Pazar, Ekim 28, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 8

“Üs yok, tesis var”
İçimizdeki Amerikalıların en önemli örneği olan pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında ki 7 kez gelmiştir, lakabı olan Morison Sülo’yu hak etmek için temsiliyetine hiç ihanet etmeden, tek beklentisi olan başbakanlık karşılığında, Canım Yurdumun geleceğini hiç umursamadan hizmete devam etmiştir, kendisini Amerikanlığa o kadar kaptırmıştır ki uğruna gerdan kırarak etmeyeceği kelam yoktur, laf doğru yanlış ne önemi var, asıl olan anı kurtarmaktır kendisi için, nasıl olsa hafızası kısa olduğu artık binlerce kez ispatlanmış biz vatandaşlar var karşısında. Emperyalist paylaşım savaşlarının 2. sinden sonra kapitalist dünyanın sömürgeleri nezdinde, emperyalizmin jandarması rolündeki ABD’nin sempati ile görülmesi, iyiliksever bir ülke ve kapitalist dünyanın en büyük düşmanı gibi gösterilen Sovyetler Birliği’ne karşı kapitalist dünyanın koruyucu ve kurtarıcısı olarak algılanması için yerelde ülke yöneticileri tarafından, saldırganlıkların ve katmerli sömürünün üstünün gizlenmesi ve hoş gösterilmesi çabası doruktadır artık, neden çünkü yerelde iktidarlar artık Amerikaseverlerin elindedir.
60 lı yıllar toplumsal bilincin tavan yaptığı yıllar, ben değil biz demenin ahlak olarak tariflendiği yıllar, tüm dünyada olduğu üzere bizde de bir gençlik hareketi olarak başlayan, ama genelde ABD’nin ahlaksız saldırılarının önemli katkısı olduğu, özel de Vietnam savaşının gençlik içinde yaşanan Kore savaşı faciasından da etkilenerek, “bizim savaşımız değil” gerekçesiyle reddedildiği ortamda, ABD de siyahların son demlerini yaşayan eşitlik mücadelesi, kısıtlanmak istenen Üniversite özgürlük ve hakları için ivme kazanan, katmerli sömürünün artık sırıtması, geniş halk yığınları da tarafından da görülmeye başlanması, fabrika ve toprak işgallerine kadar varacak bir muhalefetin oluştuğu dönemdir, Canım Yurdumda muhteşem ve muhterem zatın Genelkurmay Başkanı konumundaki yoldaşının “sosyal gelişmeler ekonomik gelişmenin önüne geçti” analizi yapmasını gerektirecek bir dönemdir. Toplumsal bilincin artması demek, bilincin eyleme dönüşmesi demektir artık, toplumun üzerine serilmiş ölü toprağını silkelemesi ile birlikte başlayan uyanış, genelde ABD’yi özelde de onların uzantıları ve karşılıksız sevenleri yerel muktedirleri harekete geçirmiş, karşılıklı ve farklı platformlara bağlı olarak, söz ve eylem düelloları hız kazanmış, cilaları dökülmeye başlamış ABD imparatorluğunun asıl pozisyon ve amacının gizlenebilmesinin zorlukları yerel muktedirleri akıl ve izan dışı yalan ve propagandalara sürüklemiştir. Canım Yurdumda hızlı yaşanan bu uyanış ve silkiniş, bir tarafı ile inanılmaz hızlı bir biçimde uluslararası yayınların takibi, görece serbest tartışma ortamı, Üniversitelerde başlayan antiemperyalist mücadele örgütlü mücadele haline evrilirken, artık çene suyu pilavın muhalefeti frenlemekte yetersiz kaldığını gören ABD ve içimizdeki Amerikalılar, bir taraftan bizzatihi devletin kendisi diğer taraftan da sivil uzantıları vasıtasıyla saldırılarını arttırmaktaydı. Artık canım Yudum insanı bir yanıyla da güncel politika da kendileri adına söz sahibi olsunlar diye TİP’i (Türkiye İşçi Partisi) Büyük Millet Meclisine göndermiş, küçük bir grup halindeki TİP temsilcileri tam da tariflerden gelen muhalefetini etkili bir biçimde yürütmekteydi, diğer taraftan içimizdeki Amerikalı oluşları bir türlü gizlenemeyenlerin deşifre edilmesi sürecinde; TİP artık halkın o güne kadar duymadığı bir takım gerçekleri seslendirmeye başlamış, o kadar ki hatta, bir gün TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar “Ülkemizde Amerikan üsleri var!..” diyerek yüklenince içimizdeki Amerikalıların dönem temsilcisi Muhteşem zat “Üs yok, tesis var!..” diyerek üstlenmiş olduğu Amerika’nın şirin gösterilmesi rolünü oynamaktaydı. O rolü o kadar başarılı oynadılar ki muhterem ve muhteşem zat öncülleri ve ardılları artık bugün canım yurdumda, Amerikan üsleri var denilebilecek bir durum kalmamış çok şükür ve Canım Yurdumu topyekün bir üs haline getirmişlerdir ve ne yazık ki vilayet sayısından fazla üs bulunmaktadır ve kimse de sormuyor artık “komünizm” de yok, neden diye. Canım Yurdumun kendi devleti içinde bol miktarda ABD eyaleti gibi çalışmaktadır bu üsler ama kimsenin de umurunda değildirler, zaman zaman çevre ülkelerden terörist nitelendirmesiyle uçaklar dolusu getirilen insanlara işkence için merkez, zaman zaman bölge ülkelerinde kullanılmak üzere gizli ordu eğitim merkezi haline getirilmiştir, ne gam ne tasa…
Ama en traji-komiği ise pek Muhterem ve Muhteşem zatın izahatlarıdır aslında; TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın Millet Meclisi’ndeki bir konuşmasında “35 milyon metre kare toprak işgal altında” diyerek Amerikan üslerini eleştirip bir soru önergesiyle de Amerika ile imzalanan ikili gizli anlaşmaların kamuoyuna açıklanmasını ister; tarihe geçecek şu açıklamayı yapar, “Baktık ki, Amerika ile yapılan gizli anlaşmaları tümüyle kapsayan bir dosyamız bile yok. Küçük rütbeli bir subayın, yüzbaşı düzeyinde bir Amerikalının imzaladığı anlaşmalardan tutun da, Türkiye’nin ABD’ye neler verdiğini içeren önemli anlaşmaların hiçbirinin metni elimizde değil”. Ama taraftarlarından ve ortaklarından kimse, “yahu nasıl oluyor bu, hani biz 17 devlet kurma geleneğine sahiptik” gibi kelam etmez. Körfez savaşı adıyla bize öğretilen ama aslında Irak işgali diye tarihe geçecek savaşta, aniden dünya basınında sınırlı da olsa ABD nin İncirlik-Adana üssünde atom bombası ve nükleer başlıklı bomba depoları var benzeri haberler çıkmaya başladı, necip Türk Milleti o zaman öğrenmeye başladı, kendisinden nelerin saklamaya çalışıldığını ama artık iş işten geçmiştir. Ama derler ya aşkın gözü kördür işte bu nedenle bu Amerikanseverlerin ve destekçilerinin gözleri kör olmuştur bu sevgiden (vallahi tamamen duygusal), bu ne aşk imiş be, ne aşkla bağlanmaymış be, üzerine binlerce kitap ve makale yazıldı gözü açılan yok.
Amerikan üssü ya da tesisi olmuş ne fark vardır da bu kadar önemseniyor bu farkın tebarüz ettirilmesi; aslında hiçbir fark yoktur pratik işleyişi ve çalışması açısından ama dönem antiemperyalist, antiamerikancı bir dönemdir, Vietnam savaşı başta olmak üzere Amerika’nın yaptığı her şeyin protesto edilmesi telaşa düşürmüştür bu amerikaperverleri, ABD Büyükelçisi Commer’in arabası bile temsiliyetine müstenit yakılmıştır, ABD 6. filosu protesto edilmiştir adeta bir kurtuluş savaşı benzeri ABD askerleri denize dökülmüştür. NATO ittifakıyız uydurmacısıyla vatanın her tarafında mantar gibi ABD üsleri tesis edilmiştir, kah NATO düşmanı ilan edilen Sovyetler Birliğini izleyeceğiz numarasıyla kah “etrafımız düşmanla çevrilidir” e inandırılarak, önceleri sadece lojistik destek verecek ekip ve ekipman derken sonradan fiili işgal güçleri konuşlandırarak ve propaganda ile de sanki Türkiye menfaati varmışçasına, aslında fiili durum vatanın her karışının işgalidir nihayetinde ama yerel muktedirlerin umurunda mı ki. Dün Sovyetler Birliğine karşı idi propagandasına karşın bugün İsrail’i İran’dan koruyacağız numarasıyla, ama fiili işgalin yürümesi için her dönem ama hep ehven yalan ve propaganda.
Emperyalizm ve yerel temsilcileri sömürü çarklarını çeşitli ama çelişkili yöntemlerle örtbas etmek istiyor dedik ya, bunun en önemli ayağı anlatılan masallara inanan insanlar bulmak sayılarını arttırmak onları partileştirmek, bu sayede de uyuşturup, uyutmaya devam etmektir. En çarpıcı ve açıktan sırıtan sömürü ilişkisini bile en masum anlatımlarla, hatta bunun bir bağımsızlık duruşumuşcasına yutturulması ve bunun toplumda büyük destek bulması ise çağdaş fareli köyün kavalcısı rolünün ne kadar muazzam yürütüldüğünün ifadesi olsa gerek. Peki; çağdaş fareli köyün kavalcıları muhteşem ve pek muhterem zat ile nihayetlendi mi, zinhar kendi izinden gelenler boynuzun kulağı nasıl geçebileceğinin ispatı gibi durmaktadır ortada,  dün de böyleydi, bugün de böyle ve korkarım ki değişmeyecekte.
Ne diyelim; bizi ve Canım Yurdumu bu vatan sevicilerin elinde oyuncak haline getirenlerin boynu altında kalsın.



Pazartesi, Ekim 22, 2012

SEVGİLİYE MEKTUPLAR


“Devrimi en çok, en güzel aşkları yaşamak için istedim” diyen, 12 Eylülün iç savaş koşullarında öğrenim hayatına devam edemeyen, sayısız defa gözaltılar yaşayan, 12 Eylül uyduruk mahkemelerinde idamla yargılanan, müebbet hapisle cezalandırılan, sonra da genel afla 1991 yılında bu esaretten kurtulan dostum Muhittin Çoban, “O büyük gün geldiğinde” ve “Bir aşk hikâyesi” adlı kitaplarından sonra 3. kitabı “Sevgiliye mektuplar” basımını gerçekleştirdi.
“Özlem” mengene gibi sıkan soğuk duvarlar arasında gün boyu yaşanan, derinden sarsan duygudur diye tarif yapan Muhittin; “Tozlu sokakları, sokak aralarında top koşturan çocukların ağulu seslerini, “kör olmayasıca, akşam baban gelir, görürsün sen’” diyen annelerin cazgırlığını, kaldırımlardaki insan selini, motosiklet seslerini, çamurlara bata çıka yürümeyi, kızlar köprüden geçerken suya atlamayı, sıçrayan suyla kızları ıslatmayı, önden tomurcuk memelerine, arkalarından yuvarlak kalçalarına şaşı oluncaya kadar bakmayı, faşistlerle kavgayı, mahallede olası faşist saldırıya karşı nöbet tutmayı, özgürlüğü özlersin ve varsa sevdiğin, sevdiğini özlersin. Kısacası yapamadığın her şeye karşı özlem yüklüsündür. Günler, aylar, yıllar uzadıkça özlemin daha da ağırlaşır, dayanılmazlaşır, ızdırap verir. Bir de sevdiğin uzaktaysa, gelemiyorsa her görüş günü görüşüne kaldırmaz, dayanamaz buna yüreğin, taşıyamazsın.” diye özetler özlemin boyutunu.
Başka bir yerde ise sevgilisine kavuşma özlemini “bir gün şu duvarları aşıp, tel örgüleri parçalayıp, tıpkı Ceyhan nehrinin denizle buluşması gibi, özlemle, çoşkuyla sana doğru akacağım ve sana kolundaki ülgerlerden, dudağındaki rujdan, gözündeki yaştan daha yakın olacağım. Sigaranın gri dumanı gibi, içine süzülüp taht kuracağım yüreğinde. İşte o zaman seni, özgürlüğüm kadar, kavgam kadar ölesiye seveceğim ve her mevsim açan hiç solmayan çiçeğim olacaksın benim.” diye tarifler.
Doğa: huzur
Huzur: yüzün
Yüzün: deniz
Deniz: saçların
Saçların: newruz
Newruz: özgürlük
Özgürlük: hedef
Hedef: gözlerin
Gözlerin: renk
Renk: tenin
Tenin: çiçek
Çiçek: gül
Gül: dudakların
Dudakların: mutluluk
Mutluluk: yanında olmak
Yanında olmak: kavga
Kavga: yaşamak
Yaşamak: başak
Başak: çoğalmak
Çoğalmak: söz
Söz: seni seviyorum;    olur Muhittin kardeşim için.


Yine bir başka yerde; Muhittin, “ilk anımsayışım, bugünün 8 mart oluşunu…. Bugün senin günün, bugün annemin günü, bugün ablamın günü, bugün çırçır fabrikasında çalışan kadınların günü, dayaktan inleyen, cinsel obje olarak kullanılan kadınların günü…” diyerek dünya kadınlar günü üzerinden hayalinde yarattığı meçhul sevgilisine özlemini anlatmaya devam ediyor.
Bir kartpostal yazımında şu cümleler yer alıyor; “bir tanem, bir bir tahliye oluyorlar profesörleri, emniyet amirlerini öldüren, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta katliam yapanlar; hayali ihracatçılar, vergi kaçırıcı vatanperverler ve adli (kader) mahkûmlar. Meclis, şartlı tahliyeyle bir kez daha ödüllendirmiş oldu vatanperverlerini. Biz “vatan hainlerine” ise, vatan hainliğine devam ettiğimiz için “yatın” dediler. Kavuşmamızı bir süre daha erteleyeceğiz, elimizde olmayan sebeplerden dolayı. Vatanımıza, milletimize hayırlı olsun. Sana da, bana da, bize de geçmiş olsun. Umutla kal… Aşkla kal… Daima benle kal aşkım…”
“Yalanlarla örülü bir yaşamın içinde, gelmeleri gitmeleri, duraklamaları, heyecanları, kavgaları, sevgileri inatla ve huzur içinde, hiçbir tedirginlik duymadan, doğallığıyla ve kanıksayarak yaşıyoruz” diyerek te sevgiyi genelleştirerek devam ediyor.
Kitap kolay ve hızlı aynı zamanda akıcı ve keyif alınarak okunacak nitelikte…
Kitapçılarda bulmak çok zor, D&R dan internet ortamında satın almak en kolay yol, kitabı edinmek isteyenler açısından…
İyi okumalar


Cuma, Ekim 19, 2012

BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI-2

23 Nisan 2012 tarihinde “BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI” başlıklı yazım üzerine mezkûr alanda mağdur olmuş okuyucularımızdan Mehmet Yerli bir mail gönderip derdini ve konu ile ilgili yaşadıklarını ve sonuçta oluşan mağduriyetini uzun uzun anlatmış ve olduğu gibi yayınlıyorum. Ben kendimi konu ile ilgili taraf addetmiyorum ama özellikle Çeşme genelinde gerek doğal gerekse de arkeolojik SİT konusunda zarar görmüş birisi olarak ta yaşananların facia boyutunda olduğunu da biliyorum. “Bizden” olanların konuyu sonuçlandırmaktaki hızını ve maharetini, “Ötekilerin” ise işinin görülme sırasının bir türlü gelmemesini hayretle izlerken, bu haksızlıkların önüne bir türlü geçilemiyor olmasını da iyi niyetle izah edilecek olmaktan çok uzak olarak değerlendiriyorum.
Sayın Mehmet Ruhi Çelik bey. yazılarınızı okudum tebrik ediyorum. Merhum Tümer Tütüncüoğluna ait 5247 ada 1 parsel 2005 yılında 1 nci derece sit çeveresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. 5238 ada 4 parsel 2001 yılında 1 derece sit çevresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. Doğru karar fakat 3 ncü derece sit kapsamında kalan 5236 ada 2.bize ait 3 ve 4 numaralı parsellere bina yapmak üzere 2004 yılında karar aldık.Çeşme müze müdürlüğü denetiminde kazıldı. olumlu rapor yazıldı.bu raporu beyenmeyen Prof.Dr.Hayat Erkanal ve Çeşme nin Arkedoloğu Hüseyin Vural.ın sit kuruluna 05/08/2004 tarihinde müracat ederek kazının yenilenmesi sağlanmış. 1645 sayılı kurul kararı ile çevresi 3 ncü derece korumasız 1 nci derece sit ilan edilmiştir.
 İlgililere soruyorum. Şaraphaneye sözüm yok bu yerlerin çevresi 3 ncü derece korumaya alınmadığı için yapılaşmaya gidilmiştir. 01/07/2005 ve 31/07/2005 tarihleri arasında yerlerimiz kazılıyor Prof Dr Hayat Erkanal hoca 10 ay sonra raporunu kurula veriyor 1 yıl sınra 3 ncü derece korumasız 1 derece sit uygulamasına geçiliyor ama çevresi yapılaşmaya devam eder ve etmiştir.
 Çeşme tarihi Kervansarayın yanında olan ,1993 ve 1998 yıllarında alınan ilke kararı gereği aralarından yol geçse dahi kurumdan izin alınmadan bina yapılamaz kararına karşılık bir adet 3 katlı bina 2 adet te 2 katlı bina yapılmıştır.Arkeoloğ Hüseyin Vural’ın yeri ise kimse müdahale edemez istediği gibi binalarını yapar biz ve merhum Tümer Tütüncüoğlu binalarımızı yapamayız.Çeşme Liman höyügünü 317 metre karelık alan temsil etmektedir.İlgililere duyurulur.Şikayetlerim üzerine Hüseyin Vural Bergama Müze Müdürlüğüne atanır ataması 9 ay sonra gerçekleşir fakat ne hikmetse bu vatandaş bakanlar kurulu kararı ile Çeşme Bağlar arası kazı komserliği görevine getirilir..Yetkililere duyurulur.bunun sırrı nedir.
Teşekkürler M.RUHİ ÇELİK bey.
Mehmet Yerli
Kendisi ile ayaküstü yaptığımız kısa bir konuşmadan sonra gönderdiği mailde de aynı şeyleri tekrar etmiş okuyucumuz.
Bilmeyenler olabileceği nedeniyle; daha önceki yazımda mezkûr bölgenin adreslemesi için şöyle yazmıştım. “Çeşme Bağarası (Bağlararası) arkeolojik kazı alanı; Çeşme limanının dün 50 mt. bugün 100 mt. uzağında yer almakta ve denizle başlayan Çeşme ovasının tam merkezini oluşturmaktadır.”
Ayrıca; “2000 li yılların başında Bağarasında (Bağlararası) konumuzu oluşturacak arsa üzerinde mahalle ve çocukluk arkadaşlarımızdan Tümer Tütüncüoğlu nihayet artık benim de bir evim olacak sevinciyle planladığı konut inşaatı için temel kazılarını yaptırmaya başlayınca bazı duvar ve arkeolojik buluntuları bulunuyor, hemen haber verilen Çeşme Müze Müdürlüğü yetkilileri kazı çalışmalarını durduruyor ve duvar kalıntılarının ve arkeolojik buluntuların Tunç çağına ait olduğu anlaşılıyor, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından mezkûr arsa ile etrafındakiler SİT alanı ilan ediliyor ve inşaat yasağı konuluyor.” ve “Çeşme’nin şimdilerde prestijli konut alanı durumundaki Bağarasında (Bağlararası) bir evim olacak hayalini kuran ancak malum nedenlerle gerçekleştiremeyen, çocukluk ve mahalle arkadaşımız Tümer Tütüncüoğlu uzunca bir süre burayı ilgili bakanlığa devretmek ya da başka bir arsa ile değiştirmek gibi girişimlerde bulunuyor ancak sonuç yok, ne yazık ki hayalini gerçekleştiremeden aramızdan ayrılıyor Tümer, şimdilerde yıldızlardan bakarak hala bir gelişme olmadığı için de orada da rahat olamıyordur.” diye yazarak oradaki arsa sahiplerinin dramına kısaca değinmiştim.
İlaveten; “Neden bu ülkede benzer durumlarda ki benim de katıldığım hızlı ve doğru şekilde davranan mevzuat efendiler, her şeye para bulan deve dişi gibi kocaman yetkililer, bulunan ya da ilan edilen doğal SİT, Arkeolojik SİT vs. gibi alanlardaki özel mülkiyet hakkı konusunda duyarsız olurlar, sorunu aslında yurttaşın sorununu, çözümü duyuna havale ederek çözmezler, anlamak kesinlikle mümkün değildir. Deve dişi gibi yetkililer; siyasi otoritenin çıkardığı yasalara rağmen ki bu yasalar trampa, kamulaştırma gibi çözümleri öngörür ama bir türlü sonuç alınmaz, ya müracaatınız kabul edilmez, müracaatınız kabul edilir talebiniz bir yerde dondurulur, talebiniz dondurulmasa sonuçlandırılsa bile, kamulaştırma için ödenek bulunamadı ya da ödenek beklenmekte, trampa için uygun arsa bulunamadı ama aranmaya devam edilmektedir hatta sizin bildiğiniz yerler varsa bize bildirin gibi trajikomik bir dolu hendek oluşturulur, atlat atlatabilirsen deveye durumu anlayacağınız.” diye yazmıştım.
Bizden önceki kavimler ve kültürleri, kökenlerimiz hakkında merak ettiğimiz detayları, uygarlıkları, insanoğlunun kayıtlı tarih öncesinden günümüze kadar ulaşabilen kent kalıntıları sayesinde mimari gelişimini, bulunan eşyalar ile de yaşam kültürlerini, gelişmeler ile insanoğlunun geliştirdiklerini anlamamıza yarayan buluntulardan en önemlisi sayılan arkeolojik kazılar neticesinde elde ettiklerimiz olup, bu tespit edilen alanın kamulaştırılması ya da trampası konusunda neredeyse toplumun çok önemli bir kısmı hem fikirdir, geri kalan göz ardı edilebilecek azınlık ise zaten ne yapılırsa değişmeyecektir. Canım yurdumun neresinde toprağı kazarsak kazalım tarih fışkırıyor ve yukarıdaki gerekçelerle de bunlara behemehâl sahip çıkılmalı, etrafı çevrilerek koruma altına alınmalı, bu sahiplenmeyi çok doğru buluyor ve sonuna kadar da destekliyorum ancak bu alanların ve buluntuların sahibinin durumuna göre tarih ya da değersiz taş parçası gibi bilimsellikten uzak nitelenmesine ve buram buram kayırma ve nemalanma kokan şekilde toplum tarafından yakıştırılmasına mahal vermemek için de bilimsel bir ölçü olmalı ve bazı odaklarının taleplerine prim verilmemeli ve kolayca da anlaşılacağı üzere; Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerin durumunu nasıl algıladıklarını uzun uzun anlatmamıza gerek yok, “zengin arabayı dağdan aşırır fakir ise düz ovada yolunu şaşırır” hikâyesi, tabii ki bu film çok tutulunca sınırsız sayıda devamı çekilmektedir.
Ne diyelim;

Devlet-i Osmanî ahalide terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz,
TERFİ ya olacak kuvvetli iltimas,
ya olacak madeni haz,
ya da olacak ten ile temas…
Konu ile ilgili yetkililer, konuya gereken özeni ve önemi sadece değerinden ötürü göstermeli, bizdendir ya da bizden değildir değerlendirmesinden azade olarak görev yapmalılar, ayrıca nasıl olacağını da pek bilememekle beraber kanunlar da bu kadar geniş yorum ve kanaat oluşumuna açık bırakılmamalıdır ki; tıpkı çocukken büyüklerimiz birkaç çocuğun bulunduğu ortamda birine diğerini işaret ederek “tut şunun burnunu” der ve tutarken biz çocuklar da tutarsın tutamazsın diye kavgaya tutuşurduk ya zinhar böyle olmasın; ne gereği var bir arkeolog ile vatandaş arasında bu kadar olumsuz ve gergin ortam oluşmasına.
Diyelim ki; yasalar şöyle böyle ve bol miktarda yoruma açık; eeee  yılda bilmem kaç yüz yasa çıkarmak ile öğünen muhteremler yapın yeni düzenlemeleri geçin bu mağduriyetlerin önüne.

Pazartesi, Ekim 15, 2012

AYDIN GEZİSİNİN ARDINDAN

Türkiye’nin en önemli kültür varlıklarından 1.000 den fazlasına sahip olduğu bilinen, incir, zeytin, pamuk ve kestane üretiminde ülkemiz sıralamasında en önde gelen, tarihte çeşitli dönemlerde büyük imparatorlukların merkezlerinden biri olmuş, Osmanlı döneminde ise önce eyalet, sonra sancak, daha sonra ise İzmir, Manisa, Muğla, Antalya, Isparta sancaklarının bağlı olduğu eyaletin merkezi olarak kavimlerin tarihsel hareketlerinde hep gözde bir yer tutmuştur, bugünkü adıyla “efeler diyarı” Aydın; Menderes ırmaklarının alüvyonlarıyla doldurduğu çok verimli ve yemyeşil ovasında yüzyıllara tanıklık etmektedir, Traklardan, Kayralılardan, Hitit imparatorluğundan, Dorlardan, Perslerden, Makedon imparatorluğundan, Bizans imparatorluğundan, Selçuklu İmparatorluğundan, Menteşeoğullarından, Aydınoğularından, Osmanlı imparatorluğuna kadar, sanat, felsefe, sosyal bilimler, tarım ve mimaride çok önemli yerler işgal ederek. Aydın adı duyulur duyulmaz bugünlerde; hemen efeler diyarı olduğu akla gelir, bilindiği üzere “Efe” (ler); zeybeklerin reisi konumunda olan ve kökeni de Osmanlı İmparatorluğunun, siyasi ve iktisadi çözülme döneminde merkezi otoritenin baskılarına ve haksız uygulamalarına başkaldıran direniş örgütüne dönüşen bir geleneğe sahip olup bu niteliği ile anti-emperyalist Milli Kurtuluş savaşımızda Ege bölgesi düzeyinde inanılmaz katkı sunarak haklı onurun sahibidirler.
İl merkezinin; bir deniz ve zeytin deryası olduğu ziyaretçileri tarafından hemen gözlemlenmektedir, özellikle Çine tarafına yol aldığınızda dağ bayır zeytin ağaçlarıyla dolu, kilometrelerce yol alıyorsunuz sağlı sollu zeytin ormanları, insan inanılmaz keyif alıyor bunları görünce. Ancak; ekonomik refah zeytini yetiştirene, yağını üretene nasıl yansıyor, bu konuda, etrafınıza bakınca anlıyorsunuz durumu, fazlaca kelama hacet yok. Benim gezimden sonra tesadüfen henüz yandaş olmayan bir TV kanalında yöre köylülerinin konuşmalarını görünce, milletin efendilerinin de bir görüşü olduğunu fark ediyorsunuz ama refahın hayatlarını kolaylaştırmak için kullanılmadığını da üzülerek görüyorsunuz, ne diyelim, gelin kızımız gibi hem ağlar hem giderler.
Bugün Aydın’ın sokaklarını baştanbaşa dolaştığınızda, bu kadar muhteşem tarihsel geçmişe rağmen, camiler dışında geçmiş yüzyıllara ait herhangi bir yapı kalmadığını büyük bir hayal kırıklığı ile gözlemlemektesiniz,  nerde o Osmanlının Sancak ve Eyalet merkezi olmasının ihtişamını yaşatan ve yansıtan yapılar, Trabzon, Kütahya, Amasya, ya da Manisa’da benzerlerine çokça rastlanılanlar. Bence; Aydın’ın en büyük talihsizliği Adnan Menderes’in başbakan olması ve Aydın’ı komple yenileme çalışmasıdır. Adnan Menderes’in başbakan olduğu günlerde koruma mefhumu ve kültürü henüz keşfedilmemişti necip Türk Milletince, özellikle gâvur mabetleri ve evleri yorumuyla bu ortak sayılacak eserler nasıl yıkılır, yok edilir ya da yeni yapılar nasıl oluşturulur dünya âleme göstermek gerekiyordu ve gösterdiler. Gerçi yabancı değillerdi, atalarının da böyle davranmış olması hasebiyle de uygulamada hiç yabancılık çekmediler. İşte o gün bu kentsel dönüşümden (!!!!) nasip alarak kazandığını zannedenler bugün çok geçte olsa neleri kaybettiklerinin farkına varıyor ya, ama, çok şükür artık Rum evi yok, gerçi Osmanlı evi de kalmamış ya… Ama inanıyorum ki bugünkü düzeyde koruma bilinci gelişmiş olsa imiş o dönemde, yapılan o yıkım ve yok etme, hatta bir anlamda iz silme yaklaşımı asla olmazdı diye düşünüyorum, ya da Adnan Menderes bugün hala hayatta olsa inanıyorum ki kesinlikle böyle davranmaz idi… Bu biraz sizi seçenlerin beklentisi ve sizin politika yapma tarzınızla ilgili herhalde, hayal ile yaşamak istiyorsanız ya da goygoy politikacıysanız, sonuç bu oluyor haliyle normal olarak ve hele de AMERİKA’ya benzeyeceğim diye tutturuyorsanız, illaki Küçük Amerika olacağım diyorsanız, tek ezberiniz bu ise, hayatta intihalden başka yol bilmiyorsanız, asar-ı atika neyinize derler adama. Dönem öyle bir dönemdir, canım yurdumu “küçük Amerika” yapmak isteyen zihniyet artık iktidardır, memlekette olabildiğince Amerikan muhipleri yaratılması esastır ve bu minvalde çok ciddi ekonomik, siyasi ve kültürel çalışmalar yapılmakta, dönüşümler sağlanmaktadır, tüm bunların yansıması mimarlık ve şehircilikte de kendini göstermektedir. Model Amerika olunca da; en eski yerleşimi bile bir yüzyılı geçmeyen yerde, ören yerleri, arkeolojik alanlar ve kültürel değerler adına ne alınabilir ki.
Her şeye rağmen; Kentin dışında kalması, belki de sadece zeytin tarımına elverişli olması hasebiyle de; Kuşadası, Didim gibi dünya çapında tarihi, kültürel ve turistik merkezlerin olması nedeniyle de maalesef öne çıkamamış; ilk Kayra Devleti başkenti Alinda, antik Kayra kenti Alabanda ile Aydın’ın tarihteki ilk yerleşim merkezi durumundaki Tralleis ten kazılar ilerledikçe tarih fışkırmaktadır yeraltından, tarih, doğa, kültür ile ilgili her insanın ahir ömründe mutlaka görmesi gereken yerler olarak değerlendirmekteyim buraları…
Canım Yurdumun 1866 yılında inşa edilen ilk demiryolu hattı İzmir-Aydın arasında olmasına rağmen, bu hat ne yazık ki yeterince etkin kullanılamıyor olmasının gerekçesi; dün “demiryolları komünizmin, karayolları hür teşebbüsün ifadesidir” diyen zihniyetin bugün hala daha yetki sahibi olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Yine bu alanda da küçük Amerika olalım fikriyatı ağır basınca, bugün çok kolayca görüleceği üzere tüm ovaların göğsüne hançer saplanması gibi otoyollar yapıldı güzelim ve verimli ovalarımıza, yollar ovada olunca kentler hızlı şekilde ovaya indi, önemli ölçüde deprem riski alınması yanında tarımsal alanların hızlı şeklide tükenmesi ya da kirlenmesi gündeme geldi.
Diğer kültürleri anlamamız ve değerlendirmemiz, kökenlerimiz, uygarlıklarımız, gelişmelerimiz ve geliştirdiklerimiz hakkında bilgilenmemize yarayan buluntulardan en önemlisi sayılan yeraltından çıkarılan tarihsel ve kültürel hazineler fışkıran canım yurdumun ekonomik takati ve kudreti ne yazık ki bu kadar arkeolojik alanı, kazılarını tamamlayarak konuyla ilgili olanların gezisine açmak için yetersiz kalmaktadır. Denilebilir ki; ülkede iddia edildiği kadar ekonomik talan yapılmamış olsa, talan edilen ekonomik değer bu çalışmaları tamamlamaya yetebilir, talan edilen değerlerin büyüklüğü konusunda uzmanlardan anlayabildiğimiz kadarıyla bu iddia akla ve aritmetiğe de uygun görünmektedir, ancak yine de bu kadar alanın kazısının tamamlanması, açık ya da kapalı alanlar yapılarak ilgili eserlerin koruma altına alınması, güvenlik tedbirlerinin devam ettirilmesi, devasa bütçelere tekabül etmekte ve temini bugünkü gerçekler içinde de zor görünmektedir.

Cumartesi, Ekim 13, 2012

REFERANDUM - ÖZERKLİK - BAŞKANLIK


Gündemin savaşa kilitlendiği dönemde, TBMM de önemli bir kanun sayılabilecek “Büyükşehir Kanunu Taslağı” görüşülmekte ve ilk bakışta da son derece masum görülen ama şeytanın avukatlığına soyunarak bakılacak olursa uzun vadede de müesses nizamın temellerine konulan dinamit olduğu kabul edilecektir. Anayasa Mahkemesinden dönen bir önceki yasa ile devamı niteliğindeki bu yasa ile birlikte neler geliyor derseniz anladığım şu; evvel emirde mevcut Büyükşehir Belediyeleri ile yeni ihdas edilenler o ilin tüm sınırlarını kapsamak bilahare de Valilik yetkilerinin Belediyelere devri nihayetinde de birkaç ili birleştirerek eyaletler oluşturmak vs. vs. Büyükşehir Belediye sınırları içinde yerel parlamento niteliğindeki “İl Genel Meclisleri” yerine muhtemelen belediye meclisleri ile aynı anlamda devam edilecek, ayrıca yasa kapsamında belde belediyeleri de kapanacak, bu şimdilik her ne kadar sonuçları şu andan kestirilemeyecek yollar açıyorsa da canım yurdumun siyasi ikbaline, bizim için şimdilik önemli olan tarafı Çeşme İlçemize bağlı Alaçatı Beldesinin belediyeye sahip olma hakkını yitiriyor olmasıdır.
CHP genel Başkanlığı; TBMM de yakın zamanda kabul edilmesi beklenen mezkûr yasayla kapatılması öngörülen belde belediyelerinde önce kendi partisine ait yerler olmak üzere bilahare de diğer partilerin başkanlık yaptığı belediyelerin yönettiği beldelerde seçmen kütükleri esas alınarak referandum düzenleyeceğini açıkladı, bu anlamda önemli turistik beldemiz Alaçatıda bu pazar (14.10.2012) bu önemli çalışma yapılacaktır. Tabii ki CHP nin beklentisi; katılımın yüksek olması ve önemli ölçüde hayır oylarının çıkması, bakalım hep beraber yaşayıp göreceğiz neler olacağını… Duygusal açıdan ben;  son yıllarda yerli ve yabancı turistlerin göz bebeği haline gelen Türkiye’nin en önemli Turizm beldesi Alaçatı’nın bu haliyle kalmasını yani mevcut statüsünü korumasını tercih ediyorum, ama siyaseten ve ahlaken Alaçatı halkı saygı duyulması kararı vermelidir ve sonuç ta saygıyla karşılanmalıdır.
Bu referandumuna muhalefetin beklediği canım Yurdumun siyasi ikbali açısından önemi harbiyesi olmayan bir referandum olarak bakmak mümkün ama iktidarın da buna saygı göstermesi gerekmektedir kanımca, hem kanımdan hem de beklentimden çok uzakta olduğumu da biliyorum. 
Konuyu düşündüğümde genel anlamda kendimi yasaya muhalif ya da muafık olarak hissetmiyorum ve bu anlamda da taraf olmadığımı hemen belirtmeliyim, merkeziyetçiliğin ve adem-i merkeziyetçiliğin nasıl gerçekleştirileceği benim açımdan daha önemlidir, demokratik ve halk için olmadığı sürece ha o olmuş ha bu olmuş. Ancak şu anda en önemli sıkıntısı 2 li bir hukuk öngörüsü çerçevesinde canım yurdumun bir bölümü bu şekilde diğer bölümü ise eski sisteme göre yönetilmeye devam edecek, devlet rutinleri açısından, memur tayinleri ve onların alışkanlıkları açısından vs vs.
26.01.2011 tarihli yazımda “Aman ha sakın bana yahu Çeşme kim bağımsızlık kim demeyin… Çeşmenin bağımsızlık geçmişine bir bakalım… MÖ III yüzyılda İyonya’daki 12 bağımsız başkentten biridir ve merkezide Erythrai’dir. Bilahare Pers işgaline ve egemenliğine karşı; diğer İyon kentleri ile birlikte ayaklanmış, Büyük İskender’in Persleri Anadolu’dan uzaklaştırması ile bağımsızlığını tekrar kazanmıştır.
Şimdi bunlar hayaldir diye ısrarla yazıyorum ya birileri de bunun suç olduğunu söyleyebilir ama Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can, ki kendileri şu an yaşadığımız ileri demokratik ortamın mimarlarındandır, Diyarbakır’da katıldığı “Anayasa Paneli”nde “Örneğin Anayasanın değiştirilemez maddeleri diye ilginç şeyler var. Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu. Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” demiş ya. Oda kocaman ve pek parlak hukukçu ve muktedirlerin akıldanesi ya, kesinlikle suç işlemez diye düşünüp, cesaretlenip bu kelamları ettim. Affola…
Haydi, hoş geldiniz Çeşme Cumhuriyetine…” diye yazmıştım ya, haydi yeniden ve tam yol ileri, ÇEŞME DEMOKRATİK ÖZERK CUMHURİYETİ….
Yazının tamamı http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adresinden ilgili başlıktan okunabilir.

Pazar, Ekim 07, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR – 2 ROSENBERGLER


Dünyadaki tüm kötülüklerin planlama ve icra mahfili durumunda olan ABD, lokomotifi olduğu bloğun çıkarlarını korumak adına esasen de kapitalizmin dünya çapındaki katmerli sömürüsünün devamı adına her türlü nifak, hile, hurda ve desise üretim tesisi gibi tüm kurumlarıyla kendilerinden olmayanlara saldırı halindedir, dün de böyleydi bugün böyledir yıkılmadığı takdirde yarın da böyle olacaktır ne yazık ki… ABD, II. Paylaşım savaşı olarak literatürdeki yerini alan büyük savaştan sonra dünyanın yeni şerifi olduğunu açıktan beyan eder, artık dünyanın başına bela olacak, hacı kıran baş kesen edasıyla, sosyalizmin tesisini ve yükselişini de bahane ederek, uygulamaya başladığı soğuk savaş konseptiyle, toplumlar ve devletlerin ya kendilerinden “taraf” olacağını ya da düşmanları olarak “bertaraf” olacağını açıktan ilan eder. Soğuk savaş konseptine uygun yöneticiler bulunur, yetkilendirilir, toplum büyük bir öcü ile karşı karşıya kalmıştır korkusu yaratılarak ve özellikle tarihe “McCarthizm” olarak geçecek faşizan saldırılar başlatılmıştır. Faşizmin, gericiliğin temsilini üstlenen “McCarthizm” dönemin ABD sinde, ekonomik krizin çözülmesi için yaratılan savaşın da, sorunları çözememesi üzerine, aşırı derecede askerileşmiş ekonominin ayak takımları arasında yol açtığı yoksulluğun önüne geçilememesi, faşizme karşı direniş eğilimlerinin güçlenmesi, hatta ABD Komünist partisinin gücünün mevcut durumundan birkaç yıl içinde yaklaşık 10 kat artması kaygıları iyice arttırmıştır. ABD yönetimi; hiçbir zaman vazgeçmeyeceği taktiği olan “pireyi deve, deveyi pire yapma” provokasyonlarına dayalı McCarthy gibi faşist politikacıların da desteğiyle yaratılmış olan komünist umacısı üzerine çullanmalıdır, artık “Polis devleti” uygulamaları başlamıştır, genelde adalet ve özelde de Mahkemeler de bu kapsamda muktedirlerin karşıtlarını yok etme, kendi saltanat ve sömürülerinin devamının aracı haline gelmiştir. Artık, ABD içinde tüm yurttaşların özgürlüklerine, temel anayasal haklarına ve zaten bunların kırıntısının bile ABD açısından rahatsızlık yarattığı diğer ülkelerde tam bir saldırı ve terör yaratılmış, sürek avına dönüşen şekilde, Sosyalistler, Demokratlar, ilericiler ve en nihayet kendilerinden olmayan herkesi kapsayan deyim yerindeyse tam bir “itlaf” harekâtı başlamıştır. ABD içinde kendilerinden olmayanların derdest edilmesi sürecinde; onbinlerce FBİ elemanı, bir o kadar da Maliye elemanı başta olmak üzere, askerler, polisler ve özel güvenlikçi görev alıyor, tam bir “ya tam susturacağız ya kan kusturacağız” ortamı yaratılıyor, yüzbinlerce insan tutuklanıyor, önemli bir kısmı önemli cezalara mahkûm edilerek cezaevlerinde çile dolduruyor, bu insanların önemli bir kısmı işsizdir, fişlenmiştir artık ABD nin ali menfaatleri açısından ötekilerine hayat hakkı yoktur, bu kapsamda önemli sayıda insan idama mahkum edilir, mezkur kampanya neticesinde bir komplo ile tutuklanan, tarihe hukuksuzluğun en önemli örneklerinden biri sayılan bir şekilde yargılanan ve idam cezası verilenlerdendir, Ethel ve Julius Rosemberg.

Şu günlerde de yine ABD yine aynı konsept ancak bu sefer kişiler düzeyinde değil ülkeler düzeyinde ve artık kesinlikle yargılamaksızın infazlar gerçekleşmektedir ve ne yazık tüm dünya da bu haksız ve rezil durumun seyircisidir. Diğer taraftan konsept aynı kalmakla birlikte aktörlerini değiştiren ABD “devleti yıkıcı faaliyetlerden koruma” adı altında kendi ülke sınırları içinde de her türlü melaneti çevirmekte olup, modası hiç eskimeyen bu senaryoları da sürekli yutturmaktadır.

ABD'nin mezkûr dönemde tüm dünyayı tehdit ederken elindeki en önemli araç “atom bombasıydı”, bunun nasıl bir güç olduğunu zaten daha çok kısa bir süre önce Hiroşima ve Nagazaki kentlerinin yok edilmesinde kullanarak göstermişti, ancak Sovyetler Birliğinin de bu alanda başarılı denemeler yapıyor olmasının telaşı ile de, dünya çapındaki esas oğlan rolü yıkılabilir kaygısıylada, ABD nin psikolojisi iyice bozulmuş, Faşist McCarthy ve FBI ın önderliğinde, hem ibret teşkil etmesi hem de yitirilen psikolojik irtifanın telafisi adına, Sovyetlerin atom araştırmalarının bilgi kaynağının olsa olsa ABD deki “Bir Rus casusluk şebekesi” vasıtasıyla devşirilmiştir saikiyle, soğuk savaş paranoyasının etkisiyle sosyalistlerin, devrimcilerin demokratların üzerinden bir buldozer gibi geçirerek, bir anlamda da geleceğe ibret, muhaliflere de kendinize gelin bakın bunlar her an sizin de başınıza gelebilir, bizle birlikte olmazsanız hiçbirinizin garantisi yoktur gösterisi içinde, nükleer bilgi casusluğu yapılıyor yaygarasıyla da düzmece mahkeme süreçleri başlatılıyordu.

Bu mahkeme süreçlerinde binlere insanın yanında, ABD lilerin çok övündükleri adalet sistemlerinin ve mahkemelerinin uyduruk ama kesinlikle muktedirlerin ikballeri ile tevhit ettiklerini ispat edercesine, sadece ABD komünist partisi üyesi olmaktan başka hiçbir veballerinin olmadığı bugün bile tartışılmayan, uyduruk tanıklıklarla, uydurulan delillerle dönemin tam da ruhuna uygun atmosferinde akılları, gözleri kör ettiğinin ispatı biçimiyle Ethel ve Julius Rosemberg, adeta, devrimci işçilerle birlikte olmanın, işçi hakları için mitinglere katılmanın, buralarda şarkılar söylemenin, sosyal ve siyasal yaşamda aktif olmanın bedelini ödemişlerdir.  Artık onların nezdinde, sendikal haklar için mücadele, işçi hakları için miting, sosyal ve siyasal hakların herkes için tesisini istemek mahkûm edilmiş oluyordu, adeta malumun ilanıydı bu ama beyin ve akıl körü olanların bunu görmesi imkânsızdı tabii ki.  Bu insanlar “Atom bombası” bilgilerini Ruslara veriyorlardı ama bu bilgiler kimden alınmıştı, bu bilgileri aldıkları kişi konuyla ilgili ne kadar bilgiliydi, bu kişiler atom bombasının fiziği, kimyası ve matematiği ile ne kadar ilgilidirler ki bu bilgileri aktarabilsinler, bu bilgiler kibrit kutusumudur ki böyle cebine koy çık git bu kadar sıkı korunan yerden, peki bu koruma nasıl bir korumadır ki bu kadar kolay atlatılıyor vs. vs. akli sorgulamalardan azade bir süreç yaşanmıştır. Mahkeme komedisi daha doğrusu kara mizahı ile ilgili daha fazla bir şey söylemeye yer olmadığı çok açıktır, zaten tek ve en önemli tanık durumundaki sahtekâr yıllar sonra “mahkemede yalan söylediğini, Ethel ve Julius'un suçsuz olduğunu yıllar sonra itiraf eder”. Hatta Amerikalı sahtekârların, “suçunuzu kabul edin idamdan kurtulun” gibi telkinlerde bulundukları, o kadar ki teklifin defalarca yinelendiği her seferinde mapus kalacakları sürelerin tenzil edildiği bugün, kitaplara, tiyatro oyunları ve filmlere konu olması kadar ciddi politikacılar tarafından bile dillendirilmektedir. Suçu kabul ederlerse affedileceklerine yönelik gelen son teklif sırasında Ethel Rosemberg; “ey yoldan çıkmış para yiyiciler, ey satılmışlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç, kötü insanlar, işte size yanıt: sizin lanetlenmiş lütfünüze başım eğik yaşamaktansa kocamla birlikte ölmeyi yeğlerim.” Tek istekleri vardır artık bu çiftin; bu çok Yüce ama siyasetin tam anlamıyla etkisi altındaki mahkemenin 18 Haziran 1953 tarihinde idam kararının, günün evlilik yıldönümleri olması nedeniyle, önce ya da sonraya alınmasıdır, mahkeme ilk kararı bilinçli olarak mı kararlaştırdı bilenemiyor ama son istek kabul edilmiştir.

Ethel Rosenberg, ölümünden önce çocukları için bir şiir yazmış, hatta sadece onlara değil, barışa ve kardeşliğe inanan tüm insanlara yönelik yazılan şiir.

Bir gün öğreneceksiniz evlatlarım, öğreneceksiniz,
Neden kestik şarkımızı yarıda,
Neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan
Neden gittik toprak altında uyumaya
Ağlamayın artık evlatlarım, ağlamayın.
Yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
Neden bu gözyaşları, bu zulüm neden?
Öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.
Yeryüzü gülümseyecek, evlatlarım, gülümseyecek
Ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde
Savaşlar sona erecek, dünya mutlu olacak
Kardeşliğin ve barışın koynunda.
Çalışın evlatlarım, çalışın ve bir anıt dikin;
Sevgiye ve sevince bir anıt,
İnsanlık onuruna ve inanca,
Sizin adınıza koruduğumuz ve çocuklarınız adına!..