözleyip başkalarına bildirerek çıkar sağlayan anlamında kullanmakta olup, Arapça; “muzawwir” den türeyen, tezvir kökünden gelmekte ve tezvir eden, yalancı, sahtecilik yapan anlamında da kullanılmaktadır. Sık sık yapılan hatalardan birisi de “Müzevir” ile “Şikayetçi” nin karıştırılmasıdır ki, müzevirlik gizlilik, şikayet ise açıklık içerisinde yapılır. Avrupa’da yaşayan tanıdıklarımızın özellikle karıştığı 2 deyimdir bunlar, birisi kamu düzeninin yürümesi adına kurallara uyulmaması anında yapılan olup diğeri ise herhangi bir nedenle oluşan sempati ya da antipatiye dayalı, kanının ısındığı ya da ısınmadığı, yüksek mevkideki birinin aferinine mazhar olmak ya da olmamak gibi saiklerle yapılması halidir.

Şöyle bir etrafınıza bakın neler neler görecek ve duyacaksınız, inanılır gibi değil Vallahi… Şantiyecilik yaptığım dönemlerden bilirim, etrafınızda size bir diğerini kötülemek için dört dönerler, hele yanılıp ta bir dinleyin ve ilaveten anlatılanlara prim verin, yandı gülüm keten helva… Ancak ne yazık ki bu kabil çalışmanın en önemli davranış olduğunu varsayarak davrananları izleyerek inanılmaz tecrübeler edindim, inanılmaz fahiş hataların içine bir şekilde düşmektedir konuya özne teşkil edenler. İşyerinde ispiyoncu, Mahallede ispiyoncu, Mahkemede ispiyoncu, Önemli kademelerde ispiyoncu, Askerde ispiyoncu, Yatılı okulda ispiyoncu, aşağı ispiyoncu yukarı ispiyoncu… Yukarıda da belirtildiği üzere tarifine ya da sözlük anlamına karşılık gelen davranışları tam olmasa bile içeriyorsa eğer bir tutum, kesinlikle sağlıklı bir beyin fonksiyonu olamayacağı aşikârdır. Düşünsenize etrafınızda bir dolu hastalıklı beyine sahip insanlar dolaşıyor ve ne hoşuna gitmiyorsa, pasa ispiyon…

Çocukların en önemli duygusal gereksinimi her dönemde olacağı üzere beğenilmek ve ilgi odağı olmaktır, sevilen ve beğenilen çocuğun ruh sağlığı daha dengelidir, başarılı olmak bu ruh sağlığına önemli ölçüde bağlı olup, aksi durumda yani başarısız olma durumunda hayali başarılar yaratırlar iç dünyalarında, mezkûr dönemde iç dünyalarında at başı gelişen korku, öfke, kıskançlık ve neşe gibi farklılıklar gelişirken, aile ve öğretmen nezdinde ilgi ve beğeniyi kaybetmeme uğruna kendisine öğretilmeye çalışan kurallara katı bir şekilde uymaya çalışır ve dönem itibariyle paylaşma gereğinin de kavranmasına bağlı olarak çevresiyle dengeli ve tutarlı geçinmeye başlayacaktır. Çocuk kişilik olarak kendini gösterme çabasına girmesi nedeniyle zaman zaman da olsa itaatsizlikler ve ciddi inatçılıklar yaşanabilir, diğer taraftan yaş itibariyle etrafındaki büyüklerin her şeyi bildiği kanısı kendisini fark ettirme çabası ile birleşince sosyal davranış bozuklukları baş göstermeye başlar. İşte ileride kemikleşmiş bir sosyal davranış bozukluğu olarak tespit edilecek müzevirlik bu ahvalde tezahür edebilir. Ne yazık ki, her çocuk, kardeşleri ya da arkadaşları arasında büyüklerin çok değer verdiği bir nesneye zarar verilmişse ya da büyüklerinin uygun görmediği ya da görmeyeceği bir şey yapılmışsa, ispiyonculuk yapmıştır, buraya kadar normal gibi görünen bu durumda, asıl ve fahiş hata ise büyüklerin bu tür bilgi aktarılmasına kötü gözle baktığını söylememiş olmasıdır, sonuç ta da, taa çocukluktan alınan bir alışkanlık olan müzevirlik-ispiyonculuk ileri yaşlarda inanılmaz boyutlara ulaşıp bazen de ihanet ve entrika doğuracak facialara neden olmaktadır…

Öyle bir noktada gelinmiştir ki artık, bırakın bu sosyal davranış bozukluğu karşısında set oluşturmayı, eğiterek düzeltme çabasını, ahir ömrümüz boyunca anlı-şanlı deve dişi gibi büyüklerimiz tarafından çıkarılan yasalarla özendirilen, kendini kurtarmak için başkasını da yakabilirsin mealindeki müzevir yasaları,  “Her şeyi devletten beklemeyin. Bu tencere tavacıları sizler yargıya taşıyacaksınız” diye konuşularak komşunuzu gammazlayın yaklaşımlı basın açıklamaları ile oluşturulduğu iddia edilen “sırdaş polis ihbar noktaları” ve yukarıda yazdığım MİTe yapılan başvurulardaki artış, ciddi önlemlerin alınması gerekmekte olduğunu göstermektedir, aksi takdirde yazımın başında büyük bir tiksinti ile bahsettiğim ülkenin durumuna düşme kaçınılmazdır.

Vatandaşların muhbirliğe özendirilmesinin “toplumsal güvensizliklerin oluşmasına neden olur” diyor konunun uzmanları, çok özensiz ve dikkatsiz davranılırsa telafisi olmayan noktalara varabilir bu gelişmeler… İç dünyasında inşa edilmiş bu güvensizlik duygusu insanı, yaranma duygusu ile memleketi kurtarıyorum telaşı içinde her türlü herze yemeğe itmektedir, işte bu ruhsal bozukluğun en rezil tezahürü müzevirliktir. Ne yazık ki bu topraklar bu açıdan oldukça mümbittir… İnanmayanlar etrafını önerim doğrultusunda gözlemlesinler bakalım neler görecekler…

Cumartesi, Eylül 21, 2013

ESTADIO VICTOR JARA


ESTADIO VICTOR JARA
(VICTOR JARA STADYUMU)
1970 li yıllarda Latin Amerika'nın en yoksul ülkelerinden Şili siyasal tarihi açısından önemli bir dönem yaşamaktadır, emek kutsallığı ve ulusal bağımsızlık, seçim beyannamelerinin en önemli başlıkları olan Unidad Popular (Halk Birliği) cephesi sosyalist lideri Salvador Allende seçimleri kazanmış ve hızlı bir biçimde radikal bir program uygulamaya başlamıştır, Şili’nin en önemli ihraç maddesi olan bakır madenleri kamulaştırılır ama dönem itibariyle Şili’deki “Amerikanın çocukları” başta faşist genelkurmay başkanı Augusto Pinochet olmak üzere, bir benzeri 7 yıl sonra 12 Eylülde canım yurdumda “Amerikan çocukları” vasıtasıyla yaşanacak, 11 Eylül 1973 tarihinde kanlı bir darbe gerçekleştirirler. Artık, ulusal bağımsızlık ve emekten yana, Şili’nin yoksul halkından yana kim varsa hedeftir, bu faşist sürülerince, başta başkent Santiago olmak üzere tüm Şili sokakları sürekavına sahne olmaktadır, tüm devrimciler, Üniversite öğrencileri, Sendikacılar, İşçiler, Sanatçılar, Bilim adamları, büyük ölçüde tutuklanmış, o kadar büyük tutuklamalara sahne olmuştur ki, karakolların, askeri ve sivil cezaevlerinin kapasitesi yetersiz kalmış stadyumlar, spor ve konferans salonları ve okullar adeta birer cezaevi, birer işkencehaneye dönüşmüştür. Şili’nin de her türlü baskıya, katliama karşı direnen, bağımsızlıktan yana emperyalizme ve faşizme karşı devrim sevdası ile akıl ve gönülleri dolmuş çocukları vardır, tıpkı canım yurdumdaki gibi, bu devrim sevdalıları büyük kırımlara uğramalarına rağmen, tıpkı bizim Mahirlerimiz, Denizlerimiz gibi Şili’nin de Zapataları görev başındadır, ayrıca bizdeki “halk ozanlarına” karşılık gelen “cantador” ları da görev başındadır…

Stadyumlar, artık Şili’de spor müsabakalarından başka işlere de yaramaktadır dedik ya, seyircilerin adeta büyülenmiş gibi, sanki trans halindeyken müsabaka izlenen alanlar olmaktan bir hayli uzaklaşmış, artık büyük konsantrasyonlarla itinayla insanları yok etme adresi konumundadır, başta Estadio Nacional de Chile (Şili ulusal stadyumu) olmak üzere…
 
Radyoda askeri marşların çalındığı, sokağa çıkma yasağının olduğu bir anda, işçi mahallelerine yağdırılan bombaların patlama sesleri arasında, Amerikanın çocuklarının yaptığı faşist darbeye direnen arkadaşlarının yanında olması kararını alan, İnka, Aztek kültürlerinin harmanı olan protest müzik çalışmalarının önemli temsilcisi Şilili Kızılderili Devrimci şarkıcı Victor Jara, üniversitedeki çalışma aslında direnme adresinde tutuklanır ve adeta bir toplama kampı olan, “Estadio Nacional de Chile”ye getirilir. Onu ne yazık ki çok hazin bir son beklemektedir. Şili'de görev yapan Sovyetler Birliği Pravda gazetesinden Vladimir Çernisev, Victor Jara'nın son anlarını şöyle anlatır; “Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, askerlerin ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor'un parmaklarını kırdılar. Artık gitar çalamıyordu, ama büyük acılarına rağmen zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.”

Victor Jara, tıpkı şiirlerinden besteler yaptığı dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Pablo Neruda gibi “Amerikanın çocukları” faşist general Agusto Pinochet’in emir-kumanda zinciri içerisinde yaptığı darbe döneminde katledilmiştir. Askerlerin büyük tehdidi neticesinde büyük bir sessizliğe bürünmüş stadyum, kadife sesli Victor Jara’nın Sergio Ortega’nın “venceremos” yani “kazanacağız” adlı parçasını söylemesi ile sessizliğini yırtmış ve stadyum dalga dalga onbinlerin müzik fırtınasına dönüşmüştür, faşist subayların cevabı ise, önce gitarı sonra Jara’nın parmaklarını kırmak ve bilahare de otomatik tüfeklerle taramak şeklinde olmuştur, bu tarama neticesinde Jara’nın vücudundan 44 adet mermi çıkarılmıştır, onbinlerin gözleri önünde katledilen Jara’nın cesedi ise birkaç gün sonra kolları ve dili bıçakla kesilmiş vaziyette Santiago’nun kenar mahallelerinin birinde, bir çöp bidonunda bulunur. Victor Jara’nın önce gitarıyla, parmaklarının tek tek kırılmasından sonra da sesinin çıkabildiği kadarıyla seslendirdiği “venceremos” adlı parçanın bir bölümü aşağıdadır.

Yırtıyor fırtına sessizliği
Ufuktan bir güneş doğuyor
Gecekondulardan geliyor halk
Tüm şili türküler söylüyor
Venseremos, venseremos!
Kıralım zincirlerimizi.
Venseremos, venseremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos.

Şili’de halk bugün savaşıyor
Cesaret ve halkın gücüyle.
Kahrolsun halkın katili cunta
Yaşasın "unitad popular"!
 
Venseremos, venseremos!
Kıralım zincirlerimizi.
Venseremos, venseremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos.
Faşist Pinochet ve avenesinin “stadyum katliamı”ndan sonra, stadyum kanlarından henüz temizlenmiş iken, Şili Ulusal Stadyumu’nda tarihin en ilginç maçlarından biri oynanacaktır, 1974 yılında Dünya Şampiyonası elemeleri için Şili milli futbol takımı Sovyetler Birliği ile karşılaşacak, ilk maç golsüz sona ermiş, rövanş maçı Şili’de yapılacaktır, eli kanlı darbecilerin de bastırmasıyla Şili Futbol Federasyonu, rövanş maçının Ulusal Stadyum’da oynanması için FIFA’ya başvurur, Amerikanın da fırıldak çevirmesiyle FIFA da başvuruyu kabul eder. Artık onbinlerce devrimci ile birlikte Victor Jara’nın da kanının döküldüğü bu stadyum, bunların hiçbiri yaşanmamış gibi, Şili-Sovyetler Birliği maçına ev sahipliği yapacaktır. Ancak, Sovyetler Birliği, büyük bir basiret gösterir, onbinlerce devrimcinin işkence gördüğü, katledildiği Stadyumda maç oynamayacağını FİFA ya bildirir ve maçın başka bir sahaya alınmasını  bir yazıyla ister, “Şili’de faşist bir ayaklanma sonucunda yasal hükümetin devrilmiş olduğu ve ülkede kanlı bir terör ve baskı rejiminin hüküm sürdüğü herkesçe bilinmektedir. Santiago Stadyumu futbol müsabakası oynanabilecek bir mekân olmaktan çıkarılmış, Şilili yurtseverlerin işkence gördüğü bir toplama kampına dönüştürülmüştür. Sovyet sporcuları Şili’li yurtseverlerin kanıyla bezenen bir stadyumda spor karşılaşmasına çıkmayı reddeder”. FIFA stadyumu bir heyet marifetiyle inceler ve “Stadyumun çimlerinin futbol oynamaya elverişli; sahanın ölçülerinin teknik standartlara uygun ve seyircilerin tribünlerinin düzenli ve temiz” ve Stadyumda “politik tutukluya rastlanmadığını, sadece hüviyetleri tespit edilememiş olan bazı şahısların alıkonulduğu”nu belirten bir rapor düzenlenir. Sovyetler Birliği maçı oynamak için gelmez, dünyada da bir örneği yaşanmamış ve yaşanmayacak bir rezalet ile Şili milli takımı maça çıkar ve rakip olmamasına rağmen gol bile atılır.
Victor Jara’nın “venceremos” diyen sesinin yankılandığı Şili Ulusal Stadyumu'na, Eylül 2003'te,  alçakça katledilişinin 30. yıldönümünde, “Estadio Víctor Jara” (Victor Jara Stadyumu) ismi verilir.
Ölümsüz anısı önünde saygıyla eğiliyoruz…
 

Salı, Eylül 17, 2013

İrfan Özbek - Yürü Bre Hızır Paşa

3F ( FADO – FİESTA – FUTBOL)

Canım Yurdumda, 2013–2014 futbol sezonu her türlü şaibeyi barındırarak ve bir türlü de bu durumdan kurtulmayı beceremeden sürüp gideceği haliyle başlamıştır. Canım yurdumda durum bu da sanki diğer ülkelerde durum farklı mı, kesinlikle hayır, çünkü futbolun bu kadar öne çıkarılması sistem zaaflarının kapatılması, yaşanan her türlü hayâsızlıkların gözlerden uzak tutulması çabası olup “cambaza bak yönteminin” en güzel ve etkili aracıdır. Kavli beladan beridir, büyük büyük stadyumlar yapılıp içine doldurulan yüz binlerce insana grup terapisi kabilinden afyondan geçirilme seansları düzenlenmekte olup, en büyük sıçramayı ise, bu formülün babaları İspanya’daki Faşist Franco ve Portekiz’deki faşist Salazar gerçekleştirmiştir.

Futbol; spor olmaktan ne yazık ki çıkarılmış ve işin içine milyonlarca doların girdiği bu kabil her müsabakada olabileceği üzere toplumları afyon terapisine tutulmuşçasına etkisi altına almaktadır, çünkü işin içinde artık büyük bahisler vardır büyük paralar vardır, aaa gerçi biri de çıkar, yahu amaç milleti uyutmak ise futbolla uyumazlarsa bu sefer basketbolu öne çıkarırlar, tıpkı ABD de olduğu üzere derse de buna itirazımız olmaz, maksat hâsıl olsun yeter muktedirler açısından diyerek… Bir diğeri de kardeşim biraz da bu toplum uyanık olsun hemen uyutulmaya hazır beklemesin der ise, bakın buna da itiraz edemem Vallahi… Ama nihayetinde bazı düşünürlerin söylediği üzere futbol kitleler üzerinde adeta bir din etkisi yaratmakta ve her geçen gün dini ritüel sayısı ile maç oynama sayısı neredeyse eşitlenmektedir…

Aslında yedekleri ile birlikte bakıldığında en fazla elemanı barındıran spor dalı olarak çok büyük kitleler tarafından izlenen ve ihtiyaç duyulan araçların ise harcıâlem olması nedeni ile de yapılması kolay ve izlemesi çok zevklidir futbol, bu yüzden büyük kitleler tarafından izlenir. Belki de bu yüzden para ve şovenizm bu kadar oturmuştur merkezine bu sporun…

Faşizmin ve Diktatörlerinin toplumları yönetirken, toplumun hayatın gerçeklerinden olabildiğince uzakta durmaları, toplumların gerçekleri görmesini değil rüyalar görmesini istedikleri için sıkça başvurdukları yöntem; Faşist diktatör Salazar Portekiz’inde Fado Fiesta Futbol, faşist diktatör Franco İspanya’sında Fiesta, Festival, Futbol formülü olmuş ve hayat bu bakış açısıyla şekillendirilmeye başlanmış ve bu formülde ilk 2 F si Fado müziği, fiesta eğlenceyi ifade etmektedir. Başkaları da çıkar ve 3F yi Fuhuş, Faşing ve Futbol diye de ifade ederse fazlaca itiraz etmem açıkçası. Hatta biri çıkar artık 3 F değil 4F vardır, hadi bakalım ekleyin Facebook’u da derse bu da makul bir önerme olarak kabul görür bence… Gerçek olduğu söylenen bir hikâyeden bahsedilir hep, faşist diktatör Salazar avenesine bir gün, “Bana onbinlerce insani uyutabileceğim bir beşik yapın” demiş ve bu talimat üzerine, derhal başkent Lizbon’da büyük bir stadyum yapılmış ve kendisine ülkeyi nasıl yönettiğini soranlara da bu büyük stadyumu göstererek “Futbol olmasaydı ben Portekiz’i yönetemezdim” dermiş… Bugünlerde ülkemizde de hiç te gereği yokken bu kadar çok ve büyük stadyum yapma girişimleri de bu fasıldan değerlendirmeli mi acaba? Kesinlikle ve tartışmasız doğru olan bir şey var, bir insanin, aylık ücretinin yarısını yakınını hafta sonları izleyeceği maç için bilet ve seyahat bedeli olarak harcamasının kolay kolay izah edilemeyeceğidir. Ne yazık ki, zaman zaman kendim de dâhil, insanlar futbol ile yatıp kalkmaktadır adeta, mezkûr insanlar arasındaki tek fark ise, bazıları uyanmayı becerebilmektedir…

Ancak muktedirler açısından bu sporun izleyicilerine yönelik, büyük bir hoş görü ile karşılanan her türlü saldırgan tavırlarının afyon terapisi konusunda aşama kaydettikleri aşikâr olup, normal hayatta olsa kesinlikle hapis cezaları ile sonuçlanacak her türlü hakaret, saldırı ve yaralama hatta öldürme fiilleri bile cezasız kalmaktadır. Buradan cesaretle maçlardan sonra mikrofon uzatılan küfürbaz ve saldırgan seyirciler “ne yapalım bu şekilde dejarj oluyoruz” deme cesareti gösterebiliyorlar, üzerine de TV lerin en önemli saatlerini işgal eden egoları gazlanmış ve şişirilmiş aslında kocaman birer hiç olan malum zevat tarafından da “seyirci haklı kardeşim” gibi subuk yaklaşımlarla topluma şirin gösterilmeye çalışılmakta, her bir gereksiz detaya müdahale etme gereği gören RTÜK denen sansür kuruluşundan ise ses çıkmamaktadır. Adeta 50 TL verip bilet alan herkes, karşısında olan herkese, beğenmediği hakem, yönetici, futbolcu, seyirci ayırımı yapmaksızın her istediğine küfür edebilme, saldırabilme ruhsatı/yetkisi almıştır. Tüm bu rezalete göz yumanlar işi o kadar uçuk noktalara getirmişlerdir ki, bir ambulans geçişi konusunda haddinden fazla geniş ve rahat davranan yetkililer, herhangi bir maç kutlaması için oluşan konvoylara adeta eskortluk yapılmasına prim vermektedirler. Bakıyorsun inanılmaz bütçelerle kurulan güvenlik ve izleme tesisleri neticesinde bu her türlü herzeyi yemiş zevat yakalanıyor, zannedersiniz ki ceza hukuku çalışacak nerde adeta dağ fare doğuruyor, “2 hafta maçlara girememe cezası”, komedi… Bu kutsanmışlık içinde bu kabil insanların bu kadar saldırganlıkla yetinmesini de bir kar olarak görmekten başka bir şansımız kalmamaktadır. Maçların yaratılan atmosferlerde oynanması esnasında normal hayatta son derece sakin, sessiz ve akıllı görünümlü deve dişi gibi insanların adeta kendilerini kaybedercesine illizyona kapılmaları ve örneğin 2 samimi arkadaşın karşıt takımların taraftarı olması halinde birbirlerine karşı takındıkları tavır mide bulandıracak noktaya tırmanmaktadır. Futbolun kendisinin afyon etkisi yaratmasının yanında asıl etkisi diğer olaylara türban geçirilmesine yol açabilmesi, muktedirler tarafından en fazla desteklenen ve köpürtülen yanıdır. Milli maç dönemlerinde, bu milli görevdir yorumu yapıp alkış bekleyen aktörlerin işin paraya döküldüğü prim tartışmaları tarafında milli görev yorumunu bir kenara bırakıp, şundan aşağı olmaz, bundan yukarı olmalı pazarlıklarına kolaylıkla girebilmeleri bile konunun ne türden bir milli görev algısına tekabül ettiğini göstermektedir. Futbolcuların çok büyük paralar ile transfer edilebildiği, Canım Yurdumda bile naklen yayın ihalesinin 2 milyar dolar civarında bir bilançoya ulaşabildiği, Rıdvan Dilmen gibi spor yorumcularına yıllık 5 milyon dolar ödenebildiği, kaldı ki bu zat gibi bu ülkede en az 25 milyon insan vardır, ortamlarda sporun toplumsallığı illizyon yaratmanın dışına asla ve kata çıkamayacaktır. Hiç unutmuyorum, Sovyetler Birliği döneminde katıldıkları 1982 dünya kupası finallerinde turnuva gol kralı olan futbolcusuna tebrik ve takdir için gönderilen 100 doları duyan bizim önemli zevatımızın hor görmeleri gazetelerin spor sayfalarını günlerce işgal etmişti, bu ekip etik, ahlak ve sporun erdemi üzerine koca koca laflar ettiklerini hemen unutabilmişlerdi… Şimdilerde bakıyorum da aynı zevat ortaya saçılan şike kayıtlarına, iddialarına ve mahkeme kararlarına karşın hala ve utanmadan “aman dikkat futbol çöker” gibi abuk subuk laflar etmekte, adeta aman futbol çökmesin de isterse toplumun tüm ahlaki değerleri çöksün demektedirler, ahlaksızlığın bu kadarı da ancak futbol yorumculuğu ile gerçekleşebilmektedir adeta… Ama bu işin de cılkı çıktı artık, eskiden bir maç izlemek için hafta sonu beklenirdi, şimdilerde her gün, her saat herhangi bir TV kanalında maç seyredilmek mümkün, buna paralel olarak ta afyon alma seansları uzamaktadır.

Artık dünya tek kutuplu dünya da oldu ya, sömürünün ve baskının artışına doğru orantılı bir biçimde daha da öne çıkarılıyor futbol haliyle, peki bu şişirilmiş ve abartılmış bütçelere dayanması mümkün mü, peki bu gidişle futbol çöker mi, bilemiyorum ama gelen sinyaller hiç te olumlu değil…

Son olarak; yıllar önce Devekuşu Kabare’de geceler oyununda duyduğum müthiş, “insanların rüya görmesini engellemeyin yoksa gerçekleri görürler” ile yakınlarda kaybettiğimiz futbol emekçisi Metin Kurt’un “Futbol borsada değil arsada oynanır” sözleri ile konuyu bağlayalım. Anlayana…


Çarşamba, Eylül 11, 2013

12 EYLÜL HUKUKU

(DÜN İYİ İDİ DİYENLERE)
Zulüm İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri; genelde Dünyaya özelde de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik tek hükümranlık politikaları çerçevesinde oluşturduğu “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde kuşağın coğrafyasına denk gelen ülkelerinden Türkiye’de 12.Eylül 1980 de; “içimizdeki Amerikan çocukları” ve tarihe eli kanlı 5’li çete olarak geçen ve tüm dünyada bir avuç destekçileri hariç nefretle kınanan faşist cunta tarafından bir darbe gerçekleştirilmiş ve Amerikan çıkarlarına hizmet etmede kusur yapmayacağı taahhüdünü yenilenerek, içine düşülen ekonomik krizden çıkmanın anahtarı gibi sunulan 24 Ocak kararlarının katıksız uygulanabilmesi için mıntıka temizliği yapalacağı sözü verilerek islamist politikaların ve politikacıların önü açılmıştır. Kemalizm bile hedef tutularak başlanan ve esasen de solun tüm renklerine kadar geniş bir yelpazede, inanılmaz bir intikam saldırısı olarak bilinen ve bugün ülkemizde yaşanan tüm sorunların temelini oluşturan bu faşist darbe, bugün temsilcileri konumundaki iktidar sahiplerine dikensiz gül bahçesi bırakan bu cunta ve başındaki faşistler bu ülkenin insanları tarafından asla ve kata unutulmamalıdır, unutulmamalıdır ki, ülkemizin son yüzyılda yaşadığı bu en büyük siyasi ahlaksızlık ve travma iyice anlaşılabilsin ve gelecek kuşaklara da anlatılabilsin. Yarattıkları tenkil, tedhiş ve tedip ortamı ile emperyalist talan, soygun ve yağmaya daha uygun alan açan “içimizdeki ABD’nin çocuklarından”, darbecilerinden, kontrgerillacılarından, gladiocularından hesap sorulmalıdır ve bugünkü ardılları olanlara da gerekli cevap verilip muhtemel gelişmeler için cesaretleri kırılmalıdır.

Bu baptan özetle anlaşılacağı üzere; bugün ülkemizde ne varsa 12 Eylül de kurgulanmış ve planlanmış olup, sendikal ve işçi hakkı daralmasından, özgürlük daralmasına kadar akla ne musibet geliyorsa mesnet ve gerekçe oluşturmuştur. Kısaca 12 Eylül halen devam etmektedir, günün gerekleri ve uluslar arası beklentiler bu yönde olduğu sürece de uzunca bir süre devam edeceği de anlaşılmaktadır.

Şimdi bakıyorum da bir kesim, bugün yaşananların canım Yurdumun geçmişinde hiç görülmediğinden dem vurarak sanki örtülü ve zımni bir 12 Eylül unutturmacasına çanak tutmaya çalışıyor, oysa dün de kötü idi bugün de kötü ve korkarım ki ahir ömrümüzde sosyal politikasını öne alan bir iktidar görmeyeceğiz herhalde. Ancak özellikle 12 Eylül döneminin, kelle avına çıkılmış paranoyasının bu kadar çabuk unutulması gelecek adına hepimizi açıktan korkutmalıdır, o günlerde yaşanan ve maalesef mecelleden bu yana hukuk nasibinin toplum adına hiç yaşanmamışları sahnelendi.

O dönem bir konuşmasında kendilerine muhtemel bir istihbarat ya da plan tatbikatı diktesi mucibince, eğer “5 Lİ ÇETE” yani MGK üyelerinden birine herhangi bir suikast yapılması halinde suikastı yaptığına karar verilen örgüt üyelerinin cezaevlerindeki tüm üyelerinin öldürüleceğinin kararını aldıklarını televizyondan tüm dünyaya açıklamıştı. Sonraları, dizginlerin uluslararası tertibin sözcüleri tarafından, taleplerine binaen görece serbest kalması ortamında da, ilk önce MHP milletvekillerinden Rıza Müftüoğlu’nun gündeme yeniden taşıması ve bilahare de sözde gazeteci Ali Kırca ile bir röportajında da hiç korkmadan tekrarlamıştır aynı görüşleri, “evet, Genelkurmayda böyle bir karar aldık ve bunu açıkladım ki, korksunlar, netekim bu yüzden de böyle bir şey de olmamıştır” diyerekten, ancak bir insanın cinnet halinde alabileceği bir kararı heyet olarak aldıklarının altını çizerek nasıl bir katliamı göze aldıklarını tekrarlamıştır. Peki, bunlar diğer tüm faşist diktatörler gibi böyle bir katliama hazır oldular diyelim, bunların gözünü kan bürümüş diyelim, çetenin başı Kenan Evren’e, hem de canım yurdumda hukuk adına ne varsa ayaklar altına almasına rağmen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2 Aralık 1982 tarih ve 4943 sayılı kararınca “Fahri Hukuk Doktoru” unvanının verilmesini hem de ittifakla alınan bir kararla verilmiş olmasını ve aynı gün her fakültenin dekanın, birer öğretim üyesinin, yüksekokul müdürlerinin ve rektör yardımcılarının katıldığı İstanbul Üniversitesi Senatosunca da hukuk doktorluğu yetmezmişçesine oy birliğiyle “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu (Honoris Causa)” verilmesini nasıl izah edeceğiz. Hani bugün adalet ne hale geldi diye hayıflanan, dövünen ve bağıranlara göre bu durum nasıl izah edilebilir acaba? Aman kimse bana o dönem başkaydı demesin lütfen, dün ile bugün arasındaki fark sadece şekildir… Hem de şimdilerde hukukçu diye ortalıklarda vızır vızır dolaşanların önemli bir bölümü bu rezalet paye taltifini öneren ve hazırlayanların rahle-i tedrisatından geçmişken, nasıl olurda bu görmezden gelinir, anlamak mümkün değil… Hele bir de kararın gerekçesine bir bakım, “Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren'e ilmi kıymet ve meziyetlerinin tebcili için "fahri profesörlük" payesinin tevcihine karar verilmiştir.” Tam bir rezalet…

Peki, hiç hukuk öğrenciliği yapmamış olanların bile kolayca bilebileceği üzere, örneklerinin yüzlerce yıl gerilerde kaldığı, hukukun en önemli düsturu suçun kişiselliğinin ayaklar altına alındığı bu davranışı bir üniversite hocası olarak, deve dişi kabilinden olan koca koca Prof lar, Doçentler bilmez mi idi? Bilmemeleri mümkün mü, bilirler hem de domuz gibi bilirler, ama yağcılık ve yalakalık unvanı kazanılma karşılığında düzenlenen bu kâğıt parçasının ne önemi vardır bu zevat için. Nasıl olsa kimse onlardan bu rezaletin hesabını soramazdı hatta sormayacaktı. Yaklaşık 5 yıldan beri, o dönemdeki İstanbul Üniversite’si Hukuk Fakültesi Fakülte kurulu üyeleri ile İstanbul Üniversitesi Senatosunu oluşturan bu zevatın kimler olduğunu öğrenme konusundaki tüm girişimlerim maalesef olumlu sonuçlanmamıştır. Çok merak ediyorum acaba bu heriflerden arta kalanlar kimler ve bunlardan hangileri nerelerde hangi paye ve unvanlarla görev yapıyorlar ya da akıldanelik ediyorlar, acaba geçmişte katkı verdikleri bu subuk karar için pişmanlık duyuyorlar mı vs. vs. görüşüme göre bunların her birinin adı unutulmamalı ve unutturulmamalı… Eğer yaşamıyorlarsa da mirasçılarından özür dileyerek tüm bu kelamları ediyorum, aralarında aklı başında insanların varolma ihtimalini göz önünde tutarak tabii ki. Tarihin her döneminde İstanbul Üniversitesi bu kabil gerici ve faşizan görüşlerin etkisi altında kalmıştır, ama bu seferki bu kadar da kolay açıklanacak cinsten değil Vallahi. İstanbul Üniversitesi alnındaki bu kara lekeden kurtulmak için behemehal, bu unvanı geri alma kararı almalıdır, aksi takdirde bu kamburla anılacaktır hep…

Neymiş demek ki, suç ile hiçbir ilişkisi olma ihtimali olan binlerce insanın katli için karar almış, diktatörlerin başı için örnek hukukçu anlamı da taşıyabilecek paye taltif kararı veren hukukçular da varmış geçmişte, şimdi de bol miktarda örneği olduğu üzere… Aslolan, demokratik, ahlakı yüksek ve hiçbir zaman utanç ve pişmanlık duyulmayacak kararlar üretebilmek, namusu asla tartışılamayacak karar üretecekleri yetiştirebilmek, aksi sadece ve sadece utanç müzelerinde resim olarak kalacaktır geleceğe… Üstelikte artık faşist askeri darbenin üstünden yaklaşık 1,5 yıl geçmiş artık, işkence de ölenler, sokakta sürek avı neticesinde öldürülenler, tutuklu sayılarının milyonu aşmış olması, idamların durmadan gerçekleşmesi gibi gayri hukuki keyfi uygulamaların ayyuka çıkmasına ve yok ben duymadım, yok ben görmedim demenin mümkün olmadığı bir ortamda olmasına rağmen bu rezalet yaşanmıştır.

Pazar, Eylül 08, 2013

MUTAVVA

Suudi Arabistan'da günlük yaşam içerisindeki tüm faaliyetlerin İslam dininin Vahabi yorumuna uygun olup olmadığını denetleyen din polisinin bilinen adı “Mutavva”dır ve genellikle 2 şerli ekip halinde, sakallı, cüppeli ve değnekli aynı zamanda asker ya da polis korumalı bir biçimde gezerler, insanların ve de özellikle kadınların ve yabancıların şeriat kurallarına uygun yaşayıp yaşamadıklarını denetlemek ve gerektiğinde ya da uygunsuzluk tespit edildiğinde derhal müdahale etmekle görevlidirler. Kısaca görev tanımları ne olursa olsun, pratik olarak, kadınların çarşaf giyip giymedikleri veya giymişlerse dahi kurallara ne kadar uygun giyindikleri, mutavva tarafından projektöre yakın gözlerle itina ile izlenir bu zındık, münkir ve münafık soylarının davranışı, ilaveten tam anlamıyla bir erkek toplum olsa bile, görev sadece kadına müdahale etmekle sınırlı olmayıp, namaz vakti sokakta gezenleri yakalayıp camiye namaza getirmek, vakit kaçmışsa da kaza namazı eda edilmesinin şartlarının yaratılmasından sorumludurlar. Hele hele Laikliğin kalesi diye adlandırdıkları Türkiye’den biri iseniz ve hafifte olsa kural ihlali yaptıysanız hele namaz kaçırdıysanız bunun burnunuzdan fitil fitil geleceği aşikârdır ama başta yabancılar olmak üzere kuralların sıkılığına itiraz eden yerlilerde işin kolayını bulmuşlar, hemen namaz vakti biniyorlar arabaya “seferi” duruma geçerek durumu savuşturuyorlar… Bir boyutu ile de, Osmanlının “istemezük” diye başkaldıran yeniçeri ocağı gibi dayatma sahibidirler, yönetime bile müdahale hakları vardır bir dereceye kadar, genel yönetimi fazlaca hedef tutmazlarsa “hacı kıran baş kesen” rolünü oynamalarına her daim müsamaha ile bakılmıştır. Bildikleri en önemli 2 kelime ise; “Hijappp” ve “Sela” olup, bu ülkede yaşanacaksa herkesin evvel emirde bilmesi gereken 2 kelimedir de aynı zamanda, biri örtün diğeri ise ezan anlamındadır.

Arapçada, itaat ettirmek, boyun eğdirmek kökünden üretilen “Mutavva” kelimesi ile bilinen bu dini polis ekibi, Suudi Arabistan’da “Fazileti yükseltme ve günahı önleme komisyonu” resmi adı ile anılmaktadır. Bu kelimelerin sihirli kıvrımına bakarak Suudi Arabistan’da çalışıp oranın cennet olduğunu düşünenler de din polisi diye bir şey yoktur olamaz da, diyorlar ama tabii ki bu itiraz “zevahiri kurtarmaya” yetmiyor…

Son dönemde basını sıklıkla işgal eden Suudi Arabistan mahreçli fetvalara bakılırsa, “Fazileti yükseltme ve günahı önleme komisyonu” nun görevleri sadece kadın-erkek ilişkilerine sıkışmış kalmış gibi görünmektedir, sanki bu komisyonun anayasasında; kadınlar edepsiz, hayasız, sadece erkek düşünürler ve düşkünüdürler, onları nasıl ayartırım, nasıl yoldan çıkarırım dışında bir şey düşünmezler, erkekler ise Alimallah korumasız(!!!), yolda yalnız yürüyen bir kadın görürlerse hemen saldırırlar, bir kadın ve bir erkek kamuya açık bir yerde dahi bir araya gelirlerse zina yapılır yaklaşımı, bulunmaktadır. Nedir bu kadın ve erkek ilişkisi üzerine bu saplantı pek anlaşılmaz ama kadın üzerine bu kadar titizlenmelerine rağmen her Suudi erkeği çok eşlidir, ne yaman çelişkidir… Bir de bu durumu savunurken “canım ne var onlarda sevgilileri ile gizli gizli benzer hayatı yaşıyorlar” demezler mi, gülermisin ağlarmısın… Nasıl bir algılama oluşuyor bu kafalarda acaba, kadın ve erkek söz konusu ise eğer, varsa yoksa cinsel ilişki, bir toplumun böyle düşünme saikiyle bu kabil örgütler oluşturuyor olması asla ve kata makul olamaz, çok muhtemel ki sıkıntılı bir ruh hali ya da anlaşılamayan bir dünyanın dışa vurumudur… Gerçi canım yurdumda da benzer manzaralar fazlaca yaşanıyor ama görmek isteyene, kadın kameramanın görünen topuklarından tahrik olan milletvekillerinden başlayan, aynı denize giren kadın ve erkek zina yapmaktadırlar görüşüne kadar subuk düşünceler basında sıkça boy göstermekte ancak önemli bir kitle bu durumu görmek istememektedir ya da makul karşılamaktadır.

Suudi Arabistan’da çalıştığımız dönemde bir akşam bir AVM de dolaşırken, birden yanındaki askerlerle birlikle bodozlama üzerimize gelen mutavvalardan, pasaport kontrolü sonrasında neden durdurulduğumuzu sorunca “kadınlara bakıyorsunuz” gibi yanıt alınca, gülermisin ağlarmısın, bir şey de diyememe noktasında, ülkeye henüz giriş yapmamızın hoşgörülme gerekçesi oluşturması hasebiyle, sert uyarılarda bulunarak yanımızdan ayrılışlarını müteakip arkadaşlarla etrafımızda kadın olup olmadığı sorusunu birbirimize sorarak gülmüştük, oysaki etrafımızda bulunan kadınların hiçbir taraflarının açıkta olmaması nedeniyle, genç mi, yaşlı mı, çocuk mu ya da gerçekten kadın mı olduklarını bilebilmek için müneccim olmanın kaçınılmazlığı ortadayken… Ayrıca bu mutavva’ların bir başka ulvi görevi daha var, ülkeye yabancı menşeli gazeteler bunların denetimde girmekte ve büyük bir özenle ve üşenmeden, kendi kurallarına uygun giyinmemiş kadınların poz verdikleri gazete haberlerinin boyanarak sansürlenmesi, eskaza boyanmamış mezkür fotolardan birinin olması durumunda bu işle görevli kişilerin cezalandırılması bu baptan olup, bu ahvalde gel de gazete okumaktan keyif al, gazeteler bir geliyor önemli bir bölümü boyanmış, boya başka taraflara da bulaşmış, ne gam…

Suudi Arabistan’da öğrenebildiğimiz kadarı ile yaklaşık 25.000 Mutavva’nın varlığından bahsedilmektedir sayının azlığı önemsenmelerini hafifletmez yaklaşık 5.000 prensin olduğu bir ülkede bunların etkinlikleri inanılmazdır. O kadar etkindirler ki, 2002 yılında Mekke’de bir kız okulunda çıkan bir yangından kurtulmaya çalışan 15 genç kızın, dini kurallara uygun giyinmedikleri yani çarşaf ve başörtüsü giymedikleri gerekçesiyle, dışarıya çıkmalarına izin verilmemiş hatta çıkmaya çalışanları da döverek içeriye tekrar sokmuşlar ve hatta itfaiye ekipleri tarafından kurtarılmaları da engellenmiş, itfaiye ekiplerine “kızlar uygun giyimli değil içeriye giremezsiniz, onlara dokunamazsınız” diyerek ölümlerine yol açılmıştır.  Peki, sonuç ne oldu derseniz çocukların ailelerinden az biraz tepki o kadar. Tıpkı bizdeki Konya yatılı kurs misali, konu kapandı gitti…


Suudi Arabistan’da Vahabi öğretisinin getirdiği katı kurallar toplumsal yaşamın en önemli damgası olup mahremiyet çok büyük öneme haiz olup, restoranlar, AVM’ler, kafeler mutlaka aileler için ayrı bir alan düzenlemekte hatta bir kısmı ayrı giriş kapılarına sahiptirler. Canım Yurdumun bir dolu kentinde benzer görüntüler yaşanmakta ve korkarım ki bu görüntüler durmadan da artacaktır çünkü katı ve metodik dinsel yorumlara dayalı, hayata bu cenahtan nizam verme iştah ve arzusu arttıkça benzer tanıklıklarda artacaktır. Muktedirlerin her gün her an herhangi bir şeyleri bahane ederek yeni düzenlemelere yönelmesi de ne yazık ki kanıksanır hale gelmekte ve şeriata pupa yelken rota tutturma konusunda toplumsal fren oluşturması beklenen bariyerlerde birer birer aşılmaktadır. 

Pazartesi, Eylül 02, 2013

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

DEJAVU
Dünya kaynaklarının sömürülmesi için ABD ve AB tarafından kurgulanan ve yürütülen politikaların acımasızlığı ve kaynak daralmasına paralel acımasızlığın daha da artmasına tepki olarak sömürüye ve baskıya direnen unsurlara rağmen savaş, katliam ve soykırımlar ne yazık ki devam etmektedir. Emperyalizmin yeni sömürgecilik evresinde oluşturduğu talan ortamında, talep edilen barış ve demokrasinin de anlamı, geniş kitleler tarafından yoğun savaş histerisinin yarattığı kara propaganda karşısında pek anlaşılamamaktadır. Uyuşmazlıklara, sömürüye karşı duruşlara, emperyalizmin kendi ekonomik gerçeklerinden ötürü adaletli olması ya da en azından hoşgörülü olması, anlaşmazlıklara barışçıl ve adil çözümler araması gibi bir şık hiç olamamaktadır ve de bu düzen sürdüğü sürece de olamayacaktır. Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları, uyuşmazlıklara, anlaşmazlıklara, adaletli ve barışçı çözüm taleplerine karşı, tüm dünyada silahlı güce dayalı baskı, şiddet, savaş ve yok etme yöntemlerine, sömürünün devam edebilmesi adına sürekli başvurmaktadır. Salt bu yüzden; barış, demokrasi, eşit ve adil paylaşım, sömürüye karşı durma, insan hakları söylemi; Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları tarafından hoş görülmeyecek ve yok edilecektir.
Bugünlerde de; canım yurdumun muktedirleri tarafından da yürütülen BOP eşbaşkanlığının, Savunma Sanayi destekleme fonu, Milli Savunma Bakanlığı bütçesinden direk ve endirekt, örtülü ödeneklerden gerek iç savaşa gerekse de dış savaşlara aktarılan, hem de yoksulluk ve yolsuzluklar içindeyken, mali büyüklükler barış adına moral bozucu noktalardadır ne yazık ki… Bu duruma bakmaksızın eşbaşkanlığın görevi adına önce Tunus, sonra Libya daha sonra Mısır şimdi de Suriye’de her türlü katakulliye yatıp, savaş çığırtkanlıkları yapmaktadırlar, hem de öyle bir çığırtkanlık ki, adamları sınırlı operasyon bile kesmiyor, sonuna kadar taş taş üstünde, baş baş üstünde kalmasın edasıyla bağırıp duruyorlar.  Emperyalistler ve bu coğrafyadaki yalakaları Irak’ta kimyasal silah vardır diye ortaya attıkları yalanlara benzer yalanlarla adeta hepimizi keriz yerine koyarak şimdi de Suriye’yi “kimyasal silah kullandı” palavralarıyla, yakmanın, yıkmanın idmanlarını yapıyorlar. Bir yandan “BM’in Kimyasal Silahları Araştırma Heyetinin raporunu bekliyoruz” deyip aynı anda içerideki terör faaliyetlerine destek verip diğer yandan saldırı hazırlıklarını tamamlıyorlar ve bizim niyetlerini anlamadığımızı varsayarak bize de hikâye anlatıyorlar, yok kongreden karar çıkacakmış, yok BM güvenlik konseyinden karar çıkacakmış vs. vs. yahu be adamlar bizimkilerin ne dediğini görmüyor musunuz sizin adınıza…  Türkiye dış işlerine hakim zihniyetin batılı mahfillerin fikirlerine angaje olmuşluğu bu seviyede olunca, yapılacak bir şey kalmıyor geriye…
Bu yazı kaleme alınırken “1 Eylül dünya barış günü” etkinlikleri sona ermiş, belki de emperyalist güçler ve bu topraklardaki işbirlikçileri tarafından komşumuz Suriye’ye büyük bir saldırı başlamış ta olabilecektir.
Canım Yurdumun çok uzun yıllardır kaderine hakim olan batılıların çıkar ve saldırı politikalarına angaje zihniyet, hep kendini bir önceki dönemin devamı ve takipçisi diye adlandırmıştır ve adeta noter görevi yapan vatandaşımızın da teveccühüne mazhar olmuştur. Mevcut muktedirlerin öncül tayini yaptıkları 1980’lerin muktediri Turgut Özal’ın Irak’a karşı nasıl husumet gösterdiği uluslar arası sömürü çarkının jandarmasının saldırgan politikasına nasıl eklemlendiğini herkesin dün gibi hatırlayacağını bildiğimden, mevcutların en önemli öncül saydıkları Adnan Menderes’in bu konudaki nasıl bir öncül olduğunu gösteren “Kore Savaşı”nı yazmak istiyorum.
Demokrasi, özgürlük ve insan hakları vaat ederek 1950 yılında iktidar olan DP (Demokrat Parti) ve Adnan Menderes, sanki iktidara gelişinin 2. ayını kutluyormuşçasına bir skandal karara imza atmış, Büyük Millet Meclisine danışmadan, üstelikte anayasa emri olmasına rağmen meclis kararına ihtiyaç duymamış, hatta muhalefet partilerine bile görüş sormaksızın, savaşa dâhil olma kararı almıştır.
Dünya halklarının emperyalizmin sömürüsü altında bulunmayı ret etmeleri her zaman olduğu üzere, emperyalist jandarma ABD nin gadrine uğramaları için yeterli bir neden oluşturmuştur. 2. paylaşım savaşı sonuçlandığında mağluplardan Japonya işgal ettiği Kore topraklarından çekilmekteydi, benzerlerinin Avrupa kıtasında da yaşandığı üzere Kore Korelilerin tüm karşı çıkışına rağmen ne yazık ki Kuzey ve Güney Kore diye 2 ye bölünmüştü, Güney Kore’nin Amerikan, Kuzey Kore’nin de Sovyetler Birliği desteği aldığı aşikâr olup, Kuzeyde 1948'de Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nin oluşması ve izlenen sağlıklı politikalar ile Güney Kore’de aynı politikaların cazibesi artmıştır. Bu bağlamda yaşanan iç savaşa, ABD önderliğindeki emperyalist takım mezkûr coğrafyaya müdahale etmek ve olası politik ve psikolojik sorunları oluşmadan boğmak ister. Bu uğurda da bu olay öncesinde ve sonrasında, her daim ABD’nin bir bakanlığı gibi çalışmakta olan Birleşmiş Milletler “Güvenlik Konseyi” daimi üye Sovyetler Birliğinin katılmadığı bir toplantıda Kore’ye asker gönderme kararı alır ve savaşın resmen tarafı olur.  ABD ve Müttefiklerinin savaşa katılması ile artık savaş uluslar arası bir hal almıştır, bir tarafta ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Filipinler, Fransa, Hollanda, Türkiye, Yeni Zelanda, Belçika, Lüksemburg, Yunanistan, Tayland ve Güney Afrika, diğer tarafta ise Çin ve Sovyetler Birliği savaşın aktif savaşanlarıdır. Skandal karar neticesi savaşa katılan Türkiye ise; 4.500 kişilik kuvvetle katılır ve ne yazık ki 37 subay, 26 astsubay, 658 er olmak üzere toplam 721 şehit, 2147 yaralı, 346 hasta, 234 esir ve 175 kayıp vererek savaşı tamamlar.
Muhalefet ise savaşa katılma kararının alınma şekli dışında herhangi bir şeye itiraz etmez sadece Meclis kararı alınmadı diye gensoru verilir, ama bugünkülerin benzeri bir tablo o günde hâkimdir ve Başbakan Adnan Menderes; yeni güvenlik konsepti gereği Türkiye’nin NATO’ya girmesinin kaçınılmazlığı iddiasıyla, girişi hızlandırmak ve kolaylaştırmak için bu kararı aldıklarını ve bunun için Meclis kararı almaya lüzum görmediklerini açıklarken; “Kore savaşına katılma kararı Bakanlar Kurulunun ittifak kararıyla alınmış, anayasanın ihlali söz konusu değildir, biz gördük ki ülkemizin selameti uzun vadede sayısız riski göze almada ve dış politikadaki inisiyatiflerimizi korumada yatmaktadır” demiş ve üslubu ve içeriği bugüne aynen miras bırakmıştır.
Diğer taraftan tıpkı bugün olduğu üzere aktif olarak barışı savunanlar ağır saldırılara hedef olmuşlar, Barışseverler Cemiyeti bildiriler dağıtarak ciddi biçimde gizlenmiş olan bu kararı halka duyurmuşlar ve Barışseverler Cemiyeti üyeleri “kararı tenkit etmek, milli mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici beyanname neşretmek” ile suçlanırlar ve Askeri mahkemede yargılanırlar ve sonuçta da 3 yıl 9 ay hapse mahkûm oldular; askeri temyiz mahkemesinin kararı bozması ile 15 ay hüküm giydiler.
Büyük şair Nazım Hikmet; Kore’de şehit olan bir subayın Menderes’e söyledikleri diye aşağıdaki şiiri yazar.
DIYET
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki gözünüzle bakarsınız,
İki kurnaz,
İki hayın,
Ve zeytini yağlı iki gözünüzle
Bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
Ve topraklarına çiftliklerinizin
Ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki elinizle okşarsınız,
İki tombul,
İki ak,
Vıcık vıcık terli iki elinizle
Okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
Dövizlerinizi
Ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
İki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
Ve bütün kaygınız
İki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
Halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
 
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
Vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
Ve ben al kan içinde ölürken
Çığlığımı duymamanız için
Kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
Ölüler otomobilden hızlı gider,
Kör gözlerim,
Kopuk ellerim,
Kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum Adnan Bey,
Göze göz,
Ele el,
Bacağa bacak,
Diyetimi istiyorum,
Alacağım da.

Cumartesi, Ağustos 24, 2013

BİR SANDIKLA GELME HİKÂYESİ

Geçen haftaki yazımda, muktedirlerin; şeytanı bile çileden çıkaracak “sandıktan geldik, sandıkla gideriz” kara propagandası üzerine görüşlerimi aktarmış idim, bunların öncülleri de ardılları da birdir, aynıdır kesinlikle de aynı teranenin arkasına sığınırlar, ahir ömrümüzde, “bulun 226 yı gelin” diyen somun pehlivanları ile başlayan bu yaklaşımların “sandıktan geldik” biçimine evrilmesi son derece doğal ve kaçınılmazdır, literatürde bu yaklaşımların adının ne olduğunu herkeste açıktan bilir, bu nedenle işin teorisine yönelik fazlaca kelama gerek yoktur.

Hani çok sıkışınca ve gerçeklerin çarpıtılması ihtiyacı doğunca kolayca ve rahatlıkla söylenen “sandıkla geldik sandıkla gideriz” edebiyatı var ya, hani sadece kendileri sandıkla gelmiş görüntüsü verip her şeyi yapma hakkı elde ettikleri iddiasında bulunan bu zevatın öncüllerinden birisinin, sandıkla gelip sandıkla gitmediği üzerine bir hikâyesi vardır ve bu hikâyeyi herkes bilir ama unutmuş olanlara hatırlatmak, hafıza tazeletmek adına yazalım dedik… Hani bu zevat Suriye’den demokratik adım atmasını talep ettikleri iddiası taşıyorlar ya, kendilerinin destek aldıkları ya da kendilerini yırtarcasına destekledikleri ya da üzerlerine toz kondurmadıkları Suudi Arabistan’da, Katar’da demokrasi varmışçasına ya da bizim bunları bilemeyeceğimiz düşüncesiyle bunları rahatlıkla söylerler ya kara propaganda adına ve Göbbells’e inat… Hani meslek odalarının yönetimleri de seçimlerle gelmişlerdir ama onların bu umurlarında değildir, neden, çünkü onlar ya da destekledikleri seçilmemişlerdir öyleyse onlar seçimle gelmemişlerdir, hava ve tava bu işte kendilerine göre…

Dönem 27 Mayıs cuntası sonrasıdır, siyaset arenasına güdümlü sürülenler dışında bir de destekli sürülenler vardır ve bunlar siyaseti önceleri kurallarına göre yapmaya başlasalar da, kuyruk sıkışınca kuyruk sıkışıklık ölçüsünde toplumu sıkıştırmaya başlarlar, bu sıkışıklıkta burjuvazinin temsilcisi sen olacaksın ben olacağım kavgası içinde, taşlar yerine oturur, birisi uluslararası sermayenin ve yerli ortaklarının, diğeri de Anadolu burjuvazisi diye adlandırılan, aslında diğerlerine kızarak yerine göz dikenlerin, temsilcisi olmuş gibi pozisyon almayı tercih etmişlerdir… Bu renkli simalardan birisi Süleyman Demirel diğeri de Necmettin Erbakan’dır… Dönemin Amerikan destekli güçlü partisi AP (Adalet Partisi) dir ve cunta sonrası organize olan ve Menderes’in DP (Demokrat Parti) sinin devamı iddiası ile politika yürütmektedir, partinin başına da hemen cunta sonrası olduğundan cuntacıların tasfiye etmelerine rağmen yine de hoşuna gidebileceği düşüncesi ile eski 3. Ordu komutanlarından Ragıp Gümüşpala getirilmiştir, partinin ağır toplarından birisi hatta en önemlisi ise Sadettin Bilgiç’tir ki, Bilgiç Ailesi, Süleyman Demirel’in hemşehrisi olarak elinden tutup bürokraside ve siyasi hayatta yükselmesinin yegâne aracıdır. Tarihe, sadece taraftarları tarafından “barajlar kralı” ya da “baba” diye anılarak geçtiği iddia edilen Süleyman Demirel artık Morrisonluğun kendisini kesmemesi üzerine, amerikanperverliğini daha iyi icra edeceği ya da sergileyeceği evvela AP başkanlığı bilahare de Başbakanlık koltuğu hedefi ile genel başkanlık yarışına girişince, rakibi konumundaki Sadettin Bilgiç’in de Necmettin Erbakan ve arkadaşları tarafından desteklenmesi ve nihayetinde de seçimi kaybetmeleri üzerine, Erbakan’ın aktif siyaset hayatı şimdilik olmak kaydıyla sona eriyordu.

Necmettin Erbakan; 1956 da kurucuları ve ortakları arasında olduğu “Gümüş Motor” şirketindeki faaliyetlerine ve akademik kariyerine ağırlık verir bu boşluklarda, ancak kaptan köşkünde bulunduğu şirketin, yanlış yatırımlar yapılması ve üretim süreçlerindeki yaşanan mali ve idari problemlerde en büyük rolün kendisinde olduğu kanısına varılınca, aralarında Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun bulunduğu hissedar tarikatdaşları tarafından istifaya zorlanmış ve bir şekilde de şirket ile ilişkisi kesilmiştir. “Gümüş Motor” Şirketinin adı da, tarikatın merkezinin “Gümüşhane Tekkesi” olması hasebi ile düşünülmüş olup, tek ve en önemli üretimi ise “Pancar motor”dur, önceleri darbecilerin de desteğini alan bu üretimler çağa ve piyasa koşullarına uyamayınca hedeflenen gelişmeyi gösterememiştir ve macera fiyasko ile sonlanmıştır.

Necmettin Erbakan’ın Süleyman Demirel ile arasının yukarıdaki satırlarda bahsedildiği üzere bozulması konusu, Erbakan’ın taktik çekilmesi ile dönem itibariyle görünürde tekrar düzelmiştir ve artık Başbakanlık koltuğunda oturan Demirel’in desteğine de muhtaçlık söz konusudur, aralarındaki görece barış sürecinde, Amerikan emperyalizminin elde alternatifler olmalı kabilinden değerlendirmelerine müteallik mezkûr dönemde gizli destekleri almaya devam edecektir, direk ya da endirek... Hatta o kadar destek almıştır ki Başbakan Demirel’den, bir söyleşisinde kendisi için; “Benim çok yakın arkadaşım kendisi. Zaten onu sanayi odası genel sekreterliğine de ben getirdim” diyebilecek kadar konuyu derinleştirmiş ve tekzip edilmeyen bir açıklama bile yapmıştır.

Siyasi hayatta tutunabilmenin yolunun kendisi açısından, Sanayi Odası içindeki faaliyetlerden geçtiği analizi neticesi, taa MNP (Milli Nizam Partisi) ni kurana kadar, önce ve sırasıyla 1959 da İstanbul Sanayi Odası Makine İmalatçıları Sanayi Meslek Komitesi Başkanlığına, 1966 yılında Genel Müdürü olduğu Gümüş Motorları daha ehven şartlarda satabilmek için ithal kotalarını düzenleme yetkisini elinde bulunduran Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığına, buradan ise aldığı ya da alınmasında önemli rol aldığı kararların Odalar Birliği Genel Sekreterliği tarafından uygulanmamasını engel görerek, bu kez de Genel Sekreterlik görevi hedeftir ve gerçekleşir o da, bilahare de Genel Başkanlık hedefe girince Genel Sekreterlik koltuğunu doldurduğu dönem içinde bunun gerçekleşmesi için her türlü altyapının ve kulisin hazırlıklarını yapar ve nihayetinde de o da gerçekleşir. Seçimlerin iptali konusunda yapılan girişimler neticesinde, Danıştay; girişimcileri haklı bulur artık başkanlık yargı kararı ile iptal edilmiştir, Danıştay girişimcileri haklı bulur bulmasına ama hani “sandık ile geldik sandık ile gideriz” ve “hukukun üstünlüğüne inanırız” diyenlerin öncülüdür ya, ortada yargı kararı olmasına rağmen başkanlığı bırakmaz ve ne yazıktır ki başkanlık makamı bu işgalden emniyet güçlerinin birkaç günlük çalışması neticesinde hak sahibine teslim edilmek üzere geri alınabilmiştir, işte durum budur görüleceği üzere bu kafa seçimle gelir ama seçimle gitmek ister mi, vallahi yukarıdaki hikâyeden anladığınız kadarı iledir bu sorunun cevabı… Bu kafa için yargı kendi lehlerine karar verirse, o yargı kararıdır ve kutsaldır, değilse asla ve kata uygulanmaya değmez ve batıldır, seçim kendilerini muzaffer kılmış ise eğer, seçim meşrudur aksi takdirde zinhar…

Hikâyenin, ilim, irfan ve feyz bölümü yukarısıdır ancak hatırlamayanlar için mezkûr zatın siyasi hayatının bir bölümünü daha geliştirip bırakalım, bilindiği üzere TOBB ricatının üzerine aktif siyasi hayatta tutunabilmek için bu sefer Demirel’in başında bulunduğu AP ye milletvekili olmak hesabı ile kayıt yaptırmak ister ama oradan da geri çevrilir, artık bu ilişki ile köprüler atılmalıdır, Konya bağımsız milletvekili adayı olarak seçime katılır ve Konyalı tüccar ve Anadolu eşrafının büyük sermayeli esnaflarının büyük desteğiyle milletvekili seçilir, derhal kendi partilerini kurmak üzere çalışmalar başlar yoğun kulisler neticesinde, AP den transfer edilen birkaç milletvekili ile birlikte Nakşibendîlerin, Nurcuların ve Kadirilerin ittifakla desteğini alarak MNP (Milli Nizam Partisi) kurulur ve 1990 larda Başbakanlığı kadar uzanacak bir siyasi serüven başlar… Partinin kurulmasına ön ayak olanların ise, tarım ağırlıklı üretiminden sanayi ağırlıklı üretime yönelen kapitalizmin Anadolu’da her geçen gün ekonomik durumları bozulan küçük sermaye grupları, küçük toprak sahipleri, küçük esnaf ve zanaatkârlar; büyük kentlerde ise her geçen gün daha da yoksullaşan muhafazakâr emekçi kesimler ile Cumhuriyet’in laiklik adı altındaki uygulanan politikalarından muzdarip dindar kesimler olduğu göz önüne alındığında bu siyasi hareketin nasıl bir seyir izleyeceği taaa o günlerden belli idi, bu arada Amerikan Emperyalizminin toplumun bu kesiminin de zaptu rapt altında tutulması öngörüsü adına Türkiye Cumhuriyetinin Silahlı kuvvetlerinin en tepesindekilerin de vasıtası ve desteği ile 12 Mart faşist darbesinden korkusu nedeniyle yurdu terk eden bugünkülerin öncülü bu zat, 1971 de sığındığı İsviçre’den garantiler verilerek getirilip tekrar parti kurulmasına zemin hazırlanmış ve bu destek tüm söylenenlerin aksine sonuna kadar hiç değişmemiştir hatta o kadar ki bu destek ardılları içinde bir hayli cömert kullanılmış ve bugünlere kadar da taşınmıştır.

Son söz, ne diyor; Mark Twain, seçimlerin yani sandığın özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi”